NICK CAVE İSTANBUL’DA

Söyleşi: Yücel Göktürk
20 Ağustos 2022
Resim: Arslan Eroğlu
SATIRBAŞLARI

Fotoğrafçı yasağı koydunuz diye biz de ressamla geldik…

Nick Cave: Biz konuşurken mi res­mimi yapacak? Hadi bakalım.

Size üç yer sormak istiyoruz: Yeni Zelanda, Berlin, Ankara…. Hangi­sinden başlayalım?

Üçüncüsü neydi?

Ankara, başkent.

Hiçbir fikrim yok.

Orada doğmuş birinden bahsedecektik, ama onu es geçelim, Ber­lin’i de sonraya bırakalım…

Yeni Zelanda niye?

Avustralya denince bizim gözümü­zün önüne haritanın sağ dip köşesi geliyor, Avustralya ve Yeni Zelanda, ikisini hep beraber düşünüyo­ruz nedense…

Yeni Zelanda, Avustralya’nın fersah fersah ilerisinde. Avustralya muha­fazakârdır, Yeni Zelanda ilericidir. Mesela şimdiki başbakanları çok ilerici bir kadın. Avustralyalılar öyle birini başbakan seçmezler asla. Yeni Zelanda’dan öğrenmemiz gereken o kadar çok şey var ki… Sosyal haklar, güvenceler çok gelişkin bizimkine kıyasla. Örnek almamız gereken bir ülke.

İstanbul’a ilk konserde Polly Harvey’le aynı günlerde gelmiştik, aramız limoniydi. Bu akşam da teknik sorunlar… Şu İstanbul’da güzel bir konser vermek istiyorum. Kafaya taktım.

Ünlü bir Osmanlı şairinin ütopyası Yeni Zelanda’ydı; çevresiyle birlik­te Yeni Zelanda’ya göçüp orada örnek bir toplum kurma projesi vardı…

Gerçekten mi! Adı ne şairin?

Tevfik Fikret. Sizin adını duymuş olabileceğiniz şair Nâzım Hikmet…

Duymadım maalesef. Ama şu ütopyacı şairi merak ettim…

Vaktiyle bir Avustralyalı şairle ta­nışmıştık, anarşist bir adamdı, her sene kendisine başka bir isim ko­yardı, “asıl” ismini hiç öğreneme­dik…

Enteresan. Bir Avustralyalının anar­şist olması çok seyrek görülen şey­dir. Çok tutucudur Avustralyalılar. Mesela biz dört kardeşiz; iki abim, bir kızkardeşim var, üçü de sağda bana göre.

Avustralya’nın Irak’a asker gönder­mesine ne diyorsunuz?

Avustralya bugüne kadar Ameri­ka’nın sözünden çıkamamıştır ki. Vietnam’da da aynı şeyi yapmışlardı. Çılgınlık. Bu mesele sinirimi bo­zuyor, girmeyelim hiç.

Resim: Arslan Eroğlu

Abattoir Blues / Lyre of Orpheus’un bukletindeki bir fotoğrafta, herhalde imlâ hatasını işaret et­mek için “Abbatoire”ın Abba’sının altının çizili olduğunu görünce, ha­liyle Abba geldi aklımıza. Dinlemişliğiniz var mı onları?

Tabii ki… Yaşı benim kadar ya da biraz büyük, biraz küçük olan her­kes dinlemiştir Abba’yı…

Geçenlerde BBC, Benny’yle bir söyleşi yaptı. “O günlerden kalan en güzel hatıranız” babındaki bir soruya şöyle bir karşılık verdi: Yakın za­manlarda, bir havaalanında eski tüfek gitaristlerden biriyle, galiba Pete Townshend’la karşılaşmış. Townshend ona demiş ki, “yaa, ne şaha­ne şarkılarınız vardı!..” Abba denin­ce Townshend’in ilk aklına gelen şarkı hangisiydi diye merak etmiş­tik… Bizimkisi “Waterloo”, sizinkisi ne?

“Fernando” diye bir şarkıları vardı. Abba’yı ilk defa o şarkıda dinlemiş­tim, radyoda. Hoşuma gitmişti.

“Sarışını mı, esmeri mi?” polemiği vardı bir vakitler… Sizinki hangi­siydi?

Benimki Benny’ydi… (gülüyor)

Buralarda Bowie’yle eşzamanlı po­püler oldular. Radyolarda Abba vardı, ama elden ele dolaşan plak­lar, kasetler Bowie’ydi. Sizin de o günlerde odanızda Bowie dinleye­rek dans ettiğinizi okuduk bir söy­leşide. “Olmak istediğim insanı temsil ediyordu” diyorsunuz, bu sadece sizin değil, bir kuşağın –post-hippi kuşağı mı demeli?– hissiyatıydı galiba…

Aladdin Sane’in kapağını gördü­ğümde, daha dinlemeden önce, “tamam işte” demiştim, “benim hadisem bu”. Dinledikten sonra, bütün diğer plakları bir kenara at­tım. O güne kadar abimin plaklarını dinliyordum, çok iyi bir dinleyiciydi, 6O’ların en güzel hippi dalgaları var­dı onda. Benim müzik zevkim de oralarda seyrediyordu. Derinden bir etkilenme yoktu ama… Bowie’yi keşfedince, o güne kadar dinle­diklerim Bowie öncesi ta­rihte kaldı. Bowie milât ol­du benim için. Bence za­ten rock iki döneme ayrılabilir: Bowie öncesi, Bo­wie sonrası.

Bowie öncesi dönemde sizi en çok etkileyen kim­di? Oğullarınızdan birinin adı Jethro…

O ismi ben koymadım, tamamen annesinin seçimi. Jethro doğduğun­da bizim ilişkimiz kopmuştu, hiç gö­rüşmüyorduk. Neden o ismi seçti, bilmiyorum.

Jethro Tull’la aranız nasıl?

Çok severim. “Locomotive Breath”i hâlâ dinliyorum, lan Anderson çok nevi şahsına münhasır bir adam; flütü rock’a sokmak kimin aklına gelirdi?

Bir rock grubuna ziraatçilikle ilgili bir ad vermek de enteresan…

Evet, ama Anderson çok toprak adamı değil mi? Bir halk ozanı. O geleneği taşıdı rock’a.

Jethro ne yapıyor şimdi?

Koca adam oldu. Bilgisayar işinde, Melbourne’de oturuyor. Gayet iyi durumda.

Dört çocuk babası olmak ağır mesai. İyi bir baba nasıl bir babadır sizce?

Bir formülüm yok. Günbegün gerçekleşen bir şey. Bir durum oluyor, bir şey yapıyorsun, başka bir durum oluyor, başka bir şey yapıyorsun. Bunlar birike birike bir şeyler oluyor. Her durumu ayrı düşünmek gerekiyor. O durumlarda aldığın pozisyon iyiyse, babalığın da neticede iyi oluyor, başkalarına iyi gelmese de…

“Nature Boy” adlı şarkınızı dinler­ken aklımıza Walkabout (1971) düştü. Seyretmiş miydiniz o filmi?

Walkabout’u seyretmeyen Avust­ralyalı yoktur. (gülüyor) Avustralya’daki hayatı anlatan ilk büyük prodüksiyondu. Kent hayatı, cangıl, yerliler, beyazlar… İngiliz gözüyle anlatılan bir Avustralya’ydı Walkabout, yine de iyi filmdi…

Will Oldham’la yaptığımız söyleşide de Walkabout bahsi açılmıştı. Nicholas Roeg’in o filmine babası götürmüş, “ben kendi çocuğumu götürür müydüm, pek emin değilim” demişti. Siz ne dersiniz?

Oldham kaç yaşındaymış?

Sekiz-dokuz yaşlarında galiba.

Walkabout’a beni de babam gö­türmüştü, 14 filandım. Çok etkilenmiştim. Unutamadığım sahnelerden biri şuydu: O genç kız (Jenny Agutter) gölde anadan doğma yüzerken sıçrayıp sırtüstü dönüyor, o anda organının tüyleri görünüyor. Perde­de bir an o tüyler peydahlanıyor. Çarpılmıştım, hayatımda hiç öyle bir görüntüyle karşılaşmamıştım. Çok erotik bir sahneydi. Babam beni bir sürü filme götürmüştü. Kendisi film eleştirileri yazardı zaten. Beni götürdüğü filmler arasında bayağı aleni seks sahneleri olanlar da vardı. Mesela Sweet Movie’ye (Dušan Makavejev, 1974) götürmüştü, şok olmuştum, beni hâlâ etkileyen bir filmdir. 15 yaşında filandım. Babamın o filmin beni nasıl etkileyeceğini tahayyül edebildiğini sanmıyorum. Ona göre, bir filmin sanat­sal bir değeri varsa, o değer içerikten bağımsız bir şekilde tezahür eder. Walkabout için de öyle düşünmüştü herhalde. Ben de babam gibi yapardım diye düşünüyorum şimdi, evet, çocuğumu götürürdüm.

Şarkı yazmak, yükselme ve yere çakılma demek. Mutluluk ve acı çekme arasında gidip geliyorsun. Yetersizliklerine meydan okuyorsun. Yetersizlik iki şarkı arasında.

“Nature Boy”a dönersek…

Bana göre “Nature Boy” çok İngiliz; bir bakıma karıma ithaf edilmiş bir şarkı. Ona dair bir şarkı bile denebilir, karım çok İngilizdir. Ve bence, İngiltere’nin en güzel hasletlerinin temsilcisi. Kaybolmuş, yitirilmiş bir İngiltere’yi kastediyorum. Pastoral şairlerin İngiltere’si, Thomas Hardy’nin İngiltere’si… Şarkıdaki hikâye Avustralya’da başlıyor; televizyon seyreden bir çocuğun yaşadıkları anlatılıyor. O bizzat benim başımdan geçen bir hikâye. Melbourne’e anneannemi ziyarete gitmiş­tim, onun oturma odasında televizyon seyrediyordum. Bunu başka söyleşilerde de anlatmıştım; akşam haberleri başladı, ilk haber Amerikalı sağcı, ırk ayrımcısı George Wallace’a yapılan suikast girişimiydi. Kare kare adamın vurulup yere düşmesini seyrettim, aklım uçtu. Harbiden şoka uğradım. Bir kovboy filmi değildi bu, hakikatin ta kendisiydi… “Nature Boy”, o deneyimin bende bıraktığı izi anlatıyor.

Bu albüm öncekilerden bir hayli farklı geldi bize, başka bir duygu bıraktı. Sizde nasıl oldu? Bundan önceki albümlerle Abattoir Blues / Lyre of Orpheus arasındaki başlıca fark ne sizin açınızdan?

Genellikle bir albümün kayıtları sona erdikten sonra onu dinlemem, dinlemek istemem. Çünkü insan yazdığı şarkılar hakkında şüpheye düşebiliyor, “boktan mı oldu acaba” diye kuruyor kendi kendine. Bir albümün sound’u, sözleri iyi olabilir, şarkılar iyi okunabilir, ama yine de insana iyi gelmeyebilir; tek tek her şey iyidir, ama bütünü çok mânâlı değil gibidir. Bir şey ya da bir şeyler eksik gibi gelir. Herkesin böyle albümleri var, benim de var. Bu albümde öyle bir duygu hissetmiyorum, bundan önceki albümlerde defo olarak, pürüz olarak gördüğüm şeyleri elimine ettiğimi zannediyorum. Kayıtları bittikten sonra da dinleyebildiğim bir albüm bu; başka bir evreye geçtiğimin sinyalini veriyor gibi. Hiç tereddütsüz bugüne kadar yaptığım en iyi albüm diyebilirim, ilk dinleyişte beğenmeyenler olabilir, ama dinledikçe bana hak verecekler.

Rock’un genç işi, gençlik hali olduğu söylenir, siz de elliye merdiven dayadınız, yaşınıza uymayan bir tarzla iştigal ettiğiniz duygusuna kapıldığınız oluyor mu?

Evet, rock’un genç işi olduğu söylenir, ama bundan çok emin değilim. İnsan gençken belki daha dünyevi sebeplerle rock’a yönelebiliyor. Kendini ifade etme arzusu, şöhret, para, kızlar… Bütün bunlar genç insanları etkileyen şeyler, bu da çok doğal. Ama insan yaşlandıkça o mevzular önemini kaybediyor, başka şeyler önem kazanıyor. Rock, bence dünyanın en güzel işi. Hele bahsettiğim yüklerden kurtulunca: İnsan hafifliyor, yaratıcılığı bileniyor. Bazen tam tersi de olabiliyor tabii. Şahsen ben halimden memnunum, ergenlik dönemimin fantezisini bu yaşıma kadar taşıyabildim, üstelik hep mesafe katettim, evrildim, her albümde bir öncekinden bir adım ileri gittim. Bu işi beceremiyorum dediğim, özgüven sorunu yaşadığım zamanlar oldu. 10-15 yıl önce, ciddi ciddi bu işi bırakmayı bile düşünmüştüm. Neyse ki o ruh halini çabuk geride bıraktım. Bunda Mick Geyer’a –bu albümü ithaf ettiğimiz dostuma– çok şey borçluyum. Bana hep “insan yaşlandıkça yaratıcılığı körelir anlayışına pabuç bırak­ma, gerçek bunun tam tersi, insan yaşlandıkça yaratıcılığı gelişir” der­di. Ama bunun kendiliğinden olmayacağını, paçayı sıkıp çalışmak gerektiğini söylerdi. Brighton’da piya­noya oturup Melbourne’e telefon açardım ve Mick’e üzerinde çalıştığım şarkıları dinletirdim. Zaman za­man tatlı-sert azarlardı beni: “Bu haftayı plajda geçirdin galiba…” Benim için turnusol kağıdı onun yorumlarıydı, o “tamam, olmuş” dediğinde benim için de şarkı tamam­lanmış olurdu. Hep bir double albüm yapmamı söylerdi. Bu albümü bitirdiğimiz gün vefat etti. Her gün telefonlaşıyorduk, kanseri iyice azmıştı, son günlerini acı içinde kıvranarak geçirdi. Warren (Ellis) ona “19 şarkı kaydettik” dediğinde, “yirmincisine ne oldu?” diye bozuk attı. Tipik Mick; son sözleri buydu.

“Bu işi bırakmayı düşündüğüm oldu” dediğiniz zamana denk düşen bir cümlenizi okuduk bu albüm dolayısıyla yaptığınız söyleşilerde. “1O-15 sene önce yazının müzikten daha değerli olduğuna kanaat getirmiştim, ama sonra bu düşüncem değişti” diyorsunuz. Yazıdan kopmadınız yine de, daha çok senaryo yazmaya yöneldiniz. Geçenlerde bir söyleşide, senaryo yazmanın bambaşka bir trip olduğunu söylüyorsunuz…

Hakikaten öyle, bambaşka bir trip.

Yazdığınız son senaryonun çekimi yapılıyor bugünlerde; Proposition’ın hikâyesi ne?

188O’lerin Avustralya’sında geçiyor, o dönemin kanun kaçaklarıyla “bush ranger”larını anlatıyor. Üç haftadır çekimi yapılıyor, Avustralya’nın yüreğinde çekiliyor.

Senaryo yazmakla şarkı yazmak arasında nasıl bir ilişki var?

Senaryo yazmak çok daha kolayıma geliyor. Şarkı yazmanın beni en çok zorlayan tarafı şu: Bitirdiğin andan itibaren yeni bir şarkı düşünmek durumundasın. Yeniden, sıfırdan başlıyorsun. Bu çok aleni bir gerçek gibi gelebilir, ama sürekli özgün bir eser yaratma çabası var, şarkının teması ne olacak, melodisi nasıl akacak diye kafa yoruyorsun, yazmaya başlıyorsun, bitiriyorsun, bitirir bitirmez tekrar aynı döngü başlıyor. Ama senaryo yazarken temanı buluyorsun, kahramanlarını yaratıyorsun ve yola çıkıyorsun. Hikâye seni peşinden sürüklüyor. Şarkı yazmaksa, yükselme ve yere çakılma demek. Mutluluk ve acı çekme arasında gidip geliyorsun. Şarkı yazarken insan yetersizliklerine meydan okuyor. Yetersizlik kendisini iki şarkı arasında gösteriyor. Ne demek istediğimi bilmem anlatabiliyor muyum?

Belki de.

(gülüşmeler) Ofisten çıktığında –şarkılarımı bir ofiste yazıyorum– bir şarkıyı bitirmişsin, kendi kendine “çok kıyak iş oldu” diyorsun, eve zevkle gidiyorsun. Ertesi sabah güne başladığında “şimdi ne yazacağız” diye hayıflanmaya başlıyorsun. Yeniden yazmaya başlayana kadar geçen sürede, bir ses konuşmaya başlıyor kafanda: Bir boka yaramazsın, vasat hıyarın tekisin, beceremiyorsun işte…

Bu ofiste şarkı yazmak kimin fikriydi?

Benim fikrimdi. Kimin fikri olabilir ki?

Bilmem. Mick Geyer’ın mesela… Demin siz de değindiniz, bir başka söyleşide de hemen her şeyi ona danıştığınızı, onun onayı olmazsa içinizin rahat etmediğini söylüyorsunuz…

Orası öyle de, ofis meselesi Mick’in fikri değildi, ama çok beğendi, destekledi. Bir sanatçının nasıl yaşaması, çalışması gerektiği konusundaki düşünceleri klasik ekoldendi: Bir iş alanı kurarsın ve orada oturup çalışırsın. Bahama’da plajda sürtmezsin ya da o parti senin bu parti benim gezmezsin, kıçını terletirsin.

Wenders telefonda “bir şarkıya ihtiyacım var” der, “konu ne?” derim, “zaman” der, “tamam, bir hafta içinde elinde” derim. Tercihim bu: Sınırlı enformasyon, belirli bir tema!

O ne iş yapardı?

Bu soru hep sorulur bana: “Mick’in mesleği ne?” Ben de bir cevap veremem. Çeşitli işler yaptı, gazetecilik, radyo programcılığı… Melbourne’de bir radyoda DJ’lik yapmıştı, olağanüstü bir programı vardı. Haftada bir gün, bir saat boyunca kafasına göre takılırdı. Çaldıkları kimsenin duymadığı şeylerdi, milletin aklı uçardı. Dünyanın hiçbir yerinde öyle bir program yoktur herhalde. Bütün Melbourne, Mick’in çaldığı müziğe kitlenirdi… Bir süre Cenevre’de Dünya Sağlık Örgütü’nde çalıştı. Tam olarak ne iş yaptığını bilmiyorum, ama mesela Bill Gates’ten Afrika’daki malarya kurbanları için para sızdırmıştı. Türlü çeşitli işler yaptı, ama hayattaki asli faaliyeti, müzik literatüründe kazılar yapıp bulduğu güzel işleri etrafıyla paylaşmaktı.

Şarkı yazarlığı var mıydı?

Hayır, ama bana şarkılarımda çok yardımcı olmuştur. Kitap değiş tokuş ederdik çok…

“There She Goes, My Beatiful World”de Karl Marx’tan bahsetmeniz şaşırttı bizi…

Evet, sürprizli bir dize o… Siz niye şaşırdınız, ne düşündünüz?

Hoşumuza gitti, Marx’ı severiz…

Ben de… Hayat hikâyesini seviyorum. Biyografisini okumuştum yıllar önce, çok ilgi çekici bir şahsiyet.

Şarkıda Das Kapital de geçiyor, okudunuz mu onu?

Okumadım, Das Kapital kafiye sebebiyle girdi şarkıya. Daha doğrusu, kafiye yaratsın diye koydum onu. Önce onu yazdım, o sayede “hospital”, “hail”, “tropical” gibi sözcüklerin yolu açıldı…

Nick Cave Berlin’deki evinde, 1985

Marx da bize Berlin’den bahsetme yolunu açıyor. Berlin sizin hayatınızda bir dönüşüme sebep olmuş galiba.

Eğer Berlin’e gitmeseydik, bana ve Birthday Party’ye neler olurdu, kes­tiremiyorum. İngiltere bizi öylesine yiyip bitirmişti ki… Zerre umursanmıyorduk, saygı görmüyorduk, bunun başlıca sebebi Avustralyalı olmamızdı. İngiltere’ye ilk gittiğimizde, Avustralyalı bir grubun İngiliz gruplarından daha ilginç bir müzik yaptığı görülmüş, duyulmuş şey de­ğildi. Basının Birthday Party’ye gösterdiği ilk reaksiyon kabile müziği, Aborijin müziği olduğu yolundaydı. Tamamen yanlış bir bilgi üzerine kuruyorlardı eleştirilerini. Ve bazı istisnalar dışında, asla ciddiye alınmıyorduk. Konser verme imkânı bulamıyorduk. Sonra bir Avrupa turnesine çıktık, Berlin’de insanlar acayip tuttu bizi. Bizi gerçekten seven, müziğimizi anlayan insanlar vardı… Ve İngiltere’de mevcut olmayan bir sanat iklimine dahil olduk.

Berlin David Bowie, Lou Reed, Iggy Pop için de dönüştürücü olmuş. Havası mı, suyu mu, nedir Berlin’in sırrı? İnsanları dönüştüren bir ruhu var galiba…

Öyle hakikaten. En azından bir dönem öyleydi. Biz, Berlin duvarı yıkıldığında oradan ayrıldık. Duvar yıkıldıktan sonra Berlin tamamen değişti, bambaşka bir şehir haline geldi. Biz oradayken bir alternatif kültür, bir karşı kültür adasıydı Berlin, muhalif insanları kendine çekiyordu. Tarihsel olarak ilginç bir sanatsal ortamdı, bunu oradayken ne kadar idrak edebilmiştik, bilemiyorum, ama Berlin’den ayrıldıktan sonra bir daha öyle zengin bir kültürel ortama tanık olmadım. Bir bara gidiyorsunuz, orada oturup sanat hakkında konuşuyorsunuz, kalkıp birinin evine gidiyorsunuz, yaptığı resimlere bakıyorsunuz, oradan çıkıp bir film gösterimine, bir konsere gidiyorsunuz… Çok sanatsal bir şehirdi Berlin o zamanlar.

Berlin’deki Türk cemaatiyle ilişkiniz olmuş muydu?

Tabii ki. Kreuzberg’de oturuyordum. Kreuzberg’de iki cemaat vardı: Türk işçiler ve punk rock’çular. Ve bu iki cemaat birbirleriyle gayet iyi geçiniyordu.

En ilginç Türkçe hiphop da Kreuzberg’den çıktı.

Öyle mi? Aslında çok doğal, başka türlüsü de olamazdı herhalde.

Berlin denince ilk akla gelen isim­lerden biri de Wim Wenders. Onunla çalışmak nasıl bir şeydi?

Tuhaf bir durumdu aslında. Müziği­mizi takip ettiği belliydi, ama bizim takıldığımız yerlerde, ortamlarda hiç görmemiştim onu. Berlin’deki hadisenin çekirdeğine dahil hissetmiyor­du kendisini. Bir nevi gözlemci gibiydi, olan biteni izliyordu. Bizimle içmezdi mesela. Gün boyu çalışıp geceleri gezip tozuyorduk, sabaha kadar. Belli mekânlar vardı, oralarda bizimle birlikte takılmazdı. Bir gün ortak bir arkadaşımızın vasıtasıyla bizi yemeğe çağırdı. Yemek boyunca pek bir şey söylemedi. Halbuki aradaki arkadaş, yaptığı filmde oynamamızı teklif edeceğini söylemişti Wenders’in… Yemek bitti, yine bir şey söylemedi. Aradan zaman geçti, bir daha yemeğe davet edildik. Bir öncekinden farklı bir şey olmadı. Böyle üç yemek daha yedik. Sonunda, “Wim” dedim, “bizim bu filmde oynamamızı istiyor musun, istemiyor musun?” “İstiyorum tabii” dedi. (“Berlin Üzerindeki Gökyüzü” filminden bahsediyor) Çok sessiz, sakin, düşünceli bir insan. Şimdi artık çok daha iyi bir ilişki içindeyim Wenders’le. Zaman içinde birkaç filmine müzik yaptım. (“Faraway, So Close”, “Until The End Of The World” filmlerine) Çok ilginç bir çalışma biçimimiz var. Bana telefon edip “bir şarkıya ihtiyacım var” der, “konu ne?” derim, “zaman” der mesela, ben de “tamam, bir hafta içinde elinde olur” derim. Oturup teması zaman olan bir parça yazıp gönderirim, o da filminde kullanır. Bu benim tercih ettiğim bir çalışma biçimi. Sınırlı enformasyon, belirli bir tema!..

Jarmusch’un Kahve ve Sigara’sını gördünüz mü?

Görmedim. Onlar beni kurdukları bir kulübe üye yapmışlardı, şimdi adı gelmiyor aklıma, halbuki sevdiğim bir oyuncunun adını taşıyor, onların da çok sevdiği bir oyuncu; neyse, aynı kafadaki insanların üye olduğu bir kulüp. Tom Waits, Jim Jarmusch… Beni onursal üye yapmışlardı. Bir yazı göndermişlerdi, “kulü­bümüzün onursal üyesi oldunuz” diye. O oyuncunun adını birazdan hatırlayacağım… Lee Marvin! Lee Marvin Kulübü!

Bir şarkıcı türü, bir şarkı geleneği kaybolup gidiyor. Johnny Cash, Nina Simone… Marianne Faithfull da öyle bir ses bence. Hak ettiği yeri yeni yeni bulmaya başladı.

Bir söyleşide “takım elbiselerinizi nereden alıyorsunuz?” diye soruyorlar, “almıyorum, diktiriyorum” diyorsunuz ve 21 senedir Londra’da aynı terziye gittiğinizi söylüyorsunuz. Terzinizi merak ettik.

Geçenlerde bir Leonard Cohen söyleşisi okuyordum. Diyor ki, “asla metresleriniz ve terzileriniz hakkında konuşmayın”. Ben terzim hakkında konuşmayı severim.

Adı ne?

Peter Arkus. Ama dükkânının adı Sam Arkus. Peter, Sam’in oğlu, ba­basından devralmış dükkânı, otuz küsur yıldır sürdürüyor. Tesadüfen keşfettiğim bir dükkân; Soho’da, Berwick Street’te. Berwick Street, takım elbise konusunda ikinci ligde sayılır, Savile Row değil yani. Takım elbise yaptırmaya başladığımda pa­ram ancak Berwick Street’e yetiyordu.

Ne zaman takım elbise giymeye başladınız?

Alacak kadar param olduğu zaman… Şimdi, bir takım diktirmek istediğimde, telefon ediyorum Peter’a, “bana bir kahverengi takım yapsana” diyorum, o da yapıyor. Ölçüm de hiç değişmedi zaten.

Favori renginiz hangisi?

Su yeşili galiba. Ama o renk bir ta­kım giymem…

Marc Ribot İstanbul’daydı, müzik ve yemekler üzerine konuşuyorduk, onun müziğiyle komposto arasındaki ilişki söz konusu olmuştu; sizinkiyle de sütlaç arasında bir bağ var galiba…

Sütlaç mı? Nasıl yani?

Fırında sütlaç. Yüzeyde koyu bir tabaka var, kahverengi-siyah… Yüzeyin altında muhallebi yumuşaklığı ve kelimeler misali haşlanmış pirinç taneleri…

İlginç. Fakat komposto mecazını tercih ederim. Annem çok sık süt­laç yapardı, çocukluğum ağzıma sütlaç tıkıştırılarak geçti. Benim tut­kum marmelat. Onsuz kahvaltı edersem gergin olurum. Hır çıkarabilirim. Amerikalılarla temel çelişki­lerimden biridir. Kahvaltıda “mar­melat” dersin, çilek reçeli getirirler, onlara göre ha marmelat ha reçel; reçel de çilek reçeli sadece. Ameri­ka işte. Biraz önce bir incir marmelatı yedim ki, inanılmaz. Acayip lezzetliydi. Beni mutlu etti resmen. Onun zevkindeyim hâlâ. Zaten bu söyleşiyi bu kadar uzun tutmamın sebebi de o marmelattır.

(Sabah seansı burada sona eriyor, konserden sonra kaldığı otelin barında buluşuyoruz.)

Konserin sonunda “iki yıl sonra görüşmek üzere” dediniz. 2006’da İstanbul’a gelmek var mı gerçekten planlarınızda?

Şu İstanbul’da güzel bir konser vermek istiyorum. Kafaya taktım.

Memnun kalmadınız mı İstanbul’da verdiğiniz konserlerden? İ

İkinde Polly Harvey’le (PJ Harvey) aynı günlerde gelmiştik, aramız limoniydi, ben çok gergindim, grup da çok gerilmişti, istediğimiz gibi değildik sahnede… Bu akşam da bir sürü teknik sorun oldu…

Bu akşam niye yeni albümden sadece iki şarkı çaldınız?

Yeni albümdeki şarkıların birçoğu koro gerektiriyor, daha kalabalık bir orkestra gerektiriyor. Bizimse daha ekonomik olmamız gerekiyor.

Seyirciyi nasıl buldunuz?

Harika. Onun için güzel bir konser vermek istiyorum. İstanbul seyircisi çok daha iyisini hak ediyor. Benimle kurdukları ilişki çok duygulandırıcı. Hayret ve takdirle karşılıyorum.

O nasıl bir duygu? İstanbul’da, ya da Peru’da mesela, başka bir dili konuşan, başka bir kültürel gelenekten gelen insanlar şarkılarınızla coşuyor, sizi bağırlarına basıyor… Nedir bunun sırrı?

Hiçbir fikrim yok. Büyük muamma. Nasıl oluyor, neden oluyor, anlayabildiğimi söyleyemem, insana çok acayip bir sorumluluk da yüklüyor. Zihninizin bir tarafında hep o insanları hayal kırıklığına uğratmamak oluyor. Bundan şikâyet etmek ka­dirbilmezlik olur. Hoşuma gidiyor.

Son dönem The Bad Seeds’in belkemiği Warren Ellis ve Nick Cave

PJ Harvey’in son albümünü nasıl buldunuz?

Şehirden hikâyeler anlattığı albümü mü kastediyorsunuz? (Bir önceki albümü “Stories From The City, Stories From The Sea”den bahsediyor) Bana tuhaf geldi doğrusu, Polly Harvey şehirde ne olup bittiğini bil­mez ki. Her neyse, dedikoduya girmeyelim…

İstanbul sonrası planlarınız neler?

Buradan Moskova’ya gideceğiz, sonra Petersburg, Oslo ve Helsinki’deyiz, ardından Avustralya’ya gidiyoruz. Nisan ayında İtalya’da konserimiz var, Marianne Faithfull da bizimle sahneye çıkacak, en azından şimdilik plan bu.

Marianne Faithfull’un yeni albümünde üç şarkınız var, nasıl oldu?

Marianne’e hayranım. Ne zaman karşılaşsak, bir reverans yapıp “emrinize amadeyim” derim. Yeni albümü için arayıp “benim için şarkı yazar mısın?” dediğinde “baş üstüne” dedim tabii ki. Bunu daha önce başka yerlerde de söyledim, bir şarkıcı türü, bir şarkı geleneği kay­bolup gidiyor. Johnny Cash, Nina Simone… Marianne Faithfull da öyle bir ses bence. Hak ettiği yeri yeni yeni bulmaya başladı.

Marianne Faithfull denince akla Rolling Stones geliyor hemen. Sizin aranız nasıl onlarla?

Herkes gibi ben de severim, ama her dönemlerini değil.

Son albümünüzdeki favorilerimizden biri “Hiding All Away”.

Güzel şarkı hakikaten.

Stones’u çağrıştırdı bize…

Hangi dönemlerini?

Son dönemlerini…

(ters ters bakıyor, peçetesini kıvırıp şaka yollu masaya atıyor) Bunu duymamış olayım!

Gündüz seansında terzinizden konuşurken Cohen’in kulağını çınlattınız. Nedense bu sıralarda kulağımızda Cohen var hep… En başta da “Everybody Knows”u.

Şaheser şarkı sahiden. (mırıldanıyor) “Everybody Knows”. Cohen büyük herif. Benim gözümde devrimci bir şahsiyet.

Bizim gözümüzde de giderek öyle oluyor. Bugünlerde 70. yaşgününü kutluyor…

Evet, biz de aramızda onu konuşuyorduk. 70’i devirdi, hâlâ istim üstünde. Birkaç sene evvel bir ahbabım acayip bir Cohen macerası yaşadı. Los Angeles’ta galiba, bir otelde, odasından çıkıyor, asansörün düğmesine basıp beklemeye başlıyor. Asansör kata geliyor, kapısı açılıyor, bizimki bir bakıyor ki, karşısında Leonard Cohen duruyor. Biniyor, o şaşkınlıkla Cohen’e “yukarı mı, aşağı mı?” diye soruyor. Cohen gülümseyerek “tabii ki aşağıya” diyor. Müthiş bir sahne, öyle değil mi? (gülüyor) Bu yediğimiz ne, çok lezzetli?

Tavukgöğsü…

(kaşığını bırakıyor) Tavuk mu yani bu?

Muhallebi. O tavuk o kadar kaynatılıyor ki, tavukla ismi dışında bir alâkası kalmıyor.

Tadı güzeldi, ama ne olduğunu öğrenince… Tatlı tavuk sempatik gelmiyor. Sütlacı tercih ederim. Bu sabah müziğimi sütlaca benzetmiştiniz, düşündüm de, fena mecaz değil, ama tatmin etmedi. Daha iyisi bulunabilir.

Mesela?

Bilmem. Sakın tavukgöğsü demeyin, bozuşuruz.

Roll, sayı 91, Kasım 2004

^