Şairliğini, yazarlığını, sinemacılığını, ressamlığını, köşe yazarlığını, eleştirmenliğini, hangisini cümle içinde öne alacaklarını bilemediklerinden ve aslında o bunların hepsini tek bir gayeyle yaptığından, İtalya’da Pier Paolo Pasolini’ye en fazla “intellettuale scomodo” sıfatını yakıştırıyorlar: Entelektüel provokatör! 1922’de, ülkesine faşizmin geldiği yıl doğan, 1975 yılının 1 Kasım’ı 2 Kasım’a bağlayan saatlerinde feci halde dövülmüş bedeni bir çöplükte cansız bulunana kadar, çoğunlukla sonu mahkeme salonlarında biten “skandallarıyla”, İkinci Dünya Savaşı sonrası İtalya’sının en muhalif aydınıydı Pasolini.
10 Mayıs 2005’te dünya gazeteleri ‘‘Pasolini’nin katili ilk kez konuştu”, “Dava yeniden görülecek” başlıklarıyla çıktı. Pasolini’nin katili olarak otuz yıl önce tutuklanan Giuseppe Pelosi, gerçek suçluların “pis komünist” diye diye Pasolini’nin kafasını ezen başka üç kişinin olduğunu iddia etmişti. Açıklamalar davanın yeniden görülmesi ihtimalini gündeme getirmiş, İtalya sarsılmıştı…
Aynı günlerde, Ankara’da sekizincisi düzenlenen Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali programında “Pier Paolo Pasolini: Bir Düşün Nedeni” isimli bir belgeselle ustaya gayrı ihtiyari bir hürmet vesilesi yaratılmıştı. “Bir Düşün Nedeni”, Pasolini’nin aşkla bağlandığı yakın dostu, gözde oyuncusu Laura Betti’nin yoldaşına 2001’de ödediği bir vefa borcuydu. 44 yıllık sinema hayatında 76 filmde oynaması dışında, İtalya’nın muhalif seslerinden olan Betti, 1980’de Pasolini Vakfı’nı kurmuş, Pasolini filmleriyle dünyayı gezmiş ve nihayetinde bu belgesel için kolları sıvamıştı. “Bir Düşün Nedeni”, Pasolini’nin ardından konuşan dostları, öğrencileri ve en mühimi de kendi ağzından hayata, hayatına bakışını anlatan video ve televizyon kayıtlarının İtalya çöplükleriyle harmanlandığı, bir dönem, bir düzen ve bir dostluk dökümü. Altyazı çevirilerini yapan Uçan Süpürge ekibinden Hülya Bayrak ve Ankara Sinema Kültürü Derneği’ne teşekkürlerimizle, belgeselden yaptığımız küçük bir kolajla birinci tekil şahıstan Pasolini’yi dinlemenin –yine– zamanıdır… (Express, 2005)
Pier Paolo Pasolini: Bay Della Casa, rüyalarımızı anlatmamamızı önerir. İnsanın tanrıtanımazlığından ya da inancından bahsetmesi, rüyaları anlatmak gibidir biraz. Aslında bunlar, üzerine konuşulması güç, çok kişisel ve sıkıcı iki gerçeklik. Bana göreyse, bunu yapmak çok kolay…
Dindar bir çocukluk geçirdim diyebilirim. Babam bir milliyetçiydi. Tam olarak faşist değildi, ama öyle sayılabilirdi; tamamen biçimsel bir dindarlığı vardı. Pazarları burjuvaların ayinine katılmaya kiliseye gidilirdi. Anneminse büyükannesinden aldığı köylü, kırsal bir dindarlığı vardı. Geleneksel ya da günah çıkarmaya dayalı olmayan romantik bir din.
Sinemanın profesyonel oyunculara ihtiyacı yok. İnsanın ilk dili beden dilidir. Sinema da insanın bu ilk dilinin yeniden üretiminden başka bir şey değildir.
Babam… Ondan bahsetmek güç. Benden çok farklı biriydi ve sıkıntılı bir ilişkimiz vardı; dramatik… Öncelikle bilinçdışı nedenlerden, ki Freud bunu benden daha iyi açıklamıştır. Bir de kişiliğe bağlı nesnel nedenlerden. Babam eski kafalı biriydi; bir askerdi. Benim düşünme biçimime tamamen ters düşünüyordu. Dolayısıyla, bir ideoloji farkı vardı aramızda. Belki de farkında olmadan ben onun düşmanıydım ve o da farkında olmadan benim. Gerçekte, beni bu kariyere iten odur. Hiç kimseyle babamla olan bu dramatik ilişki gibi bir ilişkim olmadı. Biraz da bundan kaçındığım için… Korkudan değil, tecrübeden… Ayrıca tamamen kısır bir ilişki olmasından… Bu tip bir ilişki ancak babayı temsil eden “Devlet”le kurulduğunda verimli olabilir, çünkü çocuğu bir tür canlı “sorun” olmaya zorlar ve bu bir şiir, düşünce, ideoloji, nihayet hayat kaynağı olur.
Bolonya’yı hatırlıyorum. Bir yaşındaydım, faytona binmek istediğimi söylüyordum ve bindirilinceye kadar yerimden kımıldamıyordum. Başka bir şey hatırlamıyorum, ne kemerleri, ne binaları… Üç yaşında, onları rüyamda görmeye başladım. Her ay ya da iki ayda bir tekrarlanan bu meşhur rüyalarda, Bolonya’yı o zamanlarki haliyle görüyordum: Renkleri, kemerleri, binalarıyla… Bu rüyalarda, annemi kaybediyor, aramaya çıkıyordum.
Bir film nedir? On yıllık, elli yıllık ömür nedir? Hiçbir şey… Sinema yok olmak üzere yapılmıştır, dolayısıyla kendi içinde narindir. Bir film izlerken, bu acı verici geçiciliği hissederiz.
Çocukken resim yapardım. Annemin, daha yazmayı öğrenmeden, küçük arabalar ve trenler çizdiğimi söylediğini hatırlıyorum, yani eski bir tutku. 18-19 yaşlarına doğru üniversitede, sonradan gerçek ustam olan Roberto Longhi’yle tanıştım. Masaccio, Masaccio-Masolino ilişkisi üzerine bir ders veriyordu. İlgimi çekti ve o yıllarda aslında bu sebeple resme başladım.
Üçüncü sınıftaydım. Annem, neden bilmiyorum, bana ithaf ettiği bir sone yazdı. Benim için yazılmış bu sone sayesinde, birdenbire şiirlerin yalnızca okunmayacağını, bizim de şiir yazabileceğimizi farkettim. İki gün sonra ben de bir şiir yazdım. Meçhul bir bülbüle yazılmış olduğunu hatırlıyorum. Bir çiy damlası vardı, hatta bülbülün adı da “küçük çiy kuşu”ydu. Bundan sonra, 27- 28 yaşlarına, Roma’ya gelişime kadar şiirler yazdım.
Gündelik işçilerin tarafında
Frioul’u hem hoş hem de trajik bir tür sürgün olarak görüyordum, Frioul’un çayırları, asma ve dut ağaçları ortasında, kendi narsisizmimin gerektirdiği işleri yaptığım bir tür hapishane, aynı zamanda bir yıl önce kaybettiğim kardeşimin acısıyla başa çıkabildiğim bir yerdi. Tam savaş bittiğinde ölmüştü, partiliydi. Kardeşim olmak istediğim kişiyi temsil ediyor, üstelik bu yalnızca geçmişte değil. Onun ölümünden duyduğum acı hiç dinmedi. Öldüğünde, annemin bu acıyla baş etmesine yardım ederken, kendimi düşünmemeye, buna bağışıklık kazanmaya, ona destek olabilmek için güçlü olmaya zorladım. Bu yüzden de bu acıdan hiçbir zaman kurtulamadım, hâlâ içimde duruyor…
Gerçekle ilk ve net karşılaşmam çocukluğumun ilk yıllarında oldu. Bu temas, gündelik işçilerin “patron” dedikleri kişilerle mücadelelerine tanık olmamla kuruldu. Frioul’da hâlâ süren feodalite… Ben gündelik işçilerin tarafında yer aldım ve bu sezgisel seçimle de yolumu seçtim; Marksizm yolunu, yani içinde yaşadığım toplumun tamamen zıddını…
Faşizm, edebiyat ve ağızlar
Roma’ya 1950’nin ilk aylarında geldim ve şehre âşık oldum. O zamanlar Roma çok güzel, nazik, yaşanası bir şehirdi. Araştırmaya, yeniliğe doğru kültürel bir eğilim vardı. İnsan burada büyüyebilir, gelişebilir, çalışabilir, ilişkiler kurabilirdi. İlk kitabım 1942’de çıktı: Frioul ağzıyla, annemin konuştuğu ağızla yazılmış şiirlerden oluşan bir derlemeydi. Onları 18 yaşında yazdım, 20 yaşında yayınladım. Kitaptan söz etmesi beklenen bazı eleştirmenler bunu yapamamıştı. Çünkü o zamanın dergileri –faşizmin son yıllarıydı– edebiyatta ağızların yer almasını reddediyorlardı. Neden, biliyor musunuz? Çünkü o zamanın İtalya’sı, tamamen basmakalıp, sahte ve gerçekçiliğin tüm biçimlerinden uzaktı. Köylüler ve işçilerin varlığı görmezden geliniyordu.
Kelimenin tam anlamıyla şair olduğumu düşünüyordum. Sonra filmler izlemeye başladım. O zamanın İtalyan kültürü, bana aslında sinema aracılığıyla ulaştı. Bana öykü ve roman yazma fikrini veren İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nin ilk filmlerini izledim. İkinci romanımdan önce şiir yazmaya devam ettim. Ortaya bu üç cilt çıktı: Gramsci’nin Külleri, Zamanımızın Dini, Gül Şeklinde Şiir. Romanlar benim için macera gibiydi. ‘50’li yılların kültüründe belli bir ağırlıkları oldu sanırım, ama ben kendimi daha çok bir şair olarak görmeyi sürdürüyorum.
Devrim yolunu yeniden bulmamız gerekiyor, çünkü Marksizm, hiçbir zaman, bugün olduğu kadar, insanın kurtuluşu için tek ihtimal olmamıştı.
Yenileşmenin direnişle, bazı konformist, faşist, milliyetçi konumların kırılmasıyla başladığını söyleyebilirim, yani gerçek İtalya’nın keşfiyle, hatta yeni gerçekçilikle. Fakat bence iyi eserlerin ortaya çıkışı daha sonra, Officina dergisinin kuruluşuyla başladı. Yeni bir içerikle doldurmak için şiiri düzyazıya indirgemeye kalkıştık, ki bu yalnızca yüzeysel bir toplumsal geçersizleştirme değil, derin bir ideoloji, gerçek bir dünya görüşüydü. Düzyazıya gelince, ağız sorunu yeni gerçekçilikte hep vardı. Bisiklet Hırsızları’nda De Sica’nın karakterleri nasıl bir dil konuşuyorlardı? Roma ağzı. Öyleyse yeni gerçekçiliğin birinci derdi, ağızları kabul etme ve ulusal dil açısından bunun nasıl yapılacağına odaklanmış dildi. Ben ağızları onlara değil, gerçeğe olan sevgimden kullandım.
Sinemanın şiirselliği ve geçiciliği
Yolda yürüyen biri hakkındaki ilk bilgileri fiziksel görünüşünden çıkarırım. Diyelim kıvırcık saçları, gözleri, gözlerindeki ifade, yüzünün özellikleri, giyinişi, yürüyüşü, hareket edişi, gülümseyişi, yürürken yaptığı hareketler… Bütün bunlar yazılı ya da sözlü başka bir dile gerek olmadan, bana onun psikolojik ve toplumsal olarak kim olduğunu söyler. Nerede yaşadığını, nereden geldiğini, hangi sınıfa mensup olduğunu… Sinemanın profesyonel oyunculara ihtiyacı yok. Bunu bilinçli olarak, konu üzerinde çok düşündükten sonra söylüyorum. Tiyatronun profesyonel oyunculara ihtiyacı var, sinemanın hayır. Bir köpek, gerçek bir köpeği kastediyorum, sinema için mükemmel bir oyuncudur; bir evsiz de öyle… İnsanın ilk dili beden dilidir. Sinema da insanın bu ilk dilinin yeniden üretiminden başka bir şey değildir.
Skandal yalnızca kendi cinsel tercihimi saklamamamdan değil, hiçbir şeyi saklamamamdan ileri geldi. İfade özgürlüğüm, bana nefret ve hakaret getirdi.
Diyelim ki, şu anda bizi bir kadın dinliyor olsun. Ev işiyle uğraşıyor, radyoyu açıyor. Dışarıda caddenin gürültüsü… Aykırı ve tehlikeli bir şey söylediğimi biliyorum ama, şiir hayatın içindedir. Evinde yalnız başına olan bu kadın, şiirsel bir an yaşıyor. Bir semboller sistemi kullanıyoruz, bununla şiir ya da düzyazı kuruyoruz. Oysa sinemanın sembollere ihtiyacı yok. Eğer kocası ve çocuklarına yemek hazırlarken evinde bizi dinleyen bu kadının şiirini anlatmak istersem, “kadın” sözcüğünü kullanmak zorunda değilim. Oraya kameramla gider, doğal haliyle çekerim, işte bu yüzden sinemayı seçtim. Onun güzelliğinde ve şiirselliğinde gerçeği olduğu gibi buluyorum. Bu benim şairliğimin devamı gibi bir şey. Sonuçta, sinema yazarı nedir? Bir ikon yaratıcısı! Benim de kendime özgü ikon yaratma tarzım var: Antropolojik bir olgu olarak, özel insan yüzlerinin seçimi. Fakat bu ikonografi, bir kelebek kanadından daha dayanıklı olmayan bir film makarasına konuyor. Bugünlerde İsa’nın Taklidi’ni okuyorum. 1400 ya da 1200’lerde yazılmış bir kitap. Ve bugün onu okuyoruz. Peki bir film nedir? On yıllık, elli yıllık ömür nedir? Hiçbir şey… Sinema yok olmak üzere yapılmıştır, dolayısıyla kendi içinde narindir. Bir film izlerken, bu acı verici geçiciliği hissederiz.
En güzel adalet sarayı
Bence utandırmak bir hak, utandırılmaksa bir zevk… İşte bu zevki reddeden kişiye ahlâkçı diyoruz. Benim asıl günahım, bir tartışmacı ve şair olarak, tam bir başkaldırmayla, gazetecilik mesleğini yapmış olmam. Bu başkaldırıyı ahlâki boyuta çektiler ve eşcinsellik, kötülüğün temeli haline geldi. Aslında skandal yalnızca kendi cinsel tercihimi saklamamamdan değil, hiçbir şeyi saklamamamdan ileri geldi. İfade özgürlüğüm, bana nefret ve hakaret getirdi.
Eşcinsellik, sanayi toplumumuzun bütün kurumlarının üzerine kurulduğu düzeni bozan ve yok etmekle tehdit eden bir cinselliğini yaşama şekli olmayı sürdürüyor. Eşcinsel pratik, normal olan eşlerarası cinsel ilişkiye göre, aile kurumunun yaydığı ideolojik modellerin yeniden üretiminde tehlikeli bir karşı-tip oluşturmaktadır. Liberal hoşgörü sistemi, eşcinselliği yaşayanları bir sapkınlık gettosuna hapsetmeyi amaçlıyor. Bu adalet sarayı, içiyle dışıyla, çirkin olmaktan çok aptalca.
Gördüğüm en güzel adalet sarayı, güney Sudan’da, Denga bölgesindeydi. Kabile üyeleri tamamen çıplaktı, boyunlarına bir sıra boncuk takıyor, mızrak taşıyorlardı. Para kullanmıyor, takas yapıyorlardı; en azından iki-üç yıl öncesine kadar… Küçük bir sözlük çalmış olan genç bir adamın davasının görüldüğü köye gelmiştim. Dava dışarıda, herhalde kabilenin kutsal ağacı olan büyük bir ağacın altında görülüyordu. Bir grup yaşlı, etrafta davaya katılanlar ve pişman görünen genç sanık… Gördüğüm en güzel mahkemeydi. Bütün davaların açık havada, mesela bahçelerde görülmesini isterdim.
Yeni patronlar, eski muhalefet
Gelişme ve ilerleme arasında bir ayrım yapmak istiyorum. Bu iki terim arasında çok büyük fark vardır. Bunlar farklı olmakla kalmayıp birbiriyle karşıt ve bağdaşmaz iki şeydir. Aslında gelişmeyi kim istiyor? Ekonomik sağ. İdeolojik sağdan ya da faşizmden bahsetmiyorum, hayır. Ekonomik sağdan bahsediyorum. Burada “İktidar” sözünü büyük İ harfiyle, belki estetik, biraz mistik bir biçimde kullanıyorum. Çünkü bugün gerçek iktidarı tanımlamak gerçekten güç. Büyük İ harfiyle İktidar’dan bahsetmek yerine, ona “yeni patronlar” diyelim, ilerleme bu yeni patronlarca istenmez, onu isteyen muhalefettir. Yani bu yeni patronlara denk düşen bir “yeni muhalefet” yoktur. Muhalefet, oldukça geleneksel konumlarda yapılıyor.
Yeni patronlara denk düşen bir “yeni muhalefet” yok. Bugünün sağ kanadı, muhafazakâr değil, dinamik bir sağ. Silahlı güce ihtiyacı yok. Tüketim çılgınlığı ona yetiyor.
Öyleyse yeni patronlarca istenen gelişme ile soldakiler tarafından istenen ilerleme arasındaki çatışma nedir? Çok basit bir fenomen: Gelişme, en azından burada, İtalya’da, gereksiz malların yoğun, umutsuz, kaygılı, çılgınca üretimini gerektiriyor. Oysa ilerlemeyi isteyenler, tersine, gerekli malların üretimini istiyorlar. Bugünün gerçek sağ kanadı, artık muhafazakâr değil, dinamik bir sağ. Yani eğer bir faşist samimi olabilseydi, gelişme sayesinde elde ettiği konfordan vazgeçmezdi. Ona yine de faşizm demeye devam ediyoruz, ama ilgisi yok, çünkü bu yeni iktidarın artık silahlı güce ihtiyacı yok. Tüketim çılgınlığı ona yetiyor. Faşizm, faşist rejim, iktidardaki bir grup katilden başka bir şey değildi. Hiçbir şey başaramamış, iz bırakamamış ya da İtalya gerçeğine dokunamamış bir grup. Şimdi demokratik bir rejim var. Fakat bu yeni kültür, şu anki iktidarın tabanı, tüketim uygarlığı, faşizmin tamamlamayı başaramadığı aynılaştırmayı bütün özel gerçeklikleri yok ederek sağlamayı başarıyor.
Ne pahasına olursa olsun devrim yolunu yeniden bulmamız gerekiyor, çünkü Marksizm, hiçbir zaman, bugün olduğu kadar, insanın kurtuluşu için tek ihtimal olmamıştı. İnsanın geleceği, onsuz kuramayacağı geçmişi kurtarıyor. Kapitalizmin geçmişi kurtarmak istediği söyleniyordu, ama gerçekte onu yok etti: Onun koruması, her zaman ahmak ve yok edici bir müze korumacılığıyla sınırlı kaldı. Fakat bugün kapitalizmin iç devrimi onu öylesine güçlü hale getirdi ki, geçmişi silebiliyor. Bundan sonra eski bahanelerine saygı göstermeyebilir: Tanrı, Vatan vs…
Marksizm, iki temel nedenden dolayı krizde: Kapitalizmin olağandışı ve aşırı hızlı gelişmesi ve üçüncü dünya dediğimiz, temelde hâlâ köylü, sanayileşme aşamasındaki, temel tarzın bir tür dinsel düşünce olduğu dünyanın dünya siyaset sahnesine çıkması. Oysa önceden bir tür tapınak gibi, tamamen içine dalarak Roma’nın alt-emekçi sınıfıyla ilgileniyordum; şu anda kaygılanmam gereken başka bir şey olduğunu biliyorum: Roma’nın dış mahallelerinde üçüncü dünya oluşuyor.
Yeni patronlara denk düşen bir “yeni muhalefet” yok. Bugünün sağ kanadı, muhafazakâr değil, dinamik bir sağ. Silahlı güce ihtiyacı yok. Tüketim çılgınlığı ona yetiyor.
İntiharın çözümsüzlüğü, sanatın isyanı
Tüketim, kapitalizmin tamamen yeni, devrimci bir biçimi. Hedonizmin keşfi, toplumsal düzenin artık fakirleri istemediği anlamına geliyor. O, tüketebilecek olanları, zenginleri ister; iyi yurttaşlar değil, iyi tüketiciler… Bu durum, İtalyanları antropolojik olarak değiştirdi. Neden İtalyanları diğerlerinden fazla değiştirdi? İtalya ne monarşi, ne sanayi toplumuna giden yolu hazırlayan Lutheryen reform, ne burjuva devrimi, ne de ilk sanayi devrimi sırasında birleşme yaşamadı. Bu birleştirici ve aynılaştırıcı devrimlerin hiçbirini yaşamadı. Tüketicilik İtalya’nın tarihinde yaşadığı ilk gerçek birleşme. Bu, oldukça korkutucu. Alternatif ne? İntihar. Aydın intiharı diyelim… Castrocu ve Guevaracı bir grupta olabilecek aydın intiharı. Saygı görebilecek bir teori… Öte yandan bu, bir yanıyla, asla kabul edemeyeceğim terörizm ve şantajın bir parçası. Sanatçı, şair tam da intihar etmeyen, her şeye rağmen yaşayandır. Eğer bir sanatçıya bir şantaj gibi ya da ona intihar dışında seçenek bırakmayan bir soru sorulursa, isyan eder. Sanat her şeyden önce canlıdır. Canlılığın olmadığı yerde sanat olmaz. Aydın intiharı… Hayır, intihar etmiyorum. Üzgünüm.
Express, sayı 50, Haziran 2005
ESKİ DOSTU VOLPONI’NİN GÖZÜYLE
Pasolini’yi doğru yola çekmek mi?
Senatör, şair Paolo Volponi dostu Pasolini’yi anlatıyor:
Pasolini’yle, Roma’da, ‘50’li yıllarda, Adalet Bakanlığı önündeki bir kafede tanıştım. Pasolini de köprüyü geçen ve Monteverde’ye giden 13 numaralı tramvayı kullanıyordu. Önce bana Pasolini’den bahseden Bernardo Bertolucci’yi tanıdım. Ama daha önceden Milano’da bazı şiirlerini okumuştum. O zamanlar hiç tanınmıyordum, birkaç şiir yazmıştım. Bertolucci sayesinde, “ Paragone” 1950’de yayınlanmıştı. Bertolucci’nin kitabı, kusursuz inceliğiyle 1962 Viareggio Şiir Ödülü’ne ödüle lâyık görüldü. Ödül töreninde tanıştık, sonra ilişkimiz sıkılaştı. Orada yaratıcı bir jüri, bana, Pasolini’ye ve o zamandan beri ortalarda görünmeyen bir üçüncüye büyük ödülü vermişti.
Yüzmeye gittik. Yüzme bilmiyordu. Yani yüzme bilmeyen taşralı İtalyanlardandı. Birbirimizin elini tutuyor, belli bir noktaya kadar gidiyor, sonra koşarak geri dönüyorduk. Bana ödülden kazandığı parayı verdi, yarım milyonun üçte biri, özellikle onun gibi fakir biri için epey bir paraydı. Özel bir okulda öğretmendi. Ayda 27 bin lirete, belki biraz daha fazlasına çalışıyordu. Parayı bana verdi ve “Yarın Roma’ya git. Bunu babama götür” dedi. Parayı Albay Pasolini’ye verdim. Beni sevdiğini söyleyen annesi Susanna’yı daha önceden tanıyordum. Genç, sağlıklı, problemsiz bir tip olarak benim Pasolini’yi “doğru yol”a çekmemi umuyorlardı. Ona yardım etmek… Tersine, o bana yardım ediyordu. Okumama, anlamama… Yazdığım şiirler için güven veriyordu. Akşamları sık sık görüşürdük. Beraber yemek yiyen, iyi anlaşan, farklı fikirleri olan, ama hepsi de çok yüksek bir edebiyat fikrine sahip on – on iki kişilik bir yazar topluluğuyduk… Benim gibi o da Bolonya takımının taraftarıydı. Bizi birleştiren şeylerden biri de buydu. Bassani ise Spal taraftarıydı. Roma’yı izlemeye giderdik, o kadar şampiyonluğu olan, ama sürekli kaybeden ünlü Roma’yı…
Modene’e karşı, Lagnano’ya karşı, sürekli kaybediyordu. Bizim için, her pazar düzenli olarak tekrar eden felaketler karşısındaki Romalı kalabalığın umutsuzluğunu seyretmek büyük bir zevkti. Takımda dört ya da beş ünlü İsveçli vardı. Ama hiçbiri bir şey yapamıyordu, biz de gülüyorduk.