OSMAN KAVALA’NIN 818 GÜNDÜR SÜREN ESARETİ

Söyleşi: Bekir Avcı
27 Ocak 2020
SATIRBAŞLARI

18 Ekim 2017’de gözaltına alınan, 1 Kasım’da tutuklanan, yaklaşık bir buçuk yıl hakkında iddianame hazırlanmayan Osman Kavala, “meşru hükümeti ortadan kaldırmak amacıyla Gezi protestolarını örgütlenmek ve finanse etmek” suçlanmasıyla 818 gündür cezaevinde. AİHM’in, 10 Aralık 2019’da, Osman Kavala’nın tutukluluğunun hak ihlâli olduğuna hükmetmesine rağmen, 24 Aralık’taki duruşmada mahkeme aksi yönde davrandı ve tutukluluğun sürmesine karar verdi. AİHM’in kararına rağmen Kavala’nın niçin tahliye edilmediği sonradan ortaya çıktı: Meğer AİHM kararının çevirisi tutukluluğa devam kararı verildikten sonra mahkemeye iletilmiş. 28 Ocak’ta bu “oyun” da son bulacak, çeviri mahkemenin elinde olacak. Hukuken ve mantıken yarınki duruşmada tahliye kararının çıkması gerekiyor. Ama malûm, saray rejiminde yargı talimatla işliyor, emir hukuku da, mantığı da kesebiliyor. Tahliye ihtimalinin ağır bastığı duruşma öncesinde, insan hakları hukukçusu Kerem Altıparmak’ı dinliyoruz.

 

İnsan hakları savunucusu ve sivil toplum aktivisti Osman Kavala, bugün itibariyle tam 818 gündür tutuklu. 24 Aralık’taki duruşmada AİHM’in aksi yöndeki kararına rağmen tutukluluğunun devamına karar verildi. 28 Ocak’taki duruşma öncesinde, son AİHM kararını hatırlatır mısınız? AİHM’in 10 Aralık’taki kararıyla Osman Kavala dosyası nasıl bir aşamaya geçti?

Kerem Altıparmak: Mahkeme, “AİHM kararı, sözleşme uyarınca, ancak daire kararı verildikten sonra eğer Büyük Daire’ye götürülmezse üç ay içinde kesinleşir, kesinleşmediği sürece benim açımdan henüz hukuken bağlayıcı değildir” diyor. Ama aynı zamanda, karar henüz tercüme edilmemişti. Adalet Bakanı da çevirinin yollandığını söyledi. Yarınki duruşmada mahkemenin elinde AİHM kararı ve çevirisi olacak. Hukuki açıdan değerlendirmek gerekirse, mahkemenin yanıldığını düşünüyorum. Evet, sözleşme uyarınca kararın kesinleşmesi için bu söylenen sürenin, üç ayın geçmesi gerekiyor, ama şimdi karşımızda şöyle bir durum var: AİHM 2. Dairesi, oy birliğiyle Osman Kavala’nın tutukluluğunun Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı olduğuna ve derhal serbest bırakılmasına karar vermiştir. Mahkeme bu durumda o tutukluluğun neden sözleşmeye uygun olduğunu açıklamak durumunda. Yani, AİHM’in yaptığı saptama çok büyük bir sürpriz olmazsa –ki olmayacak bu dosyada– değişmeyecek. AİHM’in Büyük Daire’sine götürüldüğünde onların “yanlış” deme ihtimali yok. O zaman mesele kararın kesinleşip kesinleşmemesi değil, sözleşmeye aykırı tutuklamanın olup olmaması. AİHM diyor ki: “Bu tutukluluk sözleşmeye aykırı”. Mahkemenin de tutukluluğun neden sözleşmeye uygun olduğunu açıklaması gerekiyor. Ama böyle bir açıklama yapabilme ihtimali yok.

AİHM’in kararında, tutukluluğun hak ihlâli olduğu belirtilse de 24 Aralık 2019’daki duruşmada Osman Kavala tahliye edilmedi. Anlattığınız durumu da göz önüne alırsak, yarınki duruşmada ne olur? Tutuksuz yargılama kararı gelebilir mi?

Osman Kavala’nın tahliye edilmesi gerekiyor. Yarın tahliye olma ihtimalini oldukça yüksek görüyorum. Bu kadar kısa sürede mahkemenin tekrar duruşma vermesi bu açıdan bence umut verici. Ama tabii Türkiye’de bu işleri hukuki gerekçelerle açıklamak zor olduğu için benimki sadece bir tahmin.

AİHM diyor ki: “Bu tutukluluk sözleşmeye aykırı”. Mahkemenin de tutukluluğun neden sözleşmeye uygun olduğunu açıklaması gerekiyor. Ama böyle bir açıklama yapabilme ihtimali yok.

Osman Kavala dosyası şu anki hukuk düzenine dair ne söylüyor?

AİHM kararı bunu açık ve net olarak söylüyor: “Siyasi olarak insan hakları savunucularının susturulması amacıyla yapılmış bir dava.” Bütünüyle bu saptamaya katılıyorum.

Hukukçu olarak yorumunuzun yanında bu davayla ilgili siyasi değerlendirmeniz nasıl?

Türkiye’de şu anda hukuka uygun davranılması yönündeki talepler aynı zamanda siyasi talepler. Onun için şöyle bir talebimiz var: İnsan hakları savunucuları, siyasetçiler, gazeteciler, akademisyenler siyasi gerekçelerle susturulmak için, sadece sözleri nedeniyle yargılanmasın ve cezalandırılmasın. Osman Kavala davası, birkaç dava ile birlikte bu durumun sembollerinden biri. Onun için Osman Kavala’nın tahliyesi sembolik bir önem taşıyor. Ama Türkiye’deki yapısal problemler değişmeden de sadece geçici bir nefes alma anlamına geliyor bizim açımızdan. Türkiye’nin yargı bağımsızlığı problemi Osman Kavala davasıyla sınırlı olmayan sistematik bir problem. O yüzden de bu davaya ilişkin hukuksal bir değerlendirme yapmamız imkânsız hale geliyor.

Osman Kavala davasındaki suçlamalar, iddianamenin tamamı çok çürük bir zeminde duruyor. Hangi hukuki ihlâllerin, nasıl bir mekanizmanın sonucunda bu kadar temelsiz bir dosyayla 818 gündür bir kişiyi tutuklu “yargılamak” mümkün oluyor?

Usûlle ilgili problemler de var, esasla ilgili problemler de. Nihayetinde bir ceza davasında bir kişinin tutuklanmasına niye ihtiyaç duyarsınız, delilleri karartacak ya da kaçma ihtimali vardır diye. Osman  Kavala’yı 2013 yılındaki olaylar için suçluyorsunuz ve ne zaman tutukluyorsunuz, 2018’de. Beş yıl geçmiş üzerinden ve o dönem içinde bırakın tutuklamayı, adamı yargılayacak, bir iddianameyi hazırlayacak belge bile elinizde yokmuş. Peki, sonradan delil ortaya çıktığında nasıl çıkar? Birini bıçaklamıştır, onun parmak izlerini bulursunuz; silahı bir yere gömmüştür, onu bulursunuz. Osman Kavala’da böyle bir şey yok. Tutuklandığı an itibariyle, buldukları şey ne? Efendim, bilmem kimle aynı anda havaalanında bulunmuş, cemaatçiler bunun telefonlarını dinlemiş de “maske mi götürelim Gezi Parkı’na” falan demiş… Bunlar çıkıyor karşınıza. Şimdi bir sürü anomali var işin içinde, ama en kritik mesele, eğer bunlar gerçekten bir insanı tutuklamaya değecek değerde idiyse, beş sene önce neredeydiniz de bunları ortaya çıkarmadınız?

AİHM kararı açık ve net olarak söylüyor: “Siyasi olarak insan hakları savunucularının susturulması amacıyla yapılmış bir dava.” Bütünüyle bu saptamaya katılıyorum.

Problemler çok, ama tutuklama açısından bakacak olursanız, neden dolayı tutukladınız? Ne delil karartma ihtimali var ne de kaçma ihtimali. Yüzlerce kez yurtdışına gidip gelmiş bu beş yıl içinde. Şu açıdan baktığınızda çok net bir biçimde tutuklamanın meşru olamayacağını görüyorsunuz; kuvvetli suç şüphesi diyorsunuz, e AİHM de soruyor: “Bunun nesi kuvvetli suç şüphesi?” Birisiyle telefonla konuşmak, birisiyle dışarıda buluşmak… Delil diye sunulan şeyler bunlar. Kavala davası neden siyasi, işte burada ortaya çıkıyor. Yani delilin olmadığı bir yerde senaryo yazılarak bir dava açıldığı için bu dava siyasi. Bu bir senaryo davası.

Bu durumun sadece Osman Kavala için geçerli olmadığını, binlerce kişinin benzer durumda olduğunu da biliyoruz. Bu örnek dava üzerinden Türkiye’de hukukun işleyişine nasıl bakmamız, nasıl değerlendirmemiz gerekiyor?

Nesnel kriterlere bakmamız lâzım, misal, hakimler ve savcılar nasıl atanıyor? Bu da maddi ve nesnel delillerin pratik görüntüsü aslında. Her davada bu kadar net göremeyebilirsiniz. Burada daha görünür oluyor. Davada karar veren hakim şunu biliyor: “Eğer burada siyasi iktidarın hoşuna gitmeyecek bir şey yaparsak bunun bir sonucu olur.”
Şöyle enteresan bir bilgi var. Davadaki hakimlerden biri, heyette yer alan hakimlerden biri, 2018 yılının ekim ayında Gaziantep’te daha stajyermiş. Hayatında girdiği ilk dava Osman Kavala davası. Bunun nasıl bir önemi var? Bir hakim karar verirken, kararı nedeniyle başına bir şey gelmeyeceğini düşünmeli, kararından yüzde yüz emin olmalı. Türkiye’de hakimler açısından –Kavala davası somut örneği gösterdiği için– sadece vicdanına bakarak karar vermenin imkânı ortadan kalkmış durumda. Uluslararası raporların söylediği de bu. Osman Kavala davası o yönden de sembolik ama, tek başına, başka örneği olmayan bir dava da değil.

Başka örnekler neler?

Selahattin Demirtaş’ı görüyorsunuz, Gültan Kışanak’ı da. Cemaat davalarının bir kısmında da görüyorsunuz. ÇHD davasında da, Selçuk Kozağaçlı’da da bunu görüyorsunuz.

Osman Kavala davası sembolik, ama başka örneği olmayan bir dava da değil. Selahattin Demirtaş’ı görüyorsunuz, Gültan Kışanak’ı da. Cemaat davalarının bir kısmında da görüyorsunuz. ÇHD davasında da, Selçuk Kozağaçlı’da da görüyorsunuz.

Peki, AİHM hâlâ bizler için bir nebze hukuki güvence işlevi görüyor mu?

Başka gideceğimiz yer olmadığı için, evet. Şöyle bakarsanız, Türkiye’de 2016’dan itibaren OHAL var, ama bunun öncesi de var. Son beş yıl içinde Türkiye’de yaşananlara bakın ve AİHM’den çıkan kararlara bakın. Bunun cevabı orada yatıyor. On binlerce, yüz binlerce insanın adil yargılanmamaktan şikayet ettiği bir yerde verilen üç-beş kararla bu sorunun çözülme ihtimali yok. Onun için AİHM’in bu konudaki müdahalesi çok sınırlı, çok yetersiz. Ama şimdi Anayasa Mahkemesi kararlarının olumlu çıkmasını zorlayan da yine AİHM.

Türkiye’nin şimdiye kadar AİHM kararlarına uymadığı vakalar oldu mu?

AİHM kararına uymaktan ne anladığınıza bağlı. AİHM kararına somut davada bir şekilde uyuyor. Yani o kişiyi bir şekilde tahliye ediyor, ama bu tür vakalar aynı zamanda genel bir soruna işaret ediyor. Bu sorunların gerçek anlamda sonuca ulaştırıldığını söylemek çok zor. Türkiye AİHM’de bugüne kadar ifade özgürlüğünden en çok mahkûm olmuş devlet, ama daha önemlisi neredeyse verilen bütün kararların yarısına yakını Türkiye’deki ifade özgürlüğüyle ilgili. Şimdi bakıyorsunuz, bu yirmi senede ne oldu? Türkiye hâlâ ifade özgürlüğü açısından çok sorunlu bir yer. Bütün olarak bakarsanız sorun orada duruyor, demek ki Türkiye kararlara uymamış.

Belli bir davada, örneğin Osman Kavala davasında, AİHM kararına uymamak Avrupa ile “köprüleri atmak” anlamına gelir mi?

Hayır. Bu taktik sık oluyor. Somut bir davada uyuyor, diğerleri için de “bakın şunu yaptım, bunu yaptım, reform yaptım, eylem planı çıkardım” diyor. Yani komple köprüleri atmıyor. Türkiye o dengeyi çok başarılı bir şekilde kurmuş durumda.

^