KARA TREN: KÜÇÜK İSKENDER (28 MAYIS 1964 - 3 TEMMUZ 2019)

Söyleşi: Pınar Öğünç
4 Temmuz 2019
SATIRBAŞLARI
Mayıs 2007’de, Roll’un 118. sayısında Küçük İskender’le on şarkı dinlemek ve söyleşmek için buluşmuş, “on kapıdan girip on âleme dalmış” ve girizgâhta şöyle demiştik: “80’lerin ortalarından bu yana Türkiye şiir âleminde kendine
has bir kulvarda yaşayan, hem bir geleneğe, sese yaslanan, hem kendi dilini, ritmini, kelime haznesini bulan Küçük İskender, müzikte aradığımız ağzı bozuk, zihni açık tavrı edebiyatta yarattı, hem zaten şiiri de rock’tan hiç uzak durmadı…” Aynen öyleydi. “80 kuşağı genç şairler”in hem içindeydi hem dışında. Hem Beat’lere uzanan dünya edebiyatının parçasıydı hem de Türkçeye, İstanbul’a, Beyoğlu’na aitti. Çok ve bereketli yazdı, hayatını sanatla, aşkla, mücadeleyle hemhal etti. Ve ne yazık ki erken, çok erken veda etti. Küçük İskender’i, bu büyük şairi önce Roll’un blind-test’iyle, ardından bir Express seçkisiyle uğurluyoruz. Devri daim olsun.

David Bowie – I’m Afraid of Americans (Earthling)

Küçük İskender: Kimmiş bu?

David Bowie’yle başladık… Echo & The Bunnymen’den lan McCulloch diyor ki: “David Bowie’nin bittiği an, dişlerini yaptırdığı andır.” Seni hiç yeni dişlerinle yadırgayan oldu mu, ilk önce sen kendini yadırgadın mı?

Yok. Tam tersi, yenilenmek gibi gördüm. En büyük şikâyetim, ısırma eylemimin olmamasıydı. Yemek yemek eylemi kadar, saldırganlığın da bitiyor, özgüvende bir problem çıkıyor. Dişler yenilenince her iki anlamda da yenilenme oluyor. Düşmanlar değişmiyor belki ama, taktik değiştiriyorsun. “Game over” olduğu için, bir kez daha, belki aynı düşmanlarla, ama başka şekilde savaşacaksın. Altı-yedi yıllık bir problemdi. Ağır ağır gelişirken de üstünde çok durmadım, ama son döneminde ayda iki tane falan dökülmeye başladı. Şimdi bir tane bile kendime ait diş yok. Belki başkalarının dişleriyle saldırıyorum ama, sonuçta bu da silah ticareti gibi bir şey. David Bowie dişleri yenilenince böyle bir problem yaşadı mı, bilmiyorum, ben onu her zaman yenilenen bir insan olarak gördüm. Dişlerinden çok, dişlerinin arkasındaki ses telleriyle ilgilendim. Galiba Amerikalılar sadece dişlere bakıyor, bizim gibi insanlar da ses tellerine.

David Bowie’den şarkıya geçelim. Bir ara New York’a gitmiştin. Senin kafanda kurduğun Amerika ile bulduğun çakıştı mı?

Kafamda kurduğum Amerika, daha havaalanından girerken kendini hafifçe hissettirdi. Ama karşılaştığım daha çok hiyerarşik bir düzendi, havaalanı görevlileri, polisler, molisler… Sokağa indiğin zaman, ciddi söylüyorum, İstanbul’da gördüğümüz insandan ne tip, ne giyim olaraktan, ne de davranış olaraktan farklı.

Fotoğraf: Şahan Nuhoğlu

Bu durum seni korkuttu mu peki?

Hiç korkutmadı, tam tersi, çok şaşırttı. Türkiye için küçük Amerika falan derler ya. Hakikaten, belki bizim Orta Asya’dan gelip de burada kaybettiğimiz özellikler Amerika yüzünden kaybolmuş. Hakikaten de küçük Amerika’ymışız. Tinercisi yok belki ama, daha başka bir şeysi var mutlaka. Metroya biniyorsun, bir zenci kadın, saçlarını pembeye boyamış, mor bir şey giymiş, ellerinde imitasyon zincirler, çocuğuna bağırıyor, “gel buraya otur” filan… Ha bir Halkalı banliyö trenine binmişim, ha New York’ta metroya. Biraz daha dünyadan habersiz, başka bir kıtada, başka bir gezegende yaşadıkları için hafif bir IQ düşüklüğü var toplumda. O seni iyi kılıyor, üzülmüyorsun, çünkü anti-Amerikan olaraktan biraz da hınçla gittiğin için, kendini akıllı görüyorsun.

Silahla okul basıp insanları tarayanlara karşı kaşarlandığını hissediyor musun?

Ben onları çok başarılı buluyorum. Türkiye’de gözdağı veriliyor. Bilmiyorum, dünyanın başka ülkesinde var mı üniversitelerde birbirine satırla saldırma. Fakat bizim satırlı saldırılardan sonra hiç haberlerde birinin kolunun koptuğunu, ayak bileğinin kesildiğini görmedim. Eline satır alan üniversite basıyor, ama ortada kan yok. Hafif yaralanmalar falan oluyor. Oysa Amerika’da herif pompalı tüfeği aldığı zaman gidip 35-40 kişiyi öldürüyor. Olaya bir kriminolog mantığıyla baktığın zaman sonuç elde ediliyor. Bizdeki sürekli bir efelenme, bir delikanlılık. Hem politik anlamda, hem sıradan ağız dalaşı kavgalarında ortada bir şey yok, yapay tepkiler var. Sevgi de öyle, nefret de öyle bizde. O yüzden heyecanla takip ediyorum.

Bu son olayda [1] göçmen çocuk neredeyse manifestik bir tavırla yapmış bu işi.

Tabii. Antikapitalist bir tutumu da var galiba. Bilinçli olmayabilir ama, biraz zengin düşmanı, belki imrenmeyle, kıskanmayla koşut. Kore, More, ister istemez oralardan başka bir şeyler de girmiş genlerine. Hafif bir sosyalizm tadı var galiba çocukta. Katil için de neler dedik bak şimdi…

Allen Ginsberg – America (Beat Generation)

Bunu bilmem mi?!

Sen bu şiirin Türkiye versiyonunu ne zaman yazmıştın?

Yirmili yaşlar diye hatırlıyorum. Beat kuşağını yeni incelemeye başladığım ya da en azından beni çok etkilemeye başladığı dönemlerdi.

Altına bugün imzanı atmayacağın bir kelimesi var mı?

Yok. Bırakın Ginsberg’in Amerika şiirini, Beat kuşağının bütün yazdıklarının altına imza atabilirim. Kayıtsız şartsız teslimiyet değil, çok düzgün bir edebiyat ve tavır olduğunu düşünüyorum. Belki biraz daha politik olsalardı ya da politikseler de bunu gösterselerdi, iyi olabilirdi. Tatsızlıklarını ve trajedilerini de güzel yaşadılar, bitirdiler işlerini, gittiler. Onları savunmak, dünyada onları seven insanların sorumluluğu altına girdi. Hele hele bizim gibi bir ülkede Beat kuşağının savunulması hem Amerikalı oldukları için bir problem, hem çok alternatif bir hayat yaşadıkları için… Cinsel yönelimleri farklı olduğu için sanırım, dünyanın birçok yerinde Beat kuşağı takipçilerinin böyle sorunları oldu. Türkiye’de bir Beat etkisi var mıdır, bilemiyorum. Özellikle şu enteresandır: Bukowski Beat kuşağından bir tek Allen Ginsberg’le sohbet eder, onu önemser. Öbürleriyle neredeyse görüşmez, hatta küçük görür. Türkiyeli bir şair olarak bizim Can Yücel’imiz Amerika’daki o hafif dağınık edebiyatçılar çerçevesinde hangisiyle arkadaşlık edebilir diye düşünürdüm. Bukowski’yle Can Yücel’i aynı masada, aynı kefede düşünebilirim. Allen Ginsberg Türkiye’ye bir kere geldi, Can Yücel’le Kumkapı’da rakı içtiler, birbirlerine şiir yazdılar. O masada olamamak benim için çok büyük bir acıdır.

Ne konuştuklarını tahmin ediyor musun?

Bilmiyorum, ama güzel konuşmuşlardır. Allen Hoca herhalde Can Baba’ya asılacak yaşını geçmiştir. (gülüyor) O yüzden seks dışında her şeyi konuşmuşlardır. Can Baba’nın pek narkotikle de ilgisi yoktu. Sanırım politika konuştular ya da içki üstüne, dağınık yaşam üstüne, belki hiçbir şey konuşmadılar, içtiler. Birbirlerine şiir yazdılar, onu biliyorum… Can Baba’nın evine gitme ve birlikte oturup içme, Ginsberg’in de evinin önünde fotoğraf çektirme şansım oldu. Kumkapı’da birlikte oturamadık ama, bir elim orada, bir elim burada.

Allen Ginsberg Türkiye’ye bir kere geldi, Can Yücel’le Kumkapı’da rakı içtiler, birbirlerine şiir yazdılar. O masada olamamak benim için çok büyük bir acıdır.

Fotomontaj yaptın yani…

Bir ayağınız Türkiye’de, bir ayağınız Amerika’da olursa, ister istemez cinsel organınız tam Avrupa’nın göbeğine düşüyor gölge olarak. O da herhalde Hollanda’dır. (gülüyor)

Sen o masada olsaydın ne konuşurdun?

Bilmiyorum. İngilizcem zaten yok, dinlesem de bir şey anlamazdım. Can Baba’yla, dediğini anlamadan da nasıl dostluk edebildiysem… Beat ekibinin saatlerce sohbet eden insanlar olduklarını düşünmüyorum. Ya müzik dinliyorlar, ya sevişiyorlar, ya bir şeyler yazıyorlar, ya yolculuklara çıkıyorlar, birileri kalıyor evde, yemek yapmaya çalışıyor. Ama işte bugün ne Amerika’da, ne Türkiye’de, ne Ortadoğu’da bu kadar zengin bir seçenek var. Daha çok mutsuzluk ve hüzün üstüne seçenekler… Yaptığım bir şiir akşamından sonra işletmeci, “yirmi tane şair çıkıyorsa, yirmisi de hüzünden ve ölümden söz ediyor, yok mu başka şiiriniz” dedi. Bir an düşündüm, yaklaşık yirmi yıldır hüznü, ölümü, acıyı, kahroldum, öldüm, bittim’i yazıyoruz. Buna mecbursun. Öbür türlü yazdığın zaman lumpen, politikayla ilgilenmeyen, asosyal bir yaratık olursun. Gerçeğin kendisinden kopmak da o kadar kolay değil Ortadoğu’da.

Ölüm, hüzün ve yalnızlık üçgeninden sıyrılan az sayıda şairden birisin aslında.

Dalga geçmesini bilen adamlardan biriyim hatta.

Beat’cileri sevmeseydin, Amerika şiirini bilmeseydin, o Türkiye şiiri olur muydu, o öfke çıkar mıydı?

Olurdu. Başka şiirlerde de yansıyor, ama o bir nazire zaten. Ginsberg’e adamamın nedeni, aynı duyguyu yaşıyor olmamız. O biraz daha şanslı. Amerika zaten bunu uygulayan, yapan, yaratan ülkenin kendisi, o ülkenin içinden yazıyor. Oysa biz, tatbik edilen laboratuvardan yazıyoruz. Arada ciddi bir fark var. Ginsberg Amerika şiirini yazarken doğrudan çekirdeğe, nüveye, merkeze söylüyor. Sen dolaylı konuşuyorsun. Türkiye’ye söylüyorsun, bunun Türkiye’den sekip sekip diğer emperyalist ülkelere yayılması gerekiyor. Benim kızmam uşaklık eden mantığadır, onun kızgınlığıysa patronadır. Amerika ile Türkiye şiirleri arasındaki en büyük fark bu.

Türkiye şiirinin dışında, çok önceden başladığın, zaman içinde ilerleyen, tek tek şehirler için yazdığın şiirsel metinler var. Onlar güncelleniyor mu? Mesela en son Malatya’da insanların boğazları kesildi. [2] Bu Malatya üzerine hissiyatını değiştiriyor mu?

Hiç güncellemedim onları. Güzelliği de orada. İlk izlenimler çoğunlukla. Tabii ki değişiyor, ama bu bir şehri karalamak değil. Bu her yerde olabilirdi, bu yüzden de Türkiye’nin bütün şehirlerine karşı, antipati değilse de, bir tedirginlik doğuyor. Ben çok kuştan, ağaçtan bahseden bir şair değilim. Sonuçta her an, benim de üstümde dolaşıyor o bıçaklar ve kurşunlar.

Ginsberg “Amerika” şiirini yazarken doğrudan çekirdeğe, nüveye, merkeze söylüyor. Benim kızmam uşaklık eden mantığadır, onun kızgınlığıysa patronadır. “Amerika” ile Türkiye şiirleri arasındaki en büyük fark bu.

İlk şarkıda David Bowie Amerikalılardan korktuğunu söylüyordu. Son dönemin haleti ruhiyesi yüzünden Türkiyelilerden korkar hale geldin mi?

Ben insandan korkuyorum. Akıl hastası olan insanla çok daha kolay anlaşabilirim. Ama akla uygun hale getirmiş, bunu sosyal davranış haline dönüştürmüş insanla bırakın iletişim kurmayı, aynı topraklarda yaşamak saatli bomba gibi. Her an patlayacaksın, bir şey seni patlatacak, öldürecekmiş gibi düşünüyorsun. Ondan sonra, “Türkiye demokrat ve özgür bir ülke”. Hadi canım, nerede?

Gidişatı nasıl görüyorsun?

Uçak düşüyor, döne döne düşüyor hem de. İstediği kadar oradan anonslar yapılsın, kemerlerinizi bağlayın, sigaralarınızı söndürün, hava boşluğu falan deseler dahi ben camdan da bakan bir insanım, düşüyor uçak canım, hem de öyle bir düşüyor ki. Siyasal rejim olarak demiyorum. Ondan endişemiz yok. Yüz milyonlarca yıl Türkiye Cumhuriyeti kalır, sosyal anlamda uçağın düştüğünü görüyorum.

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilelebet payidar kalacağına inancın nereden geliyor?

O bir geleneğimiz bizim. Zarar görsün istemem. Ama sosyal olarak büyük bir çöküntü içindeyiz. Sokaktaki insanın arzuları değişmeye başladı. Anakente gelmesinin nedeni iş, aş bulmak falan değil. Biraz kızlarla birlikte olsun, biraz müzik dinlesin, uyuşturucu kullansın, yani her gelen daha kolay deforme olabiliyor. Kıyma makinesi gibiyiz.

Tandoğan’daki mitinge [3] baktın mı televizyonda?

Yok. Hiç ilgilenmiyorum.

Ama gazetelerde görmüşsündür. Anıtkabir’de mermeri öpmeyi nasıl açıklarız?

Bu bir tezahürdür, insanların artık akıl sağlığı bozulmaya başlıyor, çünkü denge bozuluyor. Bir denge vardı, şimdi dengenin bir tarafı palazlanıyor. ‘80 öncesinde, soldan biri öldürülünce, bir bakardık, bir hafta içinde sağdan da biri giderdi. Masa tenisi gibiydi. Kısasa kısas. Fakat son yirmi yıldır, giden sürekli sol taraftan. Sol diye sıkıştırmayayım meseleyi ama, aydın ya da kendini demokrat gören, aydınlık düşünen insanlardan. Karşı taraftan da biri ölsün demiyorum ama, Türkiye’de siyasi anlamda değil, illegal anlamda da sol yok. Sokaktaki sol da ölmüş. O kadar kolay ki, ensemize filan tokat atıyorlar neredeyse. Devletten de çekinmiyor, çünkü gizli devlet varsa, onunla da çalışıyor. Sağ partiler militan yetiştiriyor. Ben bu ülkede niye kalayım? Denize girmeye mi geldim? Evet, denizi, doğası güzel ama, ben böcek miyim, balık mıyım? Sonuçta entelektüel insanlar değiller ki, tabii gidecek Anıtkabir’de mermer öpecek, çünkü tutunacağı başka bir şey yok. İnsan şaşkınlıkla bakıyor. Bir tür ibadete, ritüele dönüşüyor iş. Dokunaklı bir şey o, iyi ki görmemişim. Mustafa Kemal o sıra Anıtkabir’den ışıklarla çıksa, insanların hiçbiri “cin geldi, hortlak geldi” diye kaçmazdı. Mustafa Kemal’in böyle bir şansı olsa X Files tadında, hiç kimsenin “canım, gelmesin” diyeceğini sanmıyorum.

Mor Ve Ötesi – Darbe (Büyük Düşler)

(intro’yu dinliyor) Hepsi mi bu?

Mor ve Ötesi.

Bilmiyorum bu şarkılarını.

Şarkının adı “Darbe”. Radikal’de “Evren’e Sol Açıktan Mektup”u nasıl bir hisle yazmıştın?

Evren’i dışarıdan değil, içeriden gözlemleme şansım oldu. 12 Eylül’de 17 yaşındaydım, lise sondaydım. Bir gelecek çiziyordum kendime –çiziyorsam eğer, hiç öyle bir niyetim yoktu ama, tam o yaştaydım. Sonra bir anda… Kramp da çok güzel ifade etmiştir bir şarkısında: “Lan n’oldu be”… Öyle bir sabaha uyandık. Yağmurlu bir sabaha uyanmadık, yağmur diner. Hâlâ izlerini taşıdığımız bir fırtına, kasırga gibi bir şeydi. O an fark etmiyorsunuz, çünkü çok gençsiniz. Hatta eğlenceye bile vurabilirsiniz –okula gitmeyeceksiniz. Ondan sonra yavaş yavaş olayın vahametini anlıyorsun, çünkü babam bir ressam ve komünist. Cağaloğlu emekçisi, kitap ve dergi kapakları yapan bir ressam. Dönemin önemli politik şahsiyetleriyle yayıncılık bazında çalışmış. Militan’ın kapağını, Habora Yayınları’nın bütün kitaplarını yapan, Metin İlkin’in kitaplarını, Nâzım kitaplarını yapan, edebiyatla iç içe biri. Fakat gitgide artan sıkıntılarla ekonomik, politik, her şey aileyi de çatırdattı. Boşandılar, babam sonra kendini kaybetti. Mutsuz bir hayat sürdü; çok kötü bir şekilde, fakirlik içinde öldü. Bir de anne tarafı var. Yıllarca alkolle mücadele eden babayı çekmiş, biri kız, biri erkek iki çocuk yetiştirmeye çalışmış. Oğlu delirmiş, tıbbı bırakmış. Aradan bir kızkardeşim çıktı normal diyebileceğimiz.

Baban içeri girdi mi hiç?

Hayır, ama hep teğet geçiyordu. Siyasi bir faaliyeti yoktu. Düşünce suçlusu diye girebilirdi, ama almadılar, belki alsalardı ölmeyebilirdi. Kendine yenikti, faşizme, faşizmin farklı bir taktiğine yenildi. Tabii o zarar ailemizi de çökertti. Birçok insan 12 Eylül’de kitaplarını yakarken, saklarken, çöpe atarken, bizim kütüphanemizden tek kitap kaldırılmadı. Fakat acıdır ki, boşandıktan sonra belki kirasını ödeyebilmek, biraz yemeğini, içkisini alabilmek için o kitapları sattı. Yani yine faşizme gitti o kitaplar. Yakılmadı, toplatılmadı, saklanmadı ama, çöken bir ailenin trajedisinin altına gömüldüler. Evren bizim ailenin içine girdi; bu İskender’in ailesi değil, hepimizin ailesi.

Türkiye’de sol ölmüş. Sağ partiler militan yetiştiriyor. Ben bu ülkede niye kalayım? Denize girmeye mi geldim? Evet, denizi, doğası güzel ama, ben böcek miyim, balık mıyım?

“Darbe”, 12 Eylül’ü bizzat yaşamamış, sonradan öğrenmişlerin yaptığı bir şarkı. Sözler sana nasıl geliyor?

Anlamak lâzım, sonuçta arkadaşlar genç insanlar. Ellerinde tarihsel bilginin haricinde duyarlılıkları ve bilinçleri var. Canlı yayın yapar gibi olay yerinden bildirmeleri gerekmiyor.

Yakın zamanın Türkçe şarkı sözlerini nasıl buluyorsun?

Son dönemde seviyorum. Çok politik değil ama, en şairane sözleri Teoman’da buluyorum. Müzik olarak, romantik bir prens olarak Emre Aydın güzel. Ama çok tekrar ediyor kendini. Redd hoşuma gidiyor… Müziğimiz Türkçeyi tutuyor mu, onu da bilmiyorum. Geçen U2’nun sözlerine baktım. O da kuvvetli anlamlar taşımıyor, dibine kadar sözler değil, ama bir gıdıklaması var. Bir dönem Kargo’nun söz yazarı MŞŞ’nin (Mehmet Şenol Şişli) sözleri çok güzeldi. Punk grupları içinde en güzel söz yazan Rashit. Özellikle son albümdeki sözler çok kuvvetli. Bir de Duman’ı atlamamak lâzım. Kaan ve arkadaşlarının yazdığı parçalarda, müzikle sözün kardeşliğinin ötesinde yapışık ikiz bir hal var. Mesela “Seni Kendime Sakladım” çok güzel. Duman’ı dümen olmadığı için çok seviyorum.

Senin şiirlerinden da şarkı yapılmıştı…

İki tane var. Onur Akın “De Gülüm”ü besteledi. Bir de benim beste üzerine söz yazdığım var. Hatta sevilen ve beğenilen bir şarkıdır. Sertab Erener’in Sertab Gibi albümünden “Yara”. “Kör noktalar vardır her aşkta / İnsan doğar ölmez o suçla” diye giden Atilla Özdemiroğlu bestesi… Rashit’le yapmaya çalıştık, bir dönem Levent Yüksel’le, Feridun Düzağaç’la çalıştık, ama sonuç alamadık. Net değil ama, belki Baba Zula’nın albümünde bir şeyler yapacağız.

Keny Arkana – La Rage (Entre ciment et belle étoile)

Hiç bilemem.

Arjantin asıllı, Fransa’da yaşayan bir kız. Yirmili yaşlarının başında, hiphop yapıyor, çocukluğu sokakta geçmiş. Gayet politik ve de öfkeli. Neden bizde, sanatın herhangi bir alanında çok net bir öfke çıkamıyor?

Tamamen bireysel korkulardan. Gelenekçi olmamızdan. Tinercisi ya da sokakta büyümüş, evsiz dediğimiz insanların kendini ifade etme alışkanlığı yok. Sokakta kalan oturur ağlar ya da tiner çeker ya da gasp yapar. Doğuş var mesela, “sokaklarda yetiştim” diyen. Oradan çıkan insanın politik olma ihtimali de yok. Bir de öfkeyi benmerkezci bir sinirlilik hali gibi gördüğümüz için, “delidir” gibi algıladığımız bir şey öfkeli olmak. “Bu aralar iyi değil” diye bakarız. Öfke, akut bir şeydir, kronikleşmemiştir bizde.

Seninki ne zaman akuttan kroniğe geçti?

Benimki genetik. (gülüyor) Doğuştan kronik!

Müzik olarak rap nasıl geliyor?

Çok sevmiyorum. Kulağıma yatkın gelmiyor.

Halbuki şiire en yakın hal değil mi?

Bazen performanslar oluyor. En son Baba Zula’yla Babylon’da yaptığımız çok keyifliydi. Ben bir şiirimi rap’e yakın okudum; bazı mısraları bozarak, bazı kelimeleri tekrar ederek, esler vererek… Sahnede izlemek hoşuma gidiyor, ama evde çok fazla hiphop dinlemem.

Her zaman şiirlerini seven, takip eden çok genç bir kitle oluyor; sürekli bir devridaim var.

Dizi film gibiyiz. Her sezon kadro yenileniyor, okur geliyor. (gülüyor)

O gençler ne diyor? Onların hayatında hiphop, rap var mı?

Benim okurum çok fazla hiphop dinlemiyor galiba; onlar rock sound’undadır. Konu açıldığı zaman, kulak misafiri olduğumda ya da sitemdeki müzik forumlarına baktığım zaman daha çok rock üzerinde dönüyor muhabbetler. Galiba benim de rock’a daha yakın olmam yüzünden. Ben de çağa uyayım diye hiphop dinleyecek değilim bu yaştan sonra.

Iron Maiden – Aces High (Powerslave)

Çok Türkçe bir şey gibi girdiler… Aaa, Iron Maiden mı? Yıllar önce Iron Maiden konserine gittim Açıkhava’da, en öndeydim. O dönem bile, o kitlenin içinde olmak bir tuhaf geldi. Nasıl ifade etsem? Sevmediğimden değil, sevmesem gitmem. Sağımda solumda tepinen, dans eden gençlerin arasında doğru bir duruşum olduğunu hissetmiyordum. Sürü psikolojisinden, sürü hareketlerinden hep nefret ettiğim için galiba.

O zaman hiçbir konsere gitmemen lâzım, ama bir sürü konserde görüyoruz seni.

Dikkat ederseniz, mümkün olduğu kadar kalabalığın dışında bir yerde dururum. Hani yaşgününe davet edilen ve dans etmeyi bilmeyen çocuklar vardır ya… Ya da seyretmesini çok seviyorum. Sinemacı yanım olabilir, öykü yazma mantığım olabilir.

Benim şiddet içeren mısralarım ya da yazılarımdaki agresif yapı kakofonik değildir, ironi yüklüdür. Metal müzik, huzursuz etmek üstüne kurulu. Distorsiyon kullanarak, bilerek yüksek sesle langır lungur çalarak… Benim şiddetimse sessizliğin içine bir laf sokup kaçmaktır.

Hepsi bir yana, röntgenci yanım var. Jim Morrison “sinema röntgenciliktir” der. Yazı yazmak, bir şey bestelemek, bir başkasının hayatı üstüne konuşmak hep röntgencilik üstüne kurulu. Metal, hiphop’a nazaran daha yakın, ama yine de beni ifade eden bir müzik değil. Benim şiddet içeren mısralarım ya da yazılarımdaki agresif yapı kakofonik değildir, ironi yüklüdür. Oradaki şiddet daha ince hesaplanmıştır. Metal müzik, huzursuz etmek üstüne kurulu. Distorsiyon kullanarak, bilerek yüksek sesle langır lungur çalarak… Benim şiddetimse sessizliğin içine bir laf sokup kaçmaktır.

Bunun müzikal karşılığı ne oluyor?

Kırmızı hangi kelimeye karşılık gelir” gibi oluyor ama, ne dinlediğimi düşünüp karşılaştırdığım zaman, daha çok pop-caz, rock ya da ‘80’lerin klasikleşmiş pop parçaları gibi… Metalin en azından daha disiplin bozan bir tavrı olduğunu düşünüyorum. Rock kültürünün de bir uzantısı olduğu için disiplin bozuyor. Hiphop disiplinsizlik zaten, çünkü sokaktan.

Sigur Rós – Vidrar vel til loftárása (Ágætis byrjun)

(Klipte iki eşcinsel gencin gol sevinci anlatılıyor) Erkeklerin maskülen olmayı tamamen öne çıkardıkları, kendi aralarında yaşadıkları her olayda, –futbol, hamam, kahvehane– homoerotizm var. Kaçınılmaz. Bekârlığa veda partisi bile neredeyse birbirlerine veda etmek: Sevgililer ayrılıyormuş gibi, “ben sizi bırakıyorum, artık başka bir hayata gidiyorum” gibi. Ya da yatılı okul. Erkek lisesinden ayrılanların birbiriyle vedalaşması, iki sevgilinin vedalaşması gibidir. Tabii, homoerotik deyince illâ ki cinsel birleşme olarak bakmamak gerekiyor. Birbirlerine temas edebildikleri, bunun genelgeçer ahlâk kurallarına, akla ve topluma uygun hale getirilmiş hali bahsettiğim. Güreş de, boks da öyle. Kadınlarla erkeklerin birlikte yaptıkları spor dalı niye yok?

Niye yok? Sadece güç eşitsizliği mi?

Sanmıyorum. En azından tenis müsabakası yapılabilir. Haremlik-selâmlık bir tek bize ait değil. Bu cinsel ayrımcılık dünyanın her yerinde var. Keşke öyle bir spor dalı olsa. Ben gay olmasam da, bunun olması gerektiğini düşünürüm. Erkeğin erkeğe temasında futbol topu çok önemli bir şey.

Ne kadar sıkı bir futbol takipçisisin?

Bir şeyi sevmeyi seviyorum. Bu, alışkanlığın ötesinde bir aidiyet duygusu. Çok sıkı bir taraftar değilim, ama sürekli aklımın bir ucunda niye maça gidemediğim var. Ya da kaçırdığım golleri eşe dosta sorarım. Şu an Fenerbahçe’nin içinde bulunduğu konum gibi tehlikeli bir durumdan bahsedildiğinde huzursuzluk geliyor. O zaman maç seyredemiyorum. Çok önemli bir maçsa, derbiyse de izlemiyorum, sonra gollerine bakıyorum. Kalbim falan sıkışıyor ciddi ciddi… Bu çok ahlâksız bir klipmiş, güzel. Şu klibi Türkiye’de çekemezsin. Bunda oynayacak 14-15 yaşında iki oyuncu bulamazsın, çeksen de oynatamazsın. Sonra, altkültür niye gelişmiyor? Gelişmiyor işte.

Erkeğin erkeğe temasında futbol topu çok önemli bir şey. Futbolcuların sevinmesi, birbirine dokunması çok tuhaf bir şey. Yeşil sahayı kocaman bir yatak gibi görüyorlar sanki. Hem taraftar hem futbolcu öyle görüyor.

İzlediğin maçlarda en güzel sevinen futbolcu kim?

Şu ara Fenerbahçeli Tuncay. Rakip tribüne dönüp susun işareti yapıyor. Güzel, ironik bir şey. “Golümüzü attık, susun, efendi olun” diyor. Hem milli maçlarda, hem Fenerbahçe maçlarında yaptığı bir şey. Eskilerden galiba Serhat’ın yaptığı boğa vardı. (eliyle boynuz yapıyor) Birbirinin kıçını koklayarak yürüyen Bursalıların timsah sevinci vardı. Aslında en homoerotiği oydu. (gülüyor) Uzuneşek çok tehlikeli bir şeydir erkekler için nedense. Niye yapar erkekler onu, bilemiyorum. Aslında biliyoruz da… Futbolcuların sevinmesi, birbirine dokunması çok tuhaf bir şey. Yeşil sahayı kocaman bir yatak gibi görüyorlar sanki. Hem taraftar, hem futbolcu öyle görüyor.

Pascal Nouma’nın tombalasına ne diyorsun? Genelkurmay bile el koymuştu olaya… [4]

İçlerindeki belki en eğlenceli adamdı. Onu bir gün gay club’da görsem hiç şaşırmazdım. Gay olduğundan değil. Kızlı-erkekli hep beraber, gay arkadaşınız varsa ya da yoksa da eğlenmeye gidilen mekânlar Batıda var. Nouma belki yurtdışında oralara gidiyordur, çünkü eğlenmeyi seven ve futbolu da eğlenerek oynayan biri. Vücuduyla da barışık. Boş bulunup yaptığını sanmıyorum o hareketi, sempatik olduğu için kabul göreceğini sandı, ama Karagöz-Hacivat meselesi. “Çok seviyoruz ama, seni öldürmek zorundayız.

Bir ara futbolcular için (Emre Belözoğlu, İlhan Mansız, Serhat Akın) yazdığın akrostişlerin vardı. Onlar devam ediyor mu?

Hayır, o bir dönemdi. Zaten arka arkaya yazmadım onları. Yanlış da anlaşıldı, “Emre’ye yazılan aşk şiiri” diye lanse edildi. Halbuki, oradaki tiplerin ağzından aşkın yorumunu yaptım. Ben Emre olsaydım, bir aşk şiiri yazmak zorunda kalsaydım, bunu yazardım. Oradaki akrostiş onların imzası olsun diye yapılmış bir şeydi. Ama futbol özelinde durursak, bir kare asa getirmek, dörtlemek isterdim, dörtleyemedim.

Maça gitmeyi seviyor musun?

Sevdiğim bir takımın hata yapması ve gol yemesi sinirimi çok bozuyor, çok üzülüyorum. Ne hakem hatasına, ne karşı takıma bakıyorum. Kendi oyuncularıma sinirleniyorum, ama bu hiçbir zaman “yönetim istifa”ya dönüşmüyor. Bazı sevgililer vardır, yan yana durmak istemezler, başka şehirde olmak daha iyidir. Arada bir buluşursunuz, birbirinizi kırmadan üç-beş gün geçirirsiniz. O ilişki tam bir ilişki değildir, ama uzun süreli gider. Herkes birbirine kuşkuyla bakar, “acaba onun da bir sevgilisi var mı” deyip sen de kaçamak yapsan yakalanır mıyım diye korkarsın. Fenerbahçe’yle ilişkimiz biraz öyle.

Hrant Dink’i vuran çocuk Pelitlispor’da oynuyormuş. Antrenörüyle konuşuyorlar, “çok sessiz, sakin bir çocuktu, ama sahada saldırgandı” diyor. Saha gerçek hayattan daha mı gerçek?

Evet. Bir anlamda savaşa gidiyor. Spordan çıkıp gerçek hayata döndüğü zaman tüfeğinin dürbünü ciddi büyük yaralamalara da yol açabiliyor. İşini iyi yapan herkes mükemmel bir katil potansiyelinde. Bir yandan, doğada bir canlının bir başka canlıyı öldürmeden hayatta kalma ve beslenme ihtimali yok. Ama kedinin fareyi öldürmesinin altında hiçbir zaman beslenme güdüsü yoktur. Sadece hoşlanmadığı için onu korkutur ve genellikle kalp krizinden ölmesine neden olur, çünkü bulunduğu alanı korur. Bu tür cinayetlerde aslında tırnak içinde çok “hayvani, doğal bir güdü” görüyorum. Tehlikeli olan da bu. Hayvani güdülerin şiirde, sinemada çıkmasını çok isterim. Sanatçının hayvani güdüleriyle hareket etmesi güzeldir, yapmacıklıklardan uzaklaşır.

Bir insanı öldürebilecek noktaya gelebilir misin?

Gelirim tabii. Herkes gelir.

Buna yakınlaştığın oldu mu?

Çok. Anlatmak zorunda değilim herhalde, belki herkesten daha fazla yaklaşmışımdır. Plan bile kurmuşumdur. Bu bir aşk cinayeti de değil, siyasi cinayet de değil. Çok kendimle ilgili, hayatta kalmak için. Mutlaka birinin ölmesi gerekiyorsa, benim hayatta kalmam gerekir. İnsan benmerkezci düşünür. Onu nasıl ortadan kaldıracağını düşünürsün. Her insan düşünmüştür. Belki benim kadar doğal söyleyemez. Asıl sapıklık, zevk için bunu düşünmek. “Bu yoktur insanın doğasında” diyorsanız, en plastik düşünen sizsiniz.

Antony & The Johnsons Hope There’s Someone (I’m A Bird Now)

Bu nasıl bir ses sence?

Az önce ağlamış gibi.

Kadın mı, erkek mi?

Böyle bir soru sormasaydın, “erkek olma ihtimali yüksek” derdim.

Antony çoğunlukla kendi hikâyesini, kadın olmak isteyen bir erkeği anlatıyor.

Bilmiyorum. Cockney Rebel topluluğunun “Sebastian” diye çok meşhur bir şarkısı vardı. Cinsel form değişikliği peşindeki erkeklerde, bu öyküyü anlatanlarda trajik bir ses var. Kadın vokallerde pek olmuyor. Hikâye trajik olduğu için mi böyle ifade ediyorlar, yoksa gerçekten öyle hissettikleri için mi, bilemiyorum. Bence neşeyle anlatılması gerekir. Hüzünlü bir geçmişi olsa bile, bir erkeğin transseksüel olma eyleminde büyük bir hüznün tersini, yeni bir başlangıcın coşkusunu, neşesini beklerim.

Türkiye’deki en afişe gay’lerden birisin. Kaç senedir insanlar hiç imalı olmadan eşcinselliğin üzerine soru sorabiliyor sana. Sen neler gözlemliyorsun, homofobi ve transfobi nereden nereye geldi?

Kesinlikle fazlalaştı. ‘90’lı yıllarda bir rahatlık vardı. Kimse yanlış anlamasın, seks performansı ve partner bulma anlamında demiyorum. Oturup konuşabilmek, sohbet etmek, arkadaş bulmak daha rahattı. Bir muhafazakârlaşma başladı 15 yıldır. ‘90’larla birlikte bambaşka bir nesil yetişti.

Arkadaş çevremi elimde tutmak zorundaydım, çünkü çok kolay dışlanabilecek bir adamdım. Kitap okuyorsun, gözlük takıyorsun, top oynamıyorsun, kızların peşinde koşmuyorsun…

Kırılma noktası ne?

Anne, baba, çevre. Bir bayrak yarışı var. ‘60’lar 70’lere verdi, 70’ler ‘80’lere verdi. ‘80’ler hafif hafif ‘90’lara anlattı bunları. ‘90’larda palazlanan gençler bu mirası tamamen reddetti ve kendi gördüğünden başka bir şey oluşturdu. ‘90’larda yaşanan ekonomik, sosyal, siyasal her şeye bağlanabilir. Şiirde de öyle. Bizi önceki kuşaklar etkilemişti. ‘90’larda palazlanan, 2000’lere gelen genç şair arkadaşlar miras olarak reddediyorlar bizi. “80 tasfiye edilsin, gelenekçisiniz siz” diyorlar. Kötü mü? Hayır, şiir için iyi. Sinema ya da müzik için hoş olabilir. Bir dönüp bakıyorum, Lambda’nın en kuvvetli olduğu dönemlerdi, KAOS GL daha aktifti, gay club’lar daha doluydu, genç arkadaşlarımızla oturup daha detaylı konuşabiliyorduk. Merak ediyorlardı, karşı çıksalar bile sohbet ediyorduk. Bugünün öyle bir sıkıntısı yok. Konuşma gereği bile duymuyor, toptan reddediyor. Tekrar hastalık olarak görmeye başlayabilirler. ‘80’lerin sonu, ‘90’ların başında bir kabulleniş vardı. Belki gay-star’lar daha yüksekteydi. Freddy Mercury’ler, biseksüel eğilimleri olan starlar etkiliyordu gençliği. Marilyn Manson bile kaybolacak gidecek. Artık hem bizde hem dünyada terbiyeli, efendi starlar çıkıyor. Kendilerine örnek teşkil eden örneklerde uç, sivri şeyler görmeyen bir nesil var. En küçük şeylerden ürküyorlar. Bir tek seks için değil, politika, sosyal aktivite için de geçerli bu. Benim evde punk’larla sabahlardık. Hiç tanımadığım insanlar gelirdi, otururduk, şaraplar içerdik, herkes bir kenarda uyurdu. Sabah çay demler, kahvaltılar ederdik. Tatlı bir getto anlayışı vardı. Bugün kimse yabancı birini değil yatıya, evinin içine almak istemiyor, çünkü gasp ve hırsızlık aldı yürüdü.

Senin başına da böyle bir şey gelmedi mi?

İki-üç defa. Sonuncusu ciddi bir gasptı. Herkes kapısı kilitli oturuyor. Lavabo tıkanması gibi bir şey. Boruların değişmesi demek, bütün bu yapının değişmesi demek bu coğrafyada. Anakentlerde zorlayarak değiştirdin, ama üç kentte değiştirmenin hiçbir anlamı yok.

Yıldız Tilbe – Sevdiğime Hiç Pişman Olmadım (Sevdiğime Hiç Pişman Olmadım)

Oturmaya gelmedik. (gülüyor) Kim bu? Esengül? Aa, Yıldız. Çok komik oynuyor bu kadın yahu. Yıldız’ın Nişantaşı’ndaki evinde bir gece kaldım. O zaman meşhur olmamıştı. Sevdiğim bir şair arkadaşımın müzisyen yanı da vardır, bestelerini getirmişti İzmir’den. “Bir müzisyen kadına gideceğim, gelir misin” dedi, gittik. O gece Ataköy Marina’da sahneye çıkıyordu, bizi de davet etti. Paramız yoktu, ona sezdirmedik. Bize birer içki ikram etti, sahneye çıktı. Çıkarken çok doğal, “saçım düzgün mü” falan dedi. Yolda benim gay olduğumu öğrenince çok sıcak davrandı bana. “Aa, ne güzel” dedi, “ne kadar doğal söyleyebiliyorsun”. Sonra “bizim için de bir şarkı söyle bu akşam o zaman” dedim. “Ne söyleyeyim ki bilmiyorum, size göre bir şey yok, hep kadın-erkek şarkıları” dedi. Ben de “Olmasa Mektubun”un bir anlamda gay’lere hitap ettiğini söyledim. Sözlerden de kısaca söz edince çok şaşırdı. “Hiç böyle algılamamıştım” dedi. O gece sahnede “şimdi bir şarkı söyleyeceğim, bu şarkıyı kendini çok farklı ifade eden dostlarıma, ki onlardan bir tanesi de burada, onlara adıyorum” dedi. Sonra da Nişantaşı’ndaki evine bizi zorla sokup yer yatakları yaptı. Bir daha da görmedim. O gün Yıldız’ın doğallığını görmek bana yetti. Hâlâ doğal mı, bilemiyorum, ama uyuşturucuyla yakalandığı günlerdeki tavrıyla şimdi biraz törpülendiyse bile, her zaman bende neyi nasıl yapacağı belirsiz bir çılgın olarak kaldı. Pek sevdiğim bir tarz değil müziği, ama insan olarak her zaman bir artısı var.

Şiirde arabesk motiflerin olmasını bu coğrafyanın tezahürü olarak görürüm. Eğer sadece Beat kuşağının haritasıyla yazsaydım burada ne işim vardı, Amerika’da yaşardım.

Ekşi Sözlük’te senin için “şiirin Yıldız Tilbe’si” demiş biri.

Arabesk demek istemiş herhalde. Büyük olasılıkla laf sokmaya çalışıyor. Ama Türkiye’nin Beethoven’ı ya da Freddy Mercury’si deseler de mutlu olmam. İskender’se İskender sonuçta. Türk şiirinin timsahı deseler, o bir sempatidir. Faresi, böceği deseler, hakaret de olsa, bir yaratıcılığı vardır. Türk müziğinin Küçük İskender’i mi diyeceğiz Yıldız’a da? Arabesk diye bakıldığı zaman, ben arabeskten her zaman faydalanmışımdır. Amerika’da caz, İngiltere’de punk varsa, amacına çok uygun değilse bile, arabeskte o motivasyon vardır. Ezilen insanların müziği olarak başlamıştır, başka yerlere kayıp gitmiştir. Shakespeare’de bile arabesk vardır.
Trajedi aslında arabesk bir şey. Tabii müzik olarak da, teknoloji olarak da geliştirilmesi gerekiyordu. Gelişmemiştir, fast food’a dönüştüğü için de avamlaşmıştır. Avamlaşmak da kötü bir laf değil aslında. Geniş kitleye gittiği için, çok düz, oynanmamış bir tarzdır. Ben o yüzden şiirde arabesk motiflerin olmasını bu coğrafyanın tezahürü olarak görürüm. Eğer sadece Beat kuşağının haritasıyla yazsaydım burada ne işim vardı, Amerika’da yaşardım.

Sen de Yıldız Tilbe kadar kolay yazabilen bir insansın galiba…

Aslında yazdıklarımı derli toplu koyduğunuzda çok fazla yazmadığımı görürsünüz. Yirmili yaşlardan beri yazdığıma göre, 25 senedir yazıyorum. Birleştirilmiş kitaplarla beraber kitap sayısından hareket edersek 20-25 kitap ediyor. Her yıl, hayatın içinden bir kitaplık malzeme çıkartabiliyorum. Bana göre aşırı bir yazma biçimi değil bu, az bile denebilir. Karşılaştırma adına bir de Rus klasiklerine baktığınız zaman, adam ciltler boyunca roman yazmış. Bizde şöyle bir kanı var: O kadar çok üretiyorsa tekrar eder, basitleşir yazdıkları.

23 yaşında yazdığın bir şeyi şimdi okuduğunda sana nasıl geliyor?

23 yine iyi de, 16-17 yaşında yazdıklarım felâket! Bugün o şiirleri “ben yazdım” diye bana bir delikanlı getirse, ona “senden hiçbir şey olmaz” derim. Ama yarı belime kadar, otuz defter doldurmuşum. Beni kimse kırbaçlamadı. Ne ailem, ne çevremdekiler. 19-20 sonrası yoluna oturmuş. Memet Fuat’ın “sen önemli bir şair olacaksın” demesi de o şiirlerden çıktı. Genç arkadaşlardan beklediğim şu: Ben 16-17 yaşında yazdığım şiirleri Memet Fuat’a götürmedim. Çünkü o şiirlerin kötü olduğunu 20 yaşımdayken fark ettim.

Gençler gelip şiirlerini sana okuttukları zaman nezaketini koruyor musun?

Evet, maalesef. O insanın incinmemesi de gerekiyor. Ama gerçekten çok kötüyse, bunu söylemek zorundayım. Genelde kaçarım. Nasılsa bunu biri ona söyleyecektir, ben söylemeyeyim.

Bu şarkının üç versiyonu varmış. Çaldığımız, Ozan Doğulu düzenlemesi. Doğulu’lardan gidersek, Eurovision senin ilgin dahilinde mi?

Denk geldiğim zaman seyrediyorum. Şansımızı soracaksın. Kız, böyle komik sorular sorma! Türkiye’de herkes Eurovision’u seyreder. Çocukluğumdan beri elime kâğıdı kalemi alıp hangi ülke bize kaç puan vermiş yazarım. (gülüyor) O kâğıt sonra kayboluyor ama, ben yine o yarışma tadını seviyorum.

Nirvana – All Apologies (MTV Unplugged In New York)

Hah, şarkım geldi işte! Bütün şarkılarını severim. Ama son ölüm yıldönümünde hiçbir şarkısını dinlemedim. “Ne güzel komşumuzdun sen Fahriye abla” durumunu sevmem. Bir dönem çok sık dinliyordum. Arşivim çalındı, Kurt Cobain’lerim gitti, kasetlerim kaldı. Kasetçalarım da olmadığı için dinleyemiyorum. Ama Kurt Cobain her dönem, her zaman dinleyebileceğim bir adam. Onu müzik gibi dinleyemiyorum, şiir kitabı gibi geliyor. Janis, Jimi, onlar da çok önemli benim için ama, Kurt Cobain’e karşı garip bir aşkım var. Sözlerine dikkat ediyorum, çok kuvvetli de bulmuyorum açıkçası. Ama kızamıyorum da, o kafayla, “ben bir şey söylüyorum, içindeki derinliği siz anlayın!” der gibi söylüyor. “Güneş diyorum, anladınız değil mi güneş derken ne demek istediğimi?” İllâ ki güneşi açıklama derdi yok. Ortak bir lisanımız, bir jargonumuz var. Güneş sanki bir şeye karşılık geliyor. Onu bir tek biz anlıyoruz gibi. Yeni öğrendim, Seattle şu anda kültür seviyesi en yüksek yerleşim birimlerinden biri. Yüzde 98’i kalp krizi sırasında nasıl müdahale edilmesi gerektiği konusunda eğitimli. Artık insanların öğreneceği bir şey kalmadığı için oraya kadar geldikleri söyleniyor. Pek sokak kültürü de kalmamış. Harlem’in Harlem olmaması gibi. Orada da tıpkı bizim varoşlardaki gibi, nasıl kente gelen çocuklar kopya kotlar, ayakkabılar giyiyorsa, Harlem de New York’un Özgürlük Anıtı bölgesine akmak için, güzel ayakkabı, güzel tişört giyiyor, güzel gözlükler takıyor. Her yerin ruhu bozuluyor. Kurt Cobain belki de bunu çok evvelden görenlerdendi.

İlk dinleyişini hatırlıyor musun?

Nirvana yola çıkalı daha on dakika olmuştu keşfettiğimde. İlk nasıl dinlediğimi hatırlamıyorum, ama büyük bir olasılıkla yıldırım aşkı gibi bir şey olmuştur. Anlatacağım şey bir kurmaca: Mutlaka Beyoğlu barlarından birinde duymuş, “kimdir?” diye de sormuşumdur.

Kurt Cobain’in resmi bana her zaman hüzünlü bir umut verir. Hem zekiyim diye bakıyor, hem gülümsüyor ve sonra da intihar edecek. Filmin sonunu biliyorum ama, yine de seyrediyorum…

Duvardaki Kurt Cobain resminin hikâyesi ne?

Bu, Cobain’in çocukluk resmi. Bir gün Atlas Pasajı’na girmiştim, sevgili Suat Bilgi’nin Çalıntı’sı vardı. Suat kapının önüne posterler yığmıştı, fakat diğer posterler Kurt’ün ismini örtmüş. Sadece sarışın, onlu yaşlardaki bir delikanlının resmi. Ben resme baktım, baktım, çocuğun gülümsemesini, gözlerini, saçlarının rengini çok beğendim. Ne bileyim, çocuğum olsun gibi mi hissettim? Çocukları seviyorum, yeğenim de var, onunla vakit geçirmek, sinemaya gitmek falan çok hoşuma gidiyor. Bir yandan da tuhaf geldi. Çocuk resmini niye duvara asayım? İki-üç tur attım, sonra geldim, önündeki poster düştü ve altından Kurt Cobain ismi çıktı. O ânı hiç unutmuyorum. Kaldım. Üstümde para yoktu. Suat’a dedim, “üstümde para yok, sonra veririm”.

Seninle kaç ev dolaştı?

Evdeki en temiz poster odur, çerçevelidir. Sürekli temizlenir, silinir. Avrupa Yakası’nda Burhan Abi var ya, o duvardaki ağlayan çocukla konuşuyor, ben de bazen onunla konuşuyorum. Kurt Cobain’in resmi bana her zaman hüzünlü bir umut verir. Hem zekiyim diye bakıyor, hem gülümsüyor ve sonra da intihar edecek. Filmin sonunu biliyorum ama, yine de seyrediyorum… O bakışlarda, “ben her an çekip gidebilirim” var. Bu adamın, “ben öleceğim” dediği zaman koluna yapışmamak lâzım. O zaman sinirlenir.

Senin o yaşlardaki fotoğrafların nasıl?

Benim öyle tebessüm eden fotoğrafım hiç yok. Çok masum, saçı sağdan ya da soldan ayrılıp arkaya taranmış, zayıf, cılız bir çocuk. Yaramaz da değildim. Hep kendimleydim. Beni bırakırlardı, yerde otururdum, oyun oynardım, boş ilaç kutuları, iskambillerden evler yapardım. Bugün de öyleyimdir. Evden bazen üç-dört gün çıkmam, kapım çalınmaz. Kendi işlerimin haricinde, çok şizofrenik boyutta tek başıma tavla oynarım ve çok severim.

Nasıl?

Ligler yaparım, karşı taraf için de oynarım, puanlar veririm. Zaten çocukluğum, mahalle arkadaşlarıma bildiğiniz borsa, monopol tipi oyunlar yaratmakla geçti. Kahramanlarım vardı, yüz sayı çizgi roman çıkarttım.

O nasıl bir kahramandı?

MİT’ten ayrılmış, çeteler var, onlarla savaşıyor. Korku öykülerinin içine karışır, Dylan Dog gibi rüyalarla, kâbuslarla uğraşır. Enteresan hikâyeler. Mahalle arkadaşlarımı da böyle hayal oyunlarıyla, fanzinlerle, lise sona kadar avucumun içinde tuttum. Baktım ki artık onları okumuyorlar, iskambil oyunlarını öğretip bu sefer kahvehaneye taşındık. King nasıl oynanır, 3-5-8 nedir, onları öğrettim. Arkadaş çevremi elimde tutmak zorundaydım, çünkü çok kolay dışlanabilecek bir adamdım. Kitap okuyorsun, gözlük takıyorsun, top oynamıyorsun, kızların peşinde koşmuyorsun…

O çizgi romanlar duruyor mu?

Yok, annem yer kaplıyor diye onları balkona koymuş, sonra yağmur yağmış, ıslanınca da, “attım onları oğlum” dedi. Ben de, “peki anne” dedim. Böylece hayatımın bir bölümü gitti. Bacağın kopması gibi. Bacağın kopunca acır mı? Herhalde ilk anda acımıyordur. Atılan dergi sayısı, sanıyorum fanzin olarak 200 civarında falan ve bunun 100-150 tanesi de çizgi roman.

Janis, Jimi, onlar da çok önemli benim için ama, Kurt Cobain’e karşı garip bir aşkım var. “Ben bir şey söylüyorum, içindeki derinliği siz anlayın!” der gibi söylüyor.

Hâlâ hayatında çizgi var mı?

Çok az, vinyet olarak çiziyorum. Ama eskisi kadar kuvvetli değil, uzaklaştım. Sevgili Bahadır Baruter “senin çizgin çok kuvvetli, çizsene” demişti de, “bir o eksikti” diye gülmüştük.

Babanın resimleri duruyor mu?

Tek tük, ailemin evinde duruyor. Bende yok. Zaten çoğunu satmıştı.

Ne tarz resimler yapardı?

Daha çok gravür tadında yapıyordu. Natürmort yapıyordu. Aslında en ilginç dönemi, ahşap ev kapıları üzerine çalıştığı zamanlardı. Ortaköy’deki o tek tük kalmış eski evlerin kapıları… Sonra pencereler üzerine çalışmaya başlamıştı. Klasiğe yakın bir çizgisi vardı. Zaten Akademi mezunu. Belki çok iddialı şeyler değildi, ama çok içtendi. Belki şiir olmasaydı, babam üstüme düşseydi, iyi bir ressam olabilirdim. Ama iyi bir müzisyen olamayacağım kesin… Şimdi aklıma geldi: Lise sondaydım herhalde, müzik konusunda hayatımın en büyük salaklığını yaptım. Babam, odamıza bayram hediyesi olarak küçük bir televizyon almıştı. Ben de biyoloji çalışıyorum. Televizyonda iki adam şarkı söylüyor. Şöyle bir baktım, sonra da derse döndüm. O adamlar Simon and Garfunkel’dı; Central Park’ta konser veriyorlardı. Bırak biyolojiyi de, otur konseri seyret. Demek ki, o zaman Küçük İskender dediğimiz ortadaki garip şey o konseri izleseydi, belki hayatı iki yıl önce kavrardı. Simon and Garfunkel’ı tanımıyordum ve o anda hiç de önemsemedim. Ama bugün hâlâ bunu söyleyebiliyorsam, kulağımda o müzik kaldığı için. Büyük olasılıkla “Mrs. Robinson”u ya da “The Boxer”ı söylüyorlardır. Hâlâ da en sevdiğim şarkılarıdır. O zaman gay olduğumu da bilmiyorum. Belki o gece dönüp bakaydım, orada keşfedecektim. İki sevgilinin buluşma ve veda konseri, hem seyircilerine, hem de kendilerine.

Senin üzerindeki hırkaya Cobain hırkası diyorlarmış…

Evimize gelip giden genç arkadaşlardan biri söyledi. Kiminin babasının bavulu var, bende de Kurt Cobain’in hırkası varmış gibi. (gülüyor) Var benim öyle küçük küçük şeylerim, mesela Edip Cansever’in el yazması bir şiiri var. Orhan Murat Arıburnu’nun kol saati var. Bizi kandırmadılarsa, –bırakalım baba bavullarını– Nâzım Hikmet’in bavulu var bende.

Eline nasıl geçti?

İzmir’den, şizofren bir kız, dedesinin bir dönem Bursa taraflarında kahvecilik yaptığını ve Nâzım Hikmet’in onun kahvesine gelip gittiğini, bir gün de bavulunu emaneten oraya bıraktığını, bir daha da gelmediğini söylemiş. Tahta bir bavul, biraz parçalanmış vaziyette. O da işte, on küsur yıldır benimle. Bir de, Can Yücel’in kendi sesinden, evinde kasete doldurduğu Cemal Süreya şiiri var.

Mal varlığını açıkladın yani.

Evet, başka bir şey yok.

Cobain hızlı yaşadı, genç öldü…

Bilmiyorum, cesedi yakışıklı değildi herhalde. Çocuk kafayı parçaladı.

Senin en hızlı zamanın ne zamandı?

On yıl öncesi. Şu anda çok sevdiğim bir yeğen büyütüyorum. Biraz dünyayı gezmek istiyorum. Bu işlerim bitsin, hayatta kalırsam hızlanırım yine. Çünkü o zaman kaybedecek bir şeyim yok. Yeğenim de büyümüş olur.

Şimdi kaç yaşında?

İlkokul üçte, 10 yaşında. İki yeğenim var aslında da, biri daha iki yaşında. Öteki şöyle bir 17-18 yaşına gelsin, dayıyı bir reddetsin… Onu kocaman bir delikanlı olarak görmek istiyorum. O yüzden hız yapmak istemiyorum. Ben dayımı Ceyhun’un yaşındayken, erken kaybettim. Dayılar önemlidir. O acıyı yaşasın istemiyorum. Kız arkadaşıyla dayıya kaçamağa gelsin ya da dayıyla bir kadeh bir şey içsin. Amma sigara içtim bu arada…

Günde kaç paket içiyorsun?

Az, üç! (sessizce söylüyor)

Ne kadar zamandır?

Çok, 10-15 yıldır. (sessizce söylüyor)

Iggy Pop – I’m Bored (New Values)

Aaa… Rock’n Coke’ta muhteşemdi.

Konserde, izleyenler arasında senin kameralar neler kaydetti?

Seyirciyi fazla takip edemedim. Gözüm sahnedeydi. On yıl önce kim bilir sahnede nasıl bir adamdı, onu düşündüm. Zaten alkol çok yüksekti hem bende, hem onda. Başka yolu yok. Adam sahnede bildiğini okuyor. Kocaman kolonu sahne görevlisinin üzerine devirdi. Büyük bir enerji var. O enerji, bir rota izleyen meteor gibi dünyaya yaklaşmıyor. O sizin dünyanıza düşecek bir meteor değil, çünkü belki de onu engelleyebilirsiniz. Sürekli hareket ederek gelirse, dikkatinizi dağıtır, sizi vurmak istediği yerden vurur. Sanıyorum, bazı yer kuşlarının da saldırı biçimi bu. Sürekli rakibini şaşırtmak için kafasını sağa sola sallarmış. Devekuşu mesela… Iggy Pop’ta da öyle bir hava vardı; ne zaman gelip seyirciyle temas edip ne zaman çekileceği belli değil. Aynı büyüyü mesela, çok stabil bir adam da verebiliyor. Nick Cave, stabil bir adam. O öyle piyanosunun başında durduğu anda, hiç hareket etmiyor. Her an dönüp seyirciye bağıracakmış, “bak sen, sessiz ol, çok konuşuyorsun” diyecekmiş gibi. Ya da daha büyük grup olarak baktığında –bir dolu grup gelip gidiyor ama– Massive Attack’ın tadını hiçbir şeyden alamıyorum. Tarz değil, duruş olarak bakmak gerek. Ya da bir Dead Kennedys. Anathema benim için ayrı bir ekol. Mesela bizde de MFÖ’nün sahnesini başka grupta yakalayamıyorsun.

İnsan ilişkilerini hiç anlamamamın nedeni, büyük olasılıkla varolan Peter Pan yanım, bunu şiirsel olarak söylemiyorum. Büyüyemedim.

O yüzden Mazhar Alanson’la Iggy Pop da birbirine girdi…

O star kavgası. “En büyük star benim!” Öbürü de “hayır, benim” dememiş, “kim bu adam?” demiş. (gülüyor)

Yakında, heyecanla beklediğin konser ne?

Marilyn Manson tabii ki. Ama bir Radiohead’i, U2’yu her zaman bekleyeceğim. Rammstein’ın sahne şovlarını görmek isterim. Sahnede Ozzy’yi görmek gerekir. Deep Purple’ı görmek isterdim, kaçırdım. Çok daha alternatif bir isim söyleyeyim, George Michael’ı Türkiye’de görmek isterim. Büyük bir stad konserinde değil, hafif loş bir barda, kenarda içkimi alıp George Michael’ı canlı dinlemek isterim.

Bu şarkıyı seçmemizin nedeni can sıkıntısından bahsetmesi. Çocukken kendi kendine nasıl vakit geçildiğinden bahsettin. Bir duygu olarak can sıkıntısını bilir misin? Nasıl eğlendirirsin kendini?

Yok, canım sıkılmaz. Bilgisayarda oyun oynarım, fanzin yaparım, kendi kendime dergi çıkartırım, film seyrederim, porno dergi bakarım, şiir kitaplarını karıştırırım, kedimle oynarım. Mahallemizin muhtarının çocukları var, onların okul arkadaşları var, onlar arada gelirler, otururuz, monopol oynarız. İnsan ilişkilerini hiç anlamamamın nedeni, büyük olasılıkla varolan Peter Pan yanım, bunu şiirsel olarak söylemiyorum. Büyüyemedim. Bir çocuk oynamak istiyorsa oynar, karnı acıkır, oyunu bırakır, yemeğini yer, sonra ödevi varsa biraz ödev yapar. Hayatım öyle benim. Mesela film izliyorsam, asla normal süresinde bitiremem. İki-üç gün sürer. Buna konsantrasyonun dağılması da diyebilirsiniz. Filmin ortasında canım gidip bilgisayarda tavla oynamak istiyor, bir şiir kitabı okuyorum, uzanıyorum, bir şeyler yazıyorum. Bazen film üç gün pause’da takılı duruyor. Ama gelip giden olmadığı için filmden çıkmıyorum, tekrar play tuşuna bastığım zaman devam ediyorum.

Nasıl bilgisayar oyunlarını seviyorsun?

World of Warcraft da oynadım ama, daha çok simülasyon oyunlarını seviyorum. Vurdulu kırdılı değil, zekâya dayanan. Ruax’ta bir hayat kuruluyor. Borsa kuruluyor, giysilerimiz yeni yeni oluşturuluyor. Birinci çağdan başlayarak yeni bir hayat kuruyoruz. Sanıyorum, yedi çağ sürecek. Biz bir yıldır, kalabalık bir oyuncu kadrosuyla, farklı karakterlerle, farklı kimlikler sergileyerek oynuyoruz.

Sen nasıl bir kimliksin?

Çok kapitalist bir medya patronu olmak üzereyim. Şu anda oyunun içindeki en önemli büyük medyayı kurdum, orada dergi çıkartıyorum.

Neden bu tipi seçtin?

Bir de hayatın öbür tarafından bakayım dedim. Sıkıcıymış. O yüzden çok fazla arkadaşım yok. (gülüyor)

Televizyon?

Çok seviyorum. Uyku saatleri dışında televizyon hep açıktır. İzlediğim şeyler genelde spor programları, iki-üç tane Cnbc-e dizim var, bir de Avrupa Yakası. Kadın programlarına takılıyor bazen gözüm. Eskiden yarışma programlarını izlerdim, bir de son zamanlarda haftasonları ünlülerle olan yarışma programlarına denk gelirsem izliyorum. Ee, ben de katilim işte!

Roll, sayı 118, Mayıs 2007

[1] 2007 yılı Nisan ayında, Virginia Tech Üniversitesinde, Cho Seung-Hui adlı 23 yaşındaki Kore kökenli öğrenci kampüs içinde 32 kişiyi öldürdükten sonra intihar etmişti.
[2] 18 Nisan 2007’de Malatya’da Hıristiyanlıkla ilgili kitaplar yayınladığı gerekçesiyle Zirve Yayınevi’nin basılarak büro çalışanları Tilmann Ekkhart Geske, Necati Aydın ve Uğur Yüksel’in işkence edildikten sonra boğazları kesilerek öldürülmesi.
[3] 14 Nisan 2007’de Ankara-Tandoğan Meydanı’nda Atatürkçü Düşünce Derneği’nin çağrısıyla yapılan Cumhuriyet Mitingi.
[4] Pascal Nouma 2003 yılında, Beşiktaş-Fenerbahçe maçında elini şortuna soktuğu ve tombala hareketi olarak tarihe geçen hareketi yaptığı için Beşiktaş’tan uzaklaştırılmış, Futbol Federasyonu’ndan yedi ay men cezası almıştı.
^