ATAERKİ, ŞİDDET, APARTHEİD

Söyleşi: Tuba Çameli
30 Kasım 2023
Latifa Echakhch, Night Time serisinden
SATIRBAŞLARI

7 Ekim sonrasında Gazze’de, İsrail’in bombardımanları sonucunda, 20 binden fazla kişi (8.176’sı çocuk) hayatını kaybetti. 2,3 milyon nüfuslu Gazze’de 1.730.000 kişi yerinden edildi. İnsani yardım için yapılmayan ateşkes, 24 Kasım’da esir takası için ilan edildi. Uluslararası kuruluşlar ve ana akım medya nezdinde soykırım ölçeğindeki katliam olağanlaştı. Sınır Tanımayan Şiddet adlı kitabınızda “…vahim durum artık olağanlaştı ve ne yazık ki uluslararası camia sorunun çözümüne yönelik umut verici bir irade gösterememekte” diyor, zulüm ağırlaştıkça ataerkil şiddetin de arttığını belirtiyordunuz. Gazze’ye kaç yılında gitmiştiniz, o günlerden bugüne bakınca neler görüyorsunuz? 

Yakın Ertürk: Üç çeyrek asırdır süregelen Filistin sorunu “medeni dünyanın” iflasının bir göstergesi ve biz de sadece “izliyoruz”. 2004’te BM Kadına Yönelik Şiddet raportörü sıfatıyla işgal altındaki Filistin topraklarına (Filistin) resmi ziyarette bulundum. Ziyaret kararımı İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki Refah bölgesine yaptığı askeri operasyon[1] üzerine almıştım. Genel olarak Filistin’deki durumu ve özellikle yıkıntı ve tecrit içinde, adeta açık bir cezaevi olan Gazze’deki yaşamı gözlemleyebilmiştim. Ziyaretimin ertesinde İnsan Hakları Komisyonu (şimdiki İnsan Hakları Konseyi) için hazırladığım raporu teamüller gereği önce ilgili hükümetlere, İsrail ve Filistin otoritesine gönderdim. Raporumdan memnun olmayan İsrail hükümetinin özellikle iki konuda itirazı vardı: Birincisi, Filistinlilerin serbest dolaşımını kısıtlamak amacıyla 2004’te yapımı başlayan duvar için kullandığım “apartheid duvarı”[2] kavramıydı.

İkincisi ise işgal ile kadına yönelik şiddeti ilişkilendirmiş olmamdı. O dönemlerde kadına şiddet daha çok “namus cinayeti” gibi kültürel faktörlerle açıklanırdı, anlaşılan İsrail yetkilileri benim de böyle bir değerlendirme yapacağımı düşündükleri için ziyaretime izin verdiler. Oysa, Filistinli kadınların maruz kaldığı çok katmanlı ayrımcılık ve şiddeti ancak ataerki ve işgalin kesişme noktalarında anlamak mümkündü. Şiddet Filistin “apartheid” rejiminin genelleşmiş bir gerçeği, İsrail için işgali sürdürmenin bir aracı, Filistinliler içinse direnişin.

Yakın Ertürk

Ziyaretim sırasında “duvar” hassas bir konuydu, İsrailliler “güvenlik bariyeri”, BM çevreleriyse “bariyer” tabirini kullanıyordu. Ben Filistinliler gibi “apartheid (ırk ayrımı) duvarı”nı kullandım. Buna itirazları duvar olgusunu detaylı bir biçimde betimlememe ve duvarın Filistinlileri nasıl birbirinden ayırdığını, toprak ve geçim kaynaklarını parçalayarak gündelik yaşamı ne denli kısıtladığını anlatabilme imkânı verdi.

Filistin ziyaretimden kısa bir süre sonra Yaser Arafat vefat etti[3] ve İsrail hükümeti Filistin’e yönelik politikasını bir süreliğine yumuşattı. Böylece, raporumun komisyona sözlü sunumu sırasında İsrail büyükelçisi “değerlendirmelere katılmamakla birlikte” rapor için teşekkür etti. Ben de “madem katılmıyorsunuz, o zaman Filistin işgalinizi bir hipoteze çevirelim, işgal kalktıktan sonra buradaki tespitlerime tekrar bakalım” diyerek topu tekrar ona attım. Büyükelçi “Gazze’den zaten çıktık[4] diye tepki gösterince “Genel olarak işgal ve terörden söz ediyordum” diye ilave ettim.

O günden bugüne Filistin’de gerilim devam etti, hatta 2022’de Uluslararası Af Örgütü, İsrail devletinin Filistinlilere uyguladığı baskı ve tahakkümün genel olarak uluslararası hukukta yasaklanan “apartheid” anlamına geldiğini ilan etti.

Günümüze gelirsek, İsrail’in savaş suçu niteliği taşıyan Gazze saldırısı bölgeyi Filistinli nüfustan arındırarak yeni güvenlik bölgesi olarak ilhak etme amacı taşıdığı halde, uluslararası camia bunu “İsrail’in kendini savunma hakkı” gerekçesiyle destekliyor. Batı dünyasının bu konudaki ikiyüzlülüğünü ezelden beri biliyoruz. Peki, cumhurbaşkanının da katıldığı Arabistan’daki zirveden ne çıktı? Hiç! Bugün dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi Filistin’de de “demografik” bir savaş yaşanıyor.

Demografik korku aşırı milliyetçi eğilimleri Avrupa’da güçlendiriyor. ABD’de demokratların Ukrayna ve Gazze politikaları Trump’ı arar hale getirdi. Yükselen sağ, çürüyen liberalizm ve günün sorunlarına yanıt geliştiremeyen bir sol… Dünya soğuk savaş dönemini anımsatan bir yöne doğru gidiyor.

Filistin ziyaretim sırasında İsrailli bir yetkili demografik savaşla karşı karşıya olduklarına dikkat çekerek “Bırakın işgal altındaki toprakları, İsrail’deki Araplar bizden kat kat daha hızlı çoğalarak varlığımızı tehdit ediyorlar” demişti. İlk defa bir devlet yetkilisinden böyle bir şey duymuştum. Demografik korku, Avrupa’nın senelerdir tam anlamıyla bütünleşmesinin önündeki en büyük engel. Özellikle göç ve mülteci dalgası eşitlik, insan hakları ve demokrasi gibi Avrupa’nın savunucusu olduğu değerlerin rahatlıkla ihlâline neden olabiliyor. Avrupa ülkeleri Türkiye’nin kullandığı mülteci tehdidi karşısında etik zaafa düştüler. Erdoğan’ın son Almanya ziyaretinde basın önünde Gazze politikalarına yönelik yaptığı eleştiri Alman başbakanını sessizliğe boğdu.

Bu durum, Batı Avrupa’da önemli ilerlemelerin elde edildiği kadın hakları konusunda dahi geri adımların atılmasına neden olabiliyor. Bu ülkelerdeki sağ muhafazakârlar yabancı akınına karşı kadınların üreme haklarını kısıtlayan politikaları destekleyebiliyorlar. Demografik korku aşırı milliyetçi eğilimleri Avrupa’da güçlendiriyor. ABD’de demokratların Ukrayna ve Gazze politikaları Trump’ı arar hale getirdi, hatta kamuoyu araştırmalarına göre Trump Cumhuriyetçi önseçim yarışının önde giden ismi.

Tüm bu gelişmeler bugün liberal dünya düzeninin istikrarsızlaştığı, hatta kriz içinde olduğu iddialarını güçlendiriyor. Yükselen sağ, çürüyen liberalizm ve solun günün sorunlarına yanıt geliştiremediği bir siyasi konjonktürle karşı karşıyayız. Sanki dünya soğuk savaş dönemini anımsatan bir yöne doğru gidiyor!

Türkiye’de de demografik savaş siyasetin odağında. İktidarın göç ve mülteci politika ve uygulamalarının esasında toplumun demografik yapısını değiştirmeyi amaçladığı yönünde eleştiriler sıklıkla dile getiriliyor. Örneğin, Suriye savaşıyla birlikte yaşanan göçün ve 6 Şubat depremi sonrasında Hatay’da Sünni Suriyeli nüfusun gittikçe artmasının planlı bir şekilde yapıldığı iddia ediliyor. Böyle bir iddia karşısında, şu an için altını dolduramasam da, çıkan haberler doğrultusunda, Hatay’ın geleceğine yönelik bir demografik yeniden yapılanmanın zemininin hazırlandığını düşünüyorum.

Yeni kurulan Kentsel Dönüşüm Başkanlığı daha geçenlerde Hatay’ın Antakya ve Defne ilçelerinde 207 hektarlık bölgeyi rezerv yapı alanı ilan etti. Hatay Barosu’na göre, 50 bin insanın mülksüzleşme riskiyle karşı karşıya olması demek bu. Bütün bunlar konuştuğumuz bağlamda ele alınabilir. Bölgenin tarihi, jeopolitik dinamikleri ve çokuluslu çıkarlar göz önüne alınırsa Hatay’ın sınırlarının yeniden çizilmesi ihtimali çok da hayal ürünü olmayabilir. Hatta deprem sonrası Hatay’ın yeniden inşa sürecinin bu kadar ihmal edilmiş olması bu kuşkuları pekiştiriyor. Hatay’daki gelişmeleri dikkatle izlememiz gerekir.  

Meclis gündeminde iki yasa var, biri geçti, diğeri Genel Kurul’a gelecek: Biri, “Aile ve Gençlik Fonu” ile 18-27 yaş arasındaki gençlere evlenmelerini teşvik etmek için iki yılı geri ödemesiz 150 bin lira verilmesi; diğeri, ev kadınlarının isteğe bağlı sigorta sistemiyle sosyal güvenceye kavuşturulması. Kritik olan ikinci adım da çocuk sayısına göre erken emeklilik imkânının devreye girmesi. Bu yasal girişimleri de “nüfus savaşları” bağlamında değerlendirebilir miyiz?

Bu tür uygulamalar tabii ki nüfus yapısını kontrol etmeye yönelik. Ancak, az önce konuştuğumuz etnik ve ulusal içerikli demografik savaştan farklı olarak burada doğurganlığı teşvik etmek ve geleneksel aile yapısını, kadınlık ve erkeklik rollerini pekiştirerek ataerkil cinsiyet rejimini tekrar canlandırmak amaçlanıyor.

Ailenin denetimi siyasi iktidar için önemli, bunun içindir ki senelerdir “üç çocuk” söylemi sürüyor. 2012’de başbakanın “kürtaj cinayettir” çıkışı (daha öncesinde başlayan “kadın-erkek eşit değildir” söylemleri vb.) Türkiye’de devletin kadın hakları politikasında bir kırılmaya işaret ediyor ve zaten AKP’nin baştan beri çelişkili olan kadın hakları konusundaki yaklaşımı, dünya eğilimleriyle uyumlu bir biçimde aileci bir çizgiye evrildi.

Bugün genel olarak kadın hakları karşıtlığı, özel olarak uluslararası mekanizmaların (İstanbul Sözleşmesi gibi) reddi, Medeni ve Ceza Kanunlarına saldırılar ve aile odaklı politikalar Türkiye siyasetinin ana damarını oluşturur hale geldi. Sözünü ettiğiniz iki yasa da kadın hakları kazanımlarından ve laik cumhuriyet değerlerinden adım adım sapma sürecinin parçaları.

Aile Bakanlığı bütçesinde Ailenin Korunması ve Güçlendirilmesi Programı’na 11 milyar 904 milyon lira ayrılırken Kadının Güçlendirilmesi’ne ayrılan bütçe 2 milyar 900 milyon lira. Bu sene de geçen senelerdeki gibi kadınlar yine en çok ev içi şiddetin kurbanı oldu. “Aileci” politikalarla şiddetin temel nedeni eşitsizlik arasında nasıl bir ilişki var?

Din gibi, aile de ucuz siyasetin malzemesi oldu. “Aileci” eğilimler 15-20 yıldır dünyanın pek çok yerinde baskın hale geldi. Bu durum 1970’lerden bu yana izlenen geleneksel politikaların ve feminizme karşı muhafazakâr tepkilerin uzantısı gibi görünse de, esasında kaynağı 1994 Kahire ve 1995 Pekin Konferansları’nda öne çıkan “toplumsal cinsiyet” (gender) kavramı ve üreme haklarına Vatikan öncülüğünde başlatılan muhalefetin örgütlü, militan, transnasyonal yeni bir sağ cepheye dönüşmesiyle ilgili. Bu cephe birbirinden din, kültür vb. bakımından farklı ülkelerden oluşsa da, toplumsal cinsiyet karşıtlığı ortak yanları. Bunu Baptist-Burqa Ağı gibi ilginç bir terimle ifade edenler oldu.

Toplumsal cinsiyet kavramı mevcut liberal dünya düzeninin adaletsizliklerini simgeleyen bir metafor olarak şeytanlaştırıldı ve aile, devlet, ulus, din, kültür gibi “kutsal” değerleri tehdit eden bir şemsiye kavram olarak liberal düzenin yabancılaştırdığı geniş kitlelere, özellikle erkeklere hitap eden yeni bir sağduyu sağlamada araçsallaştı.

İnsan Hakları Konseyi’nin 2014 tarihli, geleneksel ve ataerkil aile yorumuna dayanan “ailenin korunması” kararı bu sürecin kadın haklarının güvencesi olarak gördüğümüz çokuluslu sisteme de sızdığını gösteriyor. 2014’ten beri her sene yenilenen bu karar BM, Avrupa Konseyi gibi pek çok hükümetler arası kurumda yaygınlaşan muhafazakâr aile yanlısı eğilimlere sadece bir örnek.

Türkiye’de de demografik savaş siyasetin odağında. Suriye savaşıyla yaşanan göçün ve 6 Şubat depremi sonrasında iktidarın politikalarının toplumun demografik yapısını değiştirmeyi amaçladığını, Hatay’ın geleceğine yönelik bir demografik yeniden yapılanmanın zemininin hazırlandığını düşünüyorum.

Bazı farklılıklarına karşın aileci politikalar ortak ilkelerden hareket eder: Evlilik birliğini ve ailenin temelini oluşturan “doğal aile”yi (anne-baba-çocuklardan oluşan birlik) kamu politikalarıyla güçlendirmek, doğmamış bebeğe yasal güvence, anne ve bebeğine destek, aile-iş dengesini sağlamak, evli çiftlerin ya da tek çalışanlı ailelerin yaşam maliyetleri karşısında mağdur edilmemeleri, ebeveyn otoritesinin ve çocukların yetiştirilme konusunda ebeveyn haklarının tanınması ve güvence altına alınması gibi.

Aileci politikalar her zaman Türkiye’de olduğu gibi sınırlı bir vizyon ve lumpen söylemlerle ifade edilmiyor. Feminist eleştirileri de dikkate alan, hatta kadın dostu politikaları anımsatan, kendi içinde tutarlı aileci politika önerilerinin benimsenmesi, kadın taraftarlar dahil, geniş kitlelerin desteğini sağlıyor. Örneğin, bazı aileci yaklaşımlar muhafazakâr “yaşam yanlıları”nın (pro-life) kadınları yabancılaştırmayan etkili ikna stratejileri geliştirmeleri, özellikle istenmeyen gebelik yaşayan kadınları ve çocuklarını destekleyecek kamu politikaları benimsemeleri gerektiğini savunuyor.

Haziran 2022’de ABD Yüksek Mahkemesi, ülke genelinde kürtaj hakkının anayasal garantisi olan 1973 tarihli “Roe-Wade kararı”nı iptal ederek kürtajı eyaletlerin inisiyatifine bıraktı. Bu karar zaten katı bir kürtaj yasası olan Teksas’ta, eyalet dışında kürtaj yaptırmak isteyenlere (ve onlara yardım edenlere) yönelik yeni yaptırımları gündeme getirmede cesaretlendirici oldu. Bu kararı muhafazakâr cephe yaşam hakkının doğum öncesi ve sonrası yaşamı destekleyen politika tercihleriyle korunması için fırsat olarak alkışladı. Feministler ise kararı tüm dünya kadınlarına karşı başlatılan bir kültür savaşı olarak endişeyle karşıladı.

Aileyi istikrarlı ve güçlü kılmayı hedefleyen aile yasaları kadınlar için de avantaj sağlayan toplu sözleşme, sağlık sistemine erişim ve üreme sağlığının desteklenmesi gibi bazı “kadın dostu” düzenlemeler içerebilir. Ancak, Türkiye’de ve pek çok ülkede muhafazakârlar aileyi güçlendirecek bu tür politikalara mesafelidir, stratejilerini kadınları aileye tabi kılacak ideolojik bir savaş üzerinden yürüterek faturayı kadınlara keserler. Oysa, yetersiz kaynakların ve mali stresin uzun vadede aile içi çatışma ve istikrarsızlığı derinleştirerek aileyi yıprattığına dair pek çok araştırma var.

Aileci politikalar, ister kadın dostu ister karşıtı olsun, genel olarak cinsiyet eşitsizliğini pekiştirerek derinleştiriyor. Kadınların kamu sektörlerinde istihdamını genişleten programlarla cinsiyete dayalı istihdam açıklarını azaltmayı hedefleyen “kadın dostu” politikalar sayesinde kadınların ücretli işgücüne katılımı genişlerken, kariyer fırsatları engellenebiliyor. Diğer taraftan, işgücüne katılımda başarı kazanan kadınların bakım yükümlülüklerini daha dezavantajlı kadınlara devrederek gerçekleştirmeleri, kadınlar arası hiyerarşik / etnik ve ulusal farklılıklara dayalı sınıflaşmalar yaratıyor.

“Afganistan’da Taliban’ın kadınlar ve kız çocuklarına uyguladığı baskı, cinsiyet temelli zulüm ve bir apartheid rejimidir”

Neoliberalizm geleneksel aile değerleri ve cinsiyetçi iş bölümünü destekliyor, bu da popülist sağın kadın haklarına saldırılarıyla örtüşüyor. Bunları ataerkinin yükselişi olarak okumak mümkün mü? Bugün bu kavramı nasıl ele almak gerekiyor?

Bu süreci Deniz Kandiyoti “erkekliğin restorasyonu” olarak yorumladı, ama ben “ataerkinin restorasyonu” ifadesini daha doğru buluyorum, zira erkeklik vakum içinde gelişmiyor. Ataerki kavramı, her ne kadar tartışmaya açıksa da, erkekliğin inşasını anlamada bir çerçeve oluşturuyor. Muhafazakâr cephenin restore etmek istediği herhangi bir erkeklik anlayışı değil. Restore edilmek istenen, kadının bedeni ve emeği üzerinde erkeğe sınırsız tasarruf imkânı veren ataerkil sistemin değer ve kurumlarıdır.

Ataerki terimi demokrasi, özgürlük ve benzerlerinin aksine, hiçbir zaman eski veya çağdaş tartışmaların konusu olmadı. 1960’ların sonlarına kadar doğal bir durum olarak algılandı, ta ki feministlerin ataerkiyi kadınların ezilmişliğine yol açan zamanımızın en yaygın ideolojisi ilan edene kadar. Daha sonraları, kadınların kamusal alanda sağladığı kazanımlar, özellikle artan orandaki işgücü katılımları ataerkinin gerilemede olduğu yorumlarına neden oldu.

Toplumsal cinsiyet sözcüğünün yaygınlaşması ve anaakımlaşma yaklaşımının da kabulüyle, dikkatler yapısal eşitsizliklerden kimlik politikası, kültür, kamusal alanda kadınların temsili konularına çevrildi ve bir analiz aracı olarak ataerki önemini yitirdi. Oysa, toplumsal cinsiyet karşıtı hareketlerin son 10-15 yıldaki küresel yükselişi, ataerkinin hiç de arkaik olmadığını, zaman içinde tarihin meydan okumalarına ayak uydurarak toplumsal cinsiyet eşitsizliğini üretmeye devam ettiğini gösterdi ve uzun süre tedavülden kalkan ataerki kavramı bugün tekrar kullanıma girdi.

Toplumsal cinsiyet kavramının kabulü ardından karşıtlığın ortaya çıkışını gözlemlediğiniz Kahire (1994), Pekin (1995), Pekin+5 Konferansları’nda ne olmuştu?

Kahire ve Pekin konferansları, kadınların üreme haklarını ve sağlığını ön plana çıkarmasıyla kadın hakları açısından tarihi öneme sahip. Özellikle çok tartışılan “toplumsal cinsiyet” kavramının konferans sonuç belgelerine girmiş olması biyolojik cinsiyet referanslarına sosyal ve bağlamsal içerik kazandırarak kadın olmanın sabit bir kategori olmadığı, dolayısıyla cinsiyet eşitsizliklerinin değiştirilebilir olduğu tezine resmiyet kazandırdı. Bu kendi başına ataerkiyi temelinden sarsan bir gelişmeydi.

60 binden fazla kişinin katıldığı Pekin Konferansı bir milâttır. Katılımcılar arasında kadın-erkek ilişkisini sembolleştiren üç tip heyet göze çarpıyordu. Çoğunlukta olan ilki, bizimki gibi kadınlardan oluşan “modernist” heyetler; ikincisi, kadınların önde yürüyüp erkeklerin arkadan geldiği İskandinav ülke heyetleri (burada hem kadının güçlenmesine hem de erkeğin rolüne vurgu yapılıyordu); üçüncüsü ise İran, Arabistan gibi, katı geleneksel ataerki altında yaşayan, erkeklerin önde, kadınların arkada yürüdüğü heyetler.

Bunların ortak özelliği ise sivil toplum – devlet birlikteliğiydi, hatta sivil toplum – devlet – uluslararası kurum işbirliği o döneme damgasını vuruyordu denebilir. Bu durum bir tarafa, konumuz açısından önemli olan, ilk iki heyet örneklerinde sivil toplum ve devletin toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda birlikte hareket etmesi sayesinde Vatikan ve yandaşlarının direnişine rağmen “toplumsal cinsiyet” sözcüğünün metinlere girmesi ve Pekin Eylem Platformu gibi tarihi bir belgenin kabul edilmesiydi.

Aşırı milliyetçilik, savaş çığırtkanlığı, ulusal sınırların korunması, kadın ve LGBTİ+ karşıtlığı revaçta, hatta “Talibanlaşma” diyebileceğimiz eğilimlerle karşı karşıyayız. Küresel kadın hareketinin güvencesi olan çok uluslu, çok taraflı sistem altındaki zemin kayıp gidiyor.

Ancak, beş sene sonra BM Genel Kurulu Pekin+5 özel oturumu yapıldığında siyasi iklim artık değişmişti. Pekin+5 oturumundan sorumlu olan BM Kadının Statüsü Birimi’nin (Division for the Advancement of Women) başkanıydım, dolayısıyla o dönem perde arkasında yaşanan olaylara hem hedef hem de bizzat şahit oldum. Artık karşımızda, Pekin sürecine karşı Vatikan etrafında örgütlenen bir “medeniyetler ittifakı” vardı. Kadın hakları karşıtları, ki aralarında kadın destekçiler de vardı, BM koridorlarında resmen terör estirdiler ve bazı devlet temsilcilerini arkalarına alarak hedefleri doğrultusunda baskı oluşturdular. Onlara göre, Pekin Eylem Platformu (PEP) çağın en tehlikeli belgesiydi ve yok edilmeliydi.

Türkiye’den de pek çok feministten oluşan güçlü bir heyet katılmıştı oturuma, ama BM Türkiye Temsilciliği artık onların yanında değil, karşısındaydı. Sabahlara kadar süren uzun müzakereler sonucu bazı konularda ilerlemeler oldu, ama özellikle üreme sağlığı ve haklarına ilişkin bazı paragraflar PEP’ten kes-kopyala yapılarak ancak sonuç belgesinde yer alabildi, yani kadın haklarının can alıcı bazı kritik alanlarında ilerleme sağlanamadı.

Takip eden beş yıllık değerlendirme toplantıları Pekin sürecine bağlılığı teyit etmekle yetindi ve kadın hakları konusunda müzakere kapıları kapanmış oldu. Hatta kadınların hep gündeminde olan 5. Dünya Kadın Konferansı fikri mevcut belgelerin müzakereye açılarak haklardan ödün verilmesi tehlikesi nedeniyle rafa kaldırıldı. Eşitlik yanlısı devletlerin de böylesine büyük bir organizasyonu finanse etmek gibi bir niyetleri yok artık. 

1990’larda, çağın ruhu barış, eşitlik, demokrasi, çok uluslu diplomasiyi desteklerken bugün aşırı milliyetçilik, savaş çığırtkanlığı, ulusal sınırların korunması, kadın ve LGBTİ+ karşıtlığı gibi değerler revaçta. Kadın hakları ve genel olarak insan hakları konusunda ibre artık tersine dönmüş durumda, hatta “Talibanlaşma” diyebileceğimiz eğilimlerle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Küresel kadın hareketinin güvencesi olan ve ulusal düzeydeki mücadelemize dayanak oluşturan çokuluslu, çoktaraflı sistem altındaki zemin kayıp gidiyor.

Ataerkiden söz edildiğinde erkekler arasında olup biten gözden kaçıyor. Ataerki iki yaşamsal alanın kesişme noktasında hem erkekler arası hem de erkek-kadın arası ilişkileri belirler: üretim ve üreme. Bu iki alan genelde ayrı ele alınıyor. Oysa ataerki, üretim süreciyle kesişerek erkekler arasında karmaşık bir rekabeti yansıtır.

2003-2009 arasında BM Kadına Yönelik Şiddet Özel Raportörlüğü yaptığımda, BM’nin bu olağanüstü mekanizmasını kullanarak farklı ülkelerdeki kadınların hayatına olumlu bir biçimde dokunabildim. Bugün bu mekanizmaların tanıdığı yetki ve etki alanı daralıyor. Bunu Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmiş olması, devletlerin insan hakları taahhütlerine ve çok uluslu sisteme olan yaklaşımı özetliyor.

Liberalizmin çöktüğü ve sol siyasi yelpazenin alternatif olamadığı bir dünya konjonktüründe aşırı sağ siyasi eğilimler Avrupa’dan Ortadoğu’ya, Afrika’ya, Asya’dan Latin Amerika’ya hızla yayılıyor ve hepsinin ortak gündemi aileyi güçlendirmek, kadının doğurganlığını ve emeğini kontrol etmek.

Kadın haklarına yönelik bu savaş bazı kadınların dahi muhafazakâr çözümlere sığınmasına neden olurken, bir taraftan da küresel düzeyde kadın protesto ve grevlerini tetikliyor, feminist hareketin tabanını genişletiyor ve “herkes için feminizm” gibi kavramlarla yeni arayışları teşvik ediyor.

İsrail’in saldırıları sonucunda Gazze’de 45 bin konut tamamen yıkılırken, 233 bin konut yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya

Yazılarınızda çoklu ataerkil sistemlerden bahsediyorsunuz, bunların birbirleriyle ilişkisini nasıl örnekleyebiliriz?

Ataerki kavramını terk etmeyenlerdenim ve bir güç yapılanması olarak ataerkinin çoklu, bağlamsal ve kesişimsel olarak tezahür ettiğini düşünüyorum. Her ne kadar geleneksel akraba / aile temelli ataerki dünyanın birçok yerinde büyük ölçüde bir efsane haline gelmişse de, küresel olarak gözlemlediğimiz farklı “toplumsal cinsiyet sözleşmeleri” ataerkinin özünü oluşturan cinsiyete dayalı iş bölümü tarafından belirlenmeye devam ediyor. Bunun en yaygın özelliği kadın emeği ve bedeni üzerindeki yasal ve ideolojik tahakküm.

Ataerkiden söz edildiğinde genellikle kadınlar ve erkekler arasındaki ilişkiye odaklanıldığı için erkekler arasında olup biten gözden kaçıyor. Kadınların ezilmesi kesinlikle ataerkinin önemli bir parçasıdır, ancak odak noktası olmayabilir. Zira ataerki iki yaşamsal alanın kesişme noktasında hem erkekler arası hem de erkek-kadın arası ilişkileri belirler: üretim ve üreme. Birincisi üzerindeki kontrol (üretim araçları) erkekler arasında sınıf ilişkilerini kurumsallaştırırken, ikincisi (üreme kapasitesi) üzerindeki kontrol toplumsal cinsiyet hiyerarşilerini şekillendiriyor.

Bu iki alan genelde birbirinden ayrı ele alındığı için, ataerki tarihsel olarak konumlandırılmış karmaşık ve kesişimsel bağlamından kopartılarak erkeğin kadın üzerinde tahakkümüne dayalı evrensel ve soyut anlama indirgenmiştir. Oysa ataerki, üretim süreciyle kesişerek erkekler arasında karmaşık bir rekabeti yansıtır.

Cemaatler ve muhafazakâr siyasi partiler Medeni Kanun’u hedef alarak hem kadın üzerinde denetim sağlamayı hem de modernitenin teşvik ettiği erkekliğe karşı alanlarını güçlendirmeyi hedefliyor. Ancak, otonom kadın hareketi artık Türkiye’nin bir gerçeği, alternatif erkeklik söylemleri sadece birbirleriyle değil, kolektif kadın gücüyle de muhatap olmak zorunda.

Yerel, bölgesel ya da küresel düzeydeki alternatif ataerkil sistemler, ister aşiret, ister geleneksel ya da modern olsun, güç ve otoriteye farklı erişimleri olan erkeklikleri içinde barındırır. Belirli bir toplumda ya da dünyada bir erkeklik normunun diğerlerinden daha baskın olması, kültürel, yasal ya da silah zoruyla yüceltilmesi tarihsel olarak çoklu ataerkil sistemlerin asimetrik güç ilişkileri içinde bir arada var olmasına olanak sağlıyor.

Erkekler arasındaki bu asimetrik güç paylaşımı erkekler arasındaki dayanışma, gerilim ve çekişmenin de kaynağını oluşturuyor. Ataerkil gücün birden fazla tezahür alanının varlığı, aynı zamanda kadınların direnişi ve pazarlık kapasitelerine de olanak sağlıyor. Daha doğrusu, bu çatışma alanın çatlaklarına nüfuz eden kadınlar, bireysel ya da kolektif olarak kendilerine otonom alan yaratıyorlar.

Somut bir örnek olarak Afganistan’ın 2001’de müttefik güçler tarafından işgalini ele alalım. Genelde medeniyetler arası çatışma olarak sunulan bu çatışmayı iki ataerkil sistemi temsil eden farklı erkeklikler arasındaki çekişme olarak görüyorum (clash of masculinities). Afgan kadınlarının konumu üzerinden yürütülen bu çekişmede müttefik güçler işgallerini Afgan kadınlarını vahşi Taliban’dan kurtarmak için bir uygarlaştırma misyonu olarak meşrulaştırırken, Taliban ise kadınları yozlaşmış emperyal çıkarlardan korumak için düzeltici bir misyon iddiasında bulunuyor.

Türkiye’nin ulus devlet olma süreci merkez ve periferide farklı ataerkil sistemlerini karşı karşıya getirdi. Bu bağlamda, Türkiye’yi diğer Müslüman ülkelerden ayıran Medeni Kanun’un kadınlara tanıdığı miras hakkı iyi bir örnek oluşturuyor.

Cumhuriyetle yaratılmak istenen orta sınıf, kentli, modern aile ve cinsiyet rolleriyle uyumlu olan miras hakkının (ve kanundaki diğer pek çok hakkın) geleneksel geniş aile / aşiret gibi ataerkil yapılarla buluşması gerilimli olmuş ve bazı çevrelerde mirasın ailede kalması, kadın üzerinde çeşitli baskılarla mümkün olmuştur. Örneğin, kültür referanslarıyla savunulan amca kızı evlilikleri, esasında devletin eril yasalarını aşmanın alternatif bir eril seçeneği.

Toplumsal cinsiyeti anaakımlaştırma yaklaşımıyla, eşitlikçi hedeflerin eril ve piyasa güdümlü anaakıma entegre edilmesi bazı kadınlar için imkânlar yarattı, hatta kadınlar cam tavanı kırma noktasına gelebildi. Orta sınıf kadınların bu kazanımları başka kadınları geride bırakarak oldu.

Bu tür uygulamalar uzun yıllar bazı kadınları miras hakkından mahrum ederek mal üstündeki erkek hâkimiyeti korunuyor. Ancak, zaman içinde özgürlük ve hak bilincine kavuşan pek çok kadın artık miras hakkının gaspına direnebiliyor. Dolayısıyla, bugün Medeni Kanun’un cemaatlerin ve muhafazakâr siyasi partilerin hedefinde olması tesadüf değil.

Cumhuriyet reformlarıyla tabi kılınan alternatif ataerkil sistemler Medeni Kanun’u hedef alarak hem kadın üzerinde denetim sağlamayı hem de modernitenin teşvik ettiği erkekliğe karşı alanlarını güçlendirmeyi hedefliyorlar. Ancak, otonom kadın hareketi artık Türkiye’nin bir gerçeği, alternatif erkeklik söylemleri sadece birbirleriyle değil, kolektif kadın gücüyle de muhatap olmak zorunda.

Otonom kadın hareketindeki farklı mücadele aksları birbirleriyle konuşmayı bıraktığında, bu durum kadın mücadelesi açısından bir daralma yaratmıyor mu?

Tabii ki yaratıyor. Feminist hareket dinamik ve diyalektik bir süreç. Temel ilkeleri aynı kalmakla birlikte, sınıf, kimlik ve cinsiyet ekseni boyunca konumlanan güç ve baskıya karşı mücadele içinde şekillenen, çeşitli –bazen birbiriyle çelişen– pratiklerden oluşuyor.

Her şeyden önce, kadınların eşitlik mücadelesinde entegre olmaya çalıştıkları anaakım toplum düzeni, eril ve neoliberal kriterlere göre oluşmuş bir sistem. Toplumsal cinsiyeti anaakımlaştırma yaklaşımıyla pek çok kazanımın sağlandığı bir gerçek, ama bu süreçte feminist hareketin kitlesel niteliğini kaybettiği, bir tıkanıklık içinde olduğu ve neoliberalizm içinde eritildiği de yazılıp çizildi. Eşitlikçi hedeflerin eril ve piyasa güdümlü olan anaakıma entegre edilmesi, bazı kadınlar için imkânlar yarattı, hatta kadınlar cam tavanı kırma noktasına gelebildi.

Ancak, ataerkil / neoliberal sistemin cinsiyet eşitliği sağlama sınırlarına varılmış olması bir tarafa, orta sınıf kadınların bu kazanımları, başka kadınları geride bırakarak oldu. Piyasanın sınırsız metalaştırdığı bakım işleri cinslerarası eşitsizliği korurken, sınıf, etnisite, ulus düzeyinde kadınlar yeni bölünmelere maruz kaldı.

İlginçtir, domestik işçilik kadın çalışmalarının hep en zayıf halkası olmuştur, acaba sömürü sistemine katkıda bulunduğumuz bir alan oluğu için midir diye hep sorgulamışımdır. Son yıllarda bu konularda önemli bazı çalışmalar yapıldı, ama feminist kuram ve pratik açısından hâlâ öncelikli bir alan değil. Oysa bana göre toplumsal cinsiyet eşitsizliği değersizleştirilen ücretli / ücretsiz bakım emeğinde düğümleniyor. Bu düğümü çözmeden kamusal alana entegre olma çabası kadın pratiklerini bölmeye ve çözümsüzlük üretmeye devam edecektir.

15 Ağustos 2021’de Afganistan’da iktidarını ilan eden Taliban rejimi, ülkeyi kadınlar ve kız çocukları için yeniden bir hapishaneye çevirdi

Bakım emeği feminist tartışmalarda 1970’lerin en önemli konularından değil miydi?

Tartışmanın odağında uluslararası bir kampanya vardı. Türkiye’de de yakından tanıdığımız Silvia Federici ve arkadaşları 1972’de Uluslararası Ev İşi Ücreti kampanyası başlatarak bir taraftan karşılıksız olarak üretilen bakım hizmetlerinin ekonomik değerini ölçmeyi, diğer taraftan da kadınların ortak çıkar etrafında örgütlenerek bağımlılıktan kurtulmalarını amaçlamıştı. Hatta bu bağlamda kullanılan “zaman kullanım anketleri” birçok uluslararası kurumun konuyla ilgili istatistik oluşturmasına yol açtı.

Zaman içinde, özellikle de “toplumsal cinsiyet” kavramının ve “anaakımlaşma” yaklaşımının benimsenmesiyle cinsiyetçi iş bölümünün temelini oluşturan geçim / bakım ikiliği içinde değersizleştirilen “toplumsal yeniden üretim” konularından uzaklaşıldı. Ancak, pandemi döneminde feminizmin bu unutulan savaşı tekrar canlandı ve evrensel bakım tahayyülü ile müşterek bir yaşam biçimi öneren Bakım Manifestosu’nun yayınlanması bu tartışmalara ivme kazandırdı, ilham verdi. Bakımı etik bir değer ve hak olarak toplumsal örgütlenmenin merkezine almayı savunan tartışmalar toplumsal yeniden üretimi tekrar politikleştirerek bu konuda akademik çalışmaları hızlandırdı. 2024 başlarında yayınlanması planlanan “ihtimam hukuku” konusundaki bir kitaba yazdığım “Bakım Krizi Bağlamında Anaakım Toplum Düzenini Yeniden Düşünme” başlıklı makalede ben de bakım odaklı bir toplum düzenini savunuyorum. Böyle bir toplum tahayyülü ütopik gibi algılanabilir, ama bence oldukça zamanlı, zira dünyanın pek çok yerinde farklı alanlarda radikal kolektif bakım pratiklerine dair talepler ve pratikler artıyor.

Feminist hareketin kapitalizmi daha çok dert edinmesi ve solda ilerici güçlerle dayanışma ağları kurması gerekir. Böyle bir dayanışma kadın hareketine şüpheyle yaklaşan solun da değişmesi anlamına gelir. Feminizm ve Marksizm gibi iki ana özgürleştirici projeyi birleştirme çabası cinsiyetçi iş bölümünü çözmek için bütüncül bir analitik çerçeve sunacaktır.

Makalede konuyu şöyle bağlıyorum: “Türkiye’de 6 Şubat depreminde, özellikle kadın sivil toplum kuruluşlarının örgütlü kolektif bakım ağları kurarak devlet kurumlarının bıraktığı boşluğu doldurmaları, sivil toplumun adeta devletleşmesine işaret eden ümit verici bir gelişme. Farklı alanları ve coğrafyaları temsil eden pratikler bakım odaklı kolektif ve müşterek bir yaşam biçimine ilişkin bir farkındalığın oluştuğunun ve mevcut otoriter cepheye karşı eşitlikçi ve dayanışmacı alternatiflerin hiç de hayal olmadığının göstergeleridir.”

Bu makaleye beni sürükleyen temel sorunsalın feminist hareketin artık önceliğinin anaakıma nasıl entegre oluruz değil, anaakımı nasıl dönüştürürüz olması gereğidir. Bunu yaparken de kadın hareketinin kapitalizmi daha çok dert edinmesi ve solda diğer ilerici güçlerle dayanışma ağları kurması gerekir diye düşünüyorum.

Böyle bir dayanışma kadın hareketine şüpheyle yaklaşan solun da değişmesi anlamına gelir. Feminizm ve Marksizm gibi iki ana özgürleştirici projeyi birleştirme çabası, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin düğümlendiği cinsiyetçi iş bölümünü çözmek için bütüncül bir analitik çerçeve sunacak ve feminizmin özgürleştirici temayülünü de canlandıracaktır umudu içindeyim.

Emek örgütlenmelerinin manifestolarında kadının ev içi emeğinin, bakım emeğinin, temeldeki eşitsizliğin gündeme gelmemesinin nedeni ne?

Çünkü onlara göre kadın hareketi “sınıf mücadelesini kırıyor”. Kadınlar olarak bir vakum içinde değiliz ki, neoliberal kapitalist toplum içinde yaşıyoruz. Solcular Marx’ın değer teorisine kadının emeği yansımadığı için kadın yokmuş gibi her şeyi pazar temelli analiz etme, kadını oyun bozan olarak görme eğiliminde hâlâ.

Üretken emeği fabrikayla özdeşleştiren ve kadınları ücretsiz, tali ve tabi emek rejimine mahkûm eden cinsiyetçi iş bölümü kadınların devrimci özne olma niteliklerini yok saymakla kalmadı, aynı zamanda erkek işgücünün büyük bir bölümünün devrimci potansiyelini de zayıflattı. İşte, oyun bozanlık aslında burada.

Federici’nin tespiti çok önemli, “ücret patriyarkası” kavramı çerçevesinde cinsiyetçi işbölümü sayesinde erkeklerin işyerinde kaybettikleri güçlerini büyük ölçüde ev cephesinde kazandıklarını, bunun bir sonucu olarak da sınıf çelişkilerinin aşındırıldığını ileri sürüyor. Bu nedenle feminizm ile geleneksel solun teması çok önemli.

Özellikle son otuz yılda kadın hareketiyle birlikte yeni yeni pencereler açıldı. Kadınlar geri dönüşü olmayan bir özgürlük bilincine kavuştu. Kolay değil artık kadına “Sen sus, git evde çocuk bak!” demek, bunu nasıl başaracaklar?

Bugün sıklıkla karşılaştığımız bir sorunsal bu. Özellikle koronavirüs salgını sırasında patlak veren bakım krizi, kadının ücretli ve ücretsiz emeğinin piyasa, devlet ve ataerkinin idamesinde olmazsa olmaz olduğunu ifşa etti. Kadının neden rıza ya da zorla yerinde tutulması gerektiğinin mantığı da burada yatıyor.

Ama kadınların eşitlik ve hak mücadelesinin aynı zamanda demokrasi, hak, hukuk meselesi olduğunu düşünecek olursak, içinde bulunduğumuz paradoksal durumda iki seçenek söz konusu: İlki baskı, şiddet ve zoru artırarak kadınların otonom alanlarını daraltmak ve geleneksel ataerkil kadınlık konumuna indirgemek, ki bu, şimdiye kadar kadın haklarıyla birlikte genişleyen sivil alan ve demokrasinin de sınırlandırılması anlamına gelir. Şu an birçok toplumda yapılmaya çalışılan bu. Biraz önce de altını çizdiğim gibi, üretim / yeniden üretim, kamusal / özel alan, geçim / bakım karşıtlığında düğümlenen cinsiyet eşitsizliğini kökünden çözecek yeni bir toplum projesi tasavvur etmek, geliştirmek ve uygulamak gerekiyor.

Bunun için devlet, ekonomi ve uluslararası sistemin örgütsel ilkesi olarak erkeğin geçim pratiğine dayalı modelden bakımın etik bir değer ve hak olarak tanımlandığı bir modele geçmek için bir paradigma değişimine ihtiyaç var. Böyle bir toplum tasavvuru, genel olarak insanlara ve gezegene yönelik özensizliği ortadan kaldırma potansiyeline sahip olduğu için erkek açısından da özgürleştiricidir.

Bakımın etik bir değer ve hak olarak tanımlandığı bir modele geçmek için bir paradigma değişimine ihtiyaç var. Böyle bir toplum tasavvuru, genel olarak insanlara ve gezegene yönelik özensizliği ortadan kaldırma potansiyeline sahip olduğu için erkek açısından da özgürleştiricidir.

Afganistan’da Taliban ataerkil gücü sadece kadını kamusal alandan silmek için kullanmıyor, aynı zamanda toplumsal düzene tamamen nüfuz ederek alternatif erkek otoritesi ve kimliğini de reddediyor. Bu anlamda Talibanlaşma eğilimlerinin diğer muhafazakârlaşan toplumlara sızma olasılığı yadsınamaz.

Eşcinsel erkeklere yönelik ayrımcılık ve saldırılar hepimizce malûm, ama empoze edilen “muteber erkeklik” normları tüm erkekleri hedef alıyor. Burada şöyle bir soru sormak gerekiyor: Ataerkil imtiyaz ve yetkisi muteber erkeklik normunca gasp edilen erkekler kadınların ve diğer muhalif grupların özgürlük mücadelesinde müttefik olabilirler mi? Özellikle Afganistan örneğinde, Taliban yönetimine karşı cinsiyet eşitliğini savunan erkeklerin nasıl bir tavır içinde olacağının izlenmesi gerekir. Sonuç itibarıyla, burada söz konusu olan kadın-erkek savaşı değil, her iki cinsi de hedefine alan zulme karşı bir savaş. 

Geçen yıl Mahsa Amini’nin ahlâk zabıtası tarafından dövülerek öldürülmesinin ardından İran’da başlayan özgürlük mücadelesine özellikle genç erkekler dahil oldu. İran’da sözünü ettiğiniz “ittifakın” gerçekleştiği söylenebilir mi?

İran’da “Jin, jiyan, azadi” sloganı kentli orta sınıftan, yoksullardan, varoşlardan ve farklı etnik kökenlerden –Kürtler, Farslar, Azeri Türkleri ve Beluciler– yüz binlerce insanı bir araya getirdi ve direnişin belirleyici özelliği kadınların ve “kadın meselesinin” merkezde yer alıyor olmasıydı. ”Jin, jiyan, azadi” sloganını kadınıyla, erkeğiyle, genciyle, yaşlısıyla tüm toplum kesimleri damarında hissederek kolektif söyleme dönüştürdü.

Bu slogan geniş kitleleri, molla rejiminin kendilerini “normal” bir yaşamdan mahrum bıraktığı ortak bir acının etrafında kenetleyerek ortak bir talepte birleştirdi. Bu anlamda İran’da gördüğümüz bir “hayatına sahip çıkma” hareketiydi diyebiliriz. Dışarıdan gözlemciler olarak bu sahne karşısında değişimin fitilinin yandığına inandık, daha doğrusu umut ettik, ama ne yazık ki, sistem can çekişse de baskıyı artırmayı başardı ve özgürlük başka bahara kaldı.

Tabii Taliban’ın Afganistan’ı ele geçirmesi karşısında uluslararası camianın sessizliği bu tür baskı rejimlerini pekiştiriyor ve gerek Türkiye’de, gerekse başka yerlerdeki gericilerin iştahını kabartıyor. Ama Taliban’ın kurmaya çalıştığı kadın segregasyonu ve erkek itaatine dayalı cinsiyet ayrımı (gender apartheid) rejimi çok da sürdürülebilir görünmüyor.

Neden?

Çünkü devleti ve kurumlarını ele geçiren Taliban silahlı genç savaşçılardan oluşuyor. Yavaş yavaş silahı bırakıp kalemi ele almak zorunda olan kadrolar, bürokratik gereklilikler karşısında katı eril yoldaşlıklarını ne derece sürdürebilecekler? Karşı daireme Afganistan Elçiliği’nde görevli olduğundan başka hakkında bir şey bilmediğim bir erkek taşındı. Bu adam nerede savaştı, silah tuttu mu, tutmadı mı, bilmiyorum, ama en azından Taliban ideolojisiyle yoğrulduğunu düşünmek yanlış olmaz. Geçenlerde kapılarımız açıkken karşı karşıya geldik, merhaba deyip elimle selamladım. Korktu, kapının arkasına geçti. İşte, tabiri caizse sudan çıkmış balık gibi silahı ve yoldaşlarından yalıtılmış çaresiz ve kırılgan bir erkeklik var karşımızda.

İmzacıları arasında yer aldığınız, İranlı Nobel Barış Ödülü sahibi Şirin Ebadi, Afgan parlamentosunun ilk kadın başkan yardımcısı Fawzia Koofi, Afgan Bağımsız İnsan Hakları Komisyonu Komiseri Benafsha Yaqoobi, Afganistan ve İran’da hakları için mücadele eden birçok aktivistin katıldığı kampanyagender apartheid”ın uluslararası hukukta suç olarak tanınması çağrısında bulunuyor. “Gender apartheid” nedir, nasıl tanımlıyorsunuz?

Gender apartheid Türkçeye cinsiyet ayrımcılığı (discrimination) ya da cinsiyet ayrıştırma (decomposition) diye tercüme edildi, oysa apartheid ırk ayrımına dayalı katı bir segregasyon ya da tecrittir, dolayısıyla “cinsiyet ayrımı” demek daha doğru olur.

Eski BM kültür özel raportörü Karima Bennoune Taliban rejimine yönelik, Güney Afrika’da yarım asır hüküm süren ırk ayrımı rejiminden hareketle, “Afganistan’daki Cinsiyet Ayrımına Karşı Uluslararası Yükümlülük” başlıklı bir makale kaleme aldı ve bu sorun karşısında uluslararası hukuktaki boşluğa işaret ederek “cinsiyet ayrımı” normatif çerçevesinin geliştirilmesi çağrısında bulundu. Bu çağrı Taliban karşıtı çevrelerde benimsendi ve uluslararası imza kampanyasına dönüştü.

Gender apartheid kavramı kadınlara karşı suçlar bağlamında önemli bir açılım sunuyor. Uluslararası hukukta apartheid suçu mevcut olsa da yalnızca ırksal gruplara uygulanıyor. İlk olarak 1948’den 1990’ların başına kadar Güney Afrika’da beyaz azınlık yönetimi altında siyahlara yönelik muameleyi tanımlamak için kullanıldı.

Gender apartheid kavramı kadınlara karşı suçlar bağlamında önemli bir açılım sunuyor. Cinsiyet ayrımına yönelik yeni bir düzenlemeyle uluslararası insan hakları hukukunun Taliban ve benzeri aktörlerce kadınlara karşı işlenen suçlara daha etkili yanıt vereceği düşünülüyor.

Gerçi tarihsel olarak ırk ayrımı Güney Afrika ile sınırlı değil, ama Mandela’nın öncülüğündeki özgürlük hareketi 1900’lerin ortasına gelindiğinde olgunlaşan anti-emperyalist ve insan hakları normları sayesinde dünyada karşılık buldu ve görünürlük kazandı. BM’nin 1973’te kabul ettiği ve 1976’da yürürlüğe giren Apartheid Suçunun Bastırılması ve Cezalandırılmasına İlişkin Uluslararası Sözleşme’yle apartheid uluslararası hukukta suç olarak tanımlandı ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni oluşturan 1998 Roma Statüsü’nde de insanlığa karşı suç olarak kabul edildi.

Ancak, mevcut normatif çerçeve sorunu ırk ayrımı bağlamında tanımladığı için feministler cinsiyet ayrımına yönelik yeni bir düzenlemenin gerekliliğini savunuyor. Böyle bir düzenlemeyle uluslararası insan hakları hukukunun Taliban ve benzeri aktörlerce kadınlara karşı işlenen suçlara daha etkili yanıt vereceği düşünülüyor.

Örneğin, harem-selamlık cinsiyet ayrımı, değil mi?

Cinsiyet ayrımına göre örgütlenmiş toplumlar tarihte de, günümüzde de var. Kadınların fiziki segregasyonu geleneğine sahip olan toplumumuzda, harem-selamlık tabiri bilincimize o derece işlemiştir ki, modern yaşamda bile kendiliğinden kadınlarla erkeklerin ayrı kümeler oluşturduklarını görüyoruz. Ama tabii cinsiyet ayrımı dediğimiz şey, yasa ya da çeşitli pratiklerle desteklenen bir kurumsal yapı.

Şu an TBMM’de üç vekille temsil edilen Hüda Par’ın seçim kampanyası afişlerinde aday gösterdikleri kadınların resmini bir boşlukla yansıtmaları Talibanlaşma benzetmesi olarak epeyce tartışılmıştı. Bu bağlamda, Türkiye’deki muhafazakâr kesimin başvurduğu daha pek çok örnek verilebilir.

Neoliberalizm ve sağ popülist siyaset Talibanlaşma eğilimini güçlendirdi ve kadın / LGBTİ+ bireylere karşı adeta bir savaş ortamı yarattı. Kadına yönelik şiddetin Gazze’deki katliamdan çok da uzak olmadığını unutmamak gerek. Bu iki meydan okumaya karşı feminist hareketin yeni vizyon ve mücadele yöntemlerine ihtiyacı var.

Uluslararası hukukun “cinsiyet ayrımı”nı suç olarak tanıması durumunda, bunun üzerinden Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) Taliban’ı yargılama yoluna gitmesinin önü açık mı?

Karima’nın dediğine göre, uluslararası hukukta bu alanda boşluklar var. Bir suç olarak tanımlanıp yargı yolunun açılması durumunda bile Taliban’ın UCM’de yargılanması o kadar da kolay değil. Devletler BM Adalet Divanı’na götürülebiliyor, kişiler UCM’de yargılanabiliyor. Ancak, devletlerin uluslararası hukuku tanımama eğilimi yüksek. Örneğin, Gazze’de insanlığa karşı suç işleyen İsrail devleti Adalet Divanı’nın bu yetkisini kabul etmiyor.

Filistin devlet başkanı Abbas 2014’te Roma Statüsü’nü kabul etti, 2015’te uygulamaya girdi. Filistinlilerin şikâyeti üzerine, Netanyahu dahil pek çok üst düzeyde sorumlu kişi UCM’ye şikâyet edilebilir. Ancak, İsrail UCM’ye taraf değil ve Filistin’in Roma Statüsü’ne taraf olabilecek egemen bir devlet olmadığı gerekçesiyle UCM’ye başvuramayacağını savunuyor. Bildiğim kadarıyla, UCM’ye Netanyahu aleyhine başvuru girişimleri oldu, bunların mahkemece kabul edilip edilmeyeceği merak konusu.  

BM genel sekreterinin Afganistan için Özel Değerlendirme Misyonu Koordinatörü olarak atadığı büyükelçi Feridun Sinirlioğlu’nun henüz kamuoyuna açıklanmayan rapor taslağı dolaşıma girdi ve ilk tepkiler de geldi. Siz raporu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ne yazık ki, beklentilerimizden çok uzak, başka çıkarlar uğruna kadınlara uygulanan tecrit tamamen gözardı edilmiş ve Taliban konusunda ikilem içinde olan Katar ve Türkiye gibi birçok devlet için bir konfor alanı yaratıyor. Bu rapora karşı güçlü bir tepki vermek gerekiyor.

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’nde İstanbullu kadınlar bu kez Mecidiyeköy”deydi. “Kadınlar barış istiyor” sözü kadınların dilinden düşmedi

25 Kasım Kadına Karşı Şiddetle Mücadele Günü’nde Türkiye’nin birçok yerinde kadınlar alanlardaydı, onlarca etkinlik yapıldı, bu tablo size neler düşündürdü?

Kadına yönelik şiddet dünyanın her yerinde yükselişte. 25 Kasım bu soruyu irdelemek ve ileriye dönük isabetli stratejiler belirlemek için bir fırsat. Bu bağlamda, iki yeni meydan okumaya değineceğim. İlki, cumhurbaşkanının 25 Kasım Genelgesi’nden[5] de anlaşılacağı gibi, ne yazık ki, sorun kadına yönelik şiddet olgusunun altında yatan yapısal sorunlardan bağımsız, çözümü sağlık / rehabilitasyon ve yargı süreçlerinde aranan bireysel bir sorun olarak algılanarak depolitize olmuştur. İkincisi, neoliberalizm ve sağ popülist siyaset toplumsal cinsiyet karşıtlığını araçsallaştırarak her yerde Talibanlaşma eğilimini güçlendirmiş ve kadın / LGBTİ+ bireylere karşı adeta bir savaş ortamı yaratmıştır.

Esasında kadına yönelik şiddetin Gazze’deki katliamdan çok da uzak bir olgu olmadığını unutmamak gerek. Bu iki meydan okumaya karşı feminist kuram ve pratiğin yeni vizyon ve mücadele yöntemlerine ihtiyacı var. Bireysel düzeyde şiddete karşı direnişimizi sürdürürken, makro düzeyde kapitalizm ve ataerki karşısında kolektif siyasal özneler olarak geniş tabanlı siyasi mobilizasyonun içinde kendimizi konumlandırarak dayanışma ağlarımızı genişletmemiz gerekiyor.


[1] Refah Katliamı (18-23 Mayıs 2004).İsrail’in “Gökkuşağı Operasyonu” sırasında Gazze’deki Refah Mülteci Kampı’na düzenlediği saldırılarda en az 53 Filistinli hayatını kaybetti, 120’si de yaralandı, 155 bina yıkıldı, 1960 Filistinli evsiz kaldı.

[2] Gazze Şeridi 365 kilometrekarede 2 milyonu aşkın nüfusuyla dünyanın en yoğun nüfuslu yerlerinden biri, yıllardır etrafı tamamen duvarlarla çevrili bir hapishane. Duvar boyunca 300 ila 600 metre arasında değişen bir tampon bölge bulunuyor. Tampon bölgeye yaklaşan herkes vurulma tehlikesiyle karşı karşıya. Bu alanda kalan en verimli tarım arazilerinin yüzde 25’i kullanılamıyor. Gazzeli çiftçilerin en az yüzde 15’i gıda yardımına bağımlı hale geldi.

[3] 25 Ekim 2004’te Arafat hastalandı, grip teşhisi kondu, ama tüm çabalara rağmen iyileşmiyordu, zehirlendiğinden şüpheleniliyordu. Paris’teki bir askeri hastaneye götürüldü. Burada Arafat’ı muayene eden doktorlar onun zehirlendiğine dair bir kanıt bulamadıklarını açıkladılar. 3 Kasım’da komaya girdi, sekiz gün sonra öldüğü açıklandı.

[4] 2005’te İsrail Gazze ve Batı Şeria’nın bir bölümünden çekildi, Yahudi yerleşimlerini boşaltıp askeri araçlarını da Gazze’den çekti. Ancak, Gazze’yi denizden, karadan ve havadan abluka altında tutmaya başladı. Filistin’deki genel seçimlerde Hamas, oyların çoğunu aldı.

[5] https://www.evrensel.net/haber/504347/cumhurbaskani-erdogan-25-kasim-genelgesi-yayimladi-kadinlarin-suratina-samar-gibi-indirilmis-bir-genelge

^