YAŞAR KEMAL: VASİYET VE MİRAS

Yücel Göktürk
28 Şubat 2019
SATIRBAŞLARI
Aradan dört yıl geçti. Dört yıldır aramızda değil. Ama nedense zaman geçtikçe buradalığı artıyor. Daha bir kökleşiyor… Dört yıl önce, acısı taptazeyken veda yazısına şöyle başlamıştık: “Bizi biz yapan eserleri bir yana, hayatı bir sanat eseriydi. Paul Valéry demiş ya, güzel olan hiçbir şey hülâsa edilemez. Yaşar Kemal gibi bir abide nasıl hülâsa edilsin? Anısı önünde saygıyla eğiliyoruz. Acısı yüreğimizde, vasiyeti iç cebimizde.” Aradan geçen dört yılda, acısı küllendi… Anısı yüreğimizde, vasiyeti yerli yerinde.
Resim: Arslan Eroğlu, 2004

Bizlere son bir iyilik daha yaptı, alıştıra alıştıra gitti. Dahası, arkasında kitâbe gibi bir vasiyet bıraktı. Hayatını ve eserlerini bu kadar güzel ancak o tarif edebilirdi.

Ona ne kadar şükran duysak yeridir. Şimdi o vasiyeti muska niyetine yüreğimize asmanın zamanı.

12 Kasım 2014’te, Bilgi Üniversitesi’nin kendisine “fahrî doktora” vermek üzere düzenlediği törene sağlık sorunları nedeniyle katılamayan Yaşar Kemal’in gönderdiği mesaj, Sait Faik’le yaptıkları bir sohbeti naklederek başlıyordu. O cümleler vefat haberinden itibaren haber sitelerinde, sosyal medyada Yaşar Kemal’in “vasiyeti” olarak dolaşıma girdi, belki de okunma rekoru kırdı.

“Vasiyet”in devamında söyledikleri de az buz değil, ama baştan başlayalım, ezber tazeleyelim:

“Bir, benim kitaplarımı okuyan katil olmasın, savaş düşmanı olsun. İki, insanın insanı sömürmesine karşı çıksın. Kimse kimseyi aşağılayamasın. Kimse kimseyi asimile edemesin. İnsanları asimile etmeye can atan devletlere, hükümetlere olanak verilmesin.
Benim kitaplarımı okuyanlar bilsinler ki, bir kültürü yok edenlerin kendi kültürleri, insanlıkları ellerinden uçmuş gitmiştir.
Benim kitaplarımı okuyanlar yoksullarla birlik olsunlar, yoksulluk bütün insanlığın utancıdır. Benim kitaplarımı okuyanlar cümle kötülüklerden arınsınlar.” 
[1]

Yaşar Kemal’in kitapları… Hangi birini anmalı? Ortada bir destan var, kelimenin en edebî anlamıyla destan. “Çukurova destanı”.

“Anadolu’nun sesi”

Ceyhun Atuf Kansu’nun Ortadirek için söylediği Yaşar Kemal’in bütün eserlerinin anahtarı: “Sofokles’in trajedisini besleyen o çok görmüş, geçirmiş yaşlıların deneylerle dolu sesidir bu. Anadolu’nun sesi.”

Yaşar Kemal’in Anadolu’su… “Anadolu bir tortular ülkesidir. Dibe çöken tortular… Sümer uygarlığı, Asurlular, Urartular, Hurriler, Medler, Frigyalılar, bilinmeyen nice uygarlıklar… Bugün Anadolu’da derlediğimiz birçok masalda, destanda İlyada’dan parçalar bulabiliyoruz, daha doğrusu temalar… Epope üstüne çok düşündüm. Epopenin hâlâ yaşandığı bir dünyada doğdum. Benim ustalarım, benim toprağımın sözlü edebiyatıdır.” [2]

Anam çok güzel konuşuyordu. Yazık ki, Türkçesi kıttı. Kürtçeyi bir destancıdan daha güzel konuşurdu. Bir olay anlatırken herkesi lâl ü ebkem ağzına baktırırdı. Onun anlatımına hayrandım. Beni büyülerdi.

Yaşar Kemal’in sesi o “tortular”ın, o epopelerin içinden yükseliyor. Bir ucunda Homeros, Sofokles, öbür ucunda Yunus, Pir Sultan, Karacaoğlan, Dadaloğlu, dengbejler, Dede Korkut… Ama muhteşem terkip onlardan ibaret değil. Bir ucunda Nâzım Hikmet, Sait Faik, Orhan Kemal, öbüründe Kafka, Faulkner, Sartre, Camus… Ve tabii “akrabalarım” dediği Stendhal ve Çehov… Ve daha nicesi.

Çukurova destanı öyle bir ses… Yerel mi, yerel. Evrensel mi? Hem de nasıl! Onlarca dile çevrilen, dünyanın dört bir yanına nam salan bir destan. İnce Memed için, 1980’lerde Savrun çayının kenarında konaklayan Karakeçili obasının yörüklerinden birinin, bir delikanlının söylediği, destanın bütünü için de geçerli: “Köroğlu gibi bir şey”.

Yıllarca Savrun çayı kıyılarında doğayla iç içe yaşadım. Pirinç tarlalarında yıllarca su kontrolörlüğü yaptım. İşte o zamanlar, bir daldaki çiçeğin öbürüne benzemediğini, bir çimenlikte hiçbir yaprağın, bir yöredeki hiçbir karıncanın, pınarın birbirine benzemediğini gözlemledim. Bunların hepsini Savrun çayından öğrendim.

“Herkesin bir Çukurova’sı var”

Niye “Köroğlu gibi”yi sonraya bırakalım. Niye Çukurova? Sık sık “herkesin bir Çukurova’sı var” diye şaka yollu karşılık verdiği bu soruya, bir de şöyle kontra çıkıyor:

“Bana durmadan sorulan bir soru var: ‘Niçin hep Çukurova’yı yazıyorsunuz?’ Çukurova’yı yazan tek kişi ben değilim ki, Kafka da, Joyce da, Tolstoy da, Dostoyevski de, Çehov da, Balzac da, Stendhal de… Herkes Çukurova’yı yazdı. Ben gökyüzünden yere inmedim ki, Çukurova’da, bir köyde doğdum, bir kasabayı, bir şehri, bir toprak parçasının doğasını yaşadım. Akdeniz’i, Toroslar’ı yaşadım. Kafka bir bürokrat takımı içinde yaşamasaydı Dava’yı, Şato’yu yazabilir miydi? Bir Yahudi olmasaydı, o kurşun geçirmez karanlık onun ülkesi olabilir miydi? Ya da Cervantes’in macerası, tutsaklığı, yıkılmışlığı, bütün mümkününün çarelerinin kesilmesi olmasaydı, yeni bir dünyaya açılan kapıdan ilk giren kişi o olabilir miydi?” [3]

Yaşar Kemal yaşadığı toprak parçasını, onun doğasını ve insanını yazdı. Ve hiç yazılmadığı gibi yazdı. Muhteşem bir terkiple. Benzersizliğinin sebeb-i hikmeti ne? En kestirme izah galiba şu: “Vasiyet”inin sonlarına doğru söylediği gibi, “angaje” bir yazar olması… Kendisine, söze ve insan onuruna sadakatle bağlı bir yazar olarak yazması. Ve “toprağının sözlü edebiyatı”nı kulağından hiç eksik etmemesi. Bu ikisinin paralel, onun sevdiği deyişle, “tay gitmesi”.

“Koşulları içindeki insan”

Kestirme izah böyle, ama madem bahsimiz “Yaşar Kemal’in macerası”, onun kılavuzluğuyla bakalım:

“Bir insanın macerasını anlatırken onu gökyüzüne yerleştiremeyiz ki… Bir toprak üzerindedir, birtakım ilişkiler içindedir, bir sosyal düzeni yaşamakta, bir yerel kültürü içermektedir. Bir insan benim için koşulları içindeki insandır. Onun psikolojisini verirken onun koşullarını gözardı edemeyiz.” [4]

İnsan, “koşulları içindeki insandır”, ama bir de koşullar her ne olursa olsun “olan” insan var. “Varoluş özden önce gelir”le çelişmeyen yegâne “öz” de bu galiba.

Yaşar Kemal Abdi İpekçi’ye anlatıyor:

İnsanın özü nedir? Belalı bir soru. Bana öyle geliyor ki, insanın özü onun yaratıcılığıdır. Ortaya gerçek, sağlam bir insan tarifi koyabiliriz bu yoldan giderek: İnsan yaratıcı bir mahlûktur. Evrende iki sonsuz doğurgan yaratıcı güç vardır: İnsan ve doğa.[5]

Yaratıcı “öz”ü bir kenara koyup devam edelim. Yaşar Kemal, “koşulları içindeki Yaşar Kemal”, onu bir destan yazarı kılan koşulların bir kısmı biraz farklı seyretseydi, ne olurdu?

“Okur-yazarlığı öğrenmeseydim, şimdi Anadolu’nun bir köyünde, kasabasında destan anlatıyor, türkü söylüyor olurdum. Yolumu ta çocuklukta çizmiştim.” [6]

“Toprağının sözlü edebiyatını” önce annesi üflüyor kulağına. O olağanüstü hafızayı da Nigâr hanımdan devralıyor:

“Anamın çok güçlü bir belleği vardı. Hiçbir şeyi unutmazdı. Babamın amcaoğluyla bir lades tutmuş, bu lades on dört yıl sürmüş, sonunda anam lades demişti. Çok da güzel konuşuyordu. Yazık ki, Türkçesi kıttı. Kürtçeyi bir destancıdan daha güzel konuşurdu. O bir masal, bir destan, bir olay anlatırken herkesi lâl ü ebkem ağzına baktırırdı. Ben de onun anlatımına hayrandım. Onun anlatıları beni büyülerdi.” [7]

Muhteşem terkibin ilk kaynağı o büyü, sonrası müthiş bir iz sürme serüveni. Epopelerin peşine düşüş…

Mikroskop altında baktığımızda kar kristallerinin altı uçlu olduğunu görürüz. Bu bir yasadır. Altı uçları yoksa kar kristalleri değillerdir. Ancak, daha yakından bakarsak, altı uçlu olmalarına karşın, sonsuz değişik örnekler gösterdiği gözlemlenir. İnsanlar söz konusu olduğunda da kar kristalleri ya da kelebeklerdeki durumun aynıdır.”

Epope diye bir gazete

1980’lerin sonunda Alain Bosquet’ye “üzerinde çok düşündüğü”nü söylediği epopeyi 1970’lerin sonunda Tekin Sönmez’e şöyle tarif ediyor:

“Epope çağlar boyunca çağın gazetesi olmuştur. Ve bu gazetedeki sanatı da sanatçılar halkla birlikte oluşturmuşlardır. Yoksa halk onları, bu yapıda çamuru olmasaydı, kabul etmezdi çağlar boyunca. Bugün de sanatı halklarla birlikte oluşturmanın yolu bulunabilir. (…)

Edebiyat halklarla birlikte yapılır derken, Homeros’u, Yunus’u, öteki büyük ustaları düşünmüştüm. Örneğin, İlyada’yı yalnız Homeros’un yaratmadığını, Homeros’ların yarattığını, Homeros’larla birlikte büyük halk kitlelerinin bu işi yaptıklarını biliyordum. Karacaoğlan’ı yapanın Karacaoğlan olduğunu, sonra Karacaoğlan’a kişi olarak yüzlerce Karacaoğlan selinin katıldığını da, bu sellerin de halktan kaynaklandığını da kesinlikle biliyordum.

İlyada’daki doğa betimlemeleri bir ozanın malı olmadığı gibi, bir kavmin, haydi ulus diyelim, bir ulusun, bir topluluğun da malı değildir. O betimlemeler tüm insanların malıdır. İlyada’nın, ondan önceki ya da sonraki epopelerin sağlamlığı köklülüğünden geliyor. Bizim türküler de, Yunus da, Pir Sultan, Karacaoğlan da öyle.” [8]

Savrun çayının öğrettikleri ve kar kristalleri

“Doğa betimlemeleri”ne mim koyalım. Yaşar Kemal dendi mi, ilk akla gelenlerden biri o tasvirler. Onların sebeb-i hikmeti ne, Yaşar Kemal’de doğa niye başrolde?

Fethi Naci’nin “ne diyorsunuz, bu işe bu kadar kafayı taktığınıza göre” diye bağladığı uzun soruya verdiği karşılık, Yaşar Kemal’in bize bıraktığı mirasın en kıymetli parçalarından.

Doğanın en küçük parçasının bile bir kimliği, bir kişiliği var. Kişiliği derken, bir ad bulamadığım için böyle bocalıyorum. Bir gün insanlar, bilim adamları, yazarlar bunun da adını koyacaklar, iş gündeme gelmiş gibi. Yıllarca Savrun çayı kıyılarında dağlara yürürken doğayla iç içe yaşadım. Pirinç tarlalarında yıllarca su kontrolörlüğü yaptım, ben ona su bekçiliği diyorum. İşte o zamanlar, bir daldaki çiçeğin öbürüne benzemediğini, bir çimenlikte hiçbir yaprağın, bir yöredeki hiçbir karıncanın, bir pınarın, Toroslar’dan ovaya inen Savrun çayı gibi birçok çayın birbirine benzemediğini gözlemledim. Bunların hepsini Savrun çayından öğrendim. Sonra düşüncelerimi geliştirdim.[9]

Yıkım bir bütündür, sömürü bir bütündür. İnsanlığı yıkıma uğratan kapitalist sınıf bizi yaratan doğanın da gözünün yaşına bakmayacaktır. Öyle de oldu. Romanlarımda bu iki korkunç yıkıma, sömürüye karşı çıkmak istiyorum.

Sözün burasında, UNESCO’nun Courier dergisinde astrofizikçi Hubert Reeves’le yapılan bir söyleşiyi okuduğundan söz ediyor ve vurgulamak istediği satırları, “bu konuşmadan uzun bir parça alacağım için okuyucularımız kusura bakmasın” diyerek naklediyor:

Bugün yeryüzünde beş milyar insan yaşamakta ve bunların hepsi için aynı fizik yasaları geçerli olmasına karşın, her biri birbirinden farklılık gösterir. Tümünün özgün kişilik, tarih ve çizgilerinin farklılığı, doğa yasaları ne kadar sınırlayıcı olursa olsun, özgürlük bıraktığını açıkça gösterir. Diğer bir örnek kar kristalleridir. Mikroskop altında baktığımızda hepsinin altı uçlu olduğunu görürüz. İşte bu bir yasadır. Eğer altı uçları yoksa kar kristalleri değillerdir. Ancak, onlara daha yakından bakarsak, altı uçlu olmalarına karşın, birbirlerinden farklılık gösterdiğini saptarız. Birbirinin bu kadar aynı olan kar kristallerinin sonsuz değişik örnekler gösterdiği gözlemlenir. İnsanlar söz konusu olduğunda da durum kar kristalleri ya da kelebeklerdeki durumun aynıdır.[10]

“Koşulları içindeki doğa

Nasıl ki insan, “koşulları içindeki insan”, doğa da öyle, “koşulları içindeki doğa”. Feodal düzenin insanıyla kapitalist düzenin insanı nasıl aynı değilse, doğa da öyle. “Sınıf değiştikçe doğa da birlikte değişir.” Yaşar Kemal bunu kendi tanıklığına dayanarak söylüyor. Sene 1978…

Yıkım bir bütündür, sömürü bir bütündür. İnsanlığı yıkıma uğratan kapitalist sınıf bizi yaratan doğanın da gözünün yaşına bakmayacaktır. Öyle de oldu. Romanlarımda bu iki korkunç yıkıma, sömürüye karşı çıkmak istiyorum. Bu iki korkunç ölümü, yıkımı yüreğimde duyuyorum. Ben buna tanıklık ettim. 1950’lerde Akçasaz bataklığının kurumasını biliyorum. Herif vurdu ekspratörü, yemin ediyorum, üç ayda bir damla su bırakmadı. Akıttı Ceyhan ırmağına gitti. Bataklıklar, kamışlıklar kalmadı, hepsi tarla oldu. Traktörler sabaha kadar kök söktü. Sular değişti, ağaçlar değişti. Attılar tarım ilaçlarını, ne böcek ne karınca kaldı. Apayrı bir sinek türü çıktı. Sınıf değiştikçe doğa da birlikte değişir. Feodal düzenin doğasıyla kapitalist düzenin doğası ayrı şeyler. Feodal düzenin doğası daha az sömürülüyor, daha az öldürülüyordu. Kapitalist düzen makinalarıyla, tarım ilaçlarıyla doğayı daha çabuk öldürüyor, daha çok sömürüyor. İşçiye yaşayacağı kadar bir şeyler bırakmak zorunda olan kapitalist düzen, bunu doğadan esirgiyor, doğayı hiçbir şey vermeden sömürüyor. Dünyamız böylesine bir ölüm, yıkım karşısında kaldı. Bu acı benim romanlarımın ana konusu.[11]

Orhan Kemal benden Balzac’ın Goriot Baba’sını istedi. O zamanlar kütüphaneler dışarı kitap vermiyorlardı. Gittim, müdürden Goriot Baba’yı 15 günlüğüne aldım, Orhan Kemal’e verdim. Dostluğumuz böyle başladı.

1978’deki bu söyleşide Akçasaz’ın Ağaları’nın birinci cildini, Demirciler Çarşısı Cinayeti’ni vurguluyor, üçüncü cildini haber ediyor. Ve daha 1970’ler bitmemişken, yeryüzünün en güncel iki meselesinden birinin doğanın katli olduğunu söylüyor:

Feodal düzenden kapitalist düzene geçerken olanı biteni, doğanın da sınıflarla birlikte değiştiğini Demirciler Çarşısı Cinayeti’nde yazdım. Üçüncü cildinde de bu işte daha derine ineceğim sanıyorum. İnsanoğlunun alınterini sömüren bir düzen, doğanın da gözünün yaşına bakmaz, doğayı da aynı biçimde sömürür. Yeryüzünün bir tek günceli var şu anda. İnsanoğlu insanoğlunu sömürüyor, bundan daha güncel bir şey olamaz. İkinci büyük güncel şey, insanoğlu doğayı da öldürüyor. İçinde yaşadığı, kendisini var eden doğayı bütünüyle öldürüyor. Doğayı öldürürken ne oluyor, bir gün delilikler romanı yazarsam şaşmayın. Hepsi deli insanlardan bir roman yazarsam şaşmayın. Çünkü doğanın dengesi bozulduğu zaman insanın iç dengesi, psikolojik dengesi de bozuluyor.[12]

Ağıtlar, Züğürt Ağa, Eşkiya

Yaşar Kemal’in Anadolu’su 20. yüzyılın Anadolu’su. Feodal düzenin yerini kapitalist ilişkilere bıraktığı bir coğrafya. 1940’ların ortalarından itibaren doğası da insanı da büyük bir dönüşüme uğrayan “bereketli topraklar”. Yaşar Kemal’in okur-yazarlıktan yazarlığa, tarım işçiliğinden edebiyatçılığa geçişinin koşullarını da yaratan modern zamanların Çukurova’sı.

Kemal Sadık Gökçeli orta sondan terk. Sonrası çeltik tarlalarında ırgat kâtipliği, kontrolörlük, arzuhalcilik, kütüphane memurluğu… 17 yaşında komünizm propagandası suçuyla tutuklanıyor. O vartayı hapse düşmeden atlatıyor. Yedi sene sonra, 1950’de şansı o kadar yaver gitmiyor, aynı suçtan Adana-Kozan cezaevinde yatıyor.

Şiirle başlıyor yazı hayatına. Folklora yöneliyor. 1940-41’de Çukurova ve Toroslar’da derlediği ağıtlar kitaplaşıyor, henüz 17 yaşındayken Adana Halkevi tarafından yayınlanıyor: Ağıtlar. Sene 1943.

O günlerde Adana Halkevi’ne bağlı Ramazanoğlu Kütüphanesi’nde çalışıyor. Ve bir Balzac romanı sayesinde ufkunu açan, esinleyen bir usta ve bir can dostu kazanıyor.

“Sonradan çocuk şiirleriyle ünlenen şair Şükrü Enis Regü geldi bir gün. Yanında Orhan Kemal de vardı. O zamanlar Orhan Kemal’in hikâyeleri İstanbul’daki dergilerde çıkıyordu. Adanalı olduğunu biliyordum. Orhan Kemal benden Balzac’ın Goriot Baba’sını istedi. O zamanlar kütüphaneler dışarı kitap vermiyorlardı. Gittim, müdürden Goriot Baba’yı 15 günlüğüne aldım, Orhan Kemal’e verdim. Dostluğumuz böyle başladı. Ondan sonra artık her gün beraberdik. Her gün edebiyattan, sanattan konuşuyorduk…” [13]

Fotoğraf: Ara Güler

Sene 1951… Ama 1985’in “Züğürt Ağa”sından bir sahne gibi:

“1951’de Adana’dan İstanbul’a gelmeye karar verdik. Ben hapishaneden yeni çıkmıştım. O da (Orhan Kemal) Verem Savaş Derneği’ndeki kâtipliğinden atılmıştı. Şimdi gibi aklımda. 105 lira maaş alıyordu. Babası ölmüş, 600 lira miras kalmıştı. O parayla İstanbul’da sebzecilik yapacaktık. Bir araba alacaktık. Arabaya sebzeleri dolduracak, İstanbul mahallelerinde sebze satacaktık. Güçlü kuvvetli olduğum için arabayı ben sürecektim, Orhan Kemal de bağıracaktı.” [14]

Orhan Kemal’in 600 lirası ev-bark gailesinde eriyip gider, sebzecilik planları suya düşer, yazı emekçiliği başlar. İstanbul’daki ilk yıllarda Orhan Kemal’in payına senaristlik, Yaşar Kemal’inkine gazetecilik düşer. Cumhuriyet’te, sonradan edebî eser telakki edilen röportajları yayınlanır. Kemal Sadık Gökçeli artık Yaşar Kemal’dir. Gazetenin başyazarı Nadir Nadi’nin taktığı lakâpla “eşkiya”.

Murtaza’nın çağımızın en güzel romanlarından biri olduğunu bugün de söylerim. Bereketli Topraklar Üzerinde büyük bir romandır. Gerçekçi romanın temel taşlarından biridir. Baba Evi, Avare Yıllar dizisi romanımıza getirilmiş en yalın şiirlerdendir…”

1947’de başlayıp yarım bıraktığı İnce Memed’i o günlerde tamamlar. Ve 1954’te, Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde’sinin yayınladığı günlerde, İnce Memed Cumhuriyet’te tefrika olarak gün yüzüne çıkar. Sırada Teneke vardır, ertesi yıl da o yayınlanır.

Sene 1986… Aradan geçen zaman içinde Yaşar Kemal’in lâyık görüldüğü ödül gani, ama bu seferki bambaşka: Orhan Kemal Roman Ödülü. Ölmez Otu’nun (1968) sonlarına doğru zorlandım. Orhan Kemal’e anlattım ne yapmak istediğimi ve beraber düşünmeye başladık. Orhan’ın romanında da böyle bir sıkışma olduğu zaman, o bana anlatır, beraber düşünür, çare arardık… Murtaza’nın çağımızın en güzel romanlarından biri olduğunu bugün de söylerim. Bereketli Topraklar Üzerinde büyük bir romandır. Türk edebiyatında gerçekçi romanın başlangıçlarından biridir, temel taşlarından biridir. Sonra, benim için, Baba Evi, Avare Yıllar dizisi romanımıza getirilmiş en yalın şiirlerdendir…” [15]

Kale Kapısı ve Kafka

Yaşar Kemal’e Orhan Kemal Roman Ödülü’nü getiren kitabı, Fethi Naci’nin “Korkuyu böylesine yoğunlukla, böylesine elle tutulurcasına veren bir başka roman anımsamıyorum” dediği Kale Kapısı.

Muhteşem terkibin bir ucunda Orhan Kemal, öbüründe Kafka…“Ben folkloristtim gençliğimde. Bu işlerde bu bana yardım ediyor… Kafka’da iki bin yıllık sürgün Yahudinin gelenekleri, korku –ister istemez gelenek olmuştur korku… Kafka ne kadar soyutlarsa soyutlasın, iliklerine işlemiş Yahudilikten kurtulabilmiş midir? Öylesine kurşun geçirmez bir karanlığı Kafka’nın önüne, yapıtlarına kim getirdi de koydu?” [16]

Kafka Çek Yahudisiydi, ama Çekçe değil, Almanca yazmak zorundaydı. Yaşar Kemal de anadilinde değil, Türkçe yazmak zorundaydı. Kafka’nın sözünü ettiği “imkânsızlıklar” Yaşar Kemal için de geçerliydi:

“Yahudiler üç imkânsızlık arasında yaşıyorlardı. Yazmamanın imkânsızlığı, Almanca yazmanın imkânsızlığı, başka türlü yazmanın imkânsızlığı… Bunlara dördüncü bir imkânsızlık da eklenebilir: Yazmanın imkânsızlığı.” [17]

Bu imkânsızlıklar Kafka’yı Kafka olmaktan alıkoyamadığı gibi, Türkçe yazan Yaşar Kemal’i de Yaşar Kemal olmaktan alıkoyamadı.

Ama, “vasiyet”inde dediği gibi: “Kimse kimseyi asimile edemesin. İnsanları asimile etmeye can atan devletlere, hükümetlere olanak verilmesin. Benim kitaplarımı okuyanlar bilsinler ki, bir kültürü yok edenlerin kendi kültürleri, insanlıkları ellerinden uçmuş gitmiştir.”

Türkiye İşçi Partisi’ni kuranlar işçilerdi, sendika liderleriydi. Aşağıdan yukarı kurulan bir partiydi. Bu partiye girmeliydim. Kendimi mecbur saydım. 1962’de girdim. Elimden geldiğince de çalıştım.

Nâzım ve Karacaoğlan geleneği

Malûm, “karşılaştırmalı edebiyat” diye bir disiplin var. Yaşar Kemal kiminle karşılaştırılabilir? Öncelikle, çağdaşı olan bir başka halk ozanıyla, büyük destancı Nâzım’la herhalde. İnce Memed’i 1959’da Rusçaya çeviren de aynı Nâzım.

“Nâzım Hikmet’le konuştum: ‘Sen hapishanede büyük şair oldun’ dedim. ‘Yok’ dedi. ‘Ben hapishanede bu kadar uzun zaman kalmasaydım, daha ötelere götürebilirdim şiirimi’ dedi.
Neyse, uzun bir tartışma oldu. Ben onun biraz düşüncelerini kabul ettim, o benim bir miktar düşüncelerimi kabul etti. Fakat üstünde durduğumuz nokta, Nâzım Hikmet’in bütün bu yetenekleri ve kültürüyle hapishaneye girip halk aşısı olmasındaydı. Halk aşısının şiirini Karacaoğlan, Pir Sultan, Dadaloğlu gibi örmesiydi. Halkla beraber, halk içinde örüyordu şiirini. Ve çalışması da Karacaoğlan çalışması gibi. Karacaoğlan türküsünü yapıyor, büyük kitlelere okuyor. Nâzım da şiirlerini yapıyor, bütün hapishaneye okuyordu. Yani yaşayışı da benziyordu, şiir çalışma biçimi de benziyordu. Onun için büyük halk şiirimizin, yani sözlü edebiyatımızın en büyük halkalarından biri oldu Nâzım Hikmet. Ve ilk hapise girip birkaç yıl yattıktan sonra,
Bedreddin gibi şaheser bir destan çıktı.” [18]

Yaşar Kemal’in o aşıya ihtiyacı yoktu. Karacaoğlan geleneğinin içine doğmuştu, çok küçük yaşlarda doğaçtan şiir söylemesiyle ün salmıştı. “Okulda, düğünlerde, bayramlarda beni hep Aşık Mecit’le çakıştırırlardı. Aşık Mecit’le bir kahvede sabaha kadar çakıştığımı anımsıyorum…. Kadirli’deydim, beni bir eve çağırdılar, Elbistanlı Aşık Rahmi gelmiş diye. Ev kalabalıktı. Ocağın yanında uzun boylu, kırçıl sakallı, yakışıklı bir adam saz çalıyordu. Ben içeriye girince adam sazı, türküyü kesti. ‘İşte bu, bizim aşığımız’ dediler beni eve getirenler. Aşık Rahmi ayağa kalkıp elimden tuttu, beni yanına oturttu. ‘Hoşgeldin aşığım, hoşgeldin ustam’ dedi. Ben çok sıkılıyorum. On bir yaşında olacağım.” [19]

Kazancakis ve “kim gerçek Yunan?”

Bu “karşılaştırma” bahsinde “Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor – Alain Bosquet İle Görüşme”nin şu bölümü ziyadesiyle kayda değer:

“Alain Bosquet: Bir gün bana sormuştunuz: ‘Beni kimle karşılaştırıyorsunuz?’ Bir-iki dakika düşünmüş ve şöyle yanıtlamıştım: ‘Siz kendi toprağını simgeleyen bir yazarsınız! Bu da en azından Batı yazınında oldukça az rastlanan bir olay.’ (…) Özetle şöyle demiştim size: ‘Bana en çok anımsattığınız yazar –aradaki büyük farklara karşın– Nikos Kazancakis. Sizde de aynı halksal atılım, düş gücü ve epik boyut kaygıları var’. Biraz rencide olmuş gibi şöyle demiştiniz bana: ‘Ama ikimiz arasında gerçek Yunan benim.’ Ve Homeros’un epopesinden, coğrafî bir bağlantı sonucunda, size kalan mirasın daha büyük olduğunu kanıtlamak istemiştiniz.” [20]

Bosquet’nin, ki kendisi uluslararası çap ve ünde bir edebiyatçıdır, Yaşar Kemal tarifinin altını çizelim: “Halksal atılım, düş gücü, epik boyut…” Ve Kazancakis karşılaştırmasından Yaşar Kemal’in rencide olmasına mim koyalım: “Ama gerçek Yunanlı benim.” Yaşar Kemal’in gerçeği ve Yaşar Kemal gerçeği bu: Homeros’un epopesi. Ve o mirasa bugünü katmak.

“Bir yanım toplum, bir yanım doğa”

“Benim yeryüzünde akrabalarım var. Stendhal, Çehov gibi. Benim epik anlayışım onlara yakın. Özellikle Stendhal’e. Yereli anlamak, yerel dilden roman dili yaratmak, çağın gelmişini, geçmişini özümsemek, anlamak… Ve yeni bir sanat biçimine, diline, içeriğine ulaşmak… Yapıtlarımda halk şiirinde, epopelerde olduğu gibi, insan değerlerinden kopmamaya çalıştım. Bir yanım toplum, bir yanım doğa, bir yanım da insan değerlerine dayalı olsun istedim. Bu çağda şu dediğim üç öğeye dayanmak her babayiğidin kârı değil. Bunu, günümüze gelinceye kadar ancak söz sanatını halkla birlikte yapanlar becerebilmişlerdir. Bana masalcı diyorlar, yermek için. Yermek için olmadığını bilsem, sözlerinde azıcık doğruluk payı olduğunu sansam, sevincimden deliye dönerdim.” [21]

“Ben ‘angaje’, bağımlı bir yazarım. Kendime ve söze ve insanın onuruna bağımlıyım. Bilinçli olarak aydınlığın türküsünü, iyiliğin, güzelliğin türküsünü söylemek istedim.

Dede Korkut ve Kırgızların Manas’ı

Muhteşem terkibin bir ucunda Homeros, öbür ucunda Dede Korkut. Bir ucunda destancının destanlara yaptığı “ayar” var, öbür ucunda destancının dinleyicileri…

Sene 1999… “Kitab-ı Dede Korkut ve Anadolu Destan Geleneği” başlıklı yazısında şöyle diyor:

“Bir Gılgameş, bir İlyada, bir Kalevela neyse Dede Korkut da odur. Destanlar çok değişkendir. Her destan, her çağa, her coğrafyaya, her kültüre, her anlatıya, her dinleyiciye göre kendini ayarlar; her çağda, her coğrafyayla, her kültürle zenginleşir. Bunda o destancının dinleyicisinin de büyük işlevi vardır.” [22]

Söylemeye gerek var mı, Yaşar Kemal Dede Korkut’u anlatırken kendi destancılığını da anlatıyor. Yaptığı “ayar”ı… Kırgızların Manas destanından söz ederken de öyle:

“Bin yıllık destanları bugün anlatanlar bile, o eski destanlara kendisini katmıyor, içinde bulunduğu toplum damgasını ona vurmuyor mu? Folklorcular, etnologlar bunun türlü örneklerini vermiyorlar mı? En azından ben bunun böyle olduğunun tanığıyım. Eski destanlar derken, sözlü destanları anlatmak istiyorum. Örneğin, bugün hâlâ söylenen Kırgızların büyük destanı Manas’ı düşünmemek elimden gelmiyor. Bu destanın çok eski bir destan olduğu biliniyor. Bolşeviklerden baskı görmüş, Orta Asya’dan kaçmış, soluğu Tibet yaylalarında almış Kırgızlar bugünkü maceralarını Manas destanına katmışlardır.” [23]

Yaşar Kemal-Sartre buluşması: Angaje aydın

“Çağının tanığı olmak Yaşar Kemal için hayatî bir meseleydi. Tanıklıktan anladığı seyirci olmak değil, sorumluluk almaktı. “Tükenen bir çağı yazıyorum. Değişen insanla birlikte, değişen bir dille de yazma çabasındayım. Değişimin acısı, sancısı, Yok oluşun yeni patlamalarıyla birlikte… Seyretmiş değil, ülkemin insanlarını yaşamış bir kişiyim. Ülkemiz dehşet bir değişme süreci içinde. Bunu gözden kaçıramayız. Sanatçı biraz da güncelin adamıdır.” [24]

Marksizme bireyin kurtuluşu, insanlığın özgürleşmesi diye bakıyorum. 1844 Elyazması benim için Kapital kadar önemli bir kitaptır. Marksizm bana dünyaya bakmak için açılan en aydınlık kapı oldu. Yaşamım boyunca bu düşünceyi yaşamla ölçtüm, yanıldığımı görmedim.

“Ünlü bir yazar olmak, doğaldır ki, daha büyük sorumluluklar yüklüyor. Sekiz yıl Türkiye İşçi Partisi’nin yöneticilerinden biriydim. Merkez Yürütme Kurulu üyeliğini ve propaganda komitesi başkanlığını da yaptım. Bu partide çalışmak zorundaydım. (…) Bir milyona yakın oy almış bir partiydi. Bu partinin kuruluşunda katkım olmalı, neyim varsa bunun için harcamalıydım. Geleneksel faşizmi kırmakta halkıma yardım etmeliydim.” [25]

Çağının tanığı olmak, bu tanıklığın sorumluluğunu üstlenmek, taraf olmak. Ezcümle angaje olmak. Daha Türkçesiyle, bağlanmak. Yaşar Kemal Sartre’ın “Aydınlar Üzerine”de yaptığı tanımın ete kemiğe bürünmüş haliydi.

TİP’e veda, Sovyetler’e sağlam eleştiri

TİP’e girmesi, oradaki mücadelesi bağlanmanın, angaje olmanın eseriydi. TİP’ten ayrılmasının sebebi de aynıydı:

TİP niteliğini yitirdi. Bürokratların eline geçti. Emekçilerden koptu. Bir aydınlar kulübü oldu. Emekçilerden yana bir insan olarak TİP’te daha uzun bir süre kalamazdım. Yolcu yolunda gerek. Ben kendi yoluma, onlar kendi yoluna…” [26]

Sovyetler Birliği’ne aldığı tutum da aynı angajmanın eseriydi. 1971’de Abdi İpekçi’ye anlatıyor:

“Türkiye İşçi Partisi’ni kuranlar işçilerdi, sendika liderleriydi. Aşağıdan yukarı kurulan bir partiydi. Bu partiye girmeliydim. Kendimi mecbur saydım. 1962’de girdim. Elimden geldiğince de çalıştım. Hiçbir politik ihtirasım olmadı, olmayacak. Amma emekçilerin yanında, ölünceye kadar onların hakları için, onların yönetime gelmeleri için çalışacağım. Benim bütün derdim emekçi sınıfının bizatihi, yüzde yüz yönetime gelmesidir. İşçilerin adına herhangi bir tabakanın yönetime el koymasını kabul etmiyorum. Emekçileri sömürenlere ne kadar karşıysam, emekçiler adına iktidara gelmek isteyenlere de aşağı yukarı o kadar karşıyım.
Benim işim, emekçi ile beraber olmaktır. Emekçiler adına iktidara el koymuşlar, sosyalizmi her zaman yozlaştırabilirler, demokrasiyi yozlaştırabilirler.

Gördük ki, çağımızda yönetimi ele almış, devlete el koymuş proletarya sınıfı yönetimi bürokrasiye kaptırmıştır. Bunun sebepleri vardır. Acı olan, korkunç olan emekçi sınıfının kendi yönetimini başka bir tabakaya kaptırmasıdır. Lenin’in ölümünden sonra, Sovyetler Birliği emekçileri yönetimin büyük bir kısmını Stalin’e, Stalin’in bürokratlarına kaptırdı. Bugünlerde Sovyetler Birliği’nde, Stalin bürokratlarıyla emekçiler arasında kıyasıya bir savaş var.

Bürokrasinin bir özgürlük sağlayabilmesi için ne burjuvazi, ne de proletarya gibi sağlam bir temeli vardır. O, yönetimde kalabilmek için korkunç bir baskı düzeni kurmak zorundadır. Bu havadaki sınıfın tek dayanağı bir baskı örgütü kurmasıdır. Onun için bürokratlar, nerede kim adına iktidara gelmişlerse, ayakta kalabilmek için, korkunç bir baskı rejimi kurmuşlardır.” [27]

Deniz’lerin yolu

1971’in 19 Nisan’ında, yani 12 Mart darbesinin sadece beş hafta sonrasında, o dönemin Milliyet’inin yayın yönetmeni Abdi İpekçi’nin yaptığı bir söyleşide, Deniz’ler ve solun şiddetle ilişkisi elbette konu başlıklarından biri olacaktı. Nitekim, İpekçi “Türkiye’de sol birçok parçalara bölünüyor, bu hususta ne düşünüyorsun” diye soruyor, Yaşar Kemal de şu karşılığı veriyor:

“Deniz Gezmiş ile ayrı düşüncelerde, ayrı yollardayız. Yalnız, Deniz Gezmiş’in karşısına olayı derinliğine araştırmadan çıkmam. Deniz Gezmiş’lerin hareketinin emekçinin bilinçlenmesine “ne kadar faydası var, ne kadar zararı var?” bunun üzerinde önemle dururum. Büyük emekçi kitlesinin bilinçlenmesinde Deniz Gezmiş hareketi faydalı oluyorsa, bu yol benim yoluma karşı da olsa onu tutarım.” [28]

Sol ve şiddet

Söyleşinin sonlarına doğru, Abdi İpekçi sözü şiddete getiriyor, “solun şiddet metodlarına başvurmasını uygun buluyor musun?” diye soruyor. Yaşar Kemal’in cevabı:

“Şiddet zor yoldur. Her ne kadar kolay ve düz görünüyorsa da, her zaman dolambaçlı, güç bir yoldur. İnsan mecbur kalmadıkça şiddete başvurmaz. Şu on yıldır TİP’lerin, sosyalistlerin başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmedi. Dövdüler, öldürdüler, işlerinden ettiler. Böylesine bir baskıya, zulme maruz bırakılmış insanlar elbette buna karşı koyacaklardı, koymalıydılar. Şiddeti doğuran şiddettir. Biz çok gayret ettik. Yöneticilerin şiddete başvurmamaları istemekten dilimizde tüy bitti. Şiddetin şiddet doğuracağını biliyorduk. Ben bugünkü solun bazı şiddet hareketlerini bir savunma sayıyorum, hem de en meşru bir savunma.[29]

“Dünya sosyalizminin kamburu”

Abdi İpekçi’ye verdiği söyleşide yaptığı Sovyetler Birliği eleştirisinden 22 yıl sonra, 1993’te, Fethi Naci’nin “Sovyetler Birliği’nin çöküşü üstüne ne düşünüyorsunuz” sorusuna cevabı da yabana atılır gibi değil:

“Benim tavrım her zaman açıktı. Sovyetler Birliği üstüne düşündüklerimi her zaman yazdım söyledim. 1971’de Abdi İpekçi’nin benimle yaptığı konuşma epeyce kapsamlı bir konuşmadır. Sovyetler Birliği hakkındaki düşüncelerim açık ve seçiktir. Sovyetler Birliği çöktüğünde, hemen o anda Sovyet düşmanı kesilip sosyalizmin yanlışlığını hemen o anda anlayan kişilerden değilim. Size bir şey söyleyeyim mi, Sovyetler Birliği’nin çökmesi, sosyalizmin de çökmesi değil, tam tersine dünya sosyalizminin zaferidir. Bunun böyle olduğunu da, bütün sosyalizm çöktü, bitti yaygaralarına karşın, insanoğlu çok yakında görecektir. İnsanın içindeki eşitlik, adalet, özgürlük duygusu var oldukça sosyalizm savaşımını zafere kadar insanoğlu sürdürecektir. Sovyetler Birliği dünya sosyalizminin kamburuydu. Bunu yakında herkes öğrenecek.” [30]

Yaşar Kemal’in aydınlığı böyle bir “angaje aydın”lıktı. Emeğe, emekçiye angaje, bağlı bir aydın. Sosyalizmin sözüne, “proletaryanın kurtuluşu bizzat proletaryanın eliyle olacaktır”a…

“Angaje yazar”ın tarifi

Kasım 2014’te Bilgi Üniversitesi’nde okunan “vasiyet”inde “Aydınlar Üzerine”yi yankılıyordu. Ama onu öylesine içselleştirmiş, kendi hakikati kılmıştı ki, yankılanan kendi sesiydi:

“Ben ‘angaje’, bağımlı bir yazarım. Kendime ve söze ve insanın onuruna bağımlıyım. Bilinçli olarak aydınlığın türküsünü, iyiliğin, güzelliğin türküsünü söylemek istedim. Romanlarım yaşam gibi doğru söylesin, yaşamla birlik olsun istedim. Çünkü yaşam umutsuzluktan umut üretmektir. İnsan umutsuzluktan umut üreterek bugüne kadar gelmiştir.”

Yaşar Kemal’in “vasiyet”ini ve mirasını tek cümlede özetlemek gerekirse, o da bu: Aydınlığın, iyiliğin, güzelliğin türküsünü söylemek.

Yaşar Kemal’in yürüdüğü yol o. Ama o yolda yürümek için Yaşar Kemal’in yaptığını yapmak gerekiyor: O türkülerin kaynağına gitmek. Onları bugüne, buraya taşımak.

Bu dünyada mecbur olan kişiler var. Dünyamızı bu başkaldırmaya mecbur kişiler yapmış, yapıyordu. Bu başkaldıran kişiler insanlığın özüydü. Çağımızda, günümüzde çok mecbur insan biliyorum, işi genelleştirirsek insanlık başkaldırmaya mecburdur.

Sosyalist militan ve Marx’ın 1844 Elyazması

Ama o yol haritasız, pusulasız gidilecek bir yol değil. Yaşar Kemal’in pusulası Marx’ın 1844 El Yazması’ydı.

“Ben sosyalist militanım ve marksistim. Bunu en geniş anlamda söylüyorum. Militanım derken, kendimi hiçbir zaman dar kalıpların içine hapsetmedim. Bunu insanın, her yönüyle yüzde yüz bağımsızlığı olarak anladım. Marksizme bireyin kurtuluşu, insanlığın özgürleşmesi diye bakıyorum. 1844 Elyazması benim için Kapital kadar önemli bir kitaptır. Marksizm bana dünyaya bakmak için açılan en aydınlık kapı oldu. Yaşamım boyunca bu düşünceyi yaşamla ölçtüm, yanıldığımı görmedim. Bütün dogmalara karşı olan Marx’a dayanarak üretilen dogmalara da hep karşı koydum. Sosyalist uygulamanın bir tek metodu olduğuna da inanmadım. Ülkeler kendi metodlarını, kendi coğrafî, tarihî, ekonomik, sosyolojik, kültürel koşullarına dayanarak yaratacaklardır. Benim edebiyatım angaje bir edebiyattır. Ben angaje bir insanım.” [31]

Vasiyet: “Benim kitaplarımı okuyanlar yoksullarla birlik olsunlar, yoksulluk bütün insanlığın utancıdır.”

Vasiyet o, miras da bu: “Kendime ve söze ve insanın onuruna bağımlıyım. Bilinçli olarak aydınlığın türküsünü, iyiliğin, güzelliğin türküsünü söylemek istedim.”

İzmit’ten Savrun çayına…

Destan, Yaşar Kemal’in Dede Korkut üzerine yazısında vurguladığı gibi, dinleyicisiyle varolur. Destanın “ayarı”nda, “destancının dinleyicisinin büyük işlevi vardır”.

Cenaze gününde dinlediğimiz bir anekdot: 1980’lerin sonu… İzmit’te bir lisede, öğretmen soruyor: “Şu sıralar hangi kitapları okuyorsunuz?” Bir kız öğrenci cevap veriyor: “İnce Memed! Bu otuzuncu okuyuşum!”

Bir anekdot da Yaşar Kemal’in kendisinden. Sene 1986, yer Çukurova…

“Geçenlerde Çukurova’daydım. Uzun yıllar sonra ilk kez birçok yeri yakından gördüm. Savrun Gözü’ne gidiyordum, yani Savrun çayının kaynağına. Yolda motorize Yörüklere rastladım. Traktör arkasında, römork içinde adamlar; yöresinde sürüler, dağlara doğru çekilip gidiyorlar. Eskiden görkemli develerle, deve katarlarıyla giderlerdi. Çok da süslü olurlardı, develerin havutlarının üstüne kilimler atarlardı. Develerin, sığırların çanlarının sesleri duyulurdu.

Bunları anımsıyorum. Şimdi traktörle gidiyorlar. Biraz gittikten sonra düzlükte üç çadır gördüm. Her birinin önünde bir traktör ve römorklar. Bir traktörde akümülatör gördüm. ‘Bu ne?’ dedim. ‘Televizyonumuz var da,’ dediler.

Yanımdakiler beni tanıttılar: ‘İşte bu Yaşar Kemal, ünlü romancımız.’ Genç bir çocuk, ‘Hiç duymadım,’ dedi. ‘Peki,’ dedim, ‘sen hangi obadansın?’ ‘Ben,’ dedi, ‘Karakeçili obasındanım’. ‘Sarıkeçililer nerede?’ dedim. ‘Onlar Kozanaltı’nda,’ dedi. ‘Hacıahmetler nerede?’ diye sordum. ‘Bilmem,’ dedi. ‘Horzumlular nerede?’ dedim. ‘Onlar Maraş altında,’ dedi. ‘Peki, Kerimoğulları nerede?’ dedim. ‘Şu aşağıdaki köy benim köyüm, Hemite köyü. Onlar gelirler, yanımızda konaklardı,’ dedim. ‘Haa,’ dedi, ‘biliyorum o Kerimoğulları’nı, ama görmedim. İnce Memed romanında var onlar,’ dedi. ‘Peki,’ dedim, İnce Memed’i biliyorsun da Yaşar Kemal’i niye bilmiyorsun, ben onun yazarıyım işte!’ ‘Ne bileyim ben onun yazarı olduğunu, Köroğlu gibi bir şey zannediyorum,’ dedi…” [32]

Taksim meydanında…

Bir yazar için daha yüce bir ödül olabilir mi? Hele Yaşar Kemal gibi bir destancı için…

Hepimiz “Köroğlu gibi bir şey” zannetmedik mi? İnce Memed’i modern zamanların Köroğlu’su gibi görmedik mi? “Niye öyleydi”yi Yaşar Kemal kadar güzel kim anlatabilir?

“Dadaloğlu başkaldırmanın şairidir. İnsanlığın başkaldıran şairidir. ‘Ferman padişahın, dağlar bizimdir’ sözü, bugüne de cevap veriyorsa, bugünün de şairidir. ‘Pir Sultan ölür, dirilir’ diyorsa, bir başkaldırı adımının ebediliğini türküsünde söylüyorsa ve bu çağda delikanlımız Taksim meydanında bağırıyorsa, ‘birimiz ölüp, birimiz diriliriz’ diyorsa, Pir Sultan buna cevap veriyorsa, o bu çağın şairidir.” [33]

İnce Memed “Köroğlu gibi bir şey”di, çünkü başkaldırının şiiriydi. İnsanlığın başkaldıran şiiri.

“Başkaldıran İnsan” ve “mecburlar”

Peki, başkaldırı nedir, niçin başkaldırılır, başkaldıranlar kimlerdir? Alain Bosquet’ye İnce Memed’i anlatırken Camus’ye göz kırpıyor, Başkaldıran İnsan’ı temize çekiyordu:

“Demek ki bu dünyada mecbur olan kişiler var. Dünyamızı bu başkaldırmaya mecbur kişiler yapmış, yapıyordu. Bu başkaldıran kişiler insanlığın özüydü. Ve dünyayı onlar değiştirerek bu duruma getirmişlerdi. Bundan sonra da onlar dünyamızı değiştirerek, geliştirerek, kötülüklere karşı koya koya ileriye, daha insanca yaşanacak bir dünyaya götüreceklerdi. Üstelik de, her şeylerini, canlarını yitireceklerini, yenilgiyi bile bile savaşıma girecekler, bir de bakmışsınız ki, sonunda bunlar yengiye ulaşmışlar. Çağımızda, günümüzde çok mecbur insan biliyorum, işi genelleştirirsek insanlık başkaldırmaya mecburdur.” [34]

İster istemez akla en taze başkaldırı geliyor: Gezi. Bir mecburiyet olarak Gezi. Ve Gezi mecburları.

Yaşar Kemal’in vasiyeti bu: “Kötülüklere karşı koya koya… Aydınlığın, iyiliğin, güzelliğini söylemek…”

Mecburuz.

ilk yayın: birdirbir.org, 5 Mart 2015

[1] Metnin tamamı için: http://www.diken.com.tr/yasar-kemal-yasam-umutsuzluktan-umut-uretmektir-insan-umut-ureterek-bugune-gelmistir/

[2] Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor –Alain Bosquet ile Görüşmeler, Adam Yayınları, 1996, İstanbul

[3] a.g.y.

[4] Fethi Naci ile söyleşi, Aydınlık, 1-2 Mayıs 1993

[5] Abdi İpekçi ile söyleşi, Milliyet, 19 Nisan 1971, İstanbul

[6] a.g.y.

[7] Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor –Alain Bosquet ile Görüşmeler, Adam Yayınları, 1996, İstanbul

[8] Tekin Sönmez’le söyleşi, Sanat ve Toplum, 29 Mayıs 1978

[9] Fethi Naci ile söyleşi, Aydınlık, 1-2 Mayıs 1993

[10] Bahgat Elnadi ve Adel Rifaat’ın Hubert Reeves’le söyleşisi, UNESCO Courier, Ocak 1993

[11] Tekin Sönmez’le söyleşi, Sanat ve Toplum, 29 Mayıs 1978

[12] a.g.y.

[13] Celal Üster’le söyleşi, Cumhuriyet, 1 Haziran 1986 (yeniden yayınlanışı: Cumhuriyet, 2 Şubat 2015)

[14] a.g.y.

[15] a.g.y.

[16] Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor –Alain Bosquet ile Görüşmeler, Adam Yayınları, 1996, İstanbul

[17] Brod’a mektup, Haziran 1921, Mektuplaşmalar, s. 394

[18] Tekin Sönmez’le söyleşi, Sanat ve Toplum, 29 Mayıs 1978

[19] a.g.y.

[20] Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor –Alain Bosquet ile Görüşmeler, Adam Yayınları, 1996, İstanbul

[21] Tekin Sönmez’le söyleşi, Sanat ve Toplum, 29 Mayıs 1978

[22] Gösteri, Kasım 1999

[23] Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor –Alain Bosquet ile Görüşmeler, Adam Yayınları, 1996, İstanbul

[24] Tekin Sönmez’le söyleşi, Sanat ve Toplum, 29 Mayıs 1978

[25] a.g.y.

[26] Abdi İpekçi ile söyleşi, Milliyet, 19 Nisan 1971, İstanbul

[27] a.g.y.

[28] a.g.y.

[29] a.g.y.

[30] Fethi Naci ile söyleşi, Aydınlık, 1-2 Mayıs 1993

[31] Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor –Alain Bosquet ile Görüşmeler, Adam Yayınları, 1996, İstanbul

[32] Celal Üster’le söyleşi, Cumhuriyet, 1 Haziran 1986 (yeniden yayınlanışı: Cumhuriyet, 2 Şubat 2015)

[33] Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor –Alain Bosquet ile Görüşmeler, Adam Yayınları, 1996, İstanbul

[34] a.g.y.

^