KÜRESEL MEDYA GEZİNTİSİ

Ragıp Duran
23 Ağustos 2020
SATIRBAŞLARI

“Dünyanın vajinası Amazon”, feminizm tartışmaları, Michel Foucault’nun teksir makinesi, Auschwitz’te müzik, dansın protest halleri, Wish You Were Here’in kapağı, Rimbaud… Küresel medyanın çiçekli arka bahçesinde gezinti…
Bolsanaro hükümetini protesto eden Amazon yerlileri. Eylül 2019

 

Bizde ve Doğu’da gazetelerin birinci sayfası, radyo ve televizyonların ilk haberi büyük bir çoğunlukla siyasi haber olur. Cumhurbaşkanının açıklaması, hükümetin bir icraatı, başkentin diplomatik bir hamlesi… Çünkü demokrasisi gelişmemiş memleketlerde, medya esas olarak toplumun değil, iktidarın medyası olarak işlev görür. Bağımsızlık, özgürlük ve hakça paylaştırılan bir ekonomik zenginlik yoksa, toplum, kültür, sanat, estetik, tarih, tarım, arkeoloji ıvır zıvır konular olarak algılanır.

Yurttaş topluluğuna cahil muamelesi yapan medya yöneticileri de, zaten bir parçası haline geldikleri iktidar kompleksinin sözcülüğünü yaparken makro siyaset dışı konulara gereken önemi vermez. Hatta bu alanı siyaset dışı olarak görür. Oysa ki, genel olarak Batı’da, özellikle Fransa, İtalya, İspanya gibi Akdeniz ülkelerinde, mesela Libération, Corriera Della Sera ya da El Pais gibi gazetelerin manşetinde kimi zaman bir sanatçının ölümü, bir serginin açılışı, bir konser ya da olağanüstü bir toplum haberi manşet olabiliyor.

Her gün, Batı dünyasının altı büyük gazetesini tararken (New York Times, Washington Post, Los Angeles Times, The Guardian, Le Monde, Libération) görevim ve memleketin mevcut durumu itibarıyla, mecburen önce Türkiye haberlerini sonra da global düzeyde haber değeri yüksek demeç, söyleşi, röportaj ve yorumları tercüme ediyorum. Gelgelim, bu gazetelerin bazen birinci sayfalarında, ama genellikle iç sayfalarında öyle güzel, öyle cazip yazılar var ki, hem Türkiye’yle doğrudan ilgisi ilk bakışta görünmediği için hem de ele alınan konular belirli bir kültürel-entelektüel background gerektirdiği için onları günlük global medya taramasına dahil edemiyorum. Ama kopyalayıp bir dosyaya ayırıyorum, sonra da hafta sonu, işte şimdi okuyacağınız türden hızlı, kaçınılmaz olarak nispeten yüzeysel özet derlemeler kaleme alıyorum. Bu yazıların linklerini vererek meraklı okuru tam metine davet etmiş oluyorum.

Ağustos başı ve ortasında seçtiğim yazılar kadın/feminist mücadeleleri, dansla sosyal hareketler arasındaki bağlantı, bir Pink Floyd albümünün kapak fotoğrafı ve yeni bir Arthur Rimbaud kitabı.

Fuhuş konusunda, feministlerin bir kesimi “seks işçileri” terminolojisini benimserken bir kesim de ilke olarak karşı çıkıyor. Benzeri bir tartışma/ayrışma pornografi konusunda da mevcut. Bir başka çatallı konu da başörtüsü. Türbanı giyim kuşam özgürlüğü kapsamında savunan feministler de var, kadının kimliğine vurulmuş bir darbe olarak görenler de.

Feminizm tartışmaları

Kadınların mücadelesi ve feminizm konusunda üç esaslı yazı: The Guardian’ın 10 Ağustos tarihli sayısında, “Amazonlar Dünyanın Vajinasıdır” başlıklı söyleşide, Brezilya’daki yerli-çevreci-feminist hareketin liderlerinden Celia Xakriaba ile Vajina Monologları’nın yazarı Eve Ensler dünyayı, ormanları, toprağı, geçmişi kurtarma mücadelesinde kadının konumunu, rolünü ve mücadele yöntemlerini konuşuyor.

Kapitalizmin, kâr hırsının, sözde modernleşmenin yozlaştırdığı, hatta neredeyse iptal ettiği insan ile toprak arasındaki ilişkiyi feminist perspektiften ele alan iki aktivistin doğal, akıcı, bilgi ve fikir dolu muhabbeti. Bolsonaro, Covid-19,  kentleşme, tarım, yerlilerin yaşamı, resim yapmak gibi hayati konular ele alınıyor, zevkle okunuyor.

Le Monde’un 13 Ağustos tarihli sayısında yayınlanan Marie Slavicek imzalı “Fuhuş, türban, taşıyıcı annelik… Feminist hareketleri bölen konular” başlıklı yazı, sadece Fransa’da değil özellikle Batı dünyasında feminist hareketin iç tartışmalarına değiniyor. Kadın hareketi, 8 Mart, taciz ve tecavüzlere karşı mücadele, toplumsal cinsiyet kimliğini savunma gibi temel konularda özellikle de eylemlerde/sahada blok olarak hareket ediyor, ancak kendi içinde bir dizi konu hakkında neredeyse zıt görüşler savunan kanatlar hatta örgütlenmeler mevcut.

Fanny Michaëlis 

Fuhuş konusunda, feministlerin bir kesimi “seks işçileri” terminolojisini benimserken bir kesim de ilke olarak karşı çıkıyor. Benzeri bir tartışma/ayrışma pornografi konusunda mevcut. Batı dünyasında Müslüman nüfusun çoğalmasıyla feministlerin tutum almak zorunda kaldıkları bir başka çatallı konu da başörtüsü. Türbanı giyim kuşam özgürlüğü kapsamında savunan feministler de var, kadının kimliğine vurulmuş bir darbe olarak görenler de.

Taşıyıcı annelik konusunda da farklı feminist görüşler var. Her iki kanat da “kadının kendi vücuduna sahip olma hakkı”nı savunuyor, ama bir kesim taşıyıcı anneliği kadın vücudunun pazardaki meta gibi kiralanması olarak değerlendirirken diğerleri taşıyıcı anneliğin karşılıksız yani gönüllü yapılmasından yana ve isteyen her kadının anne olma hakkını savunuyor.

Feminist hareketlerin üzerinde tam olarak anlaşamadıkları bir konu da trans bireylerin konumu. “Bireyler cinsiyetlerini nasıl hissediyor, tanımlıyorlarsa, esas olan odur” görüşünde olanlar “trans kadınlar kadındır” diyor. Transların feminist mücadelede ağırlık kazanmasından rahatsız olanlar ise transları neredeyse erkeklerin Truva atı olarak algılıyor. (Bir erkek olarak okuduklarımı özet olarak çevirmekle yetineyim).

Foucault’nun teksir makinesi

Kadınlarla ilgili bahse değer bir yazı da 10 Ağustos tarihli Le Monde’da. Lilia Blaise imzalı “70’li yıllarda işkence gören mahkûm Tunuslu solcu kadınların tarihi” başlıklı derlemede Arapça yayınlanan Bnat Essiassa (Politikanın Kızları) kitabı tanıtılıyor. Burgiba döneminde (1957-1987) çoğu lise ve üniversite öğrencisi olan Tunuslu solcu genç kadınların o zamanlar rejime karşı mücadele ederken gördükleri ağır baskılar kişisel tanıklıklar olarak kaydedilmiş. Sadece Tunus’ta değil, mesela Fransa’daki Tunuslu öğrencilerin mücadelesi anlatılırken, Burgiba rejiminin Batıcıl modernizmden esinlenerek boşanma hakkı, çokeşliliğin ilgası ve hatta Fransa’dan önce 1973’te kürtaj hakkını hayata geçirmesine rağmen, siyasal, ideolojik ve toplumsal konulardaki faşizan baskıları gündeme geliyor.

1970’lerde Paris’te felsefe öğrencisi olan Tunuslu bir kadın anlatıyor: “Michel Foucault hocamızdı. Zaman zaman bizi evine davet ederdi. Ve biz memlekete göndermek üzere hazırladığımız bildirileri Foucault’nun evindeki teksir makinesinde basıp çoğaltırdık.”

1970’lerde Paris’te felsefe öğrencisi olan Tunuslu bir kadın anlatıyor: “Michel Foucault hocamızdı. Zaman zaman bizi evine davet ederdi. Ve biz memlekete göndermek üzere hazırladığımız bildirileri Foucault’nun evindeki teksir makinesinde basıp çoğaltırdık.” Tunus’ta Burgiba rejiminin baskılarının sadece İslâmcılara yönelik olmadığı, başta solcular olmak üzere, bütün muhaliflerin hapsedildiği ve işkence gördüğü yine kişisel tanıklıklarla anlatılıyor. Tunuslu solcu kadınlar, ilk gençlik yıllarında karşılaştıkları ağır baskı ve işkencelerin izini/travmasını kolay atlatamadıklarını belirtip, solun yenilgisinden sonra kadın hakları ve feminizm davalarını benimsediklerini, ama solcu geçmişlerini de unutmadıklarını yazıyor.

Öyleyse, dans!

Hareket ile sosyal hareketler arasında bağlantı kurmak” başlıklı yazı New York Times’ın 11 Ağustos tarihli sayısında yayınlandı. George Floyd’un katledilmesinin ardından bütün ABD’yi saran protesto dalgası kaçınılmaz olarak dans dünyasını da etkiledi Siyah Hayatlar Önemlidir hareketi gelişip yaygınlaşırken, pandemi nedeniyle kapalı alanlarda çalışmalarını sürdüremeyen klasik ve modern dans grupları da sokağa, alanlara çıktı. Yürüyüşlerde, meydanlarda protesto gösterilerinde şimdiye kadar geleneksel olarak slogan atılır, şarkı söylenirdi.

Bazı insanlar müzik ister, bazıları da yürümek. Bizse dans etmek istiyorduk” diyen San Franciscolu Destiny Arts dans grubu kent merkezinde ya da Valilik önündeki gösterilere katılırken ilk defa biraz organize, biraz spontan bir şekilde ortadaki boşluğa çıkıp ırksal adaleti temsil eden gösteriler sahneledi. Sonra işin içine koreograflar girdi ve bu kez açık hava protesto gösterilerinde, daha önce polis tarafından öldürülen siyah gençlerin yaşamını ve katledilmelerini anlatan dans gösterileri icra edildi –müzik ve şiirlerle.

Ny’Aja Roberson’un dans performansı. Haziran 2020

Auschwitz’in çellocusu ve Mussolini’nin sevgilisi

Faşizm-kadınlar ilişkisi konusunda iki örneğe geçiyoruz… Nazi toplama kampı “Auschwitz’de müziğin kurtarıcı gücü” başlıklı yazı, somut bir örnekten yola çıkıp, müziğin hayatta kalmaya nasıl yardımcı olduğunu anlatıyor.

Müzisyen bir ailenin kızı olan Anita Lasker-Wallfisch 1942’de 17 yaşında hapsedildiği Auschwitz’de kamp orkestrasının çellocusu. O Nazi marşları çalarken bitişikteki binada Yahudileri, komünistleri, eşcinselleri yakıyorlardı. Kamptan sağ kurtulduktan sonra İngiliz Oda Orkestrası’nın kurucusu. Son olarak Salzburg Festivali’nin yan etkinliği “Çağımız hakkında konuşmak” dizisinde, video-konferans aracılığıyla Londra’daki evinden bir konuşma yaptı 95 yaşındaki Anita. Cehenneme düşmüş bir kadın müzik sayesinde, çello çalarak kampta nasıl hayatta kaldığını anlatıyor: “Bu cehennemden çıkış yolu yoktu. Fırına gitmek hariç.

Gelelim Mussolini’nin Yahudi sevgilisi ve akıl hocası Margherita Sarfatti’ye. Venedikli büyük burjuva bir Yahudi ailenin kızı (1880-1961). 1912’de İtalyan Sosyalist Partisi’nin gazetesi L’Avanti’nin kültür-sanat eleştirmeni olan bu parlak, zeki kadın, kısa sürede Duce’nin danışmanı oluyor. Mussolini’yi mali olarak da destekleyen Margherita, İtalyan faşist lider iktidara gelince, hareketin kültür-sanat estetisyeni ve propagandacısı olarak Novecento Italiano’yu kurup yönetiyor. 1925’te yayınladığı Dux adlı kitapta Mussolini hem büyük bir düşünür hem de bir atlet olarak sahneye çıkıyor.

Benito’nun resmi eşi Milano’da kalırken, Margherita Roma’da sürekli “reis”in yanında. Üstelik din değiştirip Katolik olmuş. Ne var ki İtalyan rejimi Nazi Almanya’sına yaklaştığında, hele 1938’de Irk Yasası yürürlüğe girdiğinde Sarfatti’nin yıldızı sönüyor. Arjantin’e kaçıp sığınıyor. Oradan yazdığı yazılarda eski sevgilisini “canavar” olarak tanımlıyor. Savaşın sona ermesi ve Duce’nin idam edilmesinin ardından, ancak 1947’de dönebiliyor İtalya’ya. Biraz düşmanlık, biraz ilgisizlikle karşılanıyor ülkesinde.

Margherita Sarfatti Venedikli büyük burjuva bir Yahudi ailenin kızı, kısa sürede Duce’nin danışmanı oluyor. 1938’de Irk Yasası yürürlüğe girdiğinde yıldızı sönüyor. Arjantin’e sığınıyor. Oradan yazdığı yazılarda eski sevgilisini “canavar” olarak tanımlıyor.

Kubrick, Wish You Were Here, Rimbaud

Amerikalı Film Yönetmeni Stanley Kubrick’in yeni biyografisi birkaç açıdan ilginç. Çünkü Kubrick (1928-1999) Amerikalı yönetmenlerin en Avrupalısı, hatta İngilizi. Zaten hayatının büyük bir bölümünü İngiltere kırsalında geçirdi. Gençliğinde üç merakı vardı: Film seyretmek, satranç oynamak ve fotoğraf çekmek. Yahudi ailenin yüksek öğrenim görmemiş bu zeki oğlu, tam bir kitap kurdu. “Kitapçıya gider, raflardan gelişigüzel birkaç kitap alır çıkarım. Kitap iyi değilse sonuna kadar okumam şart değil.” Kubrick her gün baştan sona New York Times okuyor. Bu yeni biyografi Kubrick’in hayatı ile filmleri arasındaki ilişkiyi sergileyip deşiyor.

Wish You Were Here‘ın kapak fotoğrafı

Son iki konumuz Wish You Were Here’in kapağı ve Arthur Rimbaud.

Pink Floyd’un kurucuları Syd Barrett’a ithaf ettiği Wish You Were Here albümünün kapak fotoğrafının çekim öyküsü müthiş. Fotografçı Aubrey Powell “En iyi fotoğrafım” dizisinde, albüm kapağının nasıl tasarlandığı ve çekim sırasında çıkan yangını anlatmış. Neyse ki konu mankeninin sadece kaşları ve bıyıkları yanmış.

19 Ağustos tarihli Canard Enchainé’de (İnternette namevcut maalesef), David Le Bailly’nin yeni çıkan Öteki Rimbaud başlıklı kitabında, Arthur’ün ağabeyi Frédéric ile kargışlanmış ilişkileri bazı yeni bilgi ve belgelere dayanılarak anlatılmış. Arthur kardeşimiz şiiri, edebiyatı bırakıp Yemen’de köle ve hatta silah ticareti işlerine girmişken ağabeyi Frédéric isyankâr konumda.

Koyu dindar ve müthiş dominant anne ilk yıllarda, sürekli Arthur’ü kollamış, Frédéric’e neredeyse üvey evlat muamelesi yapmış. Arthur deha, Frédéric ise başarısız, çapsız oğlandır annesinin gözünde. Vitalie hanım Arthur’e tembih etmiş: Sakın Frédéric’e yüz verme! Ama Arthur evden ayrılınca Frédéric tek başına kalır, annesinin eski sevgisizliğini hatırlar. Ona karşı çıkmaya başlar. Annesi de üç kez mahkemeye başvurup Frédéric’in evlenmesini engeller. Arthur’ün ağabeyi sonunda fayton sürücüsü olur. İki kardeşin ölümü de hazin. Birinin sağ, diğerinin sol bacağı kesildikten sonra mezara gidiyorlar. İkisi de çocukken bir bacağı kesik bir dilenciyle alay edermiş. Kader! 

^