Besteci, prodüktör, yazar, araştırmacı, fotoğrafçı… İlhan Mimaroğlu, 50’lerde gittiği ABD’de elektronik müzik çalışmalarıyla ve kurduğu Finnadar plak şirketinden yayınladığı albümlerle çağdaş müziğe çentik atmıştı. 2012’de aramızdan ayrılan müzisyeni konu alan Mimaroğlu, klasik belgesel kalıplarının dışına çıkarak sanatçının müziğindeki kolaj estetiğini sinema diline ustalıkla yansıtırken, sadece müziğe ve müziğin ardındaki siyasete değil, İlhan Mimaroğlu’nun eşi Güngör Hanım ile kurduğu müşterek hayata da odaklanıyor. Çeşitli festivallerden ödüllerle dönen, en son 53. SİYAD Ödülleri’nde En İyi Orta-Uzun Metraj Belgesel seçilen, detaycı bir arşiv çalışması ve araştırma sürecinin ürünü olan belgeseli yönetmeni Serdar Kökçeoğlu’ndan dinliyoruz. Express’in bahar sayısından naklen…
İlhan Mimaroğlu hakkında birileri film çekse ne güzel olur derken, kendinizi bu filmi çekerken bulmuşsunuz. Kolları nasıl sıvadınız?
Serdar Kökçeoğlu: 2015’te, besteci Erdem Helvacıoğlu ile birlikte İstanbul’u Dinlemek isimli bir kısa film çektim. Bir bestecinin şehirden ilham alması, topladığı seslerin kendi yaptığı bestelere ilham kaynağı olması ya da o seslerin doğrudan müzikte kullanılması ilginçti. Kendi aramızda İlhan Mimaroğlu ile ilgili hiçbir şey yapılmadığını konuşuyorduk. 2012’de vefat ettikten sonra hakkında ne ciddi bir yazı yazılmıştı ne de bir kitap veya film çalışması yapılmıştı. 2015’te eşi Güngör Mimaroğlu ile uzun bir telefon konuşması yaptık. “Madem kimse yapmıyor, o halde siz yapın” diyerek bizi motive etti. Sonra güzel bir şey oldu, Güngör Hanım İstanbul’a yerleşti ve düzenli görüşmeye başladık. 2017’de artık proje üzerine ciddi bir biçimde çalışıyorduk.
Müziğe olan ilginiz sayesinde mi keşfettiniz İlhan Mimaroğlu’nu?
90’ların ortasında yıllarca gitar müziği dinlemiş bir genç olarak dinleyecek yeni müzikler arıyordum. İnternet çağı öncesinde, İzmir’de bunlara ulaşmak pek kolay değildi. Elektronik müzikle Türkiye’de çok erken dönemde bu müziği yapmış bir arkadaşım sayesinde tanıştım. 1998-99 IDM denen türün yükseldiği bir dönemdi, Aphex Twin ve Autechre gibi isimleri dinliyordum. Bu müziği araştırmaya başladığımda karşıma kaçınılmaz olarak İlhan Mimaroğlu çıktı. Yaptığı müziklere ulaşma şansım başlangıçta yoktu, ancak kitaplarını okuyordum, çok da bir şey anlamadan Elektronik Müzik (1991) kitabını okuduğumu hatırlıyorum. O dönem internet hayatımıza yeni girmişti, bazı şeyler daha ulaşılabilir olmuştu. Elektronik müzik bu çağın müziğiymiş gibi geliyordu ya da dinlerken o çağı daha iyi hissettiğimi düşünüyordum. Elektronik Müzik okur için kolay bir kitap değil, çünkü Mimaroğlu orada işin pratiğine girer ve tekniklerden bahseder. Bir bilim-kurgu kitabı gibiydi, sanki başka bir dilde yazılmıştı. Bu da aslında bana bu müziği hayal etme olanağı sağladı. Türkiye’den böyle bir ismin çıkması çok ilginç gelmişti. Edebiyat ve şiirde Ece Ayhan çok kafamı kurcalardı, sinemada da Metin Erksan. Müzikteki takıntım da Mimaroğlu olmuştu. Bir de, Türkiye’de politik müzik söyledikleriyle önemlidir, müzik her zaman ikinci planda gelir. Hem sözün hem de müziğin ilerici olması, örneğini pek görmediğimiz bir şeydi.
Peki, kitaba daha derinden nüfuz etmeniz, onu kavramanız nasıl oldu?
Bunun için çok zaman geçmesi gerekti. Elektronik müzik üzerine başka şeyler okuduktan sonra, sadece bir tarih olarak bakmaktan ziyade hangi enstrümanlarla yapıldığını öğrenmeye başlamamla durum belirginleşti. John Cage üzerine okumalar yaptıktan, Stockhausen üzerine belgeseller izledikten sonra, daha gerçek bir hal aldı. O insanların hangi aletlerden nasıl sesler aldıkları zamanla kafamda oturdu. Belgesel için New York’ta stüdyoyu gezerken aletler bana tanıdık geliyordu artık. Stockhausen ile yeni kuşak elektronikçiler arasındaki çatışma merakımı celbetmişti, bu konu benim için bir araştırma alanına dönüştü. Stockhausen’ın neden önemli olduğu, ABD’deki elektronik müzik stüdyosunun müziğin tarihinde nereye oturduğu, Edgard Varèse’in önemi gibi soruların cevaplarını öğrenince kitap da daha anlaşılır oldu.
İstanbul’da, Londra’da, Beyrut’ta pek çok çocuk ucuz aletleriyle elektronik müzik yaparak kendini ifade ediyor. Mimaroğlu’nun derdi, elit denilen müziğin herkes tarafından zevk alınan, dinlenebilen bir noktaya gelmesiydi.
İlhan Mimaroğlu’nun bahsettiğiniz ortama dahil olması, göç hikâyesi Columbia Üniversitesi’ndeki akademik çevreyle başlıyor. 1959’a gidelim, Mimaroğlu’nun orada kurduğu hayata ve ilk dönem çalışmalarına…
Biraz daha geriye, ABD’ye ilk kez gittiği 1950’lerin ortasına döneceğim. ABD’nin onu nasıl çarptığını anlattığı Amerika’nın Sesi –Bir Musiki Yolculuğu Notları isimli ufak bir kitap basıyor. Her zaman uzaktan bildiği mekânların ve müziklerin onu nasıl etkilediğini görüyoruz. Bence o seyahatte orada yeni bir hayata başlamayı kafaya koymuş. Gittiğinde bir anda elektronik müzik üzerine kafa yormaya başlamıyor, orada çalışmakta olan Bülent Arel’le konuşuyor. İlhan Usmanbaş’tan da dinleme şansımız oldu, kendisi Arel ve Mimaroğlu’nun gidişine yakından şahit olmuş, onlarla mektuplaşmış, Mimaroğlu’nun hayatını tamamen elektronik müzikle geçirmeyeceğini anlamış. O aslında bu yeni müziğin bir parçası olmak, ama sonra bununla yetinmeyip caz yapmak istediğini söylermiş daha en başta. Zaten gittiğinde de hemen stüdyoya girip çalışmaya başlamıyor, önce eğitim süreci var. Yani giderken ABD’deki her türlü ortamdan ve müzikten büyük beklentisi var.
Ankara’da hukuk okuyor, değil mi?
Evet, aslında babasının, ünlü Mimar Kemaleddin’in yolunda mimarlık eğitimi almak istiyor, ama sınavlarda başarılı olamıyor. Türkiye’deki çevresi, İstanbul’daki arkadaşları, özellikle Erdem Buri’nin evi aslında okul gibi. Konuşmalarında Türkiye’deki konservatuarın onu çok da heyecanlandırmadığından bahsediyor. Asıl müzik eğitimi ABD’ye gittikten sonra başlıyor. Eğitimci de olabilecekken bu kimliğe kendini pek yakıştırmıyor, akademik hoca-öğrenci ilişkisi onu çok çekmiyor. Zira esas olarak kendisi bir şeyler üretmek istiyor. Tabii Ankara ve İstanbul döneminde çok ciddi bir müzik tutkunu, yazar ve araştırmacı. Ece Ayhan’ın yazdıklarından Ankara’da, Helikon Derneği’nde pazar günü yaptığı müzik dinletilerinin ne kadar dolu olduğunu ve insanların nasıl ilgi gösterdiğini görüyoruz. Sadece Ankara’nın değil, memleket sanat hayatının önemli mekânlarından biri Helikon, bugün için bile ilerici, özellikle de farklı disiplinlerin birbiriyle iç içe olmasıyla. Mimaroğlu’nun sanata bakışı asla bestecilikle sınırlı değil. Elektronik müziği sinemaya yakın buluyor, fotoğrafla ilgileniyor, edebiyata meraklı. İşte bu disiplinler üstü olma halinin biraz Helikon’dan geldiği söylenebilir. O yıllarda müthiş bir müzik araştırmacısı ve eleştirmen.
Üç isme büyük değer atfettiğinizi söylediniz: Ece Ayhan, Metin Erksan, Mimaroğlu. Üçünü hangi sebeplerle yan yana koyuyorsunuz?
Üçü de birbirinden çok farklı, ama üçünün de ciddi meseleleri var ve sözlerini radikal bir sanat anlayışıyla ortaya koyuyorlar. Mimaroğlu’nun politik kolajları, Ayhan’ın şiirinin dışında hem sağ hem sol ile çatışan sivil düşünce dünyası, Erksan’ın Yeşilçam’dan sanat filmine, televizyon için yaptığı gerçeküstücü orta metrajlara savruluşları… Erksan’ın zamanında TRT için yaptığı filmler hâlâ dağınık ve incelenmeyi bekliyor, avangard bir sinemacı olarak yeterince ele alınmamış. Epeydir Ece Ayhan’ın düzyazılarını dönüp dönüp okuyorum. Birkaç yılımı onu araştırmaya vermek için Atonal diye bir proje oluşturdum. Ece Ayhan’ı hatırlatacak, anlamamıza yardımcı olacak görsel-işitsel bir sözlük. Sadece klasik bir sanatçı portresi değil, aynı zamanda memleketin sivil tarihinin, arka sıralara düşmüş halk çocuklarının tarihi.
İlhan Mimaroğlu’nun Amerika macerasına Güngör Hanım’ın eklenmesiyle hayatları epey değişiyor.
Evet, en başta İlhan Mimaroğlu çok mutlu oluyor. İlk yıllarda birlikte pek bir şey üretmiyorlar. İlhan Bey gündüzleri derslerde, geceleri stüdyolarda. Güngör Hanım 60’lı yılların yavaş yavaş civcivlendiği dönemde insanlarla beraber sokaklarda, şehri keşfedip şehrin hayallerine ortak oluyor. Mimaroğlu’nun müziğinin politikleşmesi üzerinde de etkisi var, ama bu biraz daha sonra gerçekleşiyor. Öncelikle yabancı dil öğrenmesi, kendini güvende hissetmesi ve bir çevre yapması gerekiyor. Öğrenci olmamasına rağmen derslere gidiyor, konuşmalara katılıyor. Sonradan eylemlere de gitmeye başlıyor. Ötekinin yanında olmak isteyen insancıl yönü onu sokaklara itiyor. En çok Üçüncü Dünya hareketine yakın hissetmiş kendini. New York’ta aktif olan devrimci gruplardan Young Lords’u iyi hatırlıyor. Porto Riko bağımsızlık hareketiyle yakından ilgilenmiş… Böylece, başta daha soyut bir müzik yapan İlhan Bey’in filmde de gördüğümüz, çok daha politik, hem sokaktan hem kitaptan hem de manifestolardan beslenen kolajlarını yapmasının önünü açıyor.
Mimaroğlu’nun sanata bakışı asla bestecilikle sınırlı değil. Elektronik müziği sinemaya yakın buluyor, fotoğrafla ilgileniyor, edebiyata meraklı. İşte bu disiplinler üstü olma halinin biraz Helikon’dan geldiği söylenebilir.
60’lar hem kültürel hem de siyasi olarak çok canlı. Siyah hareket müthiş bir ivme kazanıyor. Ancak hayatın bu mücadeleci ve heyecanlı tarafına takılan ve kendine bir özgürlük alanı açabileceğini keşfeden kişinin Güngör Hanım olması çok etkileyici.
Bu çok bilinmediği için filmde ön plana çıkarmak istedik. Güngör Hanım’ın İlhan Mimaroğlu’nun sanatı üzerindeki etkisi biliniyor. Kitaplar ona atfedilmiştir, eserlerde onun sesi kullanılmıştır. Ama Güngör Hanım’ın politik kimliğinin İlhan Bey’in müziğini etkilediği pek yazılmaz. Güngör Hanım genç yaşta bir evlilik yapmış, ama bunun ona uygun olmadığını görmüş. ABD’ye gerçekten kendini arayan bir kadın olarak gidiyor. Bir teorik altyapısı da var. Orada yaşadığı deneyim, yeni sosyal çevre ondan beklenecek bir şey. İlhan Bey ise ABD’de müthiş bir çevre var diye oraya gidecek bir insan değil. Sabahlara kadar stüdyoda çalışmak onun karakterine daha uygun. Dolayısıyla sokaktaki haberi de Güngör Hanım üzerinden alıyor. Doğrudan eylemlerin içinde olmadığını biliyoruz. Bazen Güngör Hanım’la gidiyor, ama çoğu zaman bunu onun başına bir şey gelmemesi için yapıyor. İlhan Mimaroğlu hiçbir zaman aktivist biri olmuyor, ama ciddi anlamda politikleşiyor. Güngör Hanım’dan bir şeyler alıyor, ama müzik de her zaman kendi yapmak istediği müzik oluyor. İçinde Nâzım Hikmet şiiri duyduğumuz müzik, hiçbir Nâzım Hikmet uyarlamasına benzemiyor. Kendi müziğini yapmış ve bir noktada kendi ülkesi ve kültürüyle, ülkesinin edebiyat geleneğiyle köprü kurmuş. Kolajlarının bu kadar zengin olması birçok şeyi barındırma isteğinden kaynaklanıyor.
Finnadar plak şirketini ne muradıyla kuruyor?
Çağdaş müzik, elektronik müzik yayınlamak, biraz daha avangard şeylere yer vermek için. Mimaroğlu, Arif Mardin gibi çok üretken değil, ama önemli bir prodüktör. Kimsenin kolay kolay çalışmak istemediği Charles Mingus gibi isimlerin prodüktörü haline geliyor. Mingus zor bir müzisyen, Mimaroğlu da belki onunla benzer bir karaktere sahip ve tabii zihin açıcı bir prodüktör olduğundan uzun süre birlikte çalışıyorlar. Aslında Atlantic çatısı altında yaptığı şeyler, örneğin caz albümleri az değil. Orada kendini kabul ettirdikten sonra kendi etiketini yürütme fikrini de Atlantic’e, yani Ertegün kardeşlere kabul ettiriyor. Orada da bir denge var, hepsi de çılgın şeyler değil. En çok kendi plaklarını ve İdil Biret basıyorlar. Burada sadece avangard müzik yok. John Cage var, ama bir taraftan Francis Lai de var. Okay Temiz basıyor, derviş müziği albümü yapıyor. Klasik diyebileceğimiz birtakım besteciler, örneğin Chopin de basılmış. Klasik bestecileri reddetmiyor, kimin performansı olduğuna bağlı, çok iyi bir sanatçının elinden çıkmalı. Plak şirketinden çıkan bazı albümlerin de satmasını istiyor, böylece daha deneysel müzikleri ve kendi albümlerini basabiliyor. Örneğin John Cage ve Marcel Duchamp’ın ortak albümünü basıyor, çok da bilinen bir çalışmaları değil. Stockhausen da çok satmıyor. Film için bize “Mozart’tan nefret eden bir insanı nasıl konu edersiniz” diye yorumlar geliyor. Bu öyle bir nefret değil. Evet, Mimaroğlu Beethoven ya da Mozart gibi bestecilerle barışık değil. Güngör Hanım’dan dinlediğimize göre, bazı bestecilerin müziğini hesaplanabilir buluyor, neyin neyi takip edeceğini görebiliyor. Ama Chopin öyle değil. Müzikte macerayı sevdiği kesin.
Güngör Mimaroğlu ABD’de her türlü eylemin içinde, üniversitede, sokaklarda. Başta daha soyut bir müzik yapan İlhan Bey’in çok daha politik, hem sokaktan hem kitaptan hem de manifestolardan beslenen kolajlarının önünü açıyor.
Müzik yazarı David Toop kolajlardan bahsederken “o plaklarda hikâyeler var” diye bir yorum yapıyor. Mimaroğlu salt sesin değil, öykünün de peşinde.
Müzik ve görsel sanatlar kadar, edebiyat ve yazıyla da iç içeydi. Bir dönem Cumhuriyet’teki yazılarında gerçekten edebiyat lezzeti var. Hayatı boyunca kendini yazı insanı olarak da kabul etmiş. Yazılarında New York sokaklarında gördüklerini hikâyeleştirmeyi çok seviyor. Müziğinin de salt müzik olmanın dışında bir görsel tarafı vardı, plak kapağındaki hikâyeyi de tasarlıyordu. Bazen kendisi fotoğraf çekiyordu, bazen başka bir sanatçıyla ortaklık yapıyordu. Müziğinin sözleri ve anlatılan öykülerle de çok ilgiliydi. Türkiye’de konuşulan ya da konuşulamayan şeyleri onun müziğinde duyabiliyordunuz. Evlerini ‘80 darbesinden kaçan sanatçı ve aydınlara açıyor, yeni bir hayat kurmaları için ellerinden geleni yapıyorlar. Daha sonraları, Sivas Katliamı’ndan sonra ağırladıkları bir isim de Aziz Nesin. Hayatında ilk defa ABD’ye gitmiş. Katliamı anlattığı bir kayıt da dinledik, filmde kullanamadık, ama muazzam bir belge o da…
Türkiye’den duyduğu öyküler tabii ki Mimaroğlu’nun müziğini etkiliyordu. ABD’den alacağını alıyor, yani günün müziği ne ise onu bir şekilde kendi müziğine uyarlıyor. Ama müziğin içerik anlamında beslendiği şey bir yandan Vietnam, bir yandan da Türkiye’de olup bitenlerdi.
Kullandığınız bir ses kaydında bulunduğu çağı anakronik olarak tanımlıyor. Ona bu yorumu yaptıran neydi?
Filmde Yokistan Tasarısı gibi bir kitabı yazdığına hiç giremedik. Bana göre çok tartışmalı, ama çok ilginç bir kitap. Bir sanatçının ütopya yazdığına pek şahit olmayız. Mimaroğlu modernist hayalleri paylaşan, ama aynı zamanda kendi ütopyası olan bir insandı. Ama bu ütopya ne Amerikan kapitalizmi ne de klasik anlamda sosyalizm ile uyumluydu, kendine göre bir ütopya yaratmıştı. O çağda gördüğü bazı şeyler bazen kafasındakilere uyuyordu, bazı noktalarda çağını çok geri, bazı noktalarda ise çok ileri buluyordu. Kafasındaki dünya ile yaşadığı dünya arasındaki tutarsızlıklar ve zamansal kaymalar asıl meseleydi. Örneğin yaşadığı çağı müzik zevki olarak vasat buluyordu, çağın yeni müzikle barışamadığı gibi düşünceleri vardı. 90’ların başında yazdığı bir kitap bu, o dönemde yazmasının sebebi aslında 60’lar ve 70’lerin dünyasının 80’lerle birlikte ortadan kaybolması. 60’lar ve 70’ler onun hayalini kurduğu dünyaya çok uyuyordu, o zaman için bir ütopya yazmasına gerek yoktu. Bir şekilde mutluydu. 80’lerden sonra neoliberal politikaların sanatı da derinden etkilemeye başlaması, avangardın eskisi kadar ilgi görmemesi, marjinalleşip yeraltına itilmesiyle hiçbir zaman barışmadı. 60’ların ve 70’lerin karşı kültür kahramanlarının yavaş yavaş sistem tarafından kaybedilmesi ya da başka bir şeye dönüştürülmesi sıkça rastlanan bir durum.
Mimaroğlu’nun klasik müzik bestecileriyle bitmek tükenmek bilmez tartışmasının kaynağında ne var sizce?
Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında çıkan çok önemli besteciler var. Bunların müziği değiştirdiğinin farkında ve bunlarla kimsenin ilgilenmiyor oluşuyla ilgili sorunu var. İnsanların konser salonuna gittiğinde hâlâ sadece Bach dinlemek istemesi, klasik müzikten bahsederken sadece Mozart’ın adını anmasıyla ilgili sorunlar. Mimaroğlu, klasik olanı çok iyi biliyordu. Bir noktada onları kutsallaştırmadan eleştirebilmenin yeni bir şeyler yapmak için çok önemli olduğunu düşünüyordu. Bu tartışma onun için çok güncel, çünkü ancak o tartışmanın içinden yeniyi çıkarabiliyor. Besteciler kadar, o müziği ısrarla dinleyenlerle de problemi vardı.
Mimaroğlu, Arif Mardin gibi çok üretken değil, ama önemli bir prodüktör. Kimsenin kolay kolay çalışmak istemediği Charles Mingus gibi isimlerin prodüktörü haline geliyor.
Klasik müziğe dair elitizm üzerinden sınıfsal bir eleştirisi de var mı?
Elitizm konusunun ciddi tartışılması gerekiyor. Bunu belgeselde yer alan araştırmacı Armağan Ekici ile de konuştum. İlhan Mimaroğlu bir elitist olarak kabul edilir, sınıfsal tavrının tartışmalı olduğuna dair eleştiriler de mevcut. Ben politik olarak sınıfsal bir derdi olan, elitizmden gayet uzak bir insan olduğunu düşünüyorum. Folk müzik, halk müziği gibi ona göre “basit” müzikleri eleştiriyordu. Ama bunları eleştirirken asla halk düşmanlığı yapmıyordu. Halkın da iyi müzik dinleme noktasına gelmesini önemsiyordu. Çağdaş müzik neden halk müziği olmasın diye düşünüyordu. David Toop röportajımızda elektronik müziğin halk müziği olduğunu söylemişti. Ama bunu eleştirerek söylemiyor. İstanbul’da, Londra’da, Beyrut’ta pek çok çocuk ucuz aletleriyle elektronik müzik yaparak kendini ifade ediyor, çok da iyi şeyler çıkıyor. 60’lı yıllardaki elektronik müzik algısıyla günümüzdeki algı çok farklı, ama Mimaroğlu’nun derdi, elit denilen müziğin herkes tarafından zevk alınan, dinlenebilen bir noktaya gelmesiydi. Politik kimliği sanatıyla uyumlu bir insan. Halk müziği düşmanlığını halkın politik müziğini reddediyormuş gibi algılayanlar oluyor. İlhan Bey politik müziği önemsiyor, ama bu müziğin de doğru olması gerektiğine inanıyor. Yoksa 60’lardan itibaren politik bir insan, Amerika’da bir eli yağda bir eli balda yaşamamışlar, kapitalizmle sınavlarını vermişler, zor dönemleri olmuş. Ama tabii ki onların yaptıkları biraz daha imtiyazlı bir dünyada radikal gedikler açmak, bu gerçeği de kabul etmek lâzım.
Güngör Hanım’ın politik eğilimlerinde belirleyici bir isim var: Erdem Buri. Daha sonra İlhan Mimaroğlu, Tülay German ve Erdem Buri ile Tract (1975) albümünü yapacak. Paris’ten New York’a bu politik hat nasıl kuruluyor?
Erdem Buri, her ne kadar hayatının uzun bir dönemini Paris’te geçirmiş olsa da, Türkiye’nin 60’lardan bugüne politik ve müzik tarihi açısından çok önemli. Güngör Hanım’ın politik bilinçlenmesi aslında İstanbul’da daha çok genç yaşta başlıyor. Erdem Buri’nin bu konuda çok büyük bir etkisi var. Kuzen olmalarına rağmen Güngör Hanım Buri’yi bir ağabey olarak kabul ediyor. Büyüdükleri ev okul gibiymiş. Erdem Buri, İlhan Mimaroğlu’nun da çok yakın arkadaşı. Birlikte sabahlara kadar müzik sohbetleri yapmışlar. Bir noktada Mimaroğlu çifti ABD’ye gidiyor, German ve Buri Paris’e, ama aradaki bağ hiç kopmuyor. 1968-69’da Güngör Hanım Paris’te yaşamış. Deniz Gezmiş’lerin idam haberini Paris’te birlikte alıyorlar. İlhan Bey evden inanılmaz bir sinirle dışarı çıkıyor ve saatlerce dönmüyor. Bunu Tülay German’ın kitabından öğrendik. İnanılmaz bir dostlukları ve verimli işbirlikleri olmuş. Tülay German bizim belgesel yaptığımızı duyduğunda “Tract albümüne baksınlar” demiş. “Gözümüzü kulağımızı Tract’ten hiç ayıramıyoruz ki” diye haber yolladık. Bence Mimaroğlu’nun en önemli albümü, kolaj mantığının son noktası. Moda’da başlayan müzik konuşmalarının, ateşli politik tartışmaların en çarpıcı sonucu. İlhan bey bu eseri German için yazmış; bir kadının politik uyanışını anlatıyor. Nâzım, Bakunin, Mahir Çayan, Marx ve pek çok ismin metinlerine German’ın doğaçlamaları da ekleniyor. Mimaroğlu, Buri ile Paris’te kayıtlara başlıyor ve Amerika’da tamamlıyor. Hem sözü hem şekli ilericidir; bu kolaj mantığı yeteri kadar anlaşılmış olsaydı daha çok bilinirdi diye düşünüyorum. Ama belgeselin ardından albümü merak eden insanlar olduğunu da biliyorum.
İlhan Mimaroğlu’nun sanatında kolaj önemli bir yerde duruyor. Siz de ona ait arşivden bir kolaj çıkardığınızı düşünüyor musunuz?
Mimaroğlu’nu ancak bir kolajla veya kolaj estetiğini anımsatarak anlatabilirdim. Yola çıkarken onun müziğinin ruhuna nasıl sadık kalabileceğimizi düşündük. Bunu görsellikle yakalamak çok da kolay değil, ama eriştiğimiz geniş film arşivi bize çok yardımcı oldu, filmi bu arşivle birlikte kurmak çok mantıklı geldi. En başından beri yapmak istemediğim şeyler vardı, örneğin “konuşan kafa” kullanmama kararını bu arşivle henüz tanışmadan almıştım. Kafamda bambaşka bir şey kurmaya çalışıyordum. Böyle bir malzemeyle karşılaştığımızda defalarca izledik ve elimizdekileri sınıflandırdık. Nasıl bir kurgu yapılabileceği üzerine Eytan İpeker ile ciddi ciddi çalıştık. Çok farklı zamanlarda alınmış film parçaları müzikle bir araya geldi. Eski çektiği görüntülerle çok sonra kaydettiği sokak manzaraları bir araya geldiğinde bir anlam oluşuyor. Özetle, Mimaroğlu’nun malzemesini kurgulayarak görsel bir anlam yaratmaya odaklandık.
Belgeselin üçüncü ve son bölümünde Güngör Hanım’ı İstanbul’da hayatına devam ederken görüyoruz. Filmdeki anlatım dilinde de bu bölümde bir kırılma oluyor.
O bölümün görsel tercihleriyle ve duygusuyla biraz farklı olmasını istedim. İlk iki bölümü kolaj mantığıyla birbirine daha yakın tuttuk, sanki İlhan Mimaroğlu’nun kendisi film yapıyormuş gibi bir hava yaratıp üçüncü bölümde bir yönetmenin devreye girdiği ve farklı bakış açılarını ortaya koyduğu hissini vermeye çalıştık. O melankolik, hüzünlü bölüm aslında bir eve dönüş hikâyesi. Bir çağın sonunda geldiğimiz noktayı gösteren bir yer. Ama geçmişle hesaplaşmanın da yer aldığı bir bölüm. Doğru, Güngör Hanım “burada”, ama ne kadar burada? Çok politik bir insan, ancak bugünün İstanbul’una, Türkiye’sine dair pek bir şey söylemiyor. Bu konuda filme gelen yorumlara ve eleştirilere katılıyorum. Ama bir yandan da Güngör Hanım’ın döndükten sonra burada yaşanan şeyler konusunda çok fazla derdi olmadı. Çünkü o hâlâ hem oradaydı hem de buradaydı. Günceli takip ettiğini söyleyemeyiz. Enerjisini daha çok yeni evine uyum sağlamak ve bizimle geçmişi aralamak için kullandı. Ama gelişmelerden haberdar ettik. Yakın arkadaşı Osman Kavala’nın sebepsiz tutukluluğuna çok üzüldü.
İçinde Nâzım Hikmet şiiri duyduğumuz İlhan Mimaroğlu müziği, hiçbir Nâzım Hikmet uyarlamasına benzemiyor. Kendi müziğini yapmış, bir noktada kendi ülkesinin kültürüyle, edebiyat geleneğiyle de köprü kurmuş.
Filmde çizdiğiniz Güngör Mimaroğlu portresine hazırlanırken yakın ya da uzak tarihten baktığınız kadın biyografileri oldu mu?
Filme çalışırken izlediğim belgeseller arasında beni herhalde en çok etkileyenlerden biri, müzisyenliğini de sevdiğim Laurie Anderson’ın Heart of a Dog (2015) filmidir. Bir sözü, hikâyesi var ve türler arasında enfes bir şekilde geziyor. Bu hizalanmada galiba memleket sinemasında üretilen romantik erkek portrelerinden sıkılmış olmam da etkili olmuş olabilir. Dahi veya değil, heyecanlı veya depresif, her tür erkeğin hikâyesinden biraz sıkıldık. Bir şekilde hepimiz bu ülkede kadın mücadelesinin öneminin farkındayız ve buna sıkıcı erkek hikâyeleri anlatarak katkıda bulunamayız. Tabii ki Güngör Mimaroğlu’ndan etkilendim. Bazı belgesellerin maalesef yaptığı gibi bir kişiyi anlatmak için yola çıkıp onun hayat arkadaşını görmezden gelmek ve araçsallaştırmak yapmak isteyeceğim bir şey olmazdı. Bir de en çok erkekliğin karanlık hallerine ayar veren kadınlara bakmışımdır. Güngör Hanım’ın evinden uzakta uyanışını, bu mücadelesinin besteci İlhan Bey’in müziğini de etkilemesini en başa almak istedim. Bu tercihi, bu hikâyeyi ilham verici bulanlar da var, aile olmak üzerinden tartışanlar da var. Belki kısaca şöyle de söylenebilir, Güngör Hanım’ın varoluşunu da İlhan Bey’in meseleleri kadar önemli buldum.
Üçüncü bölümü Güngör Hanım ve geride bıraktığı oğlu Rüstem Batum paylaşıyor da diyebiliriz. Rüstem Batum’un filme dahil olması nasıl oldu?
Rüstem Batum’un, yani Güngör Hanım ABD’ye giderken geride bıraktığı “çocuğun” bakış açısını da göstermek istedim. Annesine dair hem eleştirisini hem de belki dinmeyen öfkesini olgun bir yerden dillendiriyor. Ama onun profilindeki ve bakışındaki bir insanın bu tercihe saygı duymaktan başka çaresi yok. Bu noktada klasik belgeselden de ayrılıyoruz. Çünkü klasik belgesel genelde tarihsel figürlere karşı olumlayıcı oluyor. Bu durumu Güngör Hanım’a anlattık. Hem onun bakış açısına hem de Rüstem Bey’in bakış açısına yer vereceğimizi söyledim. Oğlunun bu konuyla ilgili konuşuyor olmasına sevindi. Rüstem Bey’in konuşmalarını dinlettiğimizde oğlunun bir parça da olsa rahatlamasından hoşnut oldu. Rüstem Bey de belgesel yaptığı ve televizyoncu olduğu için bir karakteri tek boyutlu anlatmanın sıkıntılarını çok iyi biliyor. O konuşmazsa belgeselin eksik kalacağını söyledim. Rüstem Batum onlara yakındı, ama bir taraftan da çok uzaktı, bu yüzden farklı bir bakış açısı var. Güngör Hanım’a da İlhan Mimaroğlu kadar yer vermemiz onun için değerli bir şeydi, bize güvenmesinde çok etkili oldu. Sanıyorum Güngör Hanım’la bir film iletişiminden çıkıp arkadaşlık kurmamız da etkili oldu.
Müzik belgeseli, müzisyen portreleri sinemanın hep ilgilendiği bir tema oldu. Sizin için müzik ve sinema gibi iki çok güçlü türün yan yana gelmesinin etkileyici yanları neler?
Müzikle ilgiliyseniz, müzik belgeselleriyle ilgilenmek de kaçınılmaz oluyor. Ben mesela elektronik müzik dinlemeye başladığım zamanlarda Autechre gibi isimlerin konuştuğu 1998 tarihli Modulations belgeselini keşfettiğimde bir sinema klasiği keşfetmiş gibi olmuştum. Sinema öğrencisiydim ve Chris Cunningham’ın video klipleri pek çok sinema klasiğinden daha çok ilgimi çekiyordu. Ama bu filmin yapım sürecinde onlarca müzik belgeseli izledim ve bu türden biraz soğumaya başladığımı hissettim. “Konuşan kafa” ve arşiv üzerine kurulu bu filmler genellikle saygı duruşu ve anma amacı taşıyor. Sinema duygusu anlamında farklılaşan çok az örnek var ve maalesef hepsi birbirine benziyor. Netflix’in müzik belgesellerinde de devamlı tekrar eden fazla ve matematik kokan bir yapı var.
Akla hemen Scorsese’nin müzik belgeselleri geliyor. Üstelik çok erken döneminden itibaren müzik belgeselleriyle çağını da takip ediyor. Scorsese’nin belgesellerini nasıl buluyorsunuz? Film uğraşınızda bu türün üzerinizdeki etkilerini kimlere borçlusunuz?
Bob Dylan filmi Rolling Thunder Revue bence The Irishman’den çok daha iyi. Arşiv çalışması çok iyi yapılmış, kıskandırıcı, bizim hayal bile edemeyeceğimiz koşullarda temizlenmiş eski filmler. Öte yandan Bob Dylan’ın sözlerinin, hikâyelerinin arka planına dair de çok şey söylüyor. Şarkı yazımına kafa patlatanların bence mutlaka izlemesi gereken bir film. Müzik belgesellerinde iki ismi anmam gerek. İlki Grant Gee; ilk belgeseli olan Radiohead hakkındaki Meeting People is Easy meselesi olan, derdi müzik olmayan bir işti. Sebald belgeseli Patience: After Sebald de kurgucumuz Eytan ile çok çalıştığımız bir belgesel, atmosfer konusunda hayranım. Bir diğer yönetmen ise, ne yazık ki çok az bilinen Shirley Clarke. Geçenlerde yeniden, bir grup caz müzisyenini evde resmeden kurmaca The Connection’ı izledim. Bir derdi, bir meselesi olduğu için müzik filmi yapan yönetmenleri seviyorum. Gerisi alkışçılık, gerisi gürültü.
İlhan Mimaroğlu’nun “Yaşlı müzisyenler ölmez” sözü filme ruhunu da katıyor. Bu cümleyi ilk kez duyduğunuzda ne düşündünüz?
“Yaşlı besteciler ölmez, dizin kartlarına dönüşürler” sözü tipik bir Mimaroğlu sözü aslında. Radyo konuşmalarının, yazılarının tipik bir örneği. İçinde mizah ve bir kez daha ölüm var. Mimaroğlu müziği ve besteci kimliğini çok ciddiye alıyordu, ama bunu yaparken mizahı da elden bırakmıyordu. The Wire’da çıkan eleştiri yazısında yazar bu cümleyi anmış ve “Mimaroğlu bir belgesele dönüştü” demişti. Belgeselin onun inadını ve hayal kırıklığını tüm yönleriyle aktarmasını ve izleyende bir düşünce alanı açmasını istedim. Bunu birazcık başardıysak eğer, besteci kartların yanında belgeselde de yaşamaya devam eder.
Hakkındaki efsanelerden biriyle bitirelim: Uçaklarda sigara yasağı başlayınca Türkiye’ye gelmeyi reddetmiş, öyle mi?
İlhan Mimaroğlu demek, tabii biraz da sigara tutkusu demekti. Güngör Hanım İstanbul’a gelirken kesin dönüş yaptığını düşünerek gelmemişti. Uzun kalacağını, ama bir ihtimal evine döneceğini düşünüyordu. Ama geldikten sonra aklı biraz New York’ta kalsa da dönmeyi hiç arzulamadı. Gelirken yanına bir sürü eşya almış hatıra niyetine, fotoğraflar, kitaplar, plaklar… Bir de İlhan Bey’in ardından sakladığı bir sigara paketi… New York’ta ailenin yakınlarını ziyaret ederken yolumuz Harlemli Hilmi’ye düştü. Filmde yer veremedik, ama müthiş samimi bir sohbet oldu. Güngör Hanım’ın arkadaşı esasen, ama İlhan Bey’le de muhabbetleri varmış. İlhan Bey’in paketlerinden birini saklayanlardandı. Güngör Hanım İlhan Bey’e ait birçok eşyayı ona vermiş, Harlemli Hilmi sigara paketini de saklamak istemiş. İlhan Bey’in Atlantic’teki odası daima perdeleri inik, her saatte loş ve sigara dumanıyla kaplı olurmuş. Biraz dedektif bürolarını andırıyor. (gülüyor) Suzanne Ciani anlatmıştı: Onun Finnadar’dan çıkan albümlerine çalışırlarken, sürekli Atlantic’in önüne iner, beraber sigara içerlermiş. Ciani, “o zamanlarda hepimiz sigara içerdik, ama bıraktık” dedi. İlhan bey asla, son ânına kadar bırakmayanlardan.
Express, sayı 175, Mart 2021