Bundan 500 yıl evvel Erasmus şöyle diyordu: “Savaştan daha rezil, daha feci, daha tahripkâr, daha nefret edilesi bir şey yoktur. Ve bir kere savaş ilan edildi mi, bütün devlet işleri bir azınlığın iştahının insafına kalır.”
Erasmus’un bu sözleri, modern ortodoks düşüncenin itibar ettiği bir tavır değildir. Örneğin, İngiliz akademisyen Michael Howard, 1970’lerde, Oxford Üniversitesi’nde verdiği konferansta, Erasmus’un “basit, rafinelikten uzak’’ bir şahsiyet olduğunu ve savaşın yüzeydeki tezahüründen ötesini göremediğini söylüyordu: “Erasmus, bütün dehasına rağmen, kayda değer bir siyasi analist olmadığı gibi, hükümet etme sorumluluğu da taşımamıştı. Hümanist düşünürler zincirinin ilk halkasıydı ve savaşın dehşetini dile getirip kınamayı yeterli görüyordu.”
Haklı savaş iddiası, genellikle savaşa angaje olan tarafın sosyal sistemine dayandırılır. “Liberal” bir devlet “totaliter” bir devlete savaş ilan etmişse, o haklı bir savaştır.
Howard’a göre, Ütopya’nın yazarı Thomas More’un savaşa bakışıysa övgüye değerdi: “O, kendisinden sonraki düşünürlerin iki yüzyıl boyunca kabul ettiği gibi, daha yüksek ve ortak bir hukuk olmadıkça, savaşın anlaşmazlıkların çözümü için kaçınılmaz bir süreç olduğunu düşünüyordu. Hal böyle olunca, insanlığın, dinin ve sağduyunun gereği, savaşların en az hasar verecek şekilde yürütülmesidir. Savaş, uluslararası sistemden elimine edilemeyecek bir kurumdur. Yapılabilecek tek şey, amaçlarını rasyonelleştirmek, araçlarını medenileştirmektir.”
Makyavel, “Prens’in amaçlarını sorgulamayın, araçlarını etkili hale getirmesini öğütleyin” diyordu. Thomas More’a göre de, amaçlara dair yapılabilecek bir şey yoktu, araçların ahlâkileştirilmesi için çalışılmalıydı.
Makyavel ve More’dan bu yana geçen dört yüzyıl boyunca, liberal “realistler”in başlıca meselesi, savaşı insanileştirmek oldu. 20. yüzyılın başında, The Hague ve Cenevre’de savaşın nasıl yapılacağına dair uluslararası konferanslar toplandı. Ne var ki, realist yaklaşımların savaşın realitesi üzerinde pek etkisi olmadı. Savaşlar daha da denetlenemez hale geldi. Birinci Dünya Savaşı’nda zehirli gaz, İkinci Dünya Savaşı’nda atom bombası, Vietnam’da napalm, 1980’lerde de İran-lrak savaşında kimyasal silahlar kullanıldı.
Albert Einstein, 1932’de Cenevre’de, altmış ülkenin katıldığı ve hangi silahların kabul edilebilir, hangilerinin kabul edilemez olduğunun tartışıldığı konferansın dinleyicileri arasındaydı. Utangaç, içine kapanık mizacına ters düşen bir şey yaptı, bir basın toplantısı düzenledi. Rölativite teorisiyle dünya çapında ünlü bir fizikçi olduğu için onun söyleyeceklerine uluslararası basın büyük ilgi gösterdi. Einstein, “kullanılacak silahları tartışarak savaşa son verilemez” dedi ve ekledi: “Savaş insanileştirilemez, yalnızca ortadan kaldırılabilir.”
Atina, özgür ve erkek yurttaşlarına karşı ne kadar liberalse, savaştaki kurbanlarına karşı o kadar acımasızdı. Kurbanlar savaştıkları Ispartalılardan ibaret değildi, iki ateş arasında kalan herkes Atinalıların zulmünden nasibini alıyordu.
Cenevre konferansı “insani” savaş tartışmalarına devam etti, kapıdaki İkinci Dünya Savaşı’nda mütemadiyen ihlâl edilecek olan savaş kurallarını saptadı.
90’ların başında George Bush nükleer başlıklı füzelerin kullanımını onayladıktan sonra (ABD 30 bin civarında nükleer başlıklı füzeye sahipti), SSCB’nin nükleer denemelerin durdurulması önerisini reddetmekle beraber, kimyasal silahların imha edilmesini kabul etti, ancak bir şart koştu: Bu, on küsur yıl sonra gerçekleştirilecekti. Savaşın “insanileştirilmesi” saçmalığı böyle bir şey işte.
Haklı savaş iddiası, genellikle savaşa angaje olan tarafın sosyal sistemine dayandırılır. “Liberal’’ bir devlet, “totaliter” bir devlete savaş ilan etmişse, o haklı bir savaştır.
“Özgür insanlar”ın savaşı
Eski Atina en çok hayranlık toplayan toplumsal sistem olagelmiştir. Demokratik kurumları ve muhteşem kültürü takdirle anılmıştır. Açık fikirli devlet adamları (Solon ve Perikles), öncü tarihçileri (Herodot ve Tukidides), büyük filozofları (Eflatun ve Sokrat) ve olağanüstü oyun yazarları (Akilleus, Sofokles, Euripides ve Aristophanes) vardı. M.Ö. 431’de, Isparta’ya savaş açtığında, bu, demokratik bir toplumla askeri bir diktatörlük arasındaki savaş olarak görülüyordu. Atina’nın üstün nitelikleri, savaşın ilk günlerinde yapılan bir askeri törende Perikles tarafından dile getirilmişti. Perikles’in konuşması Tukidides’in Pelepones Savaşları adlı eserinde kaydedilmişti:
“Ölenleri anmadan önce, hangi ilkeler ışığında iktidar olduğumuzu, hangi kurumlar ve hayat tarzı sayesinde büyük bir imparatorluk kurduğumuzu hatırlatmak isterim. Demokratik olduğumuz doğrudur, çünkü yönetim azınlığın değil, çoğunluğun iradesidir. Herkes adalet önünde eşittir, yoksul olmak bu eşitlikten yararlanmaya engel değildir. Hayat tarzımız rafinedir. Dünyanın bütün zenginlikleri şehrimize akmaktadır. Düşmanlarımızın kendi yurtları için savaşmalarına ve bizim yabancı topraklarda olmamıza rağmen, onların üstesinden gelmekte zorlanmıyoruz. Sizlere Atina’nın büyüklüğünü anlattım, çünkü biz, sözünü ettiğim ayrıcalıkların hiçbirine sahip olmayanlardan daha büyük bir ödülün peşindeyiz.”
Atina’nın siyasal demokrasinin bazı niteliklerine sahip olduğu doğruydu. On kabilenin her biri ellişer temsilci seçiyor, bu temsilcilerden oluşan 500 kişilik konsey kenti yönetiyordu. Ancak bu demokrasi, nüfusun çoğunluğu için geçerli değildi. 225 bin kişi olan yetişkin nüfusun 125 bini köleydi. “Özgür insanlar”ın da sadece erkek olanları seçme ve seçilme hakkına sahip yurttaşlardı. Kölelerin 50 bini imalathanelerde (bu rakam ABD’de, 1990 itibarıyla sanayide çalışan köle sayısını, 50 milyonu çağrıştırıyor), 10 bini ise madenlerde istihdam edilmişti.
Eski Yunan uzmanı ve Atina hayranı H.D. Kitto şöyle diyor: “Madenciler son derece insafsız şartlarda çalıştırılıyordu, bu Atinalıların genel hümanizmi içindeki yegâne kusurdu. Köleler ölene kadar çalıştırılıyordu.” (Kitto ve benzerlerine göre, kölecilik bu harikulâde toplumda bir kusurdu sadece.)
Atina’daki yargı sistemi, hiç kuşkusuz, despotların iki dudağı arasındaki adalete tercih edilecek bir uygulamaydı. Ancak, yine de Sokrat, düşüncelerini gençlere anlattığı için ölüm cezasına çarptırılmıştı.
Atina Isparta’dan daha demokratikti, ama bu silahlanmaya müptelâ olmasına, yayılmacı siyasetine, savunmasız insanlara acımasızca saldırmasına engel değildi. Modern zamanlarda da parlamenter demokrasilerin, anayasal cumhuriyetlerin en azgın emperyalistler arasında yer aldıklarına tanık olduk. 19. yüzyılda Britanya ve Fransa imparatorlukları, 20. yüzyılda ABD dünyanın başlıca emperyal güçleri olarak temayüz etti.
Tom Paine, savaşı, hükümetlerin yarattığı bir mahlûk olarak görmüştü: “İnsan insanın düşmanı değildir, sahte bir hükümet sistemiyle düşman haline gelir.” George Orwell’sa her savaşın aslında bir içsavaş olduğunu söylemişti.
Isparta’yla yaptıkları uzun savaş boyunca Atina’nın demokratik kurumları ve sanatsal faaliyetleri varlıklarını sürdürdü. Ama ölü sayısı da hızla artıyordu. Savaşı önleyebilecek tavizlerden kaçınan Perikles, muharebelerin ikinci yılında, kayıpların iyice artması üzerine verdiği söylevde, yurttaşlarına gevşememelerini öğütlüyordu: “Biz büyük bir kentiz. Büyük bir itibarımız var. Bunlara lâyık biçimde davranmalıyız. Dünyanın yarısı sizindir. İmparatorluğumuzun alternatifi köleliktir.”
Perikles’in savı (“biz büyük bir milletiz, onun uğruna ölmeye hazırız”) bugünlere kadar ulaşmış ve takdir görmüştür. Kitto, Perikles’in söylevini yorumlarken hayranlığını gizlemez: “Bu konuşmanın yapıldığı sırada, Atina’da büyük bir veba salgını olduğunu da hatırlamamız gerekir. Savaşa ilaveten şehri saran bu belaya rağmen, yurttaşlarına böyle bir söylev çeken adama ve bu söylevi dinlemekle kalmayıp ikna olan insanların büyüklüğüne hayran kalmamak elde değil.”
Atinalılar öyle ikna olmuşlardı ki, Isparta’yla 27 yıl savaştılar. Atina, veba ve savaş nedeniyle, Kitto’nun hesaplamalarına göre, nüfusunun dörtte birini yitirdi.
Atina, özgür ve erkek yurttaşlarına karşı ne kadar liberalse, savaştaki kurbanlarına karşı o kadar acımasızdı. Kurbanlar savaştıkları Ispartalılardan ibaret değildi, iki ateş arasında kalan herkes Atinalıların zulmünden nasibini alıyordu. Savaş sürdükçe, Kitto’nun ifadesiyle “bir tür sorumsuzluk” meydana geldi. Melos adası sakinlerinin başına gelenler “bir tür sorumsuzluk” olarak telâkki edilebilir mi acaba? Atina, Meloslulardan hükümranlıklarına boyun eğmelerini talep etti. Melosluların cevabı, Tukidides’in naklettiğine göre, şöyleydi: “Bizim efendimiz olmanız sizin çıkarınıza olabilir, ama bu bizim çıkarımıza olabilir mi?” Meloslular boyun eğmediler, çarpıştılar ve yenildiler. Tukikides olanları şöyle anlatıyor: “Atinalılar askerlik çağındaki herkesi katletti, çocukları ve kadınları köle yaptı.” (Bu olaydan kısa bir süre sonra, Euripides ünlü savaş karşıtı oyununu, Troyalı Kadınlar’ı yazdı.)
Savaşın iki yüzü
Atina tecrübesi, bir ülkenin içeride göreli olarak liberal, dışarıdaysa tamamen zalim olabileceğini gösteriyor. Bütün bir ulus lejyonerleştirilebilir, içerideki bir parmak demokrasi karşılığında dışarıda katliama sevkedilebilir.
Tom Paine, savaşı, hükümetlerin yarattığı bir mahlûk olarak görmüştü: “İnsan insanın düşmanı değildir, sahte bir hükümet sistemiyle düşman haline gelir.” George Orwell’sa her savaşın aslında bir içsavaş olduğunu söylemişti.
Savaşın en belirgin etkilerinden biri, ifade özgürlüğünü yok etmesidir. Vatanseverlik parola haline gelir, savaşı sorgulayanlar vatan haini olarak görülür, susturulur, hapsedilir.
Mark Twain, 20. yüzyılın eşiğinde ABD’nin Küba ve Filipinler’de yaptıklarına bakarak Mysterious Stranger (Esrarengiz Yabancı) adlı eserinde geniş kitlelerin önce gereksiz gördükleri savaşları sonradan nasıl haklı bulduklarını şöyle anlatmıştı: “Bir avuç çığırtkan, savaş çağrısı yapmaya başlar. Halkın temsilcileri bıkkın ve dikkatli bir şekilde karşı çıkarlar önce. Halkın büyük çoğunluğu uykulu gözlerini oğuşturur ve niçin savaş gerektiğini anlamaya çalışır. Samimiyetle ve hiddetle itiraz eder: ‘Bu haksızlık ve onursuzluk; savaşa gerek yok.’ Sonra, çığırtan azınlık daha yüksek sesle bağırmaya başlar. Çok geçmeden, tuhaf bir sahneye tanık oluruz. Savaş karşıtı konuşmalar yapanların kürsüleri taşa tutulur ve özgür ifade, öfkeli bir güruh tarafından boğulur. O öfkeli adamlar aslında konuşmacılarla aynı şeyleri düşünmektedirler, ama bunu bir türlü kabullenmezler. Sonra da devlet adamları ucuz yalanlar icat etmeye başlar. Herkes bu yalanlardan memnun kalır, çünkü bu yalanlar vicdanları yatıştırır. Giderek, herkes savaşın haklı bir savaş olduğuna kendini inandırır. Ve daha rahat uyuyabildiği için tanrıya şükreder; kendini kandırmanın tadını çıkarır.”
Mark Twain, 1914’te vefat eder. 1917’de ABD, Avrupa’daki savaş mezbahasına katılır. Ve tam da Twain’in öngördüğü gibi muhalefet susturulur, katliam haklı bir savaş olarak sunulur. Başkan Woodrow Wilson, haçlı seferi söylemiyle ulusu harekete geçirmeye çalışır. “Bu savaş” der, “bütün savaşlara son verecektir”. Ancak Amerikalılar savaşa katılmaya gönülsüzdür. Bir milyon gönüllü asker gerekmektedir, savaşın ilanını müteakip altı hafta içinde gönüllü sayısı 73 bindir. Ancak hapis korkusunun insanları savaşa ikna edeceğine karar verilir ve Kongre, zorunlu askerlik kanununu çıkarır.
Savaş bittiğinde, toplam 10 milyon ölü ve en az bir o kadar yaralı vardır. Savaş sonrasında acı ve hayal kırıklığı hâkimdir. Bu, o günlerin edebiyatında yankısını bulur: Ernest Hemingway’in Silahlara Veda’sı, John Dos Passos’un A.B.D.’si, Erich Maria Remarque’ın Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’u ilk akla gelenler.
1935’te, Fransız oyun yazarı Jean Giradoux Troya Savaşı Olmayacak’ı (La guere de Troi n’aura pas lieu) yazar. İngilizceye Kapıdaki Kaplan olarak çevrilen oyun, İsa’dan bin küsur yıl önce cereyan eden ve efsaneye göre güzel Helen’in Troyalılar tarafından kaçırılması yüzünden çıkan savaşı konu alır. Öykünün bir safhasında, Giradoux, Hecuba adlı ihtiyar bir kadınla Demokos adlı Troyalı bir asker arasında geçen bir diyalogla savaşın çirkinliğine dikkat çeker:
“Demokos: Gitmeden önce söyle bize Hecuba, savaş neye benziyor?
Hecuba: Şebeğin götüne. Şebek ağaca çıktığında, arkası bize dönükken gördüğümüz manzara savaşın ta kendisidir: Kırmızı, pul pul, şeffaf, iğrenç bir perukla çerçevelenmiş…
Demokos: Savaşın iki yüzü var yani: Biri Helen’inki, öteki de anlattığın gibi.”
Çeviren: Yücel Göktürk
Express, sayı 24, Nisan 2003