GAYE BORALIOĞLU’YLA ALÂMETLER KİTABI ÜZERİNE

Söyleşi: Alara Çakmakçı, Erselan Aktan
16 Nisan 2021
SATIRBAŞLARI

Birbirine evrilen, dünyanın üstünü bir örtü gibi örtüp hepimizin içine işleyen kötülükle başa çıkmaya çalışırken hafızadan sızan kokuları, zamana teğellenenleri, kısaca “dünyanın dibine doğru uzanan lanetli sarmalı” kayıt altına alan öyküler… Gaye Boralıoğlu’yla İletişim’den çıkan yeni öykü kitabı “Alâmetler Kitabı”ndan hareketle hakikat denenin ne olabileceğini, kurmacanın imkân ve çıkışsızlıklarını ve bugünün alâmetlerini konuştuk…
Emile Nolde, Pentecote, 1909

Alâmetler Kitabı Nâzım Hikmet’in “Kıyamet Sûreleri” isimli uzun şiirinin ilk bölümü “Alâmetler Suresi”nden tanıdık bir alıntıyla açılıyor: “Çok alâmetler belirdi, vakit tamamdır / Haram sevaboldu, sevap haramdır.” Ardından on dört öykü boyunca, tıpkı şiirdeki gibi “yedi kat yerin altından uğultular geliyor”, hemen her öyküde bilinenin bilinmeyene, tanıdık olanın yabancıya, kısaca haramın sevaba döndüğü anlara, dünyalara tanık oluyoruz. Ne var ki, tüm bu öykülerin sonunda, karakterlerin kendilerine inşa ettikleri sığınaklarında saklanıp zamanın hızla geçmesini ve bu kof gerçekliğin son bulmasını istemekten ve beklemekten başka yapacak bir şeyleri olmuyor. Sizce buradan çıkışın, kaçışın, yıkım pahasına da olsa bir yeniden kurmanın imkânı var mı? Merak ettiğimiz aslında yine şairin sorusu: “Gider, böyle gider, dahi gider/ bu ateş yolların durağı yok mu?”

Gaye Boralıoğlu: Ben de tam bu soruyu sormak istiyorum zaten. Şu anda ufukta umutlu olmak için sağlam bir gerekçe göremiyoruz. Umutlu olmayı, distopyadan değil, ütopyalardan söz etmeyi, sırt sıvazlayıp “geçecek bunlar” demeyi çok isterdim elbette ki. Nitekim, eğer bireysel hikâyeler, insan hikâyeleri yazmış olsaydım belki bunu daha fazla yapabilirdim, çünkü nihayetinde şahısların kendi evrenleri içinde bazı çıkış yolları bulmaları, bazı kapılar aralamaları mümkün olabiliyor, ama ben bu kitapta daha çok dünya halinden bahsediyorum. İlişkiler, kesişimler, kaygılar, tekinsiz rabıtalar anlatıyorum. Kötülüklerin nasıl birbirine evrildiğinden, ne kadar sinsi olduğundan ve nasıl içimize sindiğinden bahsediyorum. Böyle bir bağlamda, umutlu olmaktan söz etmek biraz yapmacık durur. Zaten açık söyleyeyim, umutla iş görmeyi uzun süredir bıraktım, çünkü hayal kırıklıkları yaşamaktan bıktım, usandım. Bu, “yenilgi”, “pesimizm” filan gibi anlamlara gelmiyor, gerçeği olduğu gibi görmek, farkında olmak ve nefesimi idareli kullanmak niyetindeyim. Bu şahsi duruşum elbette, kitaba ne kadar yansımıştır, bilemiyorum. Jeanette Winterson bir yerde diyor ki: “Hakiki sanatçı bir tür erken uyarı sistemine sahiptir. Çağının duygusal karışıklıklarını fark edip dile dökmesini sağlayan içkin bir sisteme sahiptir.” Kitabı yazarken bu içgüdüyle hareket ettim. Bugünden yarına öngörülebilir olan nedir? Aynaya baktığımızda neyi görmüyoruz? Bir ihtimaller dünyası kurmaya kalktığımızda nelerden bahsediyoruz? Kitabı yazma sürecim boyunca zihnimde dönüp duran sorular bunlardı.

Gaye Boralıoğlu

Öyküler bizimkine çok benzer bir dünyada, alternatif bir gerçeklikte başlıyor: barınaklarda kafesler içinde alınıp satılan çocuklar, cezaevinden tahliye olurken alınlarına “Dokunma” yazılan, kimseyle temas kuramayacak eski mahkûmlar… Fakat kitap ilerledikçe öykülerdeki “alternatif” gerçekliğin dozu azalıyor ve yerini, ilk öykülerdeki distopik atmosferi aratmayan günümüz gerçeğinin vahşeti ve sefaletine bırakıyor. Böylelikle öyküler boyunca absürt olan olası, mevcut olansa absürt ve tekinsiz bir hal alıyor. Bu bilinçli bir tercih miydi? Nasıl bir fikirden yahut histen doğdu bu öyküler?

Ömrümüz boyunca zulüm gördük, otoriter iktidarlar arasında daha iyisini aradık, sesi olmayan bir muhalefete razı olmak zorunda kaldık, birbirimize sahip çıkamadık, kemiklerini bulamadığımız kayıplarımız var, yüzleşmediğimiz travmalarla dolu bir geçmişin hesabını tutmaya çalışıyoruz, elimizden kayıyor her şey. Son beş yıl yönetimsel açıdan kâbuslarla dolu geçti. Her gün kadınlar öldürülüyor, göz göre göre masum insanlar hapislerde çürüyor, her gün daha da yoksullaşıyoruz, her gün doğa ya da tarih katliamlarına tanık oluyoruz. Üstüne de pandemi geldi. Evlere tıkıldık, zaman durdu. Nefesle geçen bir mikrop hayatımızı tehdit ediyor. İşte bütün bu hislerle yazıyorum. Pek çok sanatçı arkadaşım üretemiyor bile, anlamlı gelmiyor çünkü. Tabii şu sorulabilir, karanlık dünyaları niye okumak isteyelim? Zaten yeterince kararmadı mı içimiz? Cevabım şöyle olur: Kafka’yı niye okuyorsak, Dostoyevski’yi niye okuyorsak, Mişima’yı, Borges’i, Poe’yu neden seviyorsak aynı sebeplerle. Bu şahane yazarları elbette kendimle kıyaslamıyorum. Sadece şunu söylemek istiyorum: Bir yazar, okurunun zihnini ve gönlünü ne anlattığıyla değil, nasıl anlattığıyla açar. En kasvetli şeyler bile doyumsuz bir lezzetle anlatılabilir ve bana kalırsa bunu yapabilmek, boş umutlarla sahte hafiflikler yaratmaktan daha kıymetlidir.

Karanlık dünyaları niye okumak isteyelim? Zaten yeterince kararmadı mı içimiz? Cevabım şöyle olur: Kafka’yı niye okuyorsak, Dostoyevski’yi niye okuyorsak, Mişima’yı, Borges’i, Poe’yu neden seviyorsak aynı sebeplerle.

“Kasvetten doyumsuz lezzete” deyince, Alâmetler Kitabı, daha önceki eserlerinizden daha farklı, en çok da belki pesimist tonu yönünden. Kitaba başlamadan veya yazım aşamasında neler okudunuz? Cioran’ı sevdiğinizi biliyoruz. Cioran’a başvurdunuz veya hatırladınız mı mesela?

Evet, Cioran’ı çok uzun zamandır okuyorum, hatta diyebilirim ki son yıllarda daha da az. Bence en önemli kitaplarını –Çürümenin Kitabı, Doğmuş Olmanın Sakıncası Üzerine, Burukluk– 90’lı yıllarda okuduk. Cioran bana kalırsa bir filozoftan ziyade edebiyatçı, bir dil cambazı. Tam da bu yüzden bir yazar için gayet provoke edici ve bu nedenle de faydalı. Alâmetler Kitabı’nda ne kadar etkili olmuştur, tam olarak bilemiyorum, son çıkan iki Cioran’ı, Siren’in (İdemen) çevirdiği Parçalanma ve Haldun’un (Bayrı) çevirdiği Zamana Düşüş’ü Alâmetler Kitabı’nı yazdığım sırada okumuştum. Muhtemelen vardır etkisi. Ama Alâmetler Kitabı’nı oluştururken arka planda Cioran’dan ziyade Hanna Arendt olduğunu söylemeliyim. Arendt’in kötülük konusundaki bakış açısı ve analizleri kafamda dağınık duran birçok cümleyi yerine oturttu.

Bu “kötülük hattı”ndan devam edelim. Mihayilovski, Dostoyevski için “O, insanın en basit güdülerinden birini, gereksiz kötülüğü keşfetti” diyor. Arendt ise, son eserlerinde epeyce dillendirildiği üzere, daha organize, detayları hesaplanmış ve birçok dinamikle desteklenen, aşılması neredeyse imkânsız bir kötülüğü tarif ediyor. Alâmetler Kitabı’na hâkim olan kötülük, aşılamaz, karşı konulamaz bir kötülükten çok, basit ve “gereksiz kötülük” gibi görünüyor.

Ve bence en tehlikeli olan bu. Çünkü üzerinde konuşulması çok zor, teşhisi kolay değil. İyilik, ulus sevgisi, koruma içgüdüsü, sevgi gibi pozitif değerlerle sarıp sarmalanmış. Sanki kötülük dediğimiz şey dünyanın üstünde bir örtü ve aslında hepimizin içinde ondan bir parça var. “Barınak” öyküsündeki çift masum bir ihtiyaçtan hareket ediyor, çocuk sahibi olmak istiyor, ama feci bir şeyi meşrulaştırıyor, “Zoltan” öyküsünde iktidara yaranmak isteyen az akıllı bir adam muhbirliği nerelere kadar vardırıyor. Aslında hepimizin yanında, yamacında, belki kendi içimizde duran, aynaya baktığımızda gözümüze çarpmayan kötülük türleri bunlar.

Kitaptaki her öyküde yerin yedi kat altından gelen uğultular var, kopmak üzere olan kıyametin alâmetleri ya da çoktan yerle bir olmuş bir dünyanın yüzeyde belli belirsiz kalan izleri var. Hem bu izler hem de her öyküde lafını geçirdiğiniz “alâmet” sözcüğünün kendisi kitaba tematik bütünlük kazandırıyor. Öte yandan, hikâyelerde sık tekrarlanan, ya inceden ya da ta en derinden kendisini gösteren bazı meseleler, kerteriz alınan noktalar var. Bunlardan en belirgin olanı zamanın akışı ve buna bağlı olarak gelişen unutma ve hatırlama refleksi ve pratikleri. Hatırlamak ve unutmak, bazen bir lütfa, bazen de bir lanete, cezaya benziyor. Böyle kaotik, böyle kaskatı bir dünyada hafıza neyin alâmetidir size göre? Hatırlamak veya unutmak nereye çıkarır bizi, umudu besleyebilir, Kiram’ın dediği gibi “çoğulluğu” yeniden hayal etmemizi sağlayabilir mi?

Öncelikle dikkatiniz için teşekkür ederim. Şu âna kadar her öyküye bir “alâmet” nakşettiğimi fark eden birkaç okurdan birisiniz. Hafıza derin bir kuyu, nasıl ilişkilendiğimiz, zaman denilen büyük ve sonsuz örtünün nerelerine teğellediğimiz, esasında hayatımızı sandığımızdan çok daha fazla belirliyor. En basit bir anda, örneğin kendimize bir ev eşyası alırken bile çoğu kere hafızadan sızan kokuların esiri oluyoruz. Niye onu değil bunu seviyoruz? Birbirine çok benzeyen objeler içinde bir tanesi daha yakın geliyor bize, neden? Muhtemelen çok derinlerden, belki çocukluğumuzdan hafızamızın kuytu köşelerine sızmış bir şekil, bir koku, bir doku etkiliyor kararlarımızı. Giderek daha önemli noktalarda, varoluşumuzun renginde, kurduğumuz ilişkilerin derinliğinde, siyasi tercihlerimizde, yaşadığımız coğrafyayla, dünyayla ilişkimizde neredeyse belirleyici bir unsur oluyor.

Hafıza fazlasıyla netameli ve oyuncu. Hatırladığımızı sandığımız şeylerin bazıları yalan, kendi kendimize kuruyoruz o anıyı. Unuttuğumuzu sandığımız şeylerin birçoğu derin uykularda aslında, kaybolup gittiği yok, bilinmedik bir yerlerde duruyor. Ya da unutturulmaya çalışılan bazı olguları bazen unutuyormuş gibi yapıyoruz, bazen de gerçekten unutuyoruz. Kimi zaman, “Alınyazısı” öyküsünde olduğu gibi, güzel bir anı hayatın acılarına katlanmamızı, direnmemizi kolaylaştırıyor. Ya da “Baal Zebub”da olduğu gibi, ne idüğü belirsiz bir hatıra, bir insanı şekillendiriyor, ta ki katil olana kadar. Hafıza bütün anlamlarıyla edebiyat için muhteşem bir imkân, ama sizin sorduğunuz gibi, daha çok umut beslemek için, daha iyi bir dünya kurmak için etkin bir rol oynayabilir mi, ondan emin değilim. Böyle olabilmesi için başka değerlere de ihtiyaç var. Mesela iktidarların hakikatle, ideolojiler veya siyasi çıkarlardan arınmış olarak, doğrudan ilişkilenmesine, yaşanmış tarihsel travmalarla hesaplaşılacak cesaret ve kararlılığa, ötekinin hakkına, dolayısıyla hafızasına saygı duymaya… Ancak etik değerlerle koruma altına alınmış bir hafıza bize gelecek için umut kaynağı olabilir.

Bugünden yarına öngörülebilir olan nedir? Aynaya baktığımızda neyi görmüyoruz? Bir ihtimaller dünyası kurmaya kalktığımızda nelerden bahsediyoruz? Kitabı yazma sürecim boyunca zihnimde dönüp duran sorular bunlardı.

Hafızadan sonra bir de zaman mevzuu var. Çoğu öyküde zamanın külçeleşmesi, bir türlü akıp gitmemesi de kitaptaki alâmetlerden biri. Etraflarında hiçbir referans noktasının olmadığı bir evrende, hareketsiz bir halde ve en önemlisi yalnız başlarına kalan karakterler zamanın daha hızlı akmasını umarlar, zira Kiram’ın dediği gibi “zamanın ağırlığını meğer başkaları kaldırıyormuş insanın üzerinden”. Tüm bunları, Kiram’ın kimseye dokunamayışını, “Kırmızı Defter”deki adamın evine hapsolmuş halde kapkara uykulara dalmasını elbette bugünden, bugünü şekillendiren salgından bağımsız okumak mümkün değil. Evle kurduğumuz ilişkiyi yeniden tanımlayan, zamanı da görecelileştiren bu koşulların Alâmetler Kitabı’ndaki öyküler üzerinde nasıl bir etkisi oldu?

Aslında salgından çok daha önce başladı bu kapatılmışlık, nefessiz kalma hissiyatı. Kiram’ın kahramanı olduğu “Alınyazısı” öyküsü, yıllar önce gördüğüm bir rüyaya dayanır. Şöyleydi: Çoğu boş ranzalardan oluşan bir odada uyanıyordum. Dışarı çıkıyordum, başka bir dünyadayım ya da daha doğrusu dünya başka bir yer olmuş. Burada insanların dokunması yasaklanmış. Ruhsuz, gri bir yer… Herkes birbirinden uzakta, mutsuz, yan yana bile yürünemiyor. Sistemde aykırı unsurlar da var, anarşistler. Onlar aniden ortaya çıkıp zorla insanlara dokunup kaçıyorlar. Pek ruh daraltıcı bir atmosfer. Bu rüya çok etkilemişti beni. O öykü oralardan geldi işte. Ama haklısınız, pandemi süreci zamanla ilişkimizi değiştirdi. Zaman bizden bağımsız bir olgu değil aslında, saat dediğimiz şey yalan. Sadece bazı şeyler üzerine konuşmamızı kolaylaştırmak için uydurulmuş. Yoksa senin bir dakikanla benim bir dakikam aynı değil. Hapishane zamanıyla tatil zamanı, pandemi zamanıyla savaş zamanı, bunlar tamamen birbirinden farklı şeyler. Zaman, ölüme doğru yürüyüşümüze düşülen kayıtlar. Ne kadar kayıt varsa zaman o kadar hızlı geçer. Kayıt azaldıkça her şey yeknesaklaşır, bu yüzden de kaçınılmaz sonu daha yoğun hissederiz. Alâmetler Kitabı’nda pandemiyle aşikâr hale gelen zamanın bu göreceliliğinin etkisi vardır tabii. Özellikle dediğiniz gibi, “Alınyazısı”, “Kırmızı Defter”, “Derin Soruşturma” ve hatta “Eşyanın Tarihi” öykülerinde bu kapatılmışlık, sıkışmışlık hissi daha net hissedilir.

“Alâmetler Kitabı”nı oluştururken arka planda Cioran’dan ziyade Hanna Arendt olduğunu söylemeliyim. Arendt’in kötülük konusundaki bakış açısı ve analizleri kafamda dağınık duran birçok cümleyi yerine oturttu.

Hemen her öyküde karakterler kendilerine bir “öteki” yaratmış haldeler; tepenin ardına gönderdikleri, yüzünü görmedikleri, hikâyelerini umursamadıkları ötekiler. Bazı öykülerde, mesela “vatana millete hayırlı” muhbir vatandaşın öyküsünü anlatan “Zoltan”da ya da “dünyanın bir yerlerinde hâlâ doğum yapan insanlar”ın “artan çocukları”nın barınaklarda satıldığı “Barınak” öykülerinde bu ötekilik daha belirginken, “Anahtar Deliği” gibi bazı öykülerde de tanık olmanın müdahil olmak anlamına gelmemesiyle daha derinde kalan ötekilik biçimleri var. Yalnızca bu kitabınızda değil, genel olarak külliyatınız içinde ötekilik meselesini nerede konumlandırıyorsunuz, bunun üzerine ne söyleyebilirsiniz?

İnsanoğlunun en büyük utancı nedir diye sorsalar, herhalde ötekileştirme kabiliyeti derdim. İnanılması güç ve dur durak bilmeyen bir “kabiliyet”. Kötülüğün kurulumu için yaratılmış büyük yalan. Ötekileştirilmiş olan da bir başkasını ötekileştiriyor ve o da bir başkasını. Dünyanın dibine doğru uzuyor bu lanetli sarmal. Benim için edebiyatın alanına giren konular iki kaynaktan geliyor. Biri, merak ettiğim, üzerine düşünmek istediğim, tartışmaya açmayı arzuladığım konular… Hakikat, zaman, hafıza böyle meseleler mesela. Öte yandan, bir de isyan ettiğim, vicdan yaralayan meseleler var. Ötekileştirme, bu kapsamda. Meçhul romanım tamamen bu mesele üzerinde döner. Ailesi, öğretmeni, akrabaları, toplumun her kesimi tarafından ötekileştirilen bir genç adamın, İbrahim’in hikâyesidir Meçhul. Ondan sonra yazdığım romanım Aksak Ritim bir tutku-şiddet sarmalı etrafında kurulmuş olsa da, alttan alta Çingene kızı Güldane’nin ötekiliğini anlatır. Mübarek Kadınlar’da ötekileştirme meselesi bu kez kadın kimliği üzerinden ortaya çıkar. Alâmetler Kitabı’nda ise ötekileştirmeyi, az önce söylediğim gibi, kötülüğün kurulumunun temel gerekçesi olarak ele aldım. Ötekileştirme üzerine yazmaya kalktığınızda bir tehlike beliriyor yalnız. Çok kolayca işi mağdur edebiyatına kaydırabilirsiniz, bu tuzağa düşmeden, belli bir mesafeyle anlatmaya özen gösteriyorum bu temayı.

Peki mesela, “Çalıntı Hikâye”deki Mesude, diğer öykülerdeki karakterlere nazaran daha sade ve “sıradan”. Ama onun da hikâyesinin sonu karanlık. Kitaptaki tematik bütünlük düşünüldüğünde, bireysel, sade hayatlarla ya da daha steril alanlarla ilgili nasıl sonuçlar çıkıyor? Böyle alternatifler de mi artık imkânsız?

Mikro kozmos teorisi artık bitti. Kendi içinde bütünlüğü olan bağımsız bireysel varlıklar diye bir şey yok. Devletler ve şirketler bilgisayarlarımız, telefonlarımız aracılığıyla hepimiz üzerinde tahakküm kurabiliyor. Onların katlanabileceği ya da onların gözünden kaçabildiğimiz kadar varız. Kendi kozmosumuzun duvarları çoktandır şeffaf oldu, markaların, düşünce akımlarının, modaların eşitlediği bir kültürel tekdüzelik içindeyiz. Andy Warhol çok yıllar önce “Bir gün herkes on beş dakikalığına ünlü olacak” demişti. Şimdi kimse ünlü olamıyor, çünkü herkes ünlü. Hepimiz aynı bataklıkta debeleniyoruz ve çıkmak isteyen, üstü çamurlarla kaplı olduğu için, tanınmaz halde oluyor zaten. Sadece sanatçılar, ürettikleri “unique”, tek olduğu için biraz istisna. Ama onlar da aslında epeyce birbirine benziyor. Sinemayı düşünün: Fellini ile Wim Wenders arasında ne kadar büyük farklar vardı. Oysa şimdi bütün filmler üç aşağı beş yukarı birbirine benziyor, büyük farklar yok. Edebiyatta da aynı şey geçerli. Kafka, Marquez, Nabokov birbirinden ne kadar farklıydı. Şimdiki yazarları doğrusu birbirinden ayırt edemiyorum. İsmi görmesem tanımam. Sonuç olarak bireysel olarak tabii ki kendimize kıyıda köşede güvenli odaklar bulabiliriz, haysiyetli davranabiliriz, kendimizce direnebiliriz, vs. Ama büyük toplumsal dönüşümler için daha fazlası gerekli. Kitlesel birliktelikler, ortak odaklar, ütopyalar gerekli. Onlar olmadığında gerisi sürüklenme oluyor işte.

Emile Nolde, Son Yemek

Hakikati kâh yıkan kâh inşa eden, sık sık sorgulatan öyküler var kitapta. Öyle büyük bir yalnızlık ve çaresizlik içinde ki çoğu kez karakterler, herkes kendi yaşadığını hakikat sanabiliyor, karşısındakinin gerçek bildiğini kaale almıyor. Tıpkı Robinson Crusoe’nun Cuma’yı kölesi kıldığı sahnede olduğu gibi, “Barınak” öyküsünde de anlatıcının kalbi, satın aldığı çocuğa “iyilik etmenin sonsuz huzuruyla” doluyor. “Derin Soruşturma”da anlatıcının rüyası cinayet delili kabul ediliyor. “Eşyaların Tarihi”nde Giray Duman, “Gerçek diye bir şey yok bu dünyada, yazdığımız, yakıştırdığımız hikâyeler var yalnızca” diyor. Hakikatin olup olmayışı ya da daha ziyade ne olduğunun öneminin olmaması, bir bakıma üzerine bastığımız halının altımızdan çekilivermesi anlamına gelmez mi? Bu da yine kitaptaki tematik bütünlüğü sağlayan unsurlardan. Sizce nereye düşüyor kurmacanın içinde hakikat? “Bir şeyin bir mânâsı var, bir de alâmeti” mi sahiden?

Biraz iddialı bir cümle kuracağım şimdi, ama böyle düşünüyorum: Kullandığımız pek çok kavram miadını doldurdu. Kapitalizm, burjuvazi, işçi sınıfı gibi siyasal tanımlardan başlayıp hakikat, hukuk, adalet gibi günlük hayatımızı da kapsayan genel kavramlara kadar düşünceye dayanak oluşturan kelimelerin içi boşaldı. Temel kavramlar herkes için başka anlam ifade ediyor. Her anlam kendi içinde karşıtını da barındırıyor. Dolayısıyla, üzerinde ortaklaştığımız alan giderek daraldı. Kelimeler bir şeyi gösteriyor, ama işaret ettikleri şeyin anlamını taşımıyorlar, hatta çoğu kere tam tersini taşıyorlar. Gerçek diye bahsedilen şeylerin pek çoğu yalan örneğin. Gazeteler mesela, birer alâmet, birer göstergedir. Bir vakitler haberciliğin, yani hakikatin göstergesiydi, ama şimdi gazete demek büyük oranda yalan ve manipülasyon demek. Anlamlar ve göstergeler arasındaki aralığın en açık olduğu zamanlardan birini yaşıyoruz. Bu da kendi başına aslında bu devrin artık bittiğinin ve yeni bir devrin başlayacağının işareti. Bütün bu kaotik atmosferde alâmeti ve mânâsı aynı olan tek kelime “isyan”. Yeni döneme bu kavrama tutunarak geçeceğiz.

Sebastian Haffner 1940’lar Almanya’sındaki siyasal durumu anlatırken, zamanın kişisel ilişkilerini, arkadaşlıklarını, aşklarını da resmediyor. Bu anlatısı genel gidişatla da birebir uyumlu. Alâmetler Kitabı’ndaki hacizlere, “dokunmayın”lı adli tedbirlere ve rüyalı hukuki delillere de dostluklar, aşklar eşlik ediyor ve bunlar da genel gidişata uyum gösteriyor. Haffner, bu uyumu toplumun “olması gerektiği gibi” çöküşüne yormuştu. Öykülerdeki uyumun nedeni de Haffner’in deyişiyle “olması gerektiği gibi” mi, zaruri mi?

Haffner’den Bir Almanın Hikâyesi’ni okudum. Çok çarpıcı bir kitap. Bir tarih anlatısı nasıl olmalıdır diye sorsalar, bu kitabı örnek gösterirdim. Ve tam da bu sizin dikkat çektiğiniz meseleden ötürü. Yani sadece olgular, olaylar, siyasal analizler değil, insanların ruh hallerine, değişimlerine ve bu iki konunun nasıl birbirini etkilediğine dair çok kritik anlatılar var. Haffner aynı zamanda bir edebiyatçı bana kalırsa. O yüzden de bütünlüklü ve ayrıntıcı bakıyor ve sonuçta anlatısına okuru da ortak ediyor, bir tarih kitabından ya da siyasal analizden çok daha fazlası oluyor.

Hikâyeler genellikle belli bir ânı, belli bir temayı ince ince işler. Alâmetler Kitabı’nda biraz daha uzaktan bakarak, hikâye edilesi ânı büyük resmin içinde bir yere yerleştirerek anlatmayı tercih ettim. Yasemin Çongar İncil’deki anlatılara benzetmişti. Bu bütünlüğü, meram anlatmak için gerekli buluyorum. Çünkü tam da söylediğiniz gibi, koşullar veya durum, en kadim duyguları, aşkı, dostluğu, evlat sevgisini, anneliği, pek çok insani durumu eğiyor, büküyor ve nihayetinde kendine uyduruyor.

Saat dediğimiz şey yalan. Sadece bazı şeyler üzerine konuşmamızı kolaylaştırmak için uydurulmuş. Yoksa senin bir dakikanla benim bir dakikam aynı değil. Hapishane zamanıyla tatil zamanı, pandemi zamanıyla savaş zamanı, bunlar tamamen birbirinden farklı şeyler.

Bütün karanlığına rağmen Alâmetler Kitabı bitince okuru ölçüsüz bir karamsarlığa ya da pes etme duygusuna yöneltmiyor. Giray Duman, eşine yeni bir hikâye vaat ediyor. Mesude’nin imdadına geç de olsa Hande yetişiyor. Ve tabii “Malûm Şahıs” hikâyesinin sonunda Bahtiyar’ın aldığı derin nefes okura da derin bir nefes aldırıyor.

Evet, az önce ilginç bir haber aldım. Bir sivil toplum kuruluşunda biraz olsun rahatlamak için hep birlikte “Malûm Şahıs”ı okumuşlar. Öte yandan, özellikle kitabın başındaki öyküler yüzünden okuyanlar çok sarsıldıklarını söylüyorlar. İnsan yazarken okuyucu üzerindeki etkileri bu kadar net bir şekilde hesaplamıyor doğal olarak, dışardan baktığımda Alâmetler Kitabı’nı bunaltıcı bir kitap olarak görmüyorum. Kendine özgü bir ironisi olan, çokça intikam duygusu içeren, sağını, solunu kurcalamak icap eden bir kitap olduğunu hissediyorum. Ayrıca her öyküyü yazarken büyük bir keyif aldığımı itiraf etmeliyim. Sanki içimdeki bir ses şöyle diyordu: “Aferin, ipliğini pazara çıkardın şu sersemin.” Umarım yanılmıyorumdur.

Dünden bugüne daha çok alâmet belirdi. İstanbul Sözleşmesi geceyarısı alınan bir kararla feshedildi. HDP’ye kapatma davası açıldı ve bir tweet nedeniyle milletvekilliği düşürülen Ömer Faruk Gergerlioğlu darp edilerek gözaltına alındı. Öğrencilerin darp edilerek gözaltına alınma görüntüleri artık rutine bindi. Bütün bu alâmetleri nasıl yorumluyorsunuz?

Bütün bunlar muktedirin sersemliğinin ve çıkışsızlığının alâmeti. Sonsuz para hırsı ve suçta ortaklık bütün memleketi bir deliler evine çevirdi. Hiçbirimizin akıl sağlığı yerinde değil, ama bence en çok da muktedirler saçmalıyor. Saçmalık, sersemlik, budalalık… Bunlar sevimli kelimeler gibi gelebilir, ama bilinçli bir şekilde kullanıyorum. Çünkü faşizmin, otoriterliğin de bir tanımı, bir hukuku vardır. Burada tamamen dağılmış, her gün kendi kendisini yalanlayan, rezil olduğu halde sırıtan, daima daha da niteliksiz olanı atayan, dibe doğru bodoslama giden bir iktidar manzarası var. O yüzden de saçmalık, sersemlik çok tehlikeli, çünkü öngörülemez, anlamlandırılamaz ve sınır tanımaz. Söyleşiyi günün anlam ve önemine binaen şu cümleyle bitireyim: Bindik bir alâmete, gidiyoruz kıyamete! Ha bir de şunu ekleyeyim: Kitapta gelecekte kurgulanmış öyküler içinde en çok hangisinin gerçekleşmesini isterdiniz diye sorsaydınız, “Malûm Şahıs” derdim. Bunu da burada belirtmiş olayım. (gülüyor)

^