DONOVAN 75 YAŞINDA

11 Mayıs 2021
SATIRBAŞLARI

1968 aydınlanmasının zihin ve kulak açıcı isimlerinin başında Donovan geliyordu. Bob Dylan’la, Beatles’la, Rolling Stones’la beraber beş-altı yıllık faaliyetin ardından karabatak misali kâh kayboldu kâh 2004’ün “Beat Cafe”si gibi şahane albümlerle döndü. 75. yaşını David Lynch’in prodüktörlüğünde “I Am The Shaman” single’ıyla kutluyor. Bize de 2004’ten, Roll’un 100. sayısından bir söyleşi derlemesini nakletmek düşüyor. Nice yıllara Hurdy Gurdy Man! 
Donovan

Yeni albümünüz Beat Cafe hem efsanevi ve gizemli bir geçmişi anıştırıyor, hem de bir anlamda zamandışı. Olgunluk denen şey bu mu acaba?

Donovan: Leonard Cohen bir sohbetimizde şöyle demişti: “Aslında tek bir şarkı yazdım, yıllardır ona yeni dizeler ekleyip duruyorum.” Galiba, insan öncelikli temalarını gençliğinde belirliyor. Ben çocukluğumdan beri dizeler halinde düşünüyorum. Albümün adı Beat Cafe ama, her ne kadar Beat şairlerinin caz üzerine kelimeleri oturtmalarıyla müzikle şiirin buluşması o dönemde gerçekleştiyse de, benim şiirim 60’lı yıllara demir atmış değil. Pop şarkıların çoğunda olduğu gibi, benim şarkılarımda da kelimelerin tınısı an­lamlarından daha önemlidir. Bu anlamda, pop şarkıcılar, bazı sesleri kullanarak dinleyenlerinin beyinlerinin belli bölgelerine etki eden şamanların mirasçılarıdır. Hakiki müzik çakra’lara fiziki olarak etki eder.

Baladlarınızı yumuşak, çocuksu bir tarzda söylemeyi seviyorsunuz…

Maksadım masumiyet duygusu uyandırmak değil, sarihlik, duruluk ve enginlik duygusu yaratmak. Yaşanan ânı sorgulamadan tecrübe etmek –bu sarih ve aşkın bakışa hepimiz sahibiz. Ne var ki aile, kilise ve toplum tarafından örülen bir örtü bizi o bakıştan uzaklaştırıyor. Şairler ve müzisyenler bu örtüyü kaldırıp hepimizin bir iç dünyası, şahsi bir bakışı­mız olduğunu gösterebilir. Bir pagan ermişi şöyle diyor: Ben aslında hiçbir şey yapmıyorum, bir şeyin ortaya çıkabilmesi için gerekli şartla yaratıyorum. Ben de, şarkılarımla, içine girmeniz için bir daire çiziyorum, ama bu benim dairem değil, sizin kendi daireniz. Batı, kilise yüzünden meditasyon pratiğini kaybetti. Halbuki vaktiyle böyle bir pratik vardı. Agnostisizm döneminden beri, bu arayış mecburen Uzakdoğu’da sürdürülüyor. Halbuki, Lennon ve McCartney’de yeniden açığa çıkan bir Kelt geleneği var. Beatles’ın vokal armonilerini dikkatle dinleyin, bu armoniler evrenseldir, çünkü Batılı yoga geleneğiyle buluşmuşlardır. Allen Ginsberg, Jack Kerouac ve William Burroughs, Dylan ve Lennon’ın yollarını açtı, onlar da ifade özgürlüğünün sınırlarını alabildiğine genişlettiler.

Sizin Beat edebiyatıyla, Beatnik’lerle tanışmanız nasıl olmuştu?

St. Albans’da, doğup büyüdüğüm kentte, The Cock diye bir pub vardı. Şık bir yer değildi, uzun ahşap masaları olan, orta sınıftan ve işçi sınıfından insanların, üniversiteli gençlerin ve sanatçıların devam ettiği bir mekândı. Erkekler, balıkçı yaka kazak, kadife ceket, beyazlaşmış blucin ve hush puppy, kızlar da ya mini etek-uzun çizme ya da daracık blucin-sandalet giyerdi. The Cock’a takılmamın tek nedeni kızların güzelliği değildi, caz, blues, modern sanat, folk, şiir, heykel, Zen Budizm gibi konulardaki sohbetler de çok çekiciydi. Henüz 15-16 yaşındaydım ama, o konuşmaları cankulağıyla dinlerdim. Atlantik’in iki yakasında bohem kafelerin mantar gibi yayıldığı bir dönemdi. Kerouac’ın Yolda’sını, Michael McClure’un şiirlerini okumuştum. Sonraları Joan Baez beni Dylan’la, ardından da Beatles’la tanıştırmıştı. Onlar da tıpkı Stones gibi kendi bohem tarzlarını yaratmışlardı. Londra’da Dylan vasıtasıyla tanıştığım Ginsberg, 1965’te New York bohemyasının merkez üssü Greenwich Village’da rehberim oldu.

Müzikal rehberleriniz kimlerdi, nelerdi?

Kelt baladları, bütün dönemlerin cazı, country & western, Amerikan folku… Elvis’ten Everly Brothers’a, Buddy Holly’ye, erken Amerikan popüler müziği… Ve elbette büyük ozan Dylan –onun şarkıları çok yüreklendiriciydi. Beatles’dan da etkilendim, pop müziğine anlamlı şarkı sözleri ve çığır açıcı düzenlemeleri –bunda prodüktörleri George Martin’in önemli payı vardı– onlar getimişlerdi.

Maksadım duruluk ve enginlik duygusu yaratmak. Şarkılarımla, içine girmeniz için bir daire çiziyorum, ama bu benim dairem değil, sizin kendi daireniz.

Bugün de Belle and Sebastian, Badly Drawn Boy, St. Etienne gibi genç kuşak müzisyenler sizi rehber görüyor…

Benim için büyük onur. Ben de onların fanıyım.

Sizden sonraki kuşaklardan, başka kimleri beğeniyorsunuz?

The Hothouse Flowers’ı, The Waterboys’u, This Mortal Coil’ı… The Cure’u da öteden beri severim. Robert Smith’in ne yapmak istediğini çok iyi biliyorum. Hepimiz biraz poz yapardık. Morrissey için söylediği çok hoşuma gitmişti: Morrissey hıyarın teki, tek bir şarkısı var, benim hiç olmazsa iki şarkım var. (gülüyor)

Happy Mondays’le turneye çıkmanız nasıl olmuştu?

Birmingham konserime gelmişlerdi. Beni Manchester’daki Haçienda’ya davet ettiler. Bir Meksika lokantasından bahsettiklerini sanmıştım, meğer zamane gençliğinin efsanevi kulübüymüş. Astrella’nın (Donovan’ın kızı) yaşgününü orada kutladık. Shaun güzel bir nane ikram etti, sabaha kadar dans ettik. Dostluğumuz öyle başladı, sonradan da birlikte turneye çıktık.

David Lynch ve Donovan

O turnede Astrella Paul Ryder’la, öteki kızınız Oriole de Shaun Ryder’la çıkmaya başladı. Ryder kardeşler her kayınpederin benimseyeceği damatlardan sayılmazlar pek…

Sorunlu bir dönemden geçtiler, belki de hâlâ o noktadalar. Her halükârda, Shaun aileden biri oldu ve çok güzel bir bebek dünyaya geldi: Coco. Linda (Lawrence, Donovan’ın 35 yıllık eşi) Happy Mondays için “1980’lerin Stones’u” diyordu. Ben de aynı kanıdayım. Nasıl bir seyir izleyecekleri merak konusuydu, olaylar başka türlü gelişti… Güzel bir anı nakledeyim. 1990’ların başıydı, Shaun’la Manchester’da bir pub’da içiyorduk, masamıza bir genç geldi, özgüveni yüksek bir tipti. Shaun’a “ben de senin gibi olacağım, senin yaptığını yapacağım” dedi. Shaun’a baktım, hiç oralı olmuyor. “Kim bu?” diye sordum sonra. “Grubun tekinde şarkıcı” dedi, hiç iplemeden. Ertesi cuma, Oasis Top of the Pops’daydı, pub’daki çocuğun adı Liam Gallagher’mış meğer. (gülüyor)

Bugünün müziğinde sizi iten ve cezbeden şeyler neler?

Sadece melodik şarkı yazarlarını ve şarkıcıları dinleyebiliyorum. Punk’tan beri 60’ların ve 70’lerin müziğinin küçümsendiğini biliyorum. Ama yeni müzik, eskisinin çocuğudur, ebeveynlerine isyan etmesi de doğaldır. Yine de bizim yaptıklarımızı geliştirdiklerini, üzerine yeni tuğlalar koyduklarını kanıtlamaları lâzım. 1960’ların müziği de 1950’lerden esinlenmişti. Hep geriye gidip köklere, kaynaklara, senden öncekilerin nelerden etkilendiklerine ve neler yaptıklarına bakmak gerekiyor. Bugünün müziği bana çok uzak değil. Şarkıcı-şarkı yazarı geleneği geri geldi, akustikler geri geldi, synthesizer’lar nihayet kapı dışarı edildi. Geçenlerde bir pub’da bir davulcuyla karşılaşınca şaşırdım. Yıllardır hakikisini görmemiştim. (gülüyor)

1960’larda sadece özgürlük yoktu, sadece farklılıklara kucak açan bir dönem değildi, aynı zamanda farklılığa teşvik eden, hatta zorlayan, yeni şeyler keşfetmeye, yeni fikirler geliştirmeye mecbur bırakan bir dönemdi. Şarkılarımız o atmosferi yansıtıyordu.

1960’lan, 70’lerin müziğiyle bugünün müziğini karşılaştırdığınızda, sizce en belirgin farklılık ne?

Müziğin, şarkıların görselleşmesi. Radyoda dinlediğinizde pek parlak bulmadığınız bir sesi ekranda gördüğünüzde çok etkilenebiliyorsunuz. 1960’larda radyonun yükselişiyle birlikte herkes olup bitenlerden haberdar olmaya başlamıştı. Annemin evinde Radio Luxembourg’u ve BBC’de John Peel’ın programını dinleyişimi hatırlıyorum. Harikulâde müzikti! Fakat sadece kulağa hitap ediyordu. Televizyonla gelen değişimi olumlu görüyorum. Andy Warhol’un dediği gibi, imajın boyutlanmasını sağlıyor, kulak ve göz buluşuyor. Pop art, tuvalin miyadını doldurması, sinemasal imaj devrinin başlaması demektir. Artık video tuval devrindeyiz, yeni grupların yaptığı da bu zaten. Öte yandan, mesela Eric Clapton klip çekmiyor, gözün kulağı engellediğini düşünüyor. O da yabana atılacak bir argüman değil aslında.

Bu sonbahar otobiyografiniz Hurdy Gurdy Man piyasaya çıkıyor, kitabınızın aynı isimdeki şarkınızın 40. yaşgünüyle buluşması sizi heyecanlandırıyor mu?

Hem de nasıl! Manifesto sunmak gibi bir durum çünkü. Ayrıca, herkes parti yapmayı ve yuvarlak rakamları sever. 41 . yıldönümü diye bir şey olmaz, öyle değil mi? Çok egzantriksen ve Viyana’da yaşıyorsan yapabilirsin tabii. (gülüyor)

“Hurdy Gurdy Manin müzik dünyasına doğrudan ve dolaylı birçok etkisi olmuştu o dönem, hatta Led Zeppelin bile doğuşunu o şarkıya borçlu galiba…

“Hurdy Gurdy Man”i yazdığımda “bu tam Jimi’lik (Hendrix) bir şarkı” demiştim. Prodüktörüm Mickie Most “hayır” dedi, “tam senlik”. Ben de, “bari Jimmy Page çalsa” dedim. O sıralarda Jimmy stüdyo müzisyenliği yapıyordu. “Hurdy Gurdy Man”de Jimmy Page’in yanısıra John Paul Jones da çaldı. “Mellow Yellow”un nefesli çalgılar bölümünü de Jones yazmıştı. “Hurdy Gurdy Man” sert davul ve çılgın gitarla çalınan bir baladdı. Sonradan Led Zeppelin’i kuran dörtlünün üçü o kayıtlarda bir araya geldi, kendi müzikal istikametlerini orada oluşturdular. Led Zeppelin’in kuruluşuna vesile olduysam ne mutlu bana. 

İlk 45’liğiniz Catch The Wind de o yıl yayınlanmış ve hit olmuştu. O şarkı da Mart 2005te 40. yaşgününü kutladı, öyle değil mi?

Evet, tam tarih vermek gerekirse, 12 Mart 1965’te yayınlanmıştı. O gün benim doğumgünümdür bir bakıma.

Catch The Wind nasıl doğmuştu?

Londra’da, Southend’de çaldığım kulüpte menajer tabir edilen iki uzun paltolu adam tarafından keşfedildim ve apar topar stüdyoya girdim, Rolling Stones’un da kayıt yaptığı Essex Music diye bir yerdi. Orada Brian Jones’la tanıştım, “Dylan gibisin” demişti ilk görüşmemizde. Britanya’nın ilk rock starları John Lennon ve Brian Jones’du. Ama Brian, John’dan önce açmıştı bayrağı. Britanya’nın ilk sözünü esirgemeyen, düzene meydan okuyan egzantrik rock yıldızıydı. Linda’yla da (Lawrence) o günlerde tanıştık. Ona vuruldum ve kahroldum, çünkü Brian’dan bir bebeği olmuştu, ilişkileri yürümüyordu, ama yeni bir ilişkiye de hazır değildi. Brian’ın sağlığı çok bozulmuştu o sıralar, zaten kısa bir süre sonra da kaybettik onu. Linda’yı kalbime gömmek zorunda kalmıştım. “Catch The Wind”in esin perisi Linda’ydı, şarkıyı onun için yazdım. Bir karşılıksız aşk şarkısıydı, ama sözlerinde kâhince bir taraf vardı: Zaman alacak, ancak kader bizi buluşturacak. Tam da öyle oldu, dört yıl sonra tekrar karşılaştık, aşkımız yeniden alevlendi, evlendik. İki kızımız oldu, hâlâ da çok mutlu bir beraberliğimiz var.

Catch The Wind çıktığında henüz 19 yaşındaydınız, o yaşta dünya çapında bir şöhret olmak nasıl bir duyguydu? Hayatınızda nasıl bir değişime yol açtı?

O günlerde Ready, Set, Go diye popüler bir TV programı vardı, “Catch The Wind”i üç hafta boyunca çalıp durdular ve ben de tıpkı malûm klişedeki gibi, “sıfırdan zirveye” çıktım. Üç hafta içinde uyku tulumundan lüks otel odasına terfi ettim. “Catch The Wind” listelerde dört numaraya çıktığında, “en iyi yeni şarkı” dalında Ivor Novella ödülünü aldım, o ödül çok az kategoride verilirdi ve çok itibarlıydı. Ve derhal hayat tarzım hakkında bir belgesel teklifi aldım. Onlar arandılar! Britanya televizyonlarında ilk kez insanlar esrar içen Beatnik’ler gördü. Yapımcılar neyi çektiklerinin farkında değildi. Gazeteler televizyonda orjiye varan bir esrar partisi yapıldığını yazarak sansasyon yaratmışlardı. (gülüyor)

John Lennon, George Harrison, ben, Carlos Santana ve manevi arayış içindeki diğer müzisyenler bir cevap ararken bir soruyla karşılaştık: Batı dünyasını hasta olduğuna, zihnen ve ruhen sakatlanmış olduğuna nasıl ikna edecektik?

Marijuana yüzünden mahkemelik olan ilk rock starıydınız. Tarihe bir de bu unvanla geçmiş olmak gizliden gizliye bir gurur veriyor mu size?

Hayır. Gurur filan duymuyorum. On binlerce genç marijuana içiyordu. Niye ben seçilmiştim? Mahkemedeki kadın yargıca göre, “gençliğe kötü örnek oluyormuşum”. Otoriteler gözdağı vererek yaşanan değişimi engelleyeceklerini sanıyorlardı. İlk hedefleri de rock şarkıcılarıydı. Şairler öncü olmuşlardır hep, bu bakımdan gurur duyduğumu söyleyebilirim.

Üç yıl sonra, 1968’deki A Gift From a Flower to a Garden albümünüzün kapağında uyuşturucu karşıta ifadelerin yer alması şaşkınlık yaratmıştı. Hâlâ aynı kanıda mısınız, gençler uyuşturuculardan uzak mı durmalı? Sizin için bu maddeler ne ifade ediyor?

1967’ye dek, madde dernek marijuana ve LSD demekti. Fakat 1967’den sonra enjektörler ve sert amfetaminler ortalığı kapladı. İşte o zaman ayağa kalkıp o maddeleri değil, meditasyonu deneyin dedim. Hâlâ da aynı kanıdayım. Maddeler konusunda çok, çok dikkatli olmak gerekiyor. Narkotik baronların ve büyük satıcıların olmadığı dönemlerde durum başkaydı, küçük ölçekli bir bohemya hadisesiydi. Ama milyonlarca kişiye yönelik bir piyasa oluştuğunda işin rengi değişti. İşte o zaman “bir dakika” dedim, “ağır olalım”. Bu sorunun çözümü tamamen kişisel bir şey. Meditasyon bir alternatif, çok daha sağlıklı bir alternatif. Sorunuzun ikinci kısmına gelince: Maddeler benim için ruhsal bir tecrübe olmadı. Pagan kabilelerin şamanları için marijuana ve sihirli mantarlar törenlerde, ritüellerde, ayinlerde kullanılan kutsal vasıtalardı. Ancak Batı uygarlığı tarafından sentetikleştirilip istismar edildiklerinde bağımlılık dediğimiz şey ortaya çıktı. Ruhsal tecrübeyle maddelerin hiçbir alâkası yok. Meditasyon yapmak için kafayı tütsülemek gerekmiyor.

Donovan, Linda ve çocuklar, 70’ler

İlk Zen single’ı addedilen “There Is A Mountain” adlı şarkınızdaki “First there is a mountain / then there is no mountain / then there is” (Önce bir dağ var / sonra yok / sonra yine var) dizelerini açıklayabilir misiniz?

Zen bir din değil, bir ruhsal aydınlanma yolu. Bir yargılama, bir sorgulama değil, bir idrak. Bir öğreti değil, sadece sualler –koan’lar– ve bilmeceler söz konusudur. Sual ve bilmece bir cevap yaratıyor, ama bu sözlere dökülebilen bir cevap değil, insanın kendi varlığıyla –ya da, Zen’ce söylersek, yokluğuyla– kavradığı bir hakikat. “There is A Mountain’ın sözleri bir Zen şiirinden alınmadır. “Önce bir dağ var”, yani bir endişe, yüzleşmen gereken bir ruhsal sorun söz konusudur. “Sonra yok”, yani bu endişenin gelip geçici bir düşünce, bir illüzyon olduğunu fark ediyorsun. “Sonra yine var”, endişenin temelinde yatan gerçek sebebi kavrıyorsun. Ciddi meditasyon, insanın düşüncelerini gözlemlemesini sağlıyor. Zihnimizi, zıtların dünyaları arasında ve ilgimizi celbeden, gerilim yaratan düşünce biçimlerinin ötesinde konumlandırıyor. Ve böylece hakiki manzarayı gözümüzün önüne serip acımızı dindiriyor.

1968’de Hindistan’a giderek Maharishi’den feyz aldınız. Ruhsal aydınlanma yolunda temel esin kaynaklarınız, kılavuzlarınız neler oldu?

Maharishi bize meditasyon yapmayı öğretti, zaten çok ilgi duyduğumuz bir şeydi, ama nasıl yapılacağını bilmiyorduk. Daha sonraları, gözlerin açık tutulduğu Tibet tarzı meditasyona ve nefes alma tekniklerine, ardından da Kelt mitolojisinin vizyonlarına yöneldim. Genellikle basit transandantal meditasyon yapıyorum, nefes alıp verme ve mantradan ibaret bir metod aslında. Yıllardır yapa yapa hayatımın bir parçası haline geldi. Evet, Maharishi’den meditasyonu öğrendik, Maharishi de başka bir gurudan öğrenmişti, o guru da başka bir gurudan. Böyle geriye doğru gittiğinizde, guru denilen şeyin aslında hepimiz ve her birimiz olduğunu kavrıyorsunuz. Müzisyenlerin yaptığı da bu güçleri bir araya getirip müzik vasıtasıyla armonize etme çabası aslında.

Beatles üyeleri ve Maharishi Mahesh Yogi; Donovan ortada elinde gitarıyla, Mia Farrow ve Paul MacCartney arasında

O ünlü Hindistan seyahatine Beatles’la birlikte çıkmıştınız, rivayete göre orada John Lennon’a akustik gitar çalmayı öğretmişsiniz, öyle mi?

Orada hep akustik gitar çalıyordum. John, Paul ve George da yanlarına sadece akustiklerini almışlardı. Bütün gün birlikte çalıyorduk. John’a sadece parmak stilini gösterdim. Öğrenmeye çok istekliydi, iki günde işin bütün inceliğini kaptı. O stille yaptığı ilk şarkı, annesi için yazdığı “Julia”ydı. Sözlerine de biraz katkım oldu, “sen çocuk şarkılarında iyisin” diyerek el atmamı istemişti. “Dear Prudence”ı da o stili öğrendikten hemen sonra yazdı. Çift yönlü bir ilişkiydi, birbirimizden çok şey öğrendik. Bütün gün gitar çalıyorduk. John ayrıca resim ve meditasyon yapıyordu. Okul günlerinde gibiydik. Basın yoktu, turne yoktu, baskı yoktu, şöhret yoktu. Onlar da, ben de, yeni şarkı yazma teknikleri öğrendik, hepimizin müziği değişime uğradı. Hindistan’da çaldığımız şeyler White Album’e yansıdı, o albüme dolaylı da olsa katkıda bulunmuş olmaktan gurur duyuyorum.

Hindistan öncesinde, 1960’ların ortalarında Paul McCartney’le yakın ahbap olduğunuz biliniyor. McCartney sık sık evinize gelirmiş. Aranızda nasıl bir müzikal alışveriş vardı?

Bir Beatles şarkısının sözlerine katkıda bulunan yegâne müzisyen olma ayrıcalığına sahip olmak çok hoşuma gidiyor. Paul bir gün bana gelmişti, birbirimize yazdığımız şarkıları gösteriyorduk. Paul “Yellow Submarine” adında bir şarkıyla uğraştığını, iki dizeyi bir türlü oturtamadığını söyledi. “Sarı Denizaltı”, yaşadığımız hayatın mecazıydı, kendi âlemimize dalmış, dünyanın geri kalanıyla bağlarımız kopmuştu. Meramımızı anlayanlar bizimle ay­nı gemide olanlardı. “Sky of blue / sea of green (Gök mavisi / deniz yeşili) dizelerini ben yazmıştım. O zamanlar bu tür paslaşmalar çok olurdu, “Hurdy Gurdy Man”in bir dizesini de George (Harrison) yazmıştı mesela.

Televizyonla gelen değişimi olumlu görüyorum. Andy Warhol’un dediği gibi, imajın boyutlanmasını sağlıyor, kulak ve göz buluşuyor. Pop art, tuvalin miyadını doldurması, sinemasal imaj devrinin başlaması demektir.

1966’daki single’ınız “Sunshine Superman”, ilk psikedelik şarkı unvanını taşıyor. Aynı adlı albümünüzde yalnız sözel değil, müzikal olarak da bir sıçrama yapmıştınız. Bunda dönemin ünlü prodüktörü Mickie Most’un payı neydi?

O dönemde zaten müzikal bir değişim geçiriyordum, Fairytale’deki “Sunny Goodge Street” bunun ilk işaretiydi, Mickie’yle tanışmadan önce yazdığım bir şarkıydı. Folktan caza geçiyordum, ayrıca mistisizmle ilgilenmeye başlamıştım. “Sunny Goodge Street”le birlikte bu unsurları kaynaştırabileceğimi, özgün bir füzyon yapabileceğimi farketmiştim. Mickie şarkılarıma pop unsurlar ekledi ve 45’likler haline getirdi. Ama zaten o dönemde “single’cı” olarak tanınıyordum.

Sunshine Superman sizin Sgt. Pepperınız mıydı?

Plak şirketiyle mahkemelik olmuştum, o yüzden şaheserim addettiğim Sunsihe Superman yedi ay rafta bekledi. Tam tarih vermek gerekirse, Sgt. Pepper’dan tam bir buçuk yıl önce yaptığım bir albümdü. Mickie Most “sakın Paul’e dinletme” demişti. (gülüyor) Ama dinlettim tabii, birbirimizle her şeyi paylaşıyorduk. Zaten George Martin de Beatles’la bizimkine benzer bir albüm üzerinde çalışıyordu. Sanırım buradaki anahtar nokta şu: George Martin de, benim aranjörüm John Cameron da caz tutkunuydu. John Cameron’un şarkılarıma katkısını da teslim etmem lâzım. Harikulâde bir aranjördü, şiirlerime “mini-soundtrack”ler yapıyorduk. “Celeste” ya da “Guinevere” gibi şarkılarda gözlerinizi kapadığınızda bir film seyrediyor gibi olursunuz. Mickie’de perspektif vardı, yalnızca “hit plak nasıl yapılır”ı değil, “albüm sound’u nasıl olmalı”yı da çok iyi biliyordu. John Cameron’u da o angaje etmişti zaten. Bazen düzenlemeler alıp başını gidiyordu, o zaman Mickie tekrar devreye girip makaslıyordu. Sözleri, sesimi ve gitarı ön plana çıkarıyordu.

Müziğe başlamanız nasıl olmuştu, ilk esin kay- naklarınız nelerdi?

Bunu anlatabilmem için biraz eskilere gitmem lâzım. Çok talihli bir çocukluğum oldu. Daha iki yaşımdayken babam bana şiir okurdu –Yeats, Shelly, Byron, Bums, Blake, bütün o soylu isimleri daha veletken öğrenmiştim. Ayrıca caz dinletirdi. Yani kafiye, ritm ve sentaksla büyüdüm. Noellerde, düğünlerde, doğumgünlerinde folk şarkıları söylenirdi. Altı yaşında şarkı söylemeye başladım. Annem katolik, babam protestandı. İçine doğduğum karışım çok hoşuma giderdi, hüzünlü İrlanda ağıtları, oynak İskoç şarkıları… Ninemin kolları dövme doluydu, 1920’lerde kadınlar tersanelere gidip dövme yaptırırlarmış. Harika bir hayattı. Karanlık tarafları da vardı tabii. Gri binalar, alkolizm, sokaklarda kavga eden kadınlar… Ben doğduğumda, İkinci Dünya Savaşı resmen biteli bir yıl olmuştu. Britanya’nın birçok liman şehri gibi, Glasgow da harabeye dönmüştü. Babam Rolls Royce fabrikasında işçiydi; ilk çocukluk anı­larım, tulumu makina yağı kokan bir adamın beni uyandırıp öpmesiydi. Babam kendini yetiştirmiş bir insandı, edebiyata çok meraklıydı. Eğer yoksul bir çocuk olmayıp eğitim görebilseydi, pekâlâ bir akademisyen olabilirdi… Annem de ben doğmadan önce Rolls Royce’da çalışıyordu, orada tank ve uçak motorları ütetiliyordu savaş zamanında. Savaş sonrasında ev kadını oldu annem. Kuşağının bütün kadınları gibi dans etmeyi çok severdi, Ginger Rogers ve Fred Astaire hayranıydı.

Sonradan Led Zeppelin’i kuran dörtlünün üçü “Hurdy Gurdy Man” kayıtlarında bir araya geldi, kendi müzikal istikametlerini orada oluşturdular. Led Zeppelin’in kuruluşuna vesile olduysam ne mutlu bana.

Gerçek adınız tam olarak ne?

Donovan Philips Leitch. Babamın adı Donald’dı, benim adımda da bir D harfi olsun istiyordu, ama Donald ya da Dermot, Dougal gibi isimler istemiyordu. Bir kovboy filminde kenti cehenneme çeviren bir silahşör görmüş, hoşuna giden o tipin adı Donovan’mış, “bizim oğlanın adı da o olsun” demiş. Annemin (Winifred Leitch) kızlık adı Philips, onu da göbek adı yapmışlar bana. Babamın soyadı Leitch, kulağa pek İskoç ismi gibi gelmiyor, İskoç isimleri genellikle Mac’le başlar. Ama babamın kökleri İskoçya’nın eski bir klanına, Leeches’lere uzanıyor. İsimler enteresan mevzu, Do­novan bir İrlanda adı, genellikle soyad olarak kullanılıyor. Özetle Glasgowlu ve yarı İrlandalı, yarı İskoç bir aileden geliyorum. Dolayısıyla hem İrlanda, hem İskoç halk müziği hayatımda önemli bir yer tutuyor.

Turneler, konserler nedeniyle dünyanın dört bir yanına gittiniz. Bu seyahatler dünyaya bakışınızı ve müziğinizi nasıl etkiledi?

Başka lisanları, renkleri olan, ilk bakışta bize yabancı gelen insanlarla aynı hamurdanız aslında. Aynı duyguları yaşıyoruz. Dolayısıyla, Bob Marley’in şarkılarında söylediği gibi, pekâlâ tek yürek olabiliriz. Gittiğim her yerde büyük bir misafirperverlikle karşılanıyorum. Şarkılarım Fas’ta Jajouka kabilesiyle takıldığımda başka, Nepalli ressamlarla takıldığımda başka, Kaliforniyalı bohemlerle takıldığımda başka, müzikal köklerimin olduğu İrlanda’da başka bir renk alıyor. İrlanda’da şarkılar gitarıma kendiliğinden geliyor, çaba harcamama gerek kalmıyor. O coğrafya ve o halk, benim ruhumda melodiler doğuruyor.

 

1960’larda ve 70’lerin başında ön planda olan bir sanatçıydınız, birden ortadan kayboluverdiniz. Herkes nereye kaybolduğunuzu merak etti .

1965’ten 1971’e, altı yıllık şöhret yetip artmıştı bana. Heyecanım kalmamıştı. “Yang”ımı “ying”lemem gerekiyordu. 1960’larda “yang”ım baskındı, fazlasıyla dışadönüktüm, 1970’lerdeyse “ying” öne çıktı, içime kapandım ve kendimi keşfetmeye başladım.

Starlığı, sahne ışıklarını, ilgi odağı olmayı özlemediniz mi hiç?

Devam edebilirdim, ama basıp gitmeyi tercih ettim. Öyle zirveden aşağıya düştüm filan gibi de hissetmedim hiç. 1974’e dek dünya turneleri yaptım, fakat 1970’e gelindiğinde yapabileceğim her şeyi gerçekleştirmiştim, gidecek bir yer yoktu. Top 20’ye giren 13 single, beş altın plak; Madison Square Garden, Carnegie Hall, Royal Albert Hall konserleri… Ben hiçbir zaman “e”si büyük harfli eğlendirici olmadım. Las Vegas’ta veya televizyonda programı olan birisi olmayı hiç düşünmedim. Mevzumuz o değildi ki. Benim başarım, eğer o kelimeyi kullanacak olursak, popüler kültüre zihin açıcı fikirleri taşımak oldu. 16 yaşımdan beri tutkum ve kendimce üstlendiğim sorumluluğum buydu. Keşfetmek ve paylaşmak istediğim bir alternatif dünya görüşüm vardı. Kültürümüzü tehdit eden ahmaklığa, yobazlığa, bağnazlığa, cehalete karşı bir şeyler yapmak istiyordum. Kısa sürede kendimi merdivenin tepesinde buluverdim. Her şeye sahiptim, ama bir eksiğim vardı: Canyoldaşım yoktu. Dünya turnelerinden, televizyon programlarından, plak ve film sözleşmelerinden vazgeçtim. Benimle iş yapan insanları şoke ederek Hertfordshire’daki çiflik evime geri döndüm. O sıralarda Linda’yla yollarımız yeniden kesişti. Şanı şöhreti bırakıp esin perimin, aşkımın, sonra karım ve çocuklarımın annesi olan kadının kollarına bıraktım kendimi. Dolayısıyla 1970’ ler benim için aile demekti. Fakat aynı zamanda bir tür stüdyo amelesi oldum. Ve dokuz albüm yaptım. 1960’lardaki işlerim gibi ses getirmediler, çünkü konser ve turne gerilimini yaşamak istemedim. Sözleşmem gereği o albümleri yapmak zorundaydım. Sonra 1980’ler başladı, üç albüm daha yaptım, toplam 26 etti. Ve orada durdum. Misyonumu tamamlamıştım: İfade etmek istediğim fikirler popüler kültürün bir parçası olmuştu, şarkılarım insanların ruhlarında, kalplerinde yaşıyordu. Artık gönül rahatlığıyla müziği bırakabilirdim, ama bırakamadım, kendim için müzik yapmam gerekiyordu.

“Catch The Wind”in esin perisi Linda’ydı, şarkıyı onun için yazdım. Bir karşılıksız aşk şarkısıydı, ama sözlerinde kâhince bir taraf vardı: Zaman alacak, ancak kader bizi buluşturacak. Tam da öyle oldu.

1960’ların birçok kişinin gözünde hâlâ büyülü bir dönem olmasını neye bağlıyorsunuz?

1960’larda sadece özgürlük yoktu, sadece farklılıklara kucak açan bir dönem değildi, aynı zamanda farklılığa teşvik eden, hatta zorlayan, yeni şeyler keşfetmeye, yeni fikirler geliştirmeye mecbur bırakan bir dönemdi. Şarkılarımız o atmosferi yansıtıyordu. Televizyonun, radyonun yükselişe geçtiği, plakların ucuzladığı, 45’liklerin piyasaya çıktığı, gençliğin cebinde para olduğu dönemdi. Unutmayalım, 1940’larda, 1950’lerde, özgürlük üzerine şarkı söylemek bile düzen aleyhtarlığı olarak görülüyordu. Woody Guthrie, Pete Seeger gibi isimlerin medyada düzeni eleştirmeleri, özgürlük üzerine şarkı söylemeleri mümkün değildi. Yine unutmayalım, 30’larda, 40’larda hakları için gösteri yapan işçiler polis saldırısına uğrardı. 60’ların özgürlüğü dendiğinde, ilk aklıma gelen radyoda ve plaklarda toplumsal mesajların verilmesidir. Bu ilk kez oluyordu. Toplumsal haklar hakkındaki şarkılar, protest şarkılar, şiirsel şarkılar listelerde zirveye oturuyordu. Popüler müzikle toplumsal mesajları kaynaştıran bir şarkıcı-şarkı yazarı kuşağı ortaya çıkmıştı: Dylan, Baez, ben ve daha birçokları. O kuşak ekolojiden feminizme, ruhsal aydınlanmadan toplumsal haklara, çok geniş bir yelpazedeki şarkılarıyla, fikirleriyle kültürel atmosferde çok önemli bir değişim yarattı.

O değişime, başta “Universal Soldier” olmak üzere siyasal-toplumsal mesaj içeren birçok şarkınızla önemli katkınız oldu. Kendi özgün bakışınızı oluştururken temel referanslarınız nelerdi?

Jimi Hendrix ve Donovan

14-15 yaşımdayken Pete Seeger ve Woody Guthrie gibi bir protest şarkıcı olmak isterdim. Babam sosyalistti, sendi­kal mücadele içindeydi. Değişimi, hükümetin ya da sistemin değişmesi olarak düşünürdüm. Kapitalizmden sosyalizme geçilmesiyle yoksulluğun sona ereceğini, insanların mutlu olacağını düşünürdüm. Ama Alan Watts’ın Zen Yolu’nu okuduğumda, Lao Tsu’nun Tao Te Ching’ini keşfetti­ ğimde, meselenin hükümetlerden ve toplumsal sorunlardan daha derinde yattığını gördüm. Realiteye bakışımız değişmedikçe varoluşumuzun değişmeyeceğine kani oldum. En büyük protest şarkıcılardan biri olan Phil Ochs, benim protesti terk ettiğimi söyledi. Joan Baez de Dylan için aynı şeyi söylemişti. Terk ettiğim şey, toplumsal değişimin çözüm olduğu fikriydi. Yaşadığımız acıların kaynağı realiteye bakışımız. Hepi­miz biriz, kardeşiz. Ama insanlar bunun farkında değil. Peki bu nasıl öğretilebilir? Genç insanlar olarak John Lennon, George Harrison, ben, Carlos Santana ve manevi arayış içindeki diğer müzisyenler bir cevap ararken bir soruyla karşılaştık: Batı dünyasını hasta olduğuna, zihnen ve ruhen sakatlanmış olduğuna nasıl ikna edecektik? Bu nasıl öğretilebilir ki? Bunu normal yollarla öğretmek mümkün değil. Dolayısıyla içinde ruhsal uyanış çağrısı olan şarkılar yapmaya başladık, müzik vasıtasıyla bir bilinç uyanışı yaratmaya çalıştık. Sanatın başka alanlarındaki insanlar, yazarlar da aynı şeyi hissettiler, dile getirdiler. Bugün Çin, Rusya veya Afrika’daki bir sorun hakkında, aynı gezegenin sakinleri olduğumuzu, hepimizin aynı hamurdan geldiğimizi kavramadan nasıl fikir yürütebiliriz ki? Farklılık, ayrılık-gayrılık bir illüzyon, hepimiz biriz ve aynı varlığız. Bu kavranmadığı sürece toplumsal değişim olamaz. Fakat şimdilerde bir kıpırdanma görüyorum. Bir dünya bilinci oluşuyor. Aynı gezegende yaşıyoruz, suyun ve havanın kirlenmesinin hepimizin sorunu olduğu görülüyor. Bunları 1960’larda söylediğimizde hayalperest olduğumuz düşünülüyordu.

Benim başarım, eğer o kelimeyi kullanacak olursak, popüler kültüre zihin açıcı fikirleri taşımak oldu. 16 yaşımdan beri tutkum ve kendimce üstlendiğim sorumluluğum buydu. Kültürümüzü tehdit eden ahmaklığa, yobazlığa, bağnazlığa, cehalete karşı bir şeyler yapmak istiyordum.

1960’larla 2000’ler karşılaştırdığında, değenler ve değişmeyenler neler sizce?

CND kampanyasını hatrlıyorum mesela, Nükleer Silahsızlanma Kampanyası’nı. Londra’da Trafalgar meydanında bir miting yapmıştık. Orada, Kanada kızılderilisi bir şarkı yazarı kızla tanıştım, Buffy Sainte-Marie’yle. Sıkı şarkılar yazıyordu, hâlâ da yazıyor. “Universal Soldier”ı Vietnam savaşı için yazmıştı, o şarkı bugün de geçerliliğini koruyor. O şarkıyı söyleme talihine eriştiğim için mutluyum. CND kampanyası gibi mitingler bugün çok daha geniş kalabalıkların katılımıyla yapılıyor. Bugün yeşil partiler var mesela. O günlerde bu konular yeni yeni dile getiriliyordu. Radyo ve televizyona yansımadan önce, sadece kahvelerde konuşulan konulardı bunlar. Giderek bir dünya bilincinin oluştuğunu düşünüyorum. 1960’lar bütün naifliğine rağmen bunun temellerini attı. Büyük bir iktisadi bunalım ve arkasından iki dünya savaşı yaşayan kuşakların çocukları barış, özgürlük, aşk ve hoşgörü arayıcıyla çıktıkları yolda, bir noktadan sonra yorgun düştüler. John Lennon “rüya bitti” derken haklıydı. Rüya bitti, gerçeklik başladı. 1960’lar “yeni bir dünya”nın kurulması için yapılan naif bir başlangıçtı, aynı kuşak 1970’lerde “yeni insan”ı hayata geçirmek için faaliyete geçti. Ama başarısız oldu. Sistem kazandı. Müzisyenler açısından durum şuydu: Soyulmuştuk. Vergi borçları ve plak şirketlerinin esaret sözleşmeleri arasında kısılıp kalmıştık. Stones’un, Who’nun, Paul McCartney’nin ve diğerlerinin 1970’lerde o kadar çok turne yapmasının sebebi bu çaresizlikti. Kazandığımız şöhret için ağır bir bedel ödemek zorunda kaldık. Özel hayatımız kalmamıştı, yaratıcılığımız köreltilmişti. Rüya bitti, ardından gelen gerçeklik, bizim ideallerimizi gerçekleştirmemize engel oldu, ama ben hayatım boyunca o ideallere bağlı kaldım. Geçen gece yine aklıma John (Lennon) geldi. Şimdi nasıl şarkılar ya­ pardı acaba?

Bugünün gençliğine nasıl bir öğüt vermek istersiniz?

Derhal meditasyona başlayın!

Çeviren: Siren İdemen, Yücel Göktürk
Roll, sayı 100, Ağustos 2005

^