Kitapları giderek güncelleşen Orwell’den filozof teknik direktör Arsène Wenger’e, David Bryne ve Spike Lee’den Genet Baba’ya, Oscar Lalo’nun “öksüz doğanlar”ından Covid-19 belasına… Buyurun küresel medya gezintisine…
Cumartesi sabahı klavyenin karşısına geçtiğimde elimde yaklaşık 200 adet A4 çıktısı vardı. Hafta içinde hızlıca okuyup kimi satırların altını çizip Küresel Medya Gezintisi için ayırdığım röportaj, söyleşi, inceleme-araştırma yazıları…
Bu kallavi dosya karşısında, konuklara/dostlara ne yemek yapacağını bilemeyen, çünkü seçemeyen kararsız bir aşçının haleti ruhiyesi içinde buldum kendimi. Buzdolabı ağzına kadar dolu, mutfak tıklım tıklım, kiler taşmak üzere. En az 50 kişiye üç öğün iyi yemek yapabilecek durumdayım. Miktar önemli değil aslında, nitelik tayin edici. David Bryne söylemişti geçen hafta değil mi?: “Kelimeleri paylaşmak yemeği paylaşmak gibidir.”
Bu kadar çok malzeme varken, otomatik olarak meze tabağı formülünü benimsiyoruz bu hafta. Birkaç yazı bal gibi ana yemek statüsünü hak etmiş olsa da, mezelerden tasarruf edersek sofranın renk, koku ve tat yelpazesi yoksullaşır sanki.
“Meksika’nın fethi”nin 500. yılı
Meksika Devlet Başkanı Andres Manuel Lopez Obrador (Neden hep böyle çok isimleri olur Latin Amerikalıların?) Papa Francis’e yazdığı mektupta, Vatikan’ın Meksika’nın fethi döneminde yerli halka yönelik katliamları nedeniyle özür dilemesini istedi.
Meksika’nın İspanyol sömürgeciler tarafından fethinin 500. yılı nedeniyle bu aralar çeşitli etkinlikler düzenlenirken ülkenin fetih öncesi tarihi gündeme geldi. Başkan Obrador, Papa’dan Meksika’nın 19. yüzyıldaki bağımsızlık savaşı sırasındaki önderlerinden Miguel Hidalgo’nun itibarının iade edilmesini de talep etti. Hidalgo, Vatikan tarafından aforoz edilmişti.
Wenger “En beğendiğiniz film hangisi?” sorusuna şu yanıtı veriyor: “Galiba ‘Midnight Express’. Çünkü öğrenciyken bu film ve ABD-Türkiye ilişkileri konusunda bir çalışma yapmıştım. Son zamanlarda ‘Bohemian Rhapsody’yi ve ‘Rocketman’i izledim. Elton John’u bir parça tanırım. Biraz daha düşünsem bazı Visconti filmlerini söyleyebilirim.”
Obrador, Vatikan’ın yanı sıra İspanyol monarşisinin de özür dilemesini talep ediyor. Esas görevi AB Güvenlik ve Dış İlişkiler Yüksek temsilcisi olan İspanyol Josep Borell sanki kralın sözcüsü gibi yaptığı açıklamada, “İspanya, talep edilen bu özrü sunmayacaktır” dedi.
Meksika’dan Fransa’ya geçelim. Le Monde’daki “Kölecilik tarihinin eğitimi: eksiklikler ve uyumsuzluklar” başlıklı, Violaine Morin imzalı yazıda Kölelik Belleği Vakfı’nın Fransız eğitim sistemindeki tarih kitaplarını inceleyip önemli bir çalışma yaptığı duyuruluyor. Yirmi yıl önce Fransız parlamentosu Taubira Yasası ile köleciliği “insanlığa karşı işlenmiş bir suç” olarak hukuk kayıtlarına geçirmişti. Vakfın incelemesi özellikle ilkokul ders kitaplarında kölecilik sorununu ele alıyor, “hâlâ bir muğlaklık, terminolojide bir karmaşa” olduğunu saptıyor. İdeolojik kalıpların hâkim olduğunu belirten araştırma “Kimse kurbanla özdeşleşmek istemiyor” sonucunu çıkarıyor.
Orwell’in güncelliği
1984 ve Hayvan Çiftliği gibi olağanüstü güncel romanların yazarı George Orwell İspanya iç savaşına dörtte üç gazeteci, dörtte bir dayanışmacı aktivist olarak katılmıştı. The Guardian yazıyor: Moskova’da yeni ortaya çıkan 1930’lu yılların askeri istihbarat raporlarına göre, Orwell ve ailesi Sovyet ajanlarının yakın takibi altındaydı.
Dönemin Moskova yönetimi her ne kadar faşist Franco rejimine karşı çıktıysa da, hem İspanyol komünistleri ve anarşistleri hem de Uluslararası Tugaylar’da savaşan yabancı militanları yakın takibe almış ki, hem iç savaşın gidişatını hem de direnişten sonra kurulması olası yeni hükümeti gözetim ve denetim altında tutsun.
İki hatırlatma: Moskova, özellikle Barcelona’da anarşistlerin direnişteki önemli konum ve rolünden rahatsız olduğu için bir süre sonra anti-faşist cepheyi desteklemekten vazgeçti.
Orwell sonradan ortaya çıkan raporlara göre, İngiliz istihbaratının da takibindeymiş.
“Orwell ve Büyük Birader” başlıklı haberde, Libération Fransa’nın ünlü Pléiade dizisinin Orwell’in tüm eserlerini, en tanınmışlardan en az bilinenlere kadar hepsini yayınlamaya başladığını bildiriyor.
“Ağır entelektüel” bir futbol adamı
Bazı yemekler vardır meze olarak da yenebilir ya da garson sorar, “Ana yemek olarak mı alacaksınız?”. İşte bir örnek. “Arsène Wenger: İnsanları anlamama yardımcı olabilecek her şeyi okumaya gayret ettim.”
The Guardian’ın Pazar gazetesi Observer çok şık bir söyleşi seansı düzenlemiş: Okurlardan, ünlü sanatçı ve aydınlardan, bu arada kendine has bir kategorinin kahramanı José Mourinho’dan, Wenger’e sorular sormasını istemiş, Wenger de yanıtlamış. “Arsenal efsanesini yaratan teknik direktör”, “İngiliz futbolunu değiştiren Fransız akil adam” gibi sıfatları olan Wenger sorulara öyle cevaplar veriyor ki, sadece sıradışı bir teknik direktörle değil, bir “ağır entelektüel”le karşı karşıya olduğumuz hemen görülüyor.
Anadili Fransızcanın yanı sıra Almanca ve İngilizce okuyup yazabilen hoca, “İtalyanca ve İspanyolca da anlarım, biraz da Japonca, ama bu dilleri çok az konuşabiliyorum” diyor. Şu sıralar Harari’nin Sapiens’ini bitirmek üzere olduğunu, insanları, toplumun işleyişini, demokrasinin nasıl gelişebileceğini daha iyi anlamasını sağlayan her şeyi okuduğunu söylüyor. Strasbourg Üniversitesi’nde iktisat master’ı yapan Wenger hakkında sadece İngiltere’de dokuz kitap yayınlanmış.
Wenger: “Bir kulüp kimliktir, kimlik ise değerlere dairdir, değerler de onları taşıyan insanlardır. O cephedeki süreklilik çok önemli.”
Arsenal’i aralıksız 22 yıl çalıştıran Mösyö Wenger iyi bir teknik direktör olmak için “insanın mutlaka bir felsefesi olması gerektiğini” söylüyor. Fransa’nın Alsace bölgesinde doğup büyüyen, profesyonel futbolculuk kariyerinin ardından önce Monaco’da, sonra Japonya’da çalışan Wenger, “En beğendiğiniz film hangisi?” sorusuna şu yanıtı veriyor: “Galiba ‘Midnight Express’. Çünkü öğrenciyken bu film ve ABD-Türkiye ilişkileri konusunda bir çalışma yapmıştım. Son zamanlarda ise ‘Bohemian Rhapsody’yi ve Elton John hakkındaki ‘Rocketman’i izledim. Elton John’u bir parça tanırım. Biraz daha düşünsem bazı Visconti filmlerini söyleyebilirim.”
Demokrasi, ırkçılık gibi güncel konularda da son derece oturaklı görüşler ifade eden Wenger “Sosyalist misiniz?” sorusunu şöyle yanıtlıyor: “Sosyalistlik, bir toplumun sorunlarını çözmek için toplumsal bağlara güven duymaktır bana göre. Öncelikle, bireylerin kendilerini ifade etmelerini sağlayan bir kolektif ortam gerekiyor. Belirleyici olan böyle bir kolektif ortamdır bence.”
Kimlikler, değerler, kişiler
Wenger’e soru soran ünlüler arasında Jeremy Corbyn ve Spike Lee de var. İşçi Partisi’nin müstafi lideri “Yerele, yerel topluluğa bağlı bir felsefeniz var. Futbol dünyası gibi çok zor bir ortamda temel ilkelerinizi nasıl koruyabildiniz?” diye soruyor, Wenger yanıtlıyor:
“Genel olarak futbol seyircileri milli takımlarını sever. İnsanlar büyük takımları sever, ama aynı zamanda doğdukları yerin, yaşadıkları yörenin takımını tutar, destekler. Arsenal hem büyük hem de yerel bir kulüp. Yerellik ruhunu hep canlı tutmamız gerekir. Ne yazık ki, son yıllarda yerel kulüplere destek giderek azalıyor, hele alt liglerde durum daha da olumsuz.”
Spike Lee, Arsenal’in eski yıldız oyuncusu Thierry Henry’nin bir gün takımın başına teknik direktör olarak dönüp dönemeyeceğini soruyor. Wenger de Henry’nin başarılı olmasını dilediğini, başarılı bir teknik direktör olduğu takdirde Arsenal’e hoca olarak dönebileceğini söyledikten sonra, “ama umarım o günler gelmeden şampiyonluk kazanabiliriz” diyor ve sözü eski öğrencisi, Arsenal’in şimdiki teknik direktörü Arteta’ya getiriyor: “Şu anda takımın başında Mikel Arteta var, onunla niye şampiyon olmayalım? Bir kulüp kimliktir, kimlik ise değerlere dairdir, değerler de onları taşıyan insanlardır. O cephedeki süreklilik çok önemli benim için.”
Arteta üzerine bir okur sorusuna verdiği yanıtta öğrencisini beğendiğini ve Arteta yönetimindeki Arsenal’den beklentisinin yüksek olduğunu belirtiyor. “İyi bir takım ruhu var. İlk dörde girecekleri kanaatindeyim. Daha fazlası da mümkün? Bu sezonun sürpriz takımı olabilirler.”
Araya sıkıştıralım, Spike Lee, David Bryne’ün American Utopia başlıklı romanından esinlenerek düzenlediği konserin belgeselini yaptı. Lee 11 kamerayla çektiği bu belgeselde hem sahneyi hem de sahne arkasını, konser hazırlıklarını ve dinleyicilerin heyecanını yansıtıyor perdeye.
Soru soranlar arasında bizden bir abi de var, Ken Loach. “Futbol dünyasında eşitsizlik giderek büyüyor. Premier Lig kulüpleri milyonlarla ölçülürken, alt liglerdekiler ve yarı-profesyoneller hayatta kalmak, batmamak için çaba sarf ediyor. Diğer sanayi dallarında olduğu gibi, mevcut ekonomik sistem küçük bir kesim için büyük refah ve büyük kesim için de yoksulluk üretiyor. Taraftarlar, oyuncular ve teknik direktörler bir araya gelip bu durumu nasıl değiştirebilir?” (O sarsıcı filmlerin yönetmeninden de böyle bir soru beklenir, değil mi?).
Wenger bu soruyu yanıtlarken, bir kez Paris’e giderken trende Loach’la tanışıp ahbap olduğunu, sinema hakkında sohbet ettiklerini, onun filmlerinin zenginlik-yoksulluk meselesini işlediğini anlattıktan sonra şunları söylüyor: “Futbol şu andaki sorunun, zenginlerle yoksullar arasındaki büyüyen farkın, yoksullara destek olmadan üstesinden gelemez. Küçük kulüplerin ölmesine seyirci kalamayız.” Devamında da şöyle diyor:
“Futbol sahası olan yerlerde hayat vardır. Futbol mahallenin bir parçası, toplumun bir parçası. İnsanların düşlerinin bir parçası. Bu parçaları her yerde canlı tutmamız lâzım.”
Aktaracağım son soru José Mourinho’dan. Özetle, “Bir takımın başkanı ya da sportif direktörü mü olmayı tercih edersin, yoksa hep sahada ya da saha kenarında kalmak mı sana daha iyi gelir?” Wenger futbol kulüplerinin üst düzey yönetimlerinde derin futbol tecrübesine ve bilgisine sahip çok az insanın olduğunu saptadıktan sonra, yine kimlik ve değerler konusuna değiniyor: “Bir futbol takımı kimlik ve değerlerden oluşur, o kimlik ve değerleri de insanlar temsil eder.”
Wenger’i daha iyi tanımak için dumanı üstündeki My Life in Red and White / Ma vie en rouge et blanc (Kırmızı-Beyaz Hayatım) adlı kitabını okumakta fayda var. Tez zamanda Türkçeye kazandırılmasını umalım. Bu arada, Express dergisinin Şubat 2016 sayısındaki “Sanatçının Bir Futbol Adamı Olarak Portresi” başlıklı derlemenin sağlam bir kaynak olduğunu belirtmeden de geçmeyelim.
Spike Lee David Bryne’ün American Utopia başlıklı romanından esinlenerek düzenlediği konserin belgeselini yaptı. Lee 11 kamerayla çektiği bu belgeselde hem sahneyi hem de sahne arkasını, konser hazırlıklarını ve dinleyicilerin heyecanını yansıtıyor perdeye.
Dünya Menopoz Günü kutlu olsun
“Erkek arkadaşımın annesi, babası beni beğenmiyor. Onları nasıl kazanabilirim?” diye soruyor bir LGBTI+ genç. The Guardian’ın Güzin ablası Mariella Frostrup ayrıntılı bir cevap yazmış. Mealen “Sevgilinin annesi ve babasının takdir ve sevgisini talep etmen iyi bir şey, ama senin arkadaşına olan sevginin esası onun ailesiyle sorunlu ilişkin olmaması gerekir” demiş.
Bizde mahremiyete girer diye düşünülen, dolayısıyla medyada ciddi bir şekilde ele alınmayan bir başka konu: “Olgun kadınların cinsel isyanı harekete geçiyor”. 18 Ekim Dünya Menopoz Günü’ymüş, kutlu ve mutlu olsun! Le Monde’un kadın Haydar Dümen’i konumundaki Maia Mazuarette kadınların 50 yaşını geçtikten sonra cinsel söylemin dışında kaldıklarını saptıyor, ama bu dışlanmaya karşı çıkmak için de olgun kadınlara, “kendi arzularına odaklanmaları için” yol yordam öneriyor.
Menopozun adeta tanrı emri gibi cinsel hayatın sonu olarak algılanmasına karşı çıkan cinsellik uzmanı Maia, bu programlanmayı/koşullanmayı kırmak için çok sayıda kadının oto-sansürden vazgeçmesini öneriyor. Utanma hissinin de cephe değiştirmesi gerektiğini savunan uzman kamuoyu araştırma sonuçlarına dayanarak, 50 yaşından büyük kadınların faal cinsel hayatlarının büyük ölçüde azaldığını hatırlatmış.
Aziz Genet’nin evrak-ı metrukesi
“Jean Genet’nin gizli yazıları nihayet ortaya çıktı” başlıklı yazıda Fransız edebiyatının dikbaşlı yazarı Jean Genet’nin (1910-1986) ölmeden sadece birkaç gün önce dostu ve avukatı Roland Dumas’ya emanet ettiği iki bavul dolusu yazı ve defterlerinin 30 Ekim-31 Ocak 2021 tarihlerinde IMEC’te (Çağdaş Yayıncılık Bellek Enstitüsü) sergileneceği duyuruluyor. Göçmenlerden mahpuslara, solculardan eşcinsellere, bütün ezilmiş, dışlanmış ve ötekileştirilmişlerin büyük dostu Genet, David Bowie’nin oynamasını istediği bir film senaryosu bile yazmış. İki bavulda çoğu hiç yayınlanmamış mektuplar ve öykü, roman ve tiyatro eserlerinin taslakları ve planları da var. “Bavulları açıp metinleri incelediğimde kendimi Ali Baba’nın mağarasında hissettim, o kadar çeşitli, o kadar zengin malzeme vardı” diyor IMEC sorumlusu Albert Dichy.
Hayatı öksüzler yurdunda, hapishanelerde geçen Genet Fransa, Fas ve Yunanistan’da yaşadı. Cezayir savaşından Vietnam savaşına, 68 Mayıs’ından ABD’deki Kara Panterler’e, Genet hep iyinin, doğrunun, solun safında yer aldı. Başta Hizmetçiler, Paravanlar ve Zenciler olmak üzere 15 kitabı Türkçeye de çevrildi Aziz Genet’nin.
Öksüz doğanlar
“Bir bebeğin Nazi olduğunu sanmak doğru değil” başlıklı söyleşide Oscar Lalo’nun yeni kitabı Öksüzlerin Soyu gündeme geliyor. “Lebensborn” Nazi rejiminin Aryen ırkını sürdürmek için gerçekleştirdiği bir proje. Almanya’daki, ama daha çok Hitler’in işgal ettiği ülkelerdeki sarışın kadınlar kaçırılıyor, bilahare SS subayları ile “çiftleştiriliyor”, doğan çocuklar böylece “sağlam, güçlü Aryen ırkının sürekliliğini sağlıyor.” Naziler bu operasyonu gizli merkezlerde gerçekleştiriyor. Doğan çocuklar altı haftalıkken, merkezden alınıp zengin Alman ailelerine veriliyor. Bu çocuklara, “SS tohumu” ya da “utanç çocuğu” deniyor.
Oscar Lalo roman tarzında kaleme aldığı eserde bu çocuklardan birinin hayat öyküsünü anlatıyor. “Hitler bir yandan milyonlarca insanı toplama kamplarında katletti, ama bir yandan da üstün ırk yaratma hevesiyle bu Lebensborn’ları yarattı” diyen yazar söz konusu anasız-babasız ve geçmişsiz çocukların, özellikle Almanya dışındakilerin, cahil bırakıldığını söylüyor ve ekliyor: “Savaş bittikten sonra bu çocuklardan çok azı annelerini bulabildi.”
Korona belası
Covid-19 hâlâ her yerde. Üç örnek: Washington Post’un “Ortaçağ’da Avrupalılar salgının nasıl yayıldığını anlamamışlardı, hastalığa karşı o zaman aldıkları önlemler bugünkünden farklı değildi” başlığıyla yayınladığı yazıya göre, Floransa’da 1348’de baş gösteren veba salgınında kent sakinleri ya kendilerini eve kapatmışlar ya da şehir dışına çıkmışlar. Yararlı bitkilerle kendilerini tedavi etmeye çalışanlar da var, ama o zamanın hekimleri hastalığın nasıl bulaştığını bilemiyor. Ve kentin bazı mahalleleri kitlesel mezarlıklara dönüşmüş.
“Agorafobi kuşağı” başlıklı yazıda, New York Times bazı ülkelerde virüs nedeniyle aylarca süren kapanma/sokağa çıkma yasakları nedeniyle, özellikle yaşlıların artık dışarı çıkmaktan çekindiklerini belirtiyor. Çocukların durumu ise daha kötü. Çünkü bir yandan tehlikenin bilincinde değiller, bir yandan da aileler çocuklara sağlıklarını koruyabilmeleri için büyük kısıtlamalar getiriyor. Evin içinde ve dışarıda ortam tamamen değişmiş durumda. Psikologlar da bu soruna tutarlı bir çözüm bulamadılar, nasıl bulsunlar?
Genet’nin ölmeden sadece birkaç gün önce dostu ve avukatı Roland Dumas’ya emanet ettiği iki bavul dolusu yazı ve defterlerin 30 Ekim-31 Ocak 2021’de sergileneceği duyuruluyor. Genet David Bowie’nin oynamasını istediği bir film senaryosu bile yazmış.
The Guardian’daki “Covid’den sonra yalnızlık pandemisi ile nasıl başa çıkacağız?” başlıklı yazıda Brigid Delaney, Covid-19’un yanı sıra, son yıllarda iletişim teknolojisinin olağanüstü gelişmesi ve yaygınlaşması nedeniyle insanların gerçek hayatla ilişkilerinin azaldığını, birçok şeyi artık cep telefonları ya da bilgisayarlarıyla yaptıklarını hatırlatıyor ve ekliyor: “İş yerinde bir arada çalışma yerine evden çalışma ve ortak kamu alanı faaliyetleri ile kültürel etkinliklerin birçok ülkede neredeyse tamamen yasaklanmasıyla, insani ilişkiler çok zayıfladı, herkes kendi köşesine çekildi ve herkes çok yalnızlaştı.”
Bu haftalık turumuz burada bitiyor. Meksika’nın fethinden Fransa’nın kölecilik tarihine uzandık, Orwell’den Wenger’e zapladık, arada Bryne’e ve Spike Lee’ye selam çaktık, sonra Genet Baba’ya uğradık, Oscar Lalo’nun “öksüz doğanlar”ından Covid-19 belasına geçtik. Bunlar beş günde altı gazetede yayınlanan ilginç (bence) konuların belki sadece yüzde 10’u. Fazla yemek, fazla meze mideye dokunabilir. Şimdi bir maden sodası zamanı.