Herkesin bir tarzı var, değil mi? “Nasıl yazıyorsunuz?” gibi sorular oluyor. “Amuda kalkarak” yahut ne bileyim ben, “yatarken”, “yüzüstü”: Ressamlar arasında var böyle sivri akıllılar, böyle yanıtlar veriyorlar. Ben normal bir adamım. Belki bürokrasiden gelmem nedeniyle, ta lise çağlarından da gelme bir alışkanlıkla, masada oturarak yazarım. Okurken de öyleyim. Yatayım da okuyayım: Bu bana gevşeklik gibi geliyor, hiç de hoşuma gitmiyor. Önemsemiyormuşum gibi geliyor okuduğum şeyi… Belki yanlış, ama böyle bir alışkanlığım var. O nedenle uzuyor bazen. Gerçekten uzuyor.
🧷🧷🧷
Şimdi bana güleceksiniz. Neredeyse kızıyorum kendime, bu kadar çok yaşamanın da bir anlamı yok diyorum. Şimdi Narmanlı Han’ın oradan geçerken farkettim, Ahmet Hamdi Tanpınar 61 yaşında ölmüş. Ben onu daha yaşlı sanıyordum, inanır mısınız? Oradaki plaketi okudum. Hay allah dedim, 61 yaşında da ölünmez! İyi bir edebiyat adamı için, 70’e filan izin verilmeliydi. Bana o kadar çok izin verdiler ki! Bu iznin karşılığını da verebilmiş değilim, çok zor yazdığım için anlaşılan. Bunu bir öğünç olarak söylemiyorum. Kolay yazanları kıskanıyorum da. Kalemlerinden kan damlıyor, değil mi? O tür yazarlarımız da var. Bende o yok. Bakıyorum, elli sene olmuş bu işe kendimi adayalı. Hayır, adayalı demiyorum, çünkü adayamadım.
🧷🧷🧷
Önce, yazdıklarım beni etkiliyor mu, etkilemiyor mu, ona bakıyorum. Ben onunla örtüşebiliyor muyum? Yazar olarak benimle yazdığım kişiler arasındaki ilişki ne ölçüde içtendir? Ne ölçüde birbirlerini seviyorlar ya da nefret ediyorlar, birbirlerine ne ölçüde karşılar? Bunlar beni çok yoran şeyler. Ama zaman içerisinde öyle bir şey oluyor ki –bunun olması için çok uğraşıyorum tabii… Zaman içinde şöyle bir oluşum var: Benim öykülerimdeki kişiler hiçbir zaman tanımadığım kişiler değil. Aslında tanımadığım kişiler ama, onlar o yola sokulmuşlar ki, devinimleriyle, düşünceleriyle, hatta yürüyüşleriyle, bakışlarıyla tanıyorum onları. Zaten çok az ayrıntı kullanıyorum, ama özenle, bu ayrıntıların onların kişiliklerini yansıtması bakımından önemli olmasına dikkat ediyorum.
İnsanlararası çelişkilerde öyle ufak tefek gülünesi şeyler oluyor ki. Ama aynı zamanda dokunaklı şeyler de oluyor. Bu ikisi birbirinin içerisinde eriyor. Yoksa, kahkaha attırmayı hiç düşünmüyorum. Keza, gözyaşları döktürmeyi de düşünmüyorum. Böylesi şeylerden de hoşlanmıyorum ayrıca…
Ama bunun okur açısından çok doğal gelmesi gerekir bana göre. Okur da onunla beraber yürümeli. Beraber düşünmeli, gülmeli. İroniye çok önem veriyorum, ama bu ironi kasıtlı bir ironi değil, kendiliğinden oluşuyor, insanlararası çelişkilerde öyle ufak tefek gülünesi şeyler oluyor ki. Ama aynı zamanda dokunaklı şeyler de oluyor. Bu ikisi birbirinin içerisinde eriyor. Farkında olmadan bir gülümseme yüzünüzde beliriyor. Ben ona çok dikkat ediyorum. Yoksa, kahkaha attırmayı hiç düşünmüyorum. Keza, gözyaşları döktürmeyi de düşünmüyorum. Böylesi şeylerden de hoşlanmıyorum ayrıca… Böyle olduğu için de uzun süre geçiyor. Onlarla benim alışveriş etmekliğim lâzım, bu bazen yıllarımı alıyor. Birbirimizi sevemiyor muyuz, yahut birbirimize karşı bir yakınlık duyamıyor muyuz acaba? Galiba böyle bir şeyler de oluyor. Bakıyorsunuz, bir sayfa böyle oturup duruyor, bir türlü gitmiyor. Sonra bir gün bakıyorsunuz, oluşmuş! Kendiliğinden dökülmeye başlıyor.
Büyükşehre gelinceye kadar –özellikle de aile yaşamı bakımından, babamın taşrada öğretmen oluşu vesilesiyle– hemen hemen bütün Anadolu’yu dolaşmışlığım var. Özellikle taşra hayatında insanlarla haşır neşir olabiliyorsunuz, iki türlü yaşam tarzı var: Biri, tamamen memur ilişkileri oluyor o küçük kasabalarda. Kaymakamıydı, defterdarıydı, eczacısıydı, biraz daha elit, farklı insanlar bir araya geliyor. Varsa subaylarla da ilgi kuruluyor… Genellikle kasabanın asıl insanlarıyla doğrudan bir ilgi kurulamıyor. Ben bunu biraz kurardım. Benim yapımdan da ileri geliyor: Görüp de çözümleyemediğim, yahut aralarına girmediğim, ilişki kuramadığım insanların yaşamlarını yazamıyorum ben. Kurgulama, kurmaca, bilmemne diyorlar, evet, başka bir gerçeklik bu. Edebiyatın ayrı bir gerçekliği var. Bu oluştuktan sonra onlar başka bir yere gidiyor, ama temelde, özde, çelişkilerini, iç yaşamalarını dışavurucu davranışlar içerisine girebiliyorlar. Yaşadıklarımı yazıyorum demeyeceğim, ama tam anlamıyla kurmaca da değil yazdıklarım. Klasik anlamda gerçeklik –efendim, bu acaba olmuş mudur? – diye bir şey yok. Onu ben sentez haline getirebiliyorum. Kafamda onları oluşturabiliyorum. Böylece bir şey ortaya çıkıyor ve bu çıkan şey, sanıyorum ki böylece sevilmiştir. Bazılarınca da hiç beğenilmemiştir. Aman, ne karşı çıkılmıştı o zamanlar! Belli idollere, düşüncelere angajmanı yok bu adamın! Politik görüşü de yok! Böyle diyenler de çıkmıştır. Ama inanır mısınız, onlara karşı bir saygım da vardı, cevap vermedim. Şimdi onların hiçbirinin ismi yok. Ne yapayım yani?
🧷🧷🧷
Dil çok çok etkili bir araç. Bakıyorsunuz, dilin tadını, inceliklerini, müzikalitesini kavrayamamış bazı yazar tiplerimiz var. Okuyorsunuz, okuyorsunuz, bir hamlık geliyor üstünüze. Anlattığı şeylerle onun arasında bir ilgi, bir iletişim kuramıyorsunuz. Has yazarlar –ben kendimi o has yazarlar kadar önemli görmüyorum– çok küçük bir ayrıntıyı, çok küçük bir nüansı yakalıyor ve onu kullandıkları anda, her şey çok çok değişik boyutlara götürülüyor. Bunu Samuel Beckett için söyleyebileceğimiz gibi, Bilge Karasu için de söyleyebiliriz. Mesela William Faulkner’da da bu çok önemli bir öğedir.
Aman, ne karşı çıkılmıştı o zamanlar! Belli idollere, düşüncelere angajmanı yok bu adamın! Politik görüşü de yok! Böyle diyenler de çıkmıştır. Ama inanır mısınız, onlara karşı bir saygım da vardı, cevap vermedim. Şimdi onların hiçbirinin ismi yok. Ne yapayım yani?
Kendi dilimizin tadını özümsemiş, bu dile çok önem vermiş yazarlardan söz ediyorum ben. Yoksa, kalemi eline alınca çok güzel şeyler de çıkaran yazarlar var. Ama bana göre güzel değil. Ben ondan pek tad alamıyorum. Güç metinler gibi görünür, aslında bana göre kolaydır o metinler…
Çok uğraşıldığını, beste yapar gibi çalışıldığını size hissettirmeyen bir akıllar, bir yürekler vardır, işte o metinler beni ilgilendirir. Kendi dilimizin özel bir müzikalitesi var. Bunu keşfetmek lazım. Şiirsel bir dil. Bana öyle geliyor. Çok sevdiğim için belki yanılıyorum. Ama değil. Sevmemek mümkün değil. Zaten sevmiyorsanız, yazamazsınız doğru dürüst.
Beni Sait Faik’e yakın hissediyorlar. Yahut Memduh Şevket’e yakın duruyormuşum. “Muşum” diyorum, mutlaka etkilenmişimdir, ama belli ve farklı bir yere konduğumu sanıyorum. Ben etkilenmekten çekinen bir adam değilim, André Gide “etkilenmeyen insan yazar olamaz” diyor, havadan yazılmaz, birçok şeylerden etkilenerek yazılabilir. Farklı olmak için özel bir gayretim olmadı mı? Mutlaka oldu. Eleştirmedim mi o yazarları? Eleştirdim. Güzeller ama, bence çok atmosfer yazarları. Şöyle bir düşünüyorsunuz, aklınızda ne kalıyor? Her öyküde, aklınızı karıştıracak bir özellik var mı, yok mu, ben ona bakıyorum. Çok güzel atmosfer öyküleri yazanlar var. Halen de var. Özellikle hanım yazarlarımızda bu çok dikkatimi çeken bir özellik. Yani, kestirme söylersek, edebiyat yapıyorlar. Ben pek edebiyat yapamıyorum. (gülüyor)
🧷🧷🧷
Yazdığım şeylerin bir mesaja bağlanmaması önemli. O kendiliğinden oluşup gidiyor. Çünkü benim anlattığım kişiler öyle mesaj verecek adamlar değil. Günlük yaşamlarını götürüp duruyorlar. Onlardan bir şeyler çıkıyor. Kendi ülkemizin insanları, çok keyifli de görünseler, çok gevezelik de etseler, yalnız kaldılar mı, her şey birdenbire bir karanlığa gidiyor. Çünkü üretici değiller, çünkü birbirlerini etkilemekte usta değiller. Burdan da ortaya olumsuzluklar çıkıyor ister istemez.
Benim anlattığım kişiler öyle mesaj verecek adamlar değil. Günlük yaşamlarını götürüp duruyorlar. Kendi ülkemizin insanları, çok keyifli de görünseler, çok gevezelik de etseler, yalnız kaldılar mı, her şey birdenbire bir karanlığa gidiyor. Çünkü üretici değiller, çünkü birbirlerini etkilemekte usta değiller. Burdan da ortaya olumsuzluklar çıkıyor ister istemez.
Benim kendimi hiç de karamsar bulduğum falan yok. Bana “kara anlatı yazarı” demişti Semih Gümüş. Sanıyorum ilk defa da bir inceleme kitabı çıkmıştı benimle ilgili olarak… Memduh Şevket Esendal öyle değil. Özellikle iyimser bir adam yapı olarak. “Dost” hikâyesini en çok beğenen adam odur. Oysa “Dost” hikâyesinin trajik bir bitişi vardır. Feryat etmez de kadıncağız, “eh, öyleyse ver benim mektubumu” der. Yani, beklemediğiniz bir tepkisi vardır bizim halkımızın. Çok trajik olaylarda bile gözyaşı döker, bağırır, çağırır, ama ondan sonra gayet sakinleşiverir, biter, gider… Bir bakıma, içten içe hayata bağlıdırlar aslında.
Bingöl depremleri fotoğraflarını görüyorsunuz, insan bakamıyor bile. O kadar ağır. İzmit depremindeki tepkilere bakıyorsunuz. 17 bin, 20 bin insanımız gitti gürültüye. Cenazesini bulmak bile yakınları için bir teselli noktası oluyor. Allah allah, nasıl oluyor bu iş?.. “Havva” öyküsü öyledir. Ordaki Analık sorar, “ne istiyorsun yavrum, ne yapayım?” diye. Gözünü açar, baklava ister, ölür ondan sonra. Bu kadar sade biçimde tepkisini koyar ortaya.
🧷🧷🧷
Yazarın yüzü, yazarın sesi, yazarın mimikleri, şusu busu… Biz günlük bir adam değiliz, bir kişiliğimiz vardır elbette ama, bakınca düş kırıklığı da yaratabilir. Onun için yazarın yapıtlarına bakmak gerekiyor. Güzel mi, etkileyici mi, iyi bir şey yapabilmiş mi? Ahmet Haşim’i düşünebiliyor musunuz? Adamcağız yüz fıkarası. Ama hiç de öyle düşünmemek gerekir. Yapıt önemli. Yazarlar arasındaki ilişkiler, kavgalar, şunlar bunlar önemli değil. Kavga yapılmasın mı, yapılsın, hem de kıyasıya yapılsın, o ayrı bir mesele. Eğer bunlar yaratıcıysa, kişiliğinin yaşamındaki yeri basitliklere dökülmeden, yapıtlar üzerinde durulması gerekir. Yok yaratıcı değillerse, bunlar günübirlik adamlarsa, bıraksınlar, üzerinde hiç durmasınlar.
Bir Yunus Emre’de neler yok? Acaba Yunus Emre’ye mi ait? Shakespeare deyince yalnız Shakespeare mi akla geliyor? Öyle bir kavram geliyor akla. Onun için, o ölçüye götürebilmiş miyim diye arada bir düşünürüm…
Öteden beri, kendimi yazar kavramı içerisine oturtamamışımdır. Profesyonelce bir çalışma değil benimki. Çok amatörce bir çalışma. Profesyonelce çalışanlara da saygım var çok. Gabriel Garcia Marquez gibilerinin sekreterleri var, dünyayla ilişkileri devam ediyor, herhangi bir yerle ilgili bir roman yazacaklarında, bütün bilgiler toplanıyor, onların analizi yapılıyor, ondan sonra bir kurgu ve müthiş bir şey çıkıyor ortaya. Ben yaşadıklarımdan mütevazı, alçakgönüllü bir şeyler çıkarıp duruyorum. Ve bunu bir öğünç meselesi olarak önüme koymaktan hiç hoşlanmıyorum. Onun için de benim bir adım “suskun yazar”dır. Benim için “köşede oturur” gibi laflar söylerler. (gülüyor)
En ünlüler de dahil, belli bir hırsa ihtiyacı vardır bir yazarın. Bu hırsın sonuna kadar götürülmesinden yana değilim. Bir tablet olarak kalabilmişsem yeter; bir şeyler yapmışımdır ama, isim filan aramayın. Yani, anonim. Yani halk beni tutmuş, yazdıklarım hoşuna gitmiş de mesellerinde kullanmış mesela. Vüs’at Bener değil de, anonim bir kişi. Bizim bir sürü masallarımız var, hiçbiri için “bunu falanca yazmış” denmez. Özellikle Anadolu edebiyatında, Anadolu insanının yaratılarında çok güzel şeyler var. Bir Yunus Emre’de neler yok? Acaba Yunus Emre’ye mi ait? Shakespeare deyince yalnız Shakespeare mi akla geliyor? Öyle bir kavram geliyor akla. Onun için, o ölçüye götürebilmiş miyim diye arada bir düşünürüm…
Ümit edebileceğim şey şudur: Bir gün, bundan on bin yıl sonra kazılar olur, bir tablet bulunur, kim olduğu da belli değil, ama bir şey anlatmış orada. Halkın ilgisini çekmiş. Hitit döneminden bugüne kadar kaldığı gibi. Eh, böyle olunca bir değeri var. Yoksa, çok çabuk erir gidersiniz. Bir şey yapmamak için söylemiyorum. Bir şeyler yapılmalı da, bunun böyle kalacağı belli mi? Elli yıl kalabiliyorsunuz orda. İyi-kötü ben biraz oturmuşum da. Daha fazla da değil. Çok çabuk eritilebiliyor, çok çabuk zayıflayabiliyor; çok büyük emek vermek lâzım onun için. Kanınızı koyacaksınız hokkaya, kaleminizi batıracaksınız, öyle yazacaksınız ki, ileride anılabilesiniz. Öyle bir teselli bulabilirsiniz. Onu da çok önemsemeden ama.
Roll, sayı 99, Temmuz 2005