ORHAN PAMUK’LA ŞARKILI SÖYLEŞİ

Söyleşi: Serkan Seymen, Yücel Göktürk
25 Mart 2021
SATIRBAŞLARI
“Öteki Renkler”in yeni yayınlandığı günlerdi, cebimizde 10 şarkı, Orhan Pamuk’un kapısını çalmıştık. Aradan 21 yıl geçti, köprülerin altından çok sular aktı. Ama taşlar yerli yerinde –hepsi değilse de birçoğu. Yeni romanı “Veba Geceleri” münasebetiyle, 2000 yılındaki “Söyleyen İbrahim Tatlıses, güfte Orhan Pamuk” başlıklı şarkılı söyleşiye zaplıyoruz. Roll’dan naklen… 

Chemical Brothers – Out of Control

Orhan Pamuk: (klibi izliyor, bitince gülüyor) Eğlendim. Ama bana uzak bir dünya. Ben hiçbir zaman şiddet yanlısı olmadım. Bu dünya bana yabancıdır. Sokaklarda koşturan gençler, eli sopalı isyancı gençler… Şöyle diyeyim: Eli sopalı isyancı gençler ve onları beğenen kızlar –klipteki gibi büyük göğüslü kızlar– beni beğenmezdi. (gülüyor) Deniz Gezmiş’ten Che Guevara’ya dek uzanan bu tür kahramanlık menkıbeleri bana çok uzaktır, bir muhallebi çocuğuna olan uzaklık gibi. İki türlü muhallebi çocuğu vardır: Birincisi, muhallebi çocuğu olduğu halde “bir Deniz Gezmiş ya da Che Guevara olmasam da o havaları atabilirim” diyenler, bir de bu acı gerçeği kabul edip bu yollara hiç girmeyenler. (gülüyor) Ben bu ikincilerden olduğum için böyle özlemlerim de olmadı. Burdaki gibi devrimcilerden hoşlanan iri göğüslü kızlar ben bu yaşlardayken benimle ilgilenmediler, beni farketmediler bile. Bu yüzden bu tür anarşi ve devrimcilik ruhu, bu kızları benden uzak tuttuğu için hiç beğenmiyorum. (gülüyor) Devrimci şiddete karşıyım. (kahkaha atıyor) Ama şunu söyleyeyim: Müzik beni fazla etkilemedi, ama klibin içine düştüm. Klipte dikkatimi çeken de şiddet ve seksti.

Klip de zaten o kahramanlık menkıbelerinin nasıl manipüle edilebileceğine dikkat çekiyor. İlk başta “kontrol altında” stilize bir vaziyet var, sonra “kontrolden çıkıyor” her şey. Reklamın bittiği yerde bir gerçek “olay” başlıyor, bir haber filmi izliyoruz.

18 yaşında evde olmakla ne kadar haklı olduğumu bu kliple yine anladım. (gülüyor) O dünyaya maalesef giremedim. O devrimci savaşçı, şehir gerillası dünyasına hep uzak kaldım. Güce, iktidara, vücudun güzelliğine dayanan şehirli, genç muhalifin karizmasından bana hiçbir şey bulaşmadı. Ama şunu da söylemeye hakkım var: 70’lerde parkaları giyen, Che Guevara’ya hayran olan insanlar, benim okuduğum kitapları, düşünce âlemimi küçümserler, anlamazlardı. O zamanın devrimcileri, bugün kendilerini göstermek istedikleri gibi özgürlükçü değildi. Fransa’da 47 kuşağı özgürlükçüydü. Bizde ise 47 kuşağının Batı’dan gelen tüketim kapitalizmine köylülük tarafı ağır basan isyanı söz konusuydu. Özgür sekse karşı bacı-kardeş ilişkisi, Batı’dan gelen yüksek kültüre karşı folklor ve bunun ürünleri savunulurdu, aile değerleri yüceltilirdi. Bizdeki 68 kuşağı kesinlikle Batı’daki kadar özgürlükçü değildi. Marksizmi savunurken çok kahramandı, çok fedakârdı. Bundan hiç şüphe duyulamaz, ama özgürlükçülük tarafı yoktu. Bugün reel sosyalizm bitmiş ve Marksizm biraz gözden düşmüşken, bunun özgürlükçü bir durum olduğu hikâyesi yazılıyor. Çünkü bu daha kabul edilebilir bir hikâye. Uzun saçlı olmanın iyi olmadığını çok iyi hatırlıyorum. Arkadaş filminde Yılmaz Güney uzun saçlı çocuğa saçlarını kestirir mesela. Ama askeri darbelerden sonra da askerler sokak aralarında uzun saçlıları toparlayıp saçlarını keser ne hikmetse. Bana da Virginia Woolf okuduğum için kızarlardı. Bir şey okuduğu için insana kızılan yer, özlenen bir yer değildir.

Öteki Renklerde, “gerillaların da insan olduğunu anlamaktan uzaklaşıyoruz” gibi bir cümle var…

Öteki Renkler’de yayınlanan iki yazıda Vargas’ın iki kitabını eleştirdim. Birisi And Dağlarında Terör diye çıkan bir romanın eleştirisi. İkincisi, yazdığı makalelerin toplandığı bir kitap, Türkçesi çıkmadı, adı Making Waves. Orada bir makalede, Vargas, 20 yaşlarındaki bir arkadaşının dağlarda gerillaya çıktığını ve öldüğünü bir gazetede okuyor. Buna üzülüyor ve acıklı bir yazı yazıyor. Ama 25 yıl sonra yazdığı And Dağlarında Terör romanında ise artık Vargas’ın gerillada arkadaşı yok ve onları çok iyi anlamıyor. Ama iyi bir romancı olduğu için onları bir grup içine düşmüş insanlar olarak sevgiyle anlatıyor. Zaten bir insanı her zaman sevgiyle anlatacaksın, roman bu. Ben de o yazıyı yazarken, demek ki insan orta yaşa gelince gerillada arkadaşı kalmıyor ve birazcık anlayışsızlık geliyor demiştim.

Birkaç yıl öncesinin 1 Mayıs’ında banka camlarını indiren, çiçekleri tekmeleyen insanlara karşı da böyle bir anlayışsızlık gelişiyor mu?

O insanları anlarım ben: İşim bu zaten, romancıyım ben. O çiceği koparan insana vandal gözüyle bakmam, anlarım. İşim o insanın neden öyle yaptığını anlamak, göstermek, onu hakiki kılmak, onu sevilebilir kılmak, o insanın dürtülerini, o insanı o harekete götüren mekanizmayı okura ona hak verdirtecek şekilde anlatmak. Ben o dünyada değilim öte yandan ve o dünya bana yabancı. Bunu anlatmak ve söylemek de benim hakkım. Okurumun bunu da bilmesini isterim. “Kendini radikal düşünceye beğendirmek isteyen, mahçup ve hali vakti yerinde liberal” pozisyonunu sevmiyorum. Benim için düşünceler önemli ve kendi ayaklarımın bastığı yerin bir haklılığı var ve onu da söylemek istiyorum. Siyasi konum olarak suçluluk duyguları içinde yaşayan birisi değilim ki, radikal şiddete uzaktan mahçup bir şekilde onay vereyim. O insanın niçin öyle yaptığını anlarım, ama benim hayatım ve konumum başka. O insana sempati de beslerim, ama benim dünyam başka. Bunun da bilinmesini isterim.

Öteki Renkler’de Vargas’ın iki kitabını eleştirdim. Biri And Dağlarında Terör romanı. İkincisi, makalelerinin toplandığı Making Waves. Orada bir arkadaşının gerillaya çıktığını ve öldüğünü bir gazetede okuyor. Buna üzülüyor ve acıklı bir yazı yazıyor. Ama 25 yıl sonra yazdığı romanında ise artık gerillada arkadaşı yok ve onları çok iyi anlamıyor. Demek ki insan orta yaşa gelince birazcık anlayışsızlık geliyor.

Suzanne VegaTom’s Diner

“Tom’s Diner” bu. (gülüyor) Bunun bir de enstrümanlısı var. (sözleri dinlerken gülüyor) Biliyor muydunuz Suzanne Vega’yı sevdiğimi?

Evet, eski bir söyleşinizde vardı. Konserine gittiniz mi?

Şarkıyı bir dinleyeyim, sonra anlatırım hepsini. (şarkı bitince) Şimdi, ben bunu çok severim. Öbür yorumunu daha çok severim. Bunu sevmemin sebebi de, hayat hikâyemle kesişmesi değildir. Kesişmesi şöyle, önce onu anlatayım: Ben Tom’s Diner’da, daha bu şarkı yokken, aynı bu şarkıda anlatıldığı gibi oturdum, orada akşam ve öğle yemekleri yedim. Tom’s Diner, New York’ta Columbia Üniversitesi’nin civarındaki en ucuz lokantadır. Ama Broadway’de ana cadde üzerindedir. Hâlâ açıktır. En son geçen sene orada yemek yedim. Hâlâ çok ucuz. 1985’te New York’taydım ve günlük harcamamı on dolar olarak hesaplardım. Bunun içinde kitap ve sinema da vardı. Karımla böyle yaşardık. Kara Kitap’ı yazıyordum o zamanlar. Bu Tom’s Diner’a yürüyüş mesafesi dört dakika olan kütüphanede çalışıp saat 3’te bir ara verirdim. O ara çok eğlenceliydi. Bir New York Times alırdım ve Tom’s Diner’a giderdim. Masamda da bir tane sütlaç –Tom’s Diner’ı işletenler Rumdur çünkü, bir de 45 sentlik kahve olurdu. Kendimi çok mutlu hissederdim. Bugünkü gibi meşhur bir yazar hayatı yaşamazdım. Kimse beni aramazdı. Karım doktora yapıyordu. Ben de karım ve bir-iki Türkün dışında kimseyi görmezdim. Columbia Üniversitesi bana çok kibar davranmıştı. Türkçe pratik yapmak isteyenlerin geldiği bir ders vardı, kredi alınmayan, o dersin karşılığında bana iki metreye bir metre hücre gibi bir oda vermişlerdi. Kara Kitap’ın çoğunu orada yazdım. Karımla her gün akşam yemeklerine de Tom’s Diner’a giderdik. Şarkıdan haberim yoktu o zamanlar. Suzanne Vega’yı da ayrıca severim. Bu sözleri çok şiirsel buluyorum. Cinsel olarak kafamdaki –herhalde bilinçaltıma gömülmüş– kadın tipine denk düşüyor. Hafif oğlanımsı, ince ve uzun boylu, entelektüel kadın tipi. Konserine gitmek istemedim. Öyle şeyler çok mahrem oluyor. Eğer bir konuda çok bilgi sahibi değilseniz, oradaki sevgileriniz bilgiden, denenmiş, sınanmış tecrübelerden çok, kişisel saplantılarla sahiplenmek oluyor. Vega’yı seviyorsunuz, ama başkalarıyla paylaşmıyorsunuz. Sonra size hemen “Muzanne Vega var, onu biliyor musun? Ayrıca Muzanne Vega da Tuzanne Rega’dan etkilenmiştir” diyorlar. Bütün bunlar sizin hayalinizdekileri bozuyor. Siz tamamen kişisel olarak kapağından beğenmişsinizdir falan. Ya da “dat dat daa rat” demesinden hoşlandığınızı bilmelerini istemezsiniz. Şimdi belki ünlü yazar olduğum için bilgisizliğimi söyleyebiliyorum. Suzanne Vega sevgimin irrasyonel mahrem bir yanı var. Açık, “aydınlanmış” bir sevgi değildir o. Başka bilgilerle desteklenen ve düz bir mantıkla başkalarıyla paylaşılabilecek bir şey değildir. Bu yüzden onu bir konserde kalabalık içinde görmek sanki bana tuhaf geldiği için konserine gitmedim. Ama daha önemli sebebi, ben bir konsere gitmek için nereden bilet alınacak, saati nereden öğrenilecek, kiminle temasa geçilecek, bilmem. Vakko’dan gidip don almak gibi korkutucu bir şey konser bileti almak benim için. (gülüyor) 


k.d. lang
My Last Cigarette

Kim bu?

k.d. lang.

İlk başta bende “kimsiniz ve niçin bu kadar hüzünlüsünüz?” deme duygusu uyandırdı. Ama pek çok müzik parçasında benim için olan şey oluyor burada da. İlk başta müzik bana “güzel” geliyorsa, içgüdüsel ola­rak onu seviyorsam, onu söyleyen insanla kendimi özdeşleştiriyorum ve onu takip ediyorum. Burada da –sabah, yağmur kara dönüşmüş– kederli bir kadın var. Bunu düşünürken onun gözünden müziği bir süre izliyorum. O kadın hakkında düşler kuruyorum. İki türlü erkek vardır. Her türlü kadın sınıflandırması yapılır, ama aslında iki tür erkek vardır: Birincisinin bir kadına aşık olması için onu tanıması, işyerine gidip gelmesini izlemesi, koklaması, nasıl sandviç yediğini görmesi, annesi ve kızkardeşini tanıması ve onun hakkında bir sürü hikâye ve efsane dinlemesi gerekir. Sonunda bütün bunlardan sonra kıza aşık olacak. Ben o değilim… Ben, bütün bunların hiçbirini bilmediğim gibi, küçük bir ipucundan korkunç hayaller kuracağım. Bu şarkı bana böyle hayaller çağrıştırıyor. Bir erkek tipinin de o sırada aşka “ihtiyacı” vardır. Bir kadın hakkında bir günlük hayat bilgisi toplamaya değil, toplamamaya ihtiyacı vardır. Hayallerindeki alevlenmeyi sağlayabilecek bazı ipuçlarına ihtiyacı vardır. Bunların çok hakiki, çok derine giden, neredeyse o kadınla da kendini özdeşleştirmesine, bazen de kendini o sanmasına yol açacak ayrıntılar olmaları gerekir. O kadının hüzünlü olması, yalnız olması, ne muzaffer ne de tamamen yenik olması… Hayatı tamamen bir çizgide kabul eden, ama çok kesinlikle kendi dünyası olan biri olması yeter. Sonra bendeki hayal gücü böyle kederli bir müzik duyunca bütün gücüyle gaza basar. Başka bir hayat yaşama, başka bir şehirde bulunma arzularıyla birleşir. Ama bir noktadan sonra, nasıl bu kadını tanıdıktan, ilişki kurduktan, sandviç yerken gördükten, ayakkabısının boyasının döküldüğü yeri boyarken, kafasını en çok neye taktığını ve niçin üzüldüğünü gördükten sonra, aşkın dışına çıkma ve vazgeçme gibi durumlar olursa, müzikte de, beni sarmalayan bir şarkı, bir süre sonra takip edemediğim bir tiyatro gibi oluyor. Yavaş yavaş kafam o müziğin ima ettiğinin dışına çıkıyor.

Şarkının adı Son SigaraÖteki Renklerde epey bir sigara bahsi var…

Kitaptaki sigara yazıma şöyle başlıyorum: Sigarayı bırakalı 272 gün oldu.” İki durumu da özetleyen bir cümledir. Hem bir yandan uzaklaşmaya çalışıyor, hem de bırakamadığını, bir mahkûm gibi günleri saydığını gösteriyor. Yazıda bir yerde de şunu derim: Artık alıştım sanıyorum.” (gülüyor) İkinci cümle, birinci cümleyi yalanlıyor. Bu yazıda bir de şunu anlatıyorum: Taksiye binmiştim bir keresinde. Sürücü sigara içiyordu. Arabanın içi dumanla doluydu. İçime çekmeye başladım. ‘Kusura bakma’ dedi adam. Pencereyi açıyordu. ‘Yok’ dedim, ‘kapalı kalsın, ben sigarayı bıraktım’. İletişim Yayınları’nın yaptığı editör toplantıları vardır. 13-14 kişi olur burada. 14’ü de aynı anda, dört saat boyunca durmadan sigara içer. Sigarayı bıraktıktan sonra, itiraf edeyim, nefis bir gün geçiriyordum o toplantılarda. (gülüyor)

Tom’s Diner’a yürüyüş mesafesi dört dakika olan kütüphanede çalışıp saat 3’te bir ara verirdim. O ara çok eğlenceliydi. Bir New York Times alırdım ve Tom’s Diner’a giderdim. Masamda da bir tane sütlaç –Tom’s Diner’ı işletenler Rumdur çünkü, bir de 45 sentlik kahve olurdu. Kendimi çok mutlu hissederdim.

Bu sigarayı bırakalı 272 gün oldu yazısını yazdım ve Öküz dergisinde yayınlandı. Sonra bir gün, bir akşamüstü bir taksiye bindim, gene yazıda yazdığım gibi taksi şoförü sigara içiyordu. Adamın sigarasını söndüreceğini zannedip korkarak yok yok, hiç rahatsız olmuyorum sigaradan, bilakis seviyorum dedim. Adam, biliyorum Orhan Bey, okudum” dedi… Biraz daha sigara anılarımı anlatayım: Günde iki paket sigara içiyordum. Tutkulu bir şekilde içiyordum. 1986’ydı galiba. Bir sebepten dolayı o sıralarda birkaç kez Aziz Nesin’le karşılaştık. O benim ne kadar çok içtiğimi biliyordu. Beni seviyordu da. Kendisi de bırakmıştı o sırada. Ben bıraktım, çünkü biraz içemiyorum, tamamen teslim oluyorum dedi. O sıralarda bırakmayı deniyordum, ama tamamen başarısız oluyordum, üç gün sonra ağlayarak içmeye başlıyordum. Üçüncü gün bir tane içeyim bari” dedikten sonra 35 tane içmeye gene başlıyordum. Bunu anlatıp günde altı tane içen insanlara çok gıpta ettiğimi, onlar gibi olmak istediğimi söyledim. Aziz Nesin bana bırakın Orhan Bey, onlar tutkusuz insanlar dedi. (gülüyor) Teselli verdi bana.

Günde beş-altı tane içenlere imrenmemek elde değil, bayağı Epiküryen bir tavır. Tutkusuz yerine ehlikeyf demek daha doğru belki de…

Onlar hayatta daha az dertliler. Olmasını istedikleri ve olmazsa kendilerini mahvedecekleri tasarıları eziklikleri, tutkuları yokmuş gibi geliyor. Ben 20-30 yaşlarındayken, birisi yan baktı, kaşını kaldırdı, biri yaptığım şeyi beğenmedi, beriki hakkımda ne düşündü diye 85 tane sigara içerdim. Roman yazarken bu cümle kötü oldu, şu cümle iyi olmadı, bu cümleyle alay edecekler diye 35 tane daha içerdim. Ve hayat böyle ezikliklerle geçerdi. Diğer taraftan “şu cümle öyle harika oldu ki, herkes elimi öpecek” diye ölme ve göklere yükselme arasında giderken sigara da sürekli alevlenirdi… Evet, onlar daha ehlikeyf, daha rind, daha ta­savvuf ahlâkı mı almışlar, tutkularını mı dizginlemişler, bilemiyorum ama, o insanlar bunu başarıyorlar. Sigara benim için öteki zevklerin hepsinin yerini alabilirdi. Yemek yemeyi bile düşünmezdim sigara içerken. Seksin bile yerini alabilirdi. (gülüyor) Sigarayı tamamen ölümden korktuğum için bıraktım. Başkalarına göre bana daha çok zarar veriyordu sanki sigara. Sabah ilk sigarayı içtiğimde kalbim küt küt küt hızlanırdı. Sigara güzel bir alışkanlık ama bence. Depremde ölürsem, son saniyede düşüneceğim şey, bari şu sigaraları içseydim olacak. Çok bozulacağım bırakmış olduğuma.

Bendeki hayal gücü kederli bir müzik duyunca bütün gücüyle gaza basar. Başka bir hayat yaşama, başka bir şehirde bulunma arzularıyla birleşir. Ama bir noktadan sonra, nasıl ilişki kurduktan sonra, aşkın dışına çıkma ve vazgeçme gibi durumlar olursa, müzikte de, beni sarmalayan bir şarkı, bir süre sonra takip edemediğim bir tiyatro gibi oluyor.

Son sigaranızı hatırlıyor musunuz?

Sadece onu değil, ondan sonraki saatleri de hatırlıyorum. Yeşilköy’de, son yolcular uçağa buyrun diyene kadar üst üste on tane sigara içtim. En sonunda da genzimi, gırtlağımı yaka yaka ve üzüntüden çok, böyle manik bir intihar halet-i ruhiyesi içinde ite kaka bırakabildim. Şimdi kendimi tebrik ediyorum ve tebrikleri de kabul ediyorum. Kolay olmadı, ama bizde de irade var! (gülüyor) Bu kadın kederli bir şekilde son sigarasını içiyor, zevk alarak içiyor. Bu kadın gibi bırakmak güzel, ama zor. Aşık olacağım kadın bunu yapabilir ama. (gülüyor) Onu teselli etmek isterdim.

Bir de öteki son sigara var…

İdamdan önceki mi? O bana korkunç geliyor. Ama, insanoğlunun hanesine yazılabilecek iyi bir şeydir. Herkes o sırada astıkları adamdan nefret eder, ama son sigarasına da saygı gösterir. Herkes sigaranın hazzını bilmez, ama onu ağzımıza koyup içimize dumanı çekerken daha bir kendimizle başbaşa kaldığımızı bilir. Onun hazdan çok, daha iyi düşünmek, daha iyi hatırlamak, daha iyi çözmek, daha iyi efkârlanmak yolu olduğunu herkes bilir. Onun için de hayata veda etme ânında o son sigaranın hayata veda edişin en yoğun hali olduğunu, daha sonrakilerin bir formaliteler bütünü olduğunu sanki herkes kabul etmiş. O ânı düşünmek bile istemem ama.

Mazhar Fuat ÖzkanDeneylere Doğru

Yerli bir şey kokuyor burada. Kim bunlar?

Mazhar Fuat Özkan.

Aa, Mazhar benim askerlik arkadaşımdır. Oradan tutturmaya çalışayım bari. Biz askerlik yaptığımızda, o dişler bembeyaz reklamıyla ününü artırmıştı. 1980 aralık ayındaydı bunlar. Sekiz senedir roman yazıyordum, ama hiçbiri yayınlanmamıştı. Gazetecilik okumuştum, ama hayatımda bir gün bile gazetecilik yapmamıştım. 30 yaşına gelmiştim ve hayatta hiçbir iş yapmamıştım. Yaptığım tek şey evde duran yayınlanmamış romanlardı. İnsanlar kayıtta lâzım olduğu için mesleğimi soruyorlardı. Ben de ne diyeyim? Gazetecilik diplomanız varsa, gazetecilik mezunuyum demezsiniz, gazeteciyim dersiniz. Haklı olarak hepsi sorar: Hangi gazetede? Neyse, anlarlardı durumu. Gazetecilik okumuş, ama yapmamış. Peki sen ne yaptın hayatta? derlerdi. Ben roman yazdım derdim. Doğruydu. Roman yazmıştım. 30 yaşına gelmişim, annemle oturmuşum, babamdan cep harçlığı almışım, askerlikten kaçmışım, romanlar yazmışım, ama yayınlanmamış. Onu da başaramamışım. O zaman sorarlardı gene dostça: Nereden çıktı, adı ne? Yayınlanmamış. O zaman gene başlarlardı: “Gazeteci ama gazeteye hiç gitmemiş, romancı ama hiçbiri yayınlanmamış ha ha ha.” (gülüyor)

Sigarayı tamamen ölümden korktuğum için bıraktım. Sigara güzel bir alışkanlık ama bence. Depremde ölürsem, son saniyede düşüneceğim şey, “bari şu sigaraları içseydim” olacak. Çok bozulacağım bırakmış olduğuma. Dumanı çekerken daha bir kendimizle başbaşa kaldığımızı, sigaranın daha iyi düşünmek, daha iyi hatırlamak, daha iyi çözmek, daha iyi efkârlanmak yolu olduğunu herkes bilir.

Mazhar Alanson da mı gülüyordu böyle?

Yoo, Mazhar iyiydi. Mazhar’ı seviyorum, ama bu şarkıyı çok demode buldum. Çok doğrudan… Ayrıca, Doğu ile Batı arasında olmayı pek beğenmiyor, bir zaaf olarak görüyor şarkıda. Alttan alta da sanki Batılı olmayı ister gibi. Ama ben bu “arada olma”nın bir zaaf olmadığını söylüyorum. Başka parçaları daha güzel bence. Adlarını sormayın, hatırlayamam şimdi. (gülüyor)

Bu albümdeki bazı şarkılarda Çetin Altan’ın Zurnada Peşrev Olmaz kitabından alıntılar vardı… Öteki Renkler’de siz de Çetin Altan’ı çok beğendiğinizi belirtiyorsunuz…

Kitapta açıkça yazdım, bence Çetin Altan bu son yüzyıldaki en parlak, en yaratıcı köşe yazarıdır. Bakın kitapta (Kara Kitap) ne yazmışım: (okuyor) Kahramanımın benzetilmesinden en çok korktuğum gerçek köşe yazarı ise bilgisi, ilgi alanlanın genişliği, edebi yetenekleri ve tartışmacılığı yüzünden hiç şüphesiz son elli yılın en parlak köşe yaza olan Çetin Altan’dır…” Bir defa hayatıyla bunu hak etmiştir. Başka bir şey yapmamıştır. Tamam, TİP için çalışmıştır, piyesler yazmıştır ama, enerjisini ve zekâsını en çok verdiği şey bu olmuştur. Bu işi tamamen bir hüner, bir meslek haline getiren, en çok yazan, en parlak yazan, güncel politikaya girebilen, hem de mesafesini koyabilen ve yazıları da çoğu zaman edebi olan bir insan. Ayrıca 1960’larda Türkiye soluna çok hizmet etmiştir. Devleti eleştiren, devlete mesafe koyan sol liberal tutuma da herkesten önce geldi, herkesten önce geldiği için ve biraz da o dönem solculuğu ihmal ettiği için “dönek” gibi kötü kelimelerle yerin dibine batırdılar. Sonuç olarak, Türkiye’de sol, devletle ve devletçilikle hesaplaşması gerektiğini gördü ve Çetin Altan’la aynı görüşlere varmasa bile, kimi konularda ona yaklaştı. Ona hakaret edilirken, onun Türkiye solunun bir önceki dönemdeki parlak temsilcilerinden biri olduğu hemen unutuldu. Bu da Türkiye solunun partici, cemaatçi, biraz daha özgürce düşüneni hemen düşmanla özdeşleştiren, cezalandırmak isteyen, hiç sevmediğim yanıydı.

Bir toplantıda Özal’ı ayakta alkışlayıp Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük başbakanı ilan etmişti ama…

Tamam, bunları yaptı. Daha başka bir şey söyleyeyim. Kendim okudum. Özal arabayı kullanıyor, Çetin Altan da yanında oturuyor. Bunu yazdı. Bunun ima ettiği bir iktidar ilişkisi var ya, başbakanla beraber geziyorum. Bunun ballandıracak yanı var ya, bunu da zaaf halinde yazdı. Bunu bir zaaf olarak görüyorum. Ama ne diyeyim şimdi size? Hiçbir zaman ANAP’lı olmadım. Hiç sempati duymadım Özal’a, ama gene de Çetin Altan’ı seviyorum.

Biz de severdik, ama maalesef hayal kırıklığına uğrattı…

(gülüyor) Bunlara çok girmek istemiyorum aslında. Bunlara zaaf demeye bile hakkım yok. Bende de vardır belki böyle şeyler. Ben onları yazdıklarıyla değerlendirmek istiyorum. Dostoyevski de se­verim, ama çara ne yağcılıklar çektiğini şimdi açıp göstersem şaşarsınız. İyi, parlak şeyler yazan insanları yaptıkları parlak şeylerle değerlendirmek isterim. Şimdi biri fakat sen biliyor musun Dostoyevski’nin çara yazdığı yağcı mektupları deyip gösterebilir. Ama Dostoyevski, Dostoyevski’dir gene. Çetin Altan da bizim köşe yazarlarımızın Dostoyevski’sidir. Benim bakışım böyle. Yazarların insani kusurlarını gözardı edip onların yaptığı iyi şeyleri göz önüne almayı tercih ederim.

Euro-Türkler ve magandalar” diye bir yazısı vardı. Euro-Türklerden kastı, malûm azınlık… Beyaz Türkler tabir edilen varlıklı sınıf.Maganda diye horladığı ise yoksul halk. O insanları horlarken onların sırtından yaşayan Euro-Türkler’i alkışlıyordu….

Ben bu ayrımı yapmazdım, bana soruyorsanız şimdi. Mesele, Batı kültürü, Öteki Renkler’de de bunu yazdım. Öyle derler ya, ben bunu yazdım efendim, okuyayım da görün! (gülüyor) Türkiye’yi yönetenler Batı kültür ve sanatını ülke içinde eleştirel düşüncenin yolunu açacak bir şey olarak değil, kendilerini yoksul sınıflardan ayıracak bir üstünlük simgesi olarak gördüler.” Şimdi eğer “magandalar ve Euro-Türkler” diyorsanız, bunda da bir “Avrupa’yla bütünleşmiş üstün Türkler” ile “kendi sorunları içinde boğulmuş gariban Türkler” ayrımı var.

Ve onlar, magandalar, bir zamanlar Çetin Altan’ın sözcülüğünü yaptığı insanlar…

Bence de maganda kelimesi kötü. Ama o zaman şunu tartışalım: Türkiye’de bir üst kültür var. Batı kültürü de bizde Aydınlanmacıların iddia ettiği gibi bir “özgürleştirmecilik” unsuru olarak kullanılmıyor, konsere gidip aman ne kadar seçkin olduk demek için kullanılıyor. Ayaktakımından yüksek olduk, daha da yükselmemiz ancak Batı simgelerini kullanarak olur diye kullanılıyor. Geri kalanlara da “arabesk magandalar”, “hayvanlar” diye davranılıyor. Bunu tiksinti verici buluyorum. Bunun Batılılaşma değil, Batı simgelerini alarak, ekonomik olarak zaten ezdiğin halkı kültürel olarak da bir kere daha aşağılamak ve ezmek olduğunu düşünüyorum. Özellikle büyük medyamızın bütün davranış kalıplarında bu var. Bir seçkin, yüksek elitler için ve onların reklamları için Batılılaşmış sayfalar ve programlar var, bir de ayaktakımı için piyangolar, diziler, sefillikler var. Bu işlerin sahipleri de esas parayı o ayaktakımından kazanıyorlar ve bunun üzerinden hava atmayı ve prestij kazanmayı, kendilerinin de aslında zevk almadığı operalar ve konserlerle yapıyorlar. Türkiye’de yalnızca ekonomik pastanın bölünüşü açısından içler acısı haksızlık ve sınıflar arasında inanılmaz bir uçurum yok. Buna koşul olarak, bir de, bu ekonomik zaferi, yani bir azınlığın büyük çoğunluğun gelirini elinden alıp olağanüstü bir şekilde hâkim olmasını bir de kültürel olarak perçinleme arzusu var. O insanların o paraları hak ettiklerini de, nostalji edebiyatında, “İstanbul’a yeni gelmiş ayılar”dan kırk yıllık İstanbulluların çektiklerini, Batı kültürüyle incelmiş insanların lahmacunculardan çektikleri ıstırabı okurken anlıyoruz. Bu paraları kazandıktan sonra, bir de kendi ekonomik zaferlerini daha da benimsetmek için kullandıkları bir yöntem bu… Ama şu ayrım yapılsın isterim: Ben Batılılaşmacıyım. Türkiye’nin bazı değerler açısından Batılılaşmasından yanayım. Ama Batı kültürü bizde, özellikle de askeri darbeciliğin coştuğu son altı-yedi yılda, operamüzik, işte Atatürkçülük oldu. Şu anda Türkiye, gelir dağılımı bozukluğu açısından dünyada önde gelen ülkelerden biri. Yani çok küçük bir azınlık çoğunluğun ürettiğine el koyuyor. Bu, kabaca asker gücüyle tutulabilir biraz, fakat bunu bütün toplumda kabul edilebilir bir boyuta getirmek ve ezilenlerin de buna hak vermesi için, onların da evet, ne yazık ki biz de operadan anlayamıyoruz deyip evde ağlamaları gerekir. Mutlak zafer şudur: Ayda 150 milyonla [2021 itibarıyla yaklaşık 2500 lira] dört kişiye bakan, bir gecekonduda oturan ve günde on saat çalışan insanın kendisi gibi binlerce kişinin emeğini emen, ürettiği zenginliği alan bir başkasının karşısında öfkelenmemesidir, ona hak vermesidir. Bu hak verme de, evet, siz bu parala hak ediyorsunuz, çünkü ben operaya gidemiyorum, hâlâ bu alçak İbrahim Tatlıses’ten zevk alıyorum, herhalde ben bir hamam böceğiyim demesidir herhalde. Ortak noktamız Batı modernizmi olan bazı dostlarımız da bu zihniyete hizmet ediyor. Batı’nın eleştirel yanı bir kenara bırakılıyor ve Batılılaşmacılık, bir azınlığın olağanüstü ekonomik zaferini –bütün halkın kanını emmesine paralel olarak– perçinlemesi haline geliyor.

Hiçbir zaman ANAP’lı olmadım. Hiç sempati duymadım Özal’a, ama gene de Çetin Altan’ı seviyorum. Dostoyevski de severim, ama çara ne yağcılıklar çektiğini şimdi açıp göstersem şaşarsınız. Ama Dostoyevski Dostoyevski’dir gene. Çetin Altan da bizim köşe yazarlarımızın Dostoyevski’sidir.

Erdoğan Soyalp ve Arkadaşları ve Halk Korosu Halkçının Marşı

Sol bir marş bu galiba.

70’lerde yayınlanmış, kapağında Bülent Ecevit’in resmi olan bir CHP marşının plağı…

Bu da şunu gösteriyor: Ecevit birinci iktidarında ideolojik kültürel olarak Marksist sola, hatta Bolşevik sola çok şey borçludur. Şimdi bunları hiç kimse hatırlamak istemez. Ama bence taktığı kaskette de Lenin’den esintiler vardı. Ortanın solu Moskova yolu denirdi, ama tabii ki Ecevit Moskova yolunda değildi. Öyle bir şey yapmaya hiç niyeti de yoktu. Ama sosyal demokrasinin ilk yıllarındaki davranış tarzlarında, hayal sisteminde, imgeler âleminde, kültüründe “Marksist, Bolşevik partici sol”dan pek çok şey vardı. Nitekim Ecevit de o solun fedakâr insanlarının açtığı yoldan iktidar oldu. Ortanın solu “Moskova yolu” değildi elbette ama, Moskova’dan gelen pek çok kültürel şeyi kullandı.

Daha sonra Şenay’ın Sev Kardeşimini de kul­landı CHP. Ve bu, Türkiye’de ilk defa popüler bir şarkının seçim propagandasında kullanılmasıydı. Halkçının Marşı” kanadı, partinin bu tarz “burjuva hümanizmi kokan bir şarkıyı kullanmasını eleştirmişti…

Evet, onlara “Sev kardeşimciler” denirdi. “Hümanizm eşittir sev kardeşim” mantığı yürütülür ve daha sert, taviz vermez solcular bundan hoşlanmazdı. Buna koşut olarak gene bir Althussercilik vardı. Althusser, Batı Marksizmi içerisinde “Marksizm hümanizm değildir diyerek Türkiye’de çok büyük bir yankı yapan bir yol açmıştır. (gülüyor) Bu da birazcık Stalinciliği beğenmeyelim ama, sertliğini tutalım, sertliğinden ve taviz vermez Marksizmimizden vazgeçmeyelim; böyle sevgi, kardeşlik gibi retorikleri düşük düzeyde tutalım arzusuna tekabül ediyordu. Bence politik olarak Ecevit haklıydı, “Sev Kardeşim” yerinde bir seçimdi… Bütün bunlar siyasal tarihimizde yeni şeylerdi. Siyasal parti deyince, genelde, inançları uğruna yola koyulmuş bir askerler ordusu akla gelirdi, öyle halkın hoşlandığı şarkılarla ıslık falan çalmazdı eski partiler. Popüler kültürü kullanmak ciddi bir yenilikti.

Ecevit’in şimdiki iktidarı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Çok talihli olarak görüyorum. Çiller, Yalım Erez başbakan olup partiyi elinden almasın diye koşa koşa gidip Ecevit’i başbakan yaptı. Daha sonra rastlantı eseri Apo yakalandı. Ecevit’in önünde kimsenin aklına gelmeyen bir iktidar çıktı, kendisinin bile rüyasında göremeyeceği bir şey oldu. Fakat, bütün bunlar olmasa gene CHP’den daha fazla oy alacaktı.

Mutlak zafer şudur: Ayda 2500 lirayla dört kişiye bakan, bir gecekonduda oturan ve günde on saat çalışan insanın kendisi gibi binlerce kişinin emeğini emen, ürettiği zenginliği alan bir başkasının karşısında öfkelenmemesidir, ona hak vermesidir. 

MHP’nin yükselişine ne diyorsunuz?

MHP’nin yükselmesi, PKK düşmanlığının artması ve “en sert tavrı ben koyarım, ezer geçerim” fikriyatının yaygınlaşmasıyla oldu. O asker uğurlama törenleri… İtalyanlar ilk başta Apo’ya iyi davranınca, diğer partiler rezilce şovenizm gösterileri yapmakta kararsız kalınca, devletin izin verdiği, Demirel’in teşvik ettiği bütün gösterileri MHP yaptı ve bu duyguları kuvvetle taşıyan halkın gözünde de “Apo’ya, Batı’ya karşı en iyi bunlar mücadele ediyor” mertebesine yükseldi. Bu partiyi son derece başarılı buluyorum, şimdi 180 derece dönerek Türkiye’nin Avrupa’da yer almasına ilişkin anlaşmalara imza atıyorlar. Ayrıca, MHP’nin yükselişinde bizim basınımızın devlete hizmet etme geleneğinin de büyük etkisi var. Avrupa düşmanlığını aynı MHP gibi kullandı basınımız. MHP için zemin hazırladı, sonra da şaşırmış gibi yaptı. Kitapta “Bayram Ziyaretlerinde Doğu-Batı, Milliyetçilik” diye bir yazı var. Oradan okuyayım: (Öteki Renkler’in sayfalarını karıştırıyor) Bir bayram ziyareti yapmıştım, bir baktım bütün akrabalar Avrupa düşmanı olmuş. O yazının son cümlesi şu: Eski bayramlarda da bir Doğu-Batı gerginliği yaşanır, şekerler atıştırılıp likör içilirken ‘bak sen karışma’ havası içerisinde bazen bu sol-sağ çatışmasına indirgenirdi. Onları eleştirirseniz de, saf ve yüzeysel bulsanız da, sanki sırf gözlerini Batı’ya dikmiş oldukları için eski kuşakların iyimser sözcüklerine fazla kızamazdınız. Şimdi bu bayram ziyaretlerinde o iyimserliğin de çekip gittiğini görüyorum. İki kadeh likör içtikten sonra Avrupa’nın kötülüklerinden dem vuran öfkeli ve umutsuz akrabalarımızın kötülüklerine hazırlanalım. (gülüyor) Kötülükleri MHP’nin iktidara gelmesiyle oldu işte. Bakın, MHP şimdi Apo’yu asalım diyor. Ama Meclis’te başka bir parti daha olsaydı ve beraber Apo’yu asabilselerdi, acaba bu kadar kolay Apo’yu asalım diyebilecekler miydi? Dudakları uçuklardı, devletimiz, basın, askerler, Avrupa ne diyecek diye… Şimdi, biz asalım diyelim, biz asmak istedik, ama astırmadılar deyip seçime gidelim diye bakıyorlar. Bu konudaki görüşüm şu: Bir insanın hayatının politik mülahazalarla değerlendirilmesine karşıyım. Ben “aman Apo’yu asmasınlar, Avrupa bizi almaz” demem. Bir insanın hayatı bu tarz politik çıkarlarla ilişkilendirilemez. Ben bir insanın asılmasına karşıyım.

Vasilis Tsitsanisİ Ksenthia

Nedir bu?

Vasilis Tsitsanis diye bir rembetiko müzisyeni. 1938 tarihli bir kayıt bu.

Duygu olarak bana yakın geliyor. Bize yakınlığıyla hoşuma gidiyor, ama başka folklorik çalışmalarda olduğu gibi beni bir yerde durduruyor. Basitliği benim onu bir noktadan sonra anlamama engel oluyor. Bu sesin rengini mi desem, havasını mı desem, seviyorum. Kendimi gerilimsiz bir Akdeniz ortamında hissediyorum. Ama bu tarz rembetiko ya da Yunan müziğini hep aydınların dinlemesinden bildiğim için, bana bir çeşit aydın toplantısında olduğum izlenimi veriyor.

Nasıl bir resim canlanıyor?

Gözümü kapatınca, hoşgörüsü yüksek olan, Yunanlıları sevdiği için kendini hafiften tebrik eden bir aydınlar ortamında olduğumu düşünüyorum. O insanları seviyorum, ama içimden şeytani bir öfkelenme geçiyor. Onun ne olduğunu da düşünmüyorum. Kafamda canlanan resim, insanlar oturmuşlar bir masanın etrafında, rakı içiyorlar ve bu insanların kendi milletleri ve devletleri ve İslâm’la bir sorunları var. Bir yandan Batılılaşmacılar, Batı kültürünü özlüyorlar. Ama kendi dinleri, halkları ve devletleri onlara istedikleri onayı vermiyor. Bir yalnızlık durumu var. Yunancayı da bilmiyorlar. Şarkının kendisiyle kendi başıma kalamıyorum. O aydınlar, kültürel durum araya giriyor. İçki masası gerginliklerim, hatıralarım araya giriyor. O sigara içen kadını kendime daha yakın buluyorum. Yunan müziği, Balkan müziği bana etnik parantezler, iyi niyetler, görev duyguları ve bazı sorumluluklar yüklemeye başlıyor. Sanatta etnisite sanatı öldüren bir şey.

İbrahim TatlısesAkdeniz Akşamları

(sözler girmeden) Gözümün önüne esmer, kıvırcık saçlı bir adam geliyor. (sözler başlayınca) Kim bu?

Tatlıses.

İtiraf edeyim, bu sözleri yazmak isterdim. Fantazimi söyleyeyim: İbrahim Tatlıses bana on kere telefon etsin, ya Orhan, gel içki içelim kardeşim, sen beş dakkada yazarsın, bir şarkı sözü yaz desin. Ben biraz sıkılayım, modernist, Batılı arkadaşlar ne derler diye düşüneyim, korkayım, sonra onun ısrarı da hoşuma gitsin, oturayım bir tane çakayım, ve gene çok başarılı olsun. (gülüyor) Fantazim bu işte. Söyleyen İbrahim Tatlıses, güfte Orhan Pamuk… (gülüyor) Bir hikâye anlatmıyor şarkı… İbrahim Tatlıses, aydınların Akdenizlilik düsturundan etkilenmiş. Öyle olmasa, “Akdeniz” demez, “deniz” derdi. Ben şarkıyı öyle okuyorum.

Peki, bu biz Akdenizliyiz olayı nereden çıktı? Niye böyle bir takıntı var?

Akdenizli olma düsturu kuzeylilerin bulduğu bir düstur. Kuzeyli yazarlar kuzeyin soğuğundan ve geriliminden ve protestan kapitalizminden yılarlar ve güneye giderler. İki şey bulurlar: Romantik bir tarih, Yunan medeniyetini bulurlar. İkincisi, o telaş, para kazanma derdi yoktur, orada yeni yiyecekler ve seks bulurlar. Akdeniz de bütün bunlar için bir ortamdır. Ama bu kuzeyden oraya düşenler içindir. Orada yaşayanlar herkesten farklı olduklarını falan düşünmezler. İnsan Akdenizli olduğunu kuzeylilerden öğrenir. Ama sonra, bütün kimliklerde olduğu gibi, ne olduğunu başkasından öğrenirsin ve sonra bunun milliyetçiliğine kapılırsın. Bunun ticari bir sebebi de vardır, turizm falan gibi. Sonra bunun beslendiği bir edebiyatı keşfedersin. Bizde de böyle bir rüzgâr esti. Bunun acıklı sebeplerinden biri de şu: Batılı kimliğini edinemiyorduk, mesela, bir Fransız bize tabii, siz de Avrupalısınız, bir Nurullah Ataç André Gide’dir demiyordu. Ama bir “Akdenizli Şairler” toplantısı yapılınca, orada bir masada oturuluyor ve Akdenizli kimliği altında bir eşitlik doğuyordu. Bence Akdeniz ideolojisi bizim aydınlarımız arasında bu duygularla doğdu. Sonra, kuzeyden gelip güneye gitmiş insanlarla benzer bir şeyler yaşandı: Bodrum keşfedildi. Bir Akdenizlilik ideolojisi gelişti. Ben bunu açıklayamayacağım son derece kişisel sebeplerden dolayı sevmiyorum. Akdeniz kimliğini benimseyemedim. Zeytinyağı severim, en ideal hayat Akdeniz kıyısında yaşanabilir, orada yazımı yazarım, öğleden sonra denize girerim, tekrar yazımı yazarım, geç yatarım. İyi bir ortam, ama bundan çok memnun bir şekilde “Akdenizliyim” ideolojisine inanmak bana zor geliyor.

Bu söylem futbol dünyasına bile sirayet etti. Mesela, biz şimdi bir Akdeniz ülkesi olduğumuz için ateşliyizdir, maçtan sonra olaylar çıkabilir, aman dikkat falan deniyor.

O tabii barbarlığı, vahşiliği rasyonalize etmek için…

Ama biz Ortadoğuluyuz, bu yüzden sıcakkanlıyız” denmiyor, mevzu sıcakkanlılıksa Ortadoğulular da öyle…

Bundan hoşlanmazlar. Bu defa hakaret gibi gelir kulaklarına. Maçtan sonra taşkınlık oluyor, çünkü Ortadoğulusunuz deseler, kimse hoşlanmaz bundan. Çünkü almak istediğimiz birinci sınıf ödül Avrupalı olmaksa, Akdenizlilik bir teselli mükâfatı. Onun da bir itibarı var.

Akdenizden kasıt Fas, Cezayir, Tunus, Mısır filan değil herhalde ama…

Akdenizli olmakla övünen hiçbir yazarın “Cezayirli ve Faslı yazarlarla aynı gemideyim, onlar da, ben de Akdenizliyim” dediğini duymadım. Ya da “İsrailli şair bilmem kimle çok kardeş hissediyorum kendimi, çünkü o da Akdenizli” diyeni de duymadım. Çünkü o Yahudi, ötekiler de Arap; bizimkiler içinse Akdeniz gemisinde olanlar Fransızlar, İtalyanlar, Yunanlılar ve İspanyollar.

Fantazimi söyleyeyim: İbrahim Tatlıses bana on kere telefon etsin, “ya Orhan, gel içki içelim kardeşim, sen beş dakkada yazarsın, bir şarkı sözü yaz” desin. Ben biraz sıkılayım, modernist, Batılı arkadaşlar ne derler diye düşüneyim, korkayım, sonra onun ısrarı hoşuma gitsin, oturayım bir tane çakayım, ve gene çok başarılı olsun. Fantazim bu işte. Söyleyen İbrahim Tatlıses, güfte Orhan Pamuk…

Münir Ceyhan Çocuk Korosu Atatürk Marşı

Çocuk koroları, çocukların şarkı söylemesi beni her zaman duygulandırmıştır. Ben marşlardan, korolardan, cemaat türkülerinden, örgüt marşlarından hoşlanmam. İstiklal Marşı söylendiği zaman kibarca playback yaparım. Ben marş söyleyemem. Bir tuhaf hissederim kendimi. Çocuk korolarının ama, içime işleyen bir yanı vardır. Erkek koroları ama, özellikle bana hiç çekici gelmez. Şarkının içeriğine gelince, benim öfkelerimin, kızgınlıklarımın Atatürk’le bir ilgisi yok. Atatürkçülükle alâkalı. Sosyalistlere olan kızgınlıklarımın da sosyalizmle alâkası yok mesela. Askerdeyken her bölüğün bir marşı vardı, bizimki de “Onuncu Yıl Marşı”ydı. O yüzden onu iyi bilirim. Sonra hiç alâkasız bir yerde, bir konsoloslukta verilen bir davette insanlar kafaları çektikten sonra “Onuncu Yıl Marşı”nı söylemeye başladılar. İkide bir bu marşın okunmasını o dönemin ruhuna da aykırı buluyorum. Türkiye’nin şu andaki yaşadığı sorunlara da son derece duyarsız buluyorum bu durumu. Ülkede olup bitenleri anlayamayan insanların yaptığı jestler olarak görüyorum ve nasıl Siyasal İslâm’da bir fundamentalizm kelimesi kullanılıyor, doğru-yanlış, ama ne demek istiyorlar? Bir altın çağı var İslâmın, ona geri dönelim.” “Onuncu Yıl Marşı”nı okuyanlar da cumhuriyetin bir altın çağı vardı, ona geri dönelim diyorlar. Bir çeşit Atatürk fundamentalizmi yapıyorlar. Bütün fundamentalizmlerde olduğu gibi, günün koşullarıyla hiç mi hiç alâkalı değiller.

Eklektik, yamalı bohça tipi bizim hayatımızda çokça var, ama olsun. Ne zararı var. Her şey aynı kalıpta olacak değil. Aşureyi severim. Hepsini mikserden geçirelim, yekpare bir yiyecek mi olsun isterdiniz, yoksa aşure mi? Ben aşure isterim… Aşure daha sonraki kuvvetli seslere de bir hazırlıktır. Sanatta orijinalitenin sırrı, daha önce yan yana gelmemiş olanı yan yana getirme ve ikisi arasındaki elektriklenmenin yapılabilmesidir 

Nur YoldaşMahûr

Bu nedir?

Nur Yoldaş. Ergüder Yoldaş’ın bir çalışması. Sözler Attilâ İlhan’ın. Attilâ İlhan bu çalışma için tam kafamdaki Doğu-Batı sentezi demiş…

Bunu 1950’lerden kalma bir operet gibi algılayabilirim. Hiç içine giremedim tabii ki. Attilâ İlhan derseniz ama, onda ayıkladığım şey şu: 1980’lerde ve 70’lerde de Kemal Tahir’in etkisi altındaydı ve onun görüşlerini savunuyordu. Şimdi ise Cumhuriyet gazetesinde yazıyor ve Kemal Tahirciliği bıraktı, Cumhuriyet gazetesinde yazdığı için bir Aydınlanmacı diskuru benimsedi, bunu çok kötü buluyorum. Yazarların o esnada hangi gazetede yazıyorlarsa onun fikriyatına uygun bir şeyler çakıştırmasını çok yanlış buluyorum. Kemal Tahir’den tüm öğrendiklerini bir seferde unuttu.

Doğu-Batı sentezi olarak burada neyi beğenmiş olabilir?

Doğu-Batı sentezi diye bir şey olmaz aslında. Bazen ikisini yan yana getirirsiniz, insanların hoşuna gider, bazen gitmez. Sentez, bu Hegelci bakış, bana çok eski geliyor. Çok otoriter geliyor. Bir Doğululuğumuz var, bir Batılılığımız var, bunun sentezini yapmalıyız, bu olacak, şart. Böyle şartlar, eksiklikler, olmazsa olmazlar, sınıflandırmalar, olması gereken çözümler, tarihin akışları, gidilecek yerler, görevler, bir çeşit Alman felsefesi kategorileri, bunların ima ettiği katılıklar… Bütün bunları sevmiyorum. Doğu’dan Batı’dan bir şeyler almışız, yetenekliysen, parlaksan, ikisiyle birleştiren bir şey yaparsın, talihliysen de insanlar sever. Ama bunun kuralı sentez olup olmaması değil, herkes içgüdüleriyle
bir şeyler yapmaya çalışır. Ben sentez demezdim. Burada yapılan her şey
aslında Doğu-Batı sentezi. Bazısı sentez olmamış, altı kaval üstü şişhane olmuş, eklektik olarak ikisi yan yana gelmiş diyebilir. Bence bu eklektik, yamalı bohça tipi bizim hayatımızda çokça var, ama olsun. Ne zararı var. Her şey aynı kalıpta olacak değil. Aşureyi severim. (gülüyor) Hepsini mikserden geçirelim, yekpare bir yiyecek mi olsun isterdiniz, yoksa aşure mi? Ben aşure isterim… Aşure daha sonraki kuvvetli seslere de bir hazırlıktır yani. Sanatta orijinalitenin sırrı, daha önce yan yana gelmemiş olanı yan yana getirme ve ikisi arasındaki elektriklenmenin insanın kendisi tarafından yapılabilmesidir. Onun için Doğu-Batı sentezi gibi şeylere çok büyük bir itirazım yok. Yan yana gelmemiş şeyleri yan yana getirmek bence sanatçıların işi zaten. Başkalarının bunlar yan yana gelir mi? dediği şeyleri yan yana getirmeliler.

TarkanHepsi Senin mi

(başlar başlamaz) Tarkan bu. (gülüyor) Express’te çıkmıştı değil mi, Yıldırım Türker’in “Tarkan’la Orhan” yazısı? Sevmiştim o yazıyı. Bu şarkı ‘94 yazında çıktı, değil mi? Bu şarkıyı o zamandan hatırlıyorum. O zaman Yeni Hayat’ı bitiriyordum. Bayramoğlu Sahil Mahallesi’ne gittim. Annem oradaydı. Tarkan kimdir, bilmezdim. Ne zaman akşam çalıştıktan sonra dışarı çıksam, bakkala gitsem bu şarkıyı duyardım. Yanımdan durmadan bunu çalan arabalar geçerdi. Pek çok popüler olmuş pop şarkısı gibi, kimse bana onu söyleyenin kim olduğunu söylemedi. Ama orada kaldığım süre içinde şarkıyı ezberledim. Bu arada, bir adamın adını sürekli gazetelerde görürdüm Tarkan diye, ama onun bu şarkıyı söyleyen adam olduğu kafama şarj etmedi. Bir gün televizyon seyrederken ikisi birleşti. (gülüyor) Haa, o meşhur şarkıyı söyleyen oymuş. (kahkaha atıyor) Bu şarkı da şimdiye dek duyduklarım içinde en aklımda kalanı ve dikkatimi çekeni. En kıpır kıpır ve en sıradışı, ama yine de bir yerli yanı olan bir parçaydı. Hayat dolu. Sesinin yükseldiği bir-iki yerde, içten gelen insan duygusuna seslendiğini düşünüyorum. Bence bu yönü şarkıyı sürüklüyor ve fıkır fıkır yanını dengeleyerek, hakiki hale getirerek bayağı olmaktan kurtarıyor. Bana çok kötü gelmezdi kimi pop şarkıları gibi. Bir de gazetelerden takip ettiğim Tarkan’ın hikâyesi var. O hikâyede de sevdiğim yan, ayrıksı olması; Camille Paglia olsa, onun o biseksüel yanını çok severdi. O pop kültürünü ve Madonna’yı çok sever. Gerçek sanat eserinin gücünü çift cinsiyetin karışımından aldığını söyler. Bence de Tarkan’ın kuvvetli bir biseksüel personası var. Ona zenginlik katanın da bu olduğunu düşünüyorum. Tarkan, Camille Paglia’nın tam da üzerine yazmak isteyeceği bir insandı bence. Şu askerlik meselesinde de ona destek çıkanlara sempati besliyorum. Ama bu fırsattan istifade edip ona bir tekme atılmasını kışkırtanları da gerçekten Türkiye’nin yüz karası olarak görüyorum. Bir de tabii, ilkeci destekçiler değil de, faydacı destekçiler var. Kötü çocuk, ama ne yapalım, ülkenin reklamını yapıyor diyenler. Bu tarz konularda takdir ettiğim insanlar, oportünist olmayan, kötü zamanında arkadaşına sahip çıkanlardır, faydacılık zihniyetiyle hareket edenleri değil, davayı esastan savunanları severim. Esastan savunulması gereken bir davayı da “memlekete döviz getirir ama” gibi eften püften gerekçelerle savunanlara sinir olurum.

Size de edebiyatın Tarkan’ı diyorlar. Hatta Attilâ İlhan edebiyatın Cem Boyner’i demişti bir de…

Evet, ikisi de var. Çok fazla bir şey söylemek istemiyorum. “Edebiyatın Tarkan’ı” lafında Tarkan’a da bir hakaret var tabii. İkimiz de birbirimize benzediğimiz için utanmalıyız. (gülüyor) Sabun köpüğü gibi medya yüzünden ünlü olmuş iması da var. “Boyner” tarzı şirin laflarıysa Attilâ İlhan söyler hep, tam ne anlama geldiğini çıkarabilmiş değilim aslında.

Bu yakıştırmanın sebebi ne sizce?

Bilemeyeceğim. Hani meşhur yazara sorarlar, şu kitabınız neden başarılı olamadı diye. O da der ki, ne yazık ki o kitaba yeterince saldırmadılar”… (gülüyor) Bizim de İngiltere’den falan bir farkımız var tabii. Orada kitaba saldırılıyor. Bizde, alıp okuyamadıkları için yazarına… (gülüyor) Ama kitabı okumasalar da, bu saldırıları başarımı garanti ediyor. (kahkaha atıyor)

Roll, sayı 38, Ocak 2000

^