Ne zaman, hangi KHK’yla ihraç edilmiştiniz? İdare Mahkemesi göreve iade talebinizi reddederken bir gerekçe gösterdi mi? Şu anda hukuki sürecin hangi aşamasındasınız?
Bediz Yılmaz: Ben Mersin Üniversitesi’nde, Kamu Yönetimi Bölümü’nde yardımcı doçent kadrosunda çalışırken 2016’nın ağustos ayında sözleşmem yenilenmeyerek üniversite tarafından işten çıkarıldım. Akabinde, 29 Nisan 2017 KHK’sıyla bir kere daha görevime son verildi, “kamu görevinde çalışma yasaklı” ilan edildim. Sonrasında açılan ceza davasında herkes gibi beraat ettim. 2017 başında oluşturulan OHAL Komisyonu’nun (Olağanüstü Hal İşlemleri İnceleme Komisyonu) beş yıl beklettikten sonra dosyalarımızı reddetmesi üzerine, göreve iade talebiyle dava açtık. Ben 22. İdare Mahkemesi’ne düşenlerdenim.
Dosyanızın hangi idare mahkemesinde görüleceği adresinize ya da görevden ihraç edildiğiniz üniversitenin bulunduğu yere göre mi belirlenmişti?
Bediz: OHAL Komisyonu’nun işe iade etmeme kararının üst mahkemesi olarak bütün dosyalar Ankara’daki idari mahkemelerine aksetti. Mahkemelerin dosya yoğunluğuna bağlı bir şekilde dağılım yapıldı zannedersem. Benim dosyamın düştüğü 22. Mahkeme uzunca bir süre hiçbir karar açıklamamıştı, ekim sonuna doğru peş peşe kararlar açıkladı, ağırlıklı “göreve iade”, az sayıda da “red” kararı verdi.
Bazı mahkemeler red gerekçesi belirtme gereği duymuyor, bildiriyi imzalamış olmayı yeterli sayıyor; bizimki “titizlikle uğraştım, dosyanıza çok hâkimim” görüntüsü çizmek istedi sanırım. Bütün redlerde gerekçe bildirmiş. Benim için, Mersin’de yerine kayyum atanan HDP belediyesiyle birlikte çalışan Nar-Der adlı yoksullukla mücadele derneğine üye olmam gerekçe gösterilmiş. Üyesi olduğum ve çeşitli çalışmalarına destek verdiğim bu dernek de KHK’yla kapatıldı. Şimdi dosyam istinaf aşamasında.
Erhan Keleşoğlu: Benim durumum da çok benzer. Ben ilk ihraç edilenlerdenim, 29 Ekim 2016’da İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden ihraç edildim. Bizim üniversite bütün imzacıları değil, imzacıların bazılarını ihraç etti.
İhraç edilirken bir gerekçe gösterilmiş miydi?
Erhan: Hayır, hiçbir gerekçe söylenmedi. Sonrasında, mahkeme süreçlerinde de gördük, dosyamızda herhangi bir delil, belge, hiçbir şey yok. Sadece kurum kanaatine dayanarak, PKK ile iltisaklı olduğumuz zannıyla ihraç edilmişiz. Sonrasında ben de ceza mahkemesi sürecini yaşadım. Ceza davasında önce 15 ay ceza aldım, Anayasa Mahkemesi kararı sonrasında beraat ettim. Benim dosyam da Bediz’inki gibi 22. İdare Mahkemesi’ndeydi, bana da aynı tarihte red verdi mahkeme. Sosyal medyadaki yüzlerce paylaşımım içerisinden üç-dört tanesini seçerek, ki bunlar da benim yorumlarım değil, paylaşmış olduğum haberler, onlar üzerinden iltisaklı olduğuma karar vermiş mahkeme.
Haklar rejiminden keyfiliğin norm haline geldiği belirsizlik rejimine geçtik. Siyaseten okuldan ihraç edildik. Ve ancak siyasal dengeler değişirse okula geri dönebileceğiz. AYM Başkanı’na “Sen Kandil’e git!” denen koşullarda hukuki süreçten bahsedilebilir mi?
Ama o paylaşımlar nedeniyle açılmış herhangi bir soruşturma, bir ceza davası yok, değil mi?
Hayır, hiçbir şey yok. Ben de istinaf mahkemesine başvurdum. Bundan sonrasını göreceğiz.
Can Irmak Özinanır: Benim sürecim biraz daha farklı. 7 Şubat 2017’de Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden ihraç edildim. Öncesinde, Eylül 2016 KHK’ları çıktıktan bir hafta sonra, FETÖ suçlamasıyla açığa alınmıştım. 7 Şubatta’ysa imza sebebiyle ihraç edildim. Herkesin geçtiği yargı süreçlerinden sonra, son aşamada, 21. İdare Mahkemesi’ne düştü dosyam. Mahkeme göreve iade verdi. Bunun üzerine, geçtiğimiz bahar yaklaşık bir buçuk ay okula döndüm. Haziran başındaysa bir gerekçe gösterilmeden yürütmeyi durdurma kararı çıktı. En sonunda, 14. İdare Mahkemesi ihracıma onay veren bir karar açıkladı. Dolayısıyla, benim için istinaf süreci de tamamlandı, artık Danıştay’a gidecek dosya.
Bundan sonra önünüzde hukuki aşama olarak Danıştay ve AİHM mi var?
Irmak: Hepimiz için nihai karar mercii Danıştay. Düğüm Danıştay’da çözülecek. Oradan da red çıkarsa, AYM, sonra AİHM. Bana verilen red kararının gerekçesinde de sosyal medya paylaşımları var. Bu arada, sözü edilen paylaşımlar 2014 yılından.
Erhan: Benimkiler de 2013’ten, 2014’ten sosyal medya paylaşımları.
Irmak: Türkiye devletinin o zaman suçlu konumlamadığı şeyler red gerekçesi sayılmış, Emniyet Genel Müdürlüğü’nden gelen bilgi notuna göre, Ankara’da çeşitli örgütlere müzahir grupların eylem ve etkinliklerine katılmışım. Baktım, müzahir “arka çıkan” demekmiş.
Önce FETÖ, sonra PKK suçlaması, öyle mi?
Irmak: FETÖ suçlaması BİMER ihbarı üzerine açığa alınma gerekçesiydi. İhraçtan epey bir süre sonra, bir gün eve kahverengi bir zarf geldi, içinden çıkan belgeden anlaşılan, savcılığa da şikâyet edilmişim ve savcılık FETÖ’yle ilgim bulunmadığına karar vermiş. İmzadan dolayı ise hepimiz PKK propagandası ile suçlandık.
Taylan Koç: Son aşama bakımından benim durumum da çok benzer. Ama benim için de bu KHK’ların öncesi var. 2014’te, Çukurova Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde yardımcı doçent olarak çalışırken cumhurbaşkanlığına hakaret, görevi kötüye kullanmak gibi gerekçelerle bana üç savcılık soruşturması, üç de idari soruşturma açıldı. Böyle bir suç tanımı ortadan kaldırılalı on yıllar olmasına rağmen, “komünizm propagandası yapmak” da vardı suçlamalar arasında. Tabii “terör örgütüne üye olmak” da eksik değildi. O dönem üniversitede hakkımda tehdit bildirileri dağıtıldı. CİMER, BİMER şikâyetleri, savcılık soruşturmaları filan derken, her cuma, Irmak’ın dediği gibi, bir sarı zarf alıyordum. Memuriyette taktiktir, hafta sonunuz berbat geçsin diye özellikle cuma günleri verirler bunları. Sonra hepsinden aklandım tabii, hiçbirinden bir şey elde edemediler.
Aynı durumda olan başka hocalar da var mıydı?
Taylan: 2014’te ben tektim. Tam o sıralarda doçentliğe başvurma hazırlıkları yapıyordum. Birkaç dersimi iptal ettiler, birkaç dersimi elimden aldılar. Derken, 2016’da imza işi olunca, yerel gazetelerde fotoğraflarımızın basılmasından tutun, bir sürü teşhir, tehdit… 7 Şubat 2017’de, en çok sayıda kişinin ihraç edildiği 686 numaralı KHK’yla ihraç edildim.
Bir ay kadar sonra da çok sevdiğim arkadaşım Mehmet Fatih Traş intihar etti ve hepimizin dünyası başına yıkıldı. İhraç çok koymamıştı, ama o vefat çok koydu. O gün bugündür nerede bu ihraçlarla ilgili konuşacak olsam, Mehmet Fatih’i anarak başlarım. Akabinde, hepimizle ilgili Ağır Ceza Mahkemeleri’nde davalar açıldı. Ben İstanbul 23. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılandım. Çok kötü tavırlı bir mahkemeydi. Ben kesin üst sınırdan ceza verirler diye düşünürken, AYM’nin Füsun Üstel kararı çıkınca, bütün arkadaşlarımla beraat ettik.
Fakat mahkemeler “bize göre bu adamların/kadınların hepsinin terör örgütünden ceza almaları gerekiyor aslında, ama işte ne yapalım ki, ortada bir Anayasa Mahkemesi kararı var…” der gibi kararlar yazdı. Normalde yargıçlar böyle karar yazamaz, ama bunu böyle kayda geçirme ihtiyacı hissettiler. Netice itibarıyla, Ağır Ceza Mahkemesi’nde beraat ettik. Darbe girişiminden sonra getirilen düzenlemelerle, ihraç edilenlerin yargı yoluna başvurması engellenmişti. Herkes gibi ben de OHAL Komisyonu’na başvurdum, başvurum beş buçuk yıl bekletildi ve sonunda reddedildi. Bunun üzerine, yine hukuken olmaması gereken bir yöntemle, OHAL ihraçlarına ilişkin red alanların başvurabileceği idari mahkemeler olarak Ankara’da birkaç idare mahkemesi belirlediler.
Örgütlü kötülük bazen yukarıdan emirlerle, sistematik işliyor, bazen de değişik saiklerle bireysel işliyor. Yaşadığımız hikâye günün birinde anlatılacaksa, “belirsizlikler çağı” olarak adlandırılabilir. Ülkenin tamamı gibi, her şey belirsiz. Ama bütün bu belirsizlik, deli saçması düzen son derece siyasal.
Benim dosyam 20. İdare Mahkemesi’ne düştü. 20. İdare ilginç işlemler yaptı; Emniyet’e yazdı. Emniyet’ten gelen “çok gizli” ibareli yazı dosyaya girdi. Çok gizli, ama içinde gizli hiçbir şey yok, iddianamenin aynısı. Beraat ettiğim ağır ceza mahkemesi vaktiyle sosyal medya paylaşımlarımın incelenmesini istemişti, fakat hesaplarım açık hesap olmadığı için Emniyet girememişti hesaplarıma. Mealen şöyle bir cevap gelmişti: “Hesaba giremiyoruz, muhtemel ki bir şey var…” Hesaba giremiyorsan, “Bir veri bulamadık” dersin, “muhtemel olan” senin vazifen değildir. Bütün o yazılar girdi idare mahkemesi dosyama. “Sizin göreviniz idari yargılama yapmak, ceza yargılaması yapmaya kalkıyorsunuz, böyle bir yargılama yapamazsınız” dedik, ama bunları kaale almadılar.
İdare mahkemesi başvurumu reddetti. İstinafa başvurduk, Ankara 14. Bölge İdare Mahkemesi’ne düştü. 14. Bölge İdare Mahkemesi de ilginç. Irmak hocanın dosyası bence ciddi örnektir. Göreve iade edilmiş bir kişinin dosyasını alıp önce yürütmeyi durdurma vereceksin, ardından reddedeceksin! Bu benim bildiğim ilk. Hukukta “yeknesaklık ilkesi” önemlidir, iki dosyada bütün unsurlar aynıysa, sonuç aynı olur. Aynı 14. İdari Mahkemesi, aynı heyet, aynı “suçtan” yargılanan bir kişiyi göreve iade ederken bir kişiyi reddedebiliyor. Kimse onlara sormuyor “Ya arkadaşlar, heyette değişiklik yok, iki kişinin ikisi de aynı ‘suçu işlemiş’ birine bu kararı, birine tam tersini nasıl veriyorsunuz?”
Herkesle ilgili MİT raporları, Emniyet’in gizli bilgi notları benzeri dosyalar var. Bazı idare mahkemeleri bunları karara yansıtıyor, bazıları yansıtmıyor. Benim için verilen kararda hiçbir red gerekçesi yazmıyordu. İhraç edilmemin temel hak ve özgürlüklere aykırı olmadığı, işlemin hukuka uygun olduğu belirtiliyordu.
Bundan sonra, yargı açısından süreç nasıl ilerleyecek?
Taylan: İstinaf mahkemelerinde de normalde dosyada bulunmaması gereken, dosyada bulunması aslında suç olan, avukatlara ve taraf kişilere bile gösterilmeyen bu evraklar rol oynayacak. İstinaf mahkemeleri yine yeknesak karar vermeyecek. Birimizi iade edecek, birimize red verecek, bir karmaşa yaratacak. Sonuçta, karara itiraz eden taraf Danıştay’a götürecek. Aynı sürecin Danıştay’da da yaşanacağını düşünüyorum. Danıştay’ın bir dairesi iade edecek, diğeri reddedecek. Bütün hikâye, muhtemelen üç yıl sonra ve yine muhtemelen Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu tarafından karara bağlanacak, bir veya birkaç kişiyle ilgili verilecek karar herkes için geçerli olacak. Ama onu uygulayacaklar mı, bilmiyorum.
Aklımız karamsar olmamızı gerektirse de, muhalefet liderinin “Barış Akademisyenleri’ni iade edeceğim” vaadinde bulunması umut doğurdu. Bir kararnameyle bütün yaşadıklarımız bir anda değişebilirdi. Umut etmekten kaçınıyoruz, çünkü çok hayal kırıklığı yaşadık. Umut etmenin kendisi kötücül bir olguya dönüşebiliyor.
Aynı durumdaki imzacıların kimine göreve iade, kimine red kararı verilmesi, reddedilenlerin kimine gerekçe gösterilmemesi, gösterilen gerekçelerinse suç unsuru taşımaması, hukukun alfabesine uymayan kararlar… Bütün bunlar ortadaki durumun beceriksizlik, bilgisizlik ya da hâkimlerin kanaatlerini farklı kullanmasının sonucu gibi görünmüyor. Sanki özellikle bir keyfilik, muğlaklık hissettirilmek isteniyor gibi. 19 Kasım’da Ankara Dayanışma Akademisi’nin düzenlediği panelde bu yargı davaları için Irmak “rejim sorunu” diyor… Konunun yargısal boyutuna dair daha söylenecek çok şey vardır ama, bu belirsizlik durumunu siyasal açıdan nasıl değerlendiriyorsunuz?
Irmak: Meselenin tabii siyasi boyutu var. Şöyle bir şey yapmaya çalıştıkları görülüyor: Farklı kararlarla imzacıları birbirinden ayırıp, “Bakın aralarında terörle iltisaklı olanlar var, bir kısmına da haksızlık yapılmış” diyor mahkemeler. Ben hukukçu değilim, ama hukuk üzerinden değerlendirme yapmak pek mümkün değil gibi. Aslında artık daha vahim, yeni bir aşamaya girmiş bulunuyoruz. Mahkemeler AYM kararını zaten tanımayabiliyordu, artık Yargıtay’ın AYM kararını tanımadığı yerde, bütün konuştuklarımız anlamsızlaşıyor.
Her tür muhalefeti her yerden sıkıştırmaya çalışıyorlar. Sosyalistleri her zaman düşman olarak görüyordu devlet, Kürtler üzerinde sürekli baskılar vardı, şu an en ufak bir muhalefete tahammül gösterilmeyeceğini ortaya koyuyorlar. Yaşadığımız şeyi faşizm olarak tanımlamıyorum, ama fiili durumu hukuksallaştırmaya çalışıyorlar, keyfi uygulamalarını yasal zemine kavuşturacak bir anayasa değişimi öngörüyorlar.
Bunun için de toplumun çeşitli kesimlerini hedef gösteriyorlar, gösterecekler. Barış Akademisyenleri yıllardır hedef gösteriliyor, şimdi de aile meselesi üzerinden LGBTİ+’lar anayasa değişiminin göbeğine oturtuluyor. Yargıtay-AYM meselesi üzerine Cumhurbaşkanı’nın danışmanı Mehmet Uçum’un yazdığı tweeti sanki Carl Schmitt yazmış gibiydi.
Bu keyfilikten, belirsizlikten iktidar nasıl bir toplumsal ve siyasal etki murad ediyor?
Erhan: Bu bir belirsizlik rejimi, insan hakları hukukçuları öyle tanımlıyor. Hukuki açıdan, haklar rejiminden belirsizlik rejimine geçtik. Zaman zaman bizi gülümseten Kafkaesk olaylar hepimizin başından geçti, ama asıl olan belirsizliğin ve keyfiliğin norm haline gelmesi, çünkü bu bir siyasal yönetme stratejisi. Eski rejimde, haklar rejiminde, başımıza ne gelebileceğini biliyorduk.
“Evrensel hukuk” normlarına uymasa bile bir kanuni çerçeve vardı…
Erhan: Önceki de matah değildi, hukukun evrensel normlarını temel almadan, bir marangozluk faaliyetiyle kanunlara uydurma çabası vardı, o ortadan kalktı. Biz hukuki bir durumla karşı karşıya değiliz, siyasi bir durumla karşı karşıyayız. Biz siyaseten okuldan ihraç edildik. Ve ancak siyasal dengeler değişirse okula geri dönebileceğiz.
Anayasa Mahkemesi Başkanı’na “Sen Kandil’e git!” denen koşullarda hukuki süreçten bahsedebilmek mümkün mü? Yargıtay, Anayasa Mahkemesi üyelerini yargılanmakla tehdit ediyor. Bunun yanında, biz çok sıradan insanlarız açıkçası.
Bediz: Arkadaşlarımın dedikleri manzarayı gösteriyor: ciddi bir öngörülemezlik. Bunda, beceriksizlik demeyeceğim ama, bazı yetkililerin üstlendikleri roller de etkili olabiliyor. Mesela, Mersin Üniversitesi’nde rektör hiçbir zaman kullanılmamış “sözleşme uzatmama” gibi bir yöntemi hevesle, koşa koşa kullanarak işimize son verdi. Bu tepedeki merciden ona dikte edilmiş bir emir değildi. Bir şeyin beceriksizlik sonucu olabilmesi için, bir yerde bir karar alınır, ama uygulayıcılar bunu nasıl bir kaba sokacaklarını bilemezler gibi bir durum canlanıyor benim zihnimde. Bizde manzara farklı. Herkes kendini küçük küçük Tayyipçikler gibi hissediyor sanki. Buna bazen yaranma çabası diyebiliriz, aktörün kim olduğuna bağlı olarak, korku da diyebiliriz.
CHP’nin “Barış akademisyenleri üniversiteye dönecek” ifadesinin reklamlardaki küçücük puntolu ek metinler gibi bir alt metni vardı: “Hakkında hiçbir soruşturma olmayanları göreve döndüreceğiz” deniyordu. Bu alt metinle bakınca, bugünkü iktidardan ne farkı olacaktı ki? Biz kime bel bağlamıştık? Kimden ümitlenmiştik?
Neticede, o yekûna hizmet etme, kendini onun neferi gibi görme durumu çıkıyor karşımıza. Mesela, Yargıtay kendini bir nefer gibi görüyor. Gerçekten içsel olarak mı öyle görüyor, yoksa ortamın ağırlığının yarattığı korkunun sonucu mu? Bunu bilmek zor, ileride anılarda belki ortaya çıkacaktır. Ama şu an bazılarının canla başla buna hizmet ettiğini, bazılarınınsa “hukuk diye bir şey var kardeşim” gibi bir tavırla hareket ettiğini görüyoruz. Dolayısıyla, belirsizlik ortamının biraz da buradan kaynaklandığını düşünüyorum.
22. İdare Mahkemesi’nin bana verdiği red kararında heyetten bir yargıç şerh düşmüş. Şerh nedir? “Alınan karara, katılmıyorum, aksi yönde görüş bildiriyorum” demek, öyle değil mi? Ama bu öyle değil. Burada diyor ki, “Heyet red vermiş, ben iki kere red veriyorum, arkadaş!” Red gerekçesi olarak dernek üyeliği gösterilmiş. “Hayır efendim, bildiriyi imzalamış olmak yeterlidir, başka ne gerekçe arayalım ki” diyor.
Erhan: Aynı şerh bende de var.
Bediz: Yani bu yargıç kendini rejimin koruyucu askeri gibi görüyor. “Hepsini toptan reddedelim” gibi bir tavra giriyor. Tepeden, yukarılardan illâ bir emir gerekmiyor. Birçok kişinin kafasında şöyle bir düşünce var: “Erdoğan giderse, bir sürü şey değişir”. Kurumlardaki insanların, kurumların böyle total bir yapıya dönüşmüş olması, makam sahiplerinin kendilerini rejimin taşıyıcısı addetmesi gibi bir meseleyle karşı karşıyayız bence.
Son cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimleri sizde siyasal gidişatın değişeceği umudunu yaratmış mıydı?
Bediz: Maalesef. Ben açıkçası kendime “Fazla umutlanmayalım, bu ülkede hiçbir şey belli olmaz. Faşizme doğru ilerleyen bir ülke, şudur, budur” telkinleri yaparken meğerse eş dostla birlikte gayet umutlanmışız. Kılıçdaroğlu seçilecek ve biz de çok kısa bir süre içerisinde üniversiteye döneceğiz hissine kapılmıştık. Hatta ne hazindir ki, hangi şartlarda döneceğimizin kriterlerini CHP’yle görüşelim gibi şeyleri aramızda konuşmaya başlamıştık. Maalesef ümitlenmişiz. Bu hataymış. Ciddi bir düşüş oldu gerçekten.
Üniversiteye dönmenin şartlarını konuştuğunuza göre, bu diğer imzacılar ve KHK’yla atılanlar arasında hâkim bir havaydı, paylaşılan bir umuttu, öyle mi?
Bediz: Öyleydi diye düşünüyorum. Bunu böyle yaşamayanlar da vardı muhakkak, ama benim çevremde, KHK’lı arkadaşlarla hasbıhallerde ortaya çıkan hava bu yöndeydi.
Taylan: Ben de Bediz hocanın söylediği grubun içindeyim. Bu umudu taşıyorduk tabii. Ama bunun hata olduğunu düşünmüyorum. Kılıçdaroğlu açıkça billboard’lara ilanlar vererek vaat etmişti: “İktidara gelince Barış Akademisyenleri en geç iki ay içerisinde görevlerine dönecek”. Öyle bir ortamdayız ki, bu umudu taşımak bizim hatamız ya da öngörüsüzlüğümüz değildi. Ama seçilmemesi bizim için ciddi bir moralsizlik, düşüş oldu. Bugün, kendi koydukları yasalara bile uymayan, zaman zaman beceriksizliklerle, niteliksizlikle karşılaşsak da, sonuçta örgütlü bir kötülükle karşı karşıyayız.
Bu örgütlü kötülüğün de, Bediz hocanın verdiği örnekteki gibi, her yerellikte ayrı ayrı işleyen sahipleri olduğunu düşünüyorum. Toplamda 2 bin 212 imzacıydık, 408 kişi ihraç edildik. Niye? Hiç bilen yok. Adana’da iki kişiydik, ikimiz de ihraç edildik, on kişi olsaydık onumuz da mı ihraç edilecektik? Belki beşimiz ihraç edilecekti, beşimiz kalacaktı. Erhan hoca söylüyordu, İstanbul Üniversitesi’nde 15 imzacı var, 8’ini atıyor. Niye? Örgütlü kötülük, bireysel hasımlaştırma, düşmanlaştırma… Bir gün bir yerde rektörün, yardımcısının veya genel sekreterin gıcığına gittiğin için de atılmış olabilirsin.
Erhan: Biz biliyoruz neden atıldığımızı. 2007-2008’de, hatırlarsınız, bir grup olarak Anti-50D asistan direnişini örgütlemiştik. O dönemde Sosyal Bilimler Enstitüsü müdürü olan rektörle takıştığımız için, rektörün hasmane tutumu nedeniyle o grup olarak atıldık.
Taylan: Örgütlü kötülük bazen yukarıdan emirlerle, çok sistematik işliyor, bazen de değişik saiklerle, tamamen bireysel, hasmane işliyor. O yüzden bütün bunların hukuken bir kategoriye sokulmasına imkân yok. Yaşadığımız hikâye günün birinde anlatılacak olsa, “belirsizlikler çağı” olarak adlandırılabilir. Ülkenin tamamının bugünkü durumu gibi, her şey belirsiz. Deli saçması bir süreçten bahsediyoruz. Ama bütün bu belirsizlik, bu deli saçması düzen son derece siyasal.
Siyasal düşmanlaştırma 2016 başından beri turnusol kâğıdı gibi kullanılmaya başlandı ve çalıştı da. Bizi “vatan haini” ilan ettiler, “terörist” yaptılar ve o söylem hepimizin hayatına etki etti. Bu belirsizlik düzeninin kısa zamanda geçeceğini de düşünmüyorum.
Bediz: Başımıza ne geleceğini bilmiyoruz, ülke olarak genel bir belirsizlik var ama, bizim örneğimizde ve genel olarak KHK’lılar örneğinde şöyle bir şey de var sanki; Kürt hareketinin içinde doğrudan yer almış olanlar zaten ayrı bir kategori gibi telakki ediliyor. Bir de o harekete az çok yakın durmuş, ortak iş yapmış ya da benim örneğimde olduğu gibi, bir dernekte birlikte çalışmış olanlar halka halka ayrı tutuluyor. Bence belirleyici unsur Kürt hareketi. Böyle bir ayrıştırma pratiği var ve bunun turnusol kâğıdı Kürt hareketiymiş gibi geliyor bana. En azından bazı mahkemelerin kararları böyle bir izlenim veriyor.
Irmak: İadelerde Kürt hareketine yakınlığa, ilişkiye mutlaka bakıyorlardır, ama tam olarak böyle bir örüntü olduğundan da bahsetmek mümkün değil. Neyin, niye, nasıl olduğunu ben anlamıyorum.
Bediz: Seçim bahsinde benim hata diye gördüğüm şey sadece umutlanmak ve sonra düşüş yaşamak değildi. Bir yandan da CHP meselesi var. CHP’nin “Barış Akademisyenleri hemen üniversiteye dönecek” ifadesinin bir alt metni de vardı. Reklamlarda, ilanlarda da küçücük puntoyla yazılmış bir ek vardır ya, o tarz bir alt metin. “Hakkında hiçbir soruşturma olmayanları, davası, bağlantısı vs. olmayanları göreve döndüreceğiz” deniyordu.
Bu alt metinle bakınca, bugünkü iktidardan hakikaten ne farkı olacaktı ki? Son dakikalarda girilen ittifaklardan, benimsenen söylemden şunu görüyorduk artık, iade meselesi seçimin hemen sonrasında gündeme gelse bile, bunun dışında bırakılacak barış imzacıları olacaktı. Bu çok net bir şekilde ortadaydı. En azından, ben böyle hissediyordum. Ve bu çok rahatsız edici bir şeydi: Biz kime bel bağlıyoruz böyle? Kimden ümitleniyoruz? CHP’nin iktidara gelmesi durumunda da bizim için günlük güneşlik bir iade ortamı olmayabilirdi.
Irmak: Kılıçdaroğlu’nun kazanabileceğini düşünmedim desem yalan söylemiş olurum. Ve kazanması durumunda sözü vardı. Hatta Cebeci Kampüsü’nün tam karşısına da astırmıştı “Barış Akademisyenleri işine dönecek” billboard’unu. Sadece seçim sonuçlarının değil, seçime giden sürecin de bence çok önemli bir etkisi oldu. Seçime o kadar bel bağlanması kolektif hak arama süreçlerinin önüne geçti. Örneğin, sokak kaçınılması gereken bir şey olarak kodlandı: “Aman, sokağa çıkarsanız seçimi de tehlikeye atarsınız”.
Üstelik, bu süreçte CHP’li belediyeler de KHK’lı arkadaşlarımızı işten çıkardı. “Kürtlerle de helâlleşelim, zamanında 28 Şubat’ın hışmına uğramışlarla da helâlleşelim…” derken aslında hemen hemen hiçbir konuda bir şey söylemeyen, son derece sağcı bir ittifaktı Altılı Masa. Sağcı bir blokla daha sağcı bir blokun karşısına çıkmaya çalıştılar ve bu genel olarak muhalefet güçlerine olumsuz yansıdı. Hareket edebileceğimiz alanları da terk etmeye başladık. Seçimin bize verdiği temel zarar bence buydu. Akabinde seçim sonuçlarıysa acayip büyük demoralizasyon getirdi.
Erhan: İhraçtan sonra, herhalde diğer arkadaşlarım da hemfikir olacaktır, hepimiz ayakta kalmaya odaklandık, yaşam gailesi devreye girdi. “Geri döneceğiz, şöyle olacak, böyle olacak” diye umut etmedik, çünkü sürecin nasıl yürüdüğünü üç aşağı beş yukarı anlamıştık. Bu hukuki değil, siyasi bir süreçti. Siyasi olduğu için de ister istemez seçimler gündemimize girdi. Açıkçası, umut etmeyi hiç istemesek de, aklımız karamsar olmamızı gerektirse de, özellikle bize doğrudan söz verilmesi umut doğurdu.
Muhalefet lideri açıkça “Seçildikten sonraki hafta içerisinde Barış Akademisyenleri’ni iade edeceğim” diye vaatte bulundu. Bugünkü cumhurbaşkanlığı sisteminde bu gayet mümkün, bir imzaya bakar. Bir kararnameyle bütün yaşadıklarımız bir anda değişebilirdi. Ve ister istemez insanda umut doğuyor. Umut etmekten kaçınsak da, istemesek de, böyle oldu. Umut etmekten kaçınıyoruz, çünkü çok hayal kırıklıkları yaşadık. Çok yıpratıcı süreçlerden geçtik. Umut etmenin kendisi kötücül bir olguya dönüşebiliyor. Her seferinde daha geriye düşünce, iyi gelmiyor umut etmek. Evet, ne yazık ki umut ettik, ama olmadı. Bundan sonra önemli olan, bu siyasal sürecin kısa vadede değişmeyeceğini bilmek, güne odaklanmak, hayatta kalmak. Bizim odaklandığımız şey bu: Hayatta kalmak. Hayatta kalmak ve neşemizi kaybetmemek. Çok acı, çok çok acı şeyler tecrübe ettik. Mehmet Fatih’i kaybettik. O hakikaten hepimizi etkiledi. İçimizde bir yara. Ne denebilir ki?
2 bin 212 kişi aynı metni imzaladı, ama sonrasında herkes aynı uygulamalara maruz kalmadı. Bu durum imzacılar arasındaki ilişkiyi ve dayanışmayı nasıl etkiledi?
Bediz: Yaklaşık sekiz yılın sonunda, bu konuda çok iyi bir sınav verdiğimizi düşünmüyorum. Farklılıklara, karşı tarafın bizi ayrıştırmaya yönelik hamlelerine rağmen, üniversitede kalanlar olsun, atılmışlar olsun, sözümüzün arkasında durduk bence. Ama birbirimizle dayanışma, birbirini kollama, kolektif hareket edebilme becerilerimizin çok da iyi olmadığını düşünüyorum. İlk başta böyle düşünmüyordum, iyi başlamıştık gibi geliyordu. İyi de başladık belki, ama sekiz yıl bunu sürdürmek zordu.
Sekiz yılın sonunda hissiyatım, herkesin ya kendi köşesine ya da kendi küçük topluluğu içerisine çekilerek varlığını sürdürmeye çalıştığı. İhraç edilenler olarak esasen hayatta kalmaya odaklandık. Ama işte bir yanda, hayatta kalmaya odaklanmak zorunda kalanlar var, bir de işine aynen devam edenler var. Kimseyi incitmek istemem, bunları çok zorlanarak, yutkunarak söylüyorum, ama iyi bir dayanışma götürdüğümüzü düşünmüyorum.
Bir yenilgi, toplumsal ve siyasal bir yenilgi söz konusu. Bizim başımıza gelenler biz olduğumuz için gelmedi, muhalif toplumsal hareketlerin parçası olageldiğimiz için geldi. Bunun bilincinde olmak direnme gücümüzü sağlıyor.
İhraç edilmeyenler ile ihraç edilenler arasında mı güçlü bir dayanışma kurulamadı, yoksa ihraç edilenler arasında da mı bir aradalık yürütülemedi? İyi bir dayanışmanın örülememesinin nedeni neydi?
Bediz: Bu aslında dağınık olmamızdan kaynaklandı. Biz bir örgüt değiliz. Neticede, çok farklı sebeplerle, çok farklı duruşlarla bir metne imza attık. Sonrasında da herkesin bulunduğu yere göre bir polarizasyon yaşandı. Gerçekten örgütlü bir mücadele olsaydı ortaya çıkabilecek tarzda bir hareket çıkmadı. Nasıl daha kolektif bir duruş beklerdim? Cevabını tam bilemiyorum. Hayatta kalma meselesi bizim belki de alışık olduğumuz bir şey değildi. Burada sınıfsal bir boyut var. Mesela, vakıf üniversitelerindeki arkadaşlar işten çıkarılmayı bizden daha olağan karşıladı. İşten çıkarılmayı, sözleşme yenilenmemesini deneyimlemişlerdi. Mesele işten atılmayla sanki tarif edilir oldu, ama aynı eyleme karşı farklı yaptırımlarla karşılaşmak ya da hiçbir yaptırımla karşılaşmamak ve onun üzerine bizim yine de, kuyruğu dik tutma çabası, “yıkamazsınız bizi” direnci göstermek zorunda kalmamız… Bunların hepsi bireysel ve dar ilişkiler etrafında yürüdü. BAK içerisinde topyekûn bir varoluş hissetmedim. Ama bunun bir başarısızlık olduğunu söylemek de yanlış olur, en baştaki örgütsüzlüğe bağlamak daha doğru herhalde.
Taylan: Başarılı bir dayanışma sürdürüldüğünü filan düşünmüyorum, hatta belli ölçeklerde, bir dayanışma olduğunu dahi düşünmüyorum. Adana’da biz iki imzacıydık. Lojmanda oturan arkadaşımız mecburen ailesinin yaşadığı İstanbul’a taşındı. Ben Adana’da tek kaldım. Aşağı yukarı iki milyonluk bir şehir, bir tane barış imzacısı var. Yakın arkadaşlarımın dışında Çukurova Üniversitesi’nden dayanışma sıfır. Mersin’den Bediz hoca ve Kültürhane ekibinden arkadaşlarımın dayanışmasını, desteklerini hep gördüm. Ankara’dan, eski okulum Siyasal’dan üç-beş arkadaşımın ve ihraç edilenlerin manevi dayanışmasını gördüm.
Asla unutmayacağım bir şey; ihraçtan kısa bir süre sonra oğlum dünyaya geldi, Kültürhane’deki arkadaşlarım para topladılar, oğlana hediye gönderdiler. O dönem bu inanılmaz bir şeydi benim için. Ama 15 sene boyunca her gün öğlen beraber yemeğe gittiğin, her dakika görüştüğün, muhabbet ettiğin insanlardan ihraç olduktan sonra “Öldün mü kaldın mı, Hindistan’a mı, Amerika’ya mı taşındın” diye bir kere bile telefon açmayanlar da oldu. İmzacıların ya da ihraç edilenlerin arasında özel bir dayanışma ağı olduğunu düşünmüyorum. Zaten yakın arkadaş olanlarla, kısıtlı çevrelerle sınırlı kaldı dayanışma. Öyle şeyler yaşadık ki, gerçekten anlatılacak gibi değil.
İmzadan beri ben hep şunu söyledim: “‘Seni Kızılay’ın ortasına idam edeceğiz’ desinler, bu imzayı yine de çekmeyeceğim. Ama bir daha ekstra bir bedel ödeyebileceğim bir işe de girmeyeceğim. Benim şu an tek gayem pisliğe bulaşmadan, haysiyetimle yaşamak. Evde buzdolabımı doldurup elektrik, su faturalarımı ödeyeyim. Bu kadar. ‘Şuna imza verir misin, bu konuda açıklama yapar mısın?’ diye kimse bana gelmesin.” Evimi geçindireyim ve haysiyetimle yaşayayım. Bu ikisi benim için en temel şey oldu.
Ne yazık ki, yakın çevremin dışında dayanışma görmedim! Kimsenin “Arkadaş aç mısın, susuz musun?” diye sormasını geçtim, “psikolojin nasıl, iyi misin, ne yapıyorsun?” diye de soran olmadı. Ben altı yaşında ilkokula başlamışım, altı yaşından beri okula gidiyordum. Bugün bile “işe gidiyorum” diyemiyorum, sabah kalkıp okula gidiyorum. “Bir anda okula gitmek hayatından çıktı, ne yapıyorsun, bu sana ne hissettiriyor?” diyen olmadı. Bugün bunları konuşmamız, şu anki bu buluşma, sekiz yılda toplasanız üçüncü ya dördüncüdür. “Sen ihraç edildin, nasıl yaşıyorsun, evde çocuğunun sütü var mıdır?” diyen olmadı.
Kimsenin üzerine vazife mi, dayanışmaya mecbur mu? Bunu da iddia etmiyorum. Herkesin derdi başından aşkın. Ama en azından, imzacı olup ihraç edilmeyen arkadaşlarımız ihraç edilenleri arada bir yoklayabilirlerdi. İçimizden psikiyatrik tedavi görenler oldu, intihar edenler oldu. Ne dayanışması, bu ülkede öyle bir şey yok! Sol örgütler, sol yapılar, sosyal demokratından en marksistine solcuların büyük çoğunluğu bizimle gönüldaşlık içinde, evet, sosyal medyada bir şey paylaştığımızda ooo çok yankılanıyor, o kadar!
Erhan: Manevi bakımdan, Taylan hocanın söylediklerine katılıyorum. Ben de uzun süre “Okula gidiyorum” diye evden çıktım, “İşe gidiyorum” sözü çıkmıyordu ağzımdan. Yüksek lisanstan sonra 17 sene çalıştım üniversitede, dile kolay 17 sene. Ama kendimi biraz daha şanslı sayıyorum. İstanbul Üniversitesi’nde birbirine bağlı ve kalabalık iyi bir ekiptik. Ta öğrenci hareketinden beri birbirini tanıyan, farklı siyasal geleneklerden gelse de dayanışma içinde olmuş, sendikal mücadelede yan yana durmuş, dostluk, yoldaşlık ilişkisi yaratabilmiş bir ekiptik ve bizim ekibimizden çok az kişi ihraç oldu. Arkadaşlarımız aradılar sordular, maddi manevi hep yanımda oldular, destek verdiler, sağ olsunlar. Birçoğu hayatlarını devam ettirdi, okulda kaldılar, ama benzer bir geçmişten geldiğimiz için dayanışma ilişkimiz devam etti. Belki de benimki ayrıksı bir durum, benim şansım. Özellikle büyük şehirler dışında, taşrada ne yazık ki çok yalnız kaldı arkadaşlarımız. Taylan hocam Adana gibi bir şehirde tek başına kalmış. Bunu duyduğuma çok üzüldüm.
Bu durumun toplumsal hareketlerimizin gerilemesiyle de alâkalı olduğunu düşünüyorum. Siyaseten toplumsal hareketlerimiz o kadar güç kaybetti, öyle zayıfladılar ki, insanlar kendi yollarını bulma, kendi başlarının çaresine bakma derdine düştü. Atomizasyon yaşandı, kimisi çekti gitti yurtdışına. Hemen herkesin tanıdıkları, dostları şu anda yurtdışında yaşıyor. Kimileri şehir değiştirdi, bir kısmı tamamıyla akademiyi bıraktı.
Önerilen bir işi pek de yapmak istemiyorsan, “Sen KHK’lısın, dolayısıyla onu yapmak zorundasın” tavrıyla karşılaşabiliyorsun. Dayanışma adı altında ucuz işgücü sömürüsünü de gördük maalesef. Sekiz yılın sonunda hâlâ insanların tam olarak bizim ne yaşadığımızı bildiklerini düşünmüyorum.
Irmak: Dayanışma bu süreçle ilgili en zor soru. Ben herhalde bu bakımdan buradaki en şanslılardanım. Çünkü biz Ankara Üniversitesi’nden, Cebeci Kampüsü’nden çok kalabalık bir grup olarak ihraç edildik ve hep bir arada olan bir ekiptik. Öte yandan, dayanışmada ne kadar başarılı olduk? Kısmi başarılarımız var, ama genel olarak bilemiyorum. Biz Ankara’da birbirimizle daha bir aradaydık, ama istediğimiz gibi bir dayanışma yaratabildiğimizi ben de düşünmüyorum. Özellikle taşrada olan arkadaşlarımızla yeterince dayanışma inşa edemedik.
Bu sekiz yılda ne gibi işler yaptınız, şu anda neler yapıyorsunuz?
Erhan: Bir araştırma şirketi için sahada derinlemesine mülâkatlar yaptım, proje yürütücülüğü üstlendim. Genellikle sivil toplum kuruluşlarında, projelerde çalıştım. Göçmenlere destek veren projelerde yer aldım, onların koordinatörlüğünü yürüttüm. Şu anda Toplumsal Tarih dergisinin yayın yönetmenliğini yürütüyorum. Nispeten yazı çiziyle ilintili, entelektüel faaliyet içerisinde olabildiğim için kendimi daha iyi ve şanslı hissediyorum. Sonuçta, kitap kokusunu, mürekkep yalamayı seven insanlarız. Öyle bir işte çalıştığım için kendimi şanslı hissediyorum ama, hayat gailesi, maişet derdi de devam ediyor. Sürekli mücadele içerisindeyiz.
Akademisyen olarak zanaatımızı yitirdiğimiz kanısındayım. Akademik faaliyet bir yaşam tarzı. Taylan hocanın dediği gibi, “işe” gitmezsin, “okula” gidersin. Çalışma saatimiz belli değildir, cumartesi de pazar da çalışırız. Okursun, yazarsın, çizersin, makale yetiştirirsin, sunum hazırlarsın, öğrenci tezi okursun… Yeri gelir, danışmanlığını yürüttüğün öğrencin kendisini kötü hissediyordur, onu motive etmeye çalışırsın… Yani, bir hayat tarzından olduk, o hayat tarzının dışına itilmek durumunda kaldık. Bir yenilgi, toplumsal ve siyasal bir yenilgi söz konusu.
Bizim başımıza gelenler biz olduğumuz için, A kişisi, B kişisi, C kişisi olduğumuz için gelmedi, muhalif toplumsal hareketlerin parçası olageldiğimiz için geldi. Bunun bilincinde insanlar olduğumuzu düşünüyorum. Direnme gücümüzü de bu sağlıyor açıkçası. Birey olarak, Erhan Keleşoğlu olarak, benim başıma bir şey gelmiş olsaydı, “Nerede hata yaptım, şöyle yapmasaydım, böyle yapmasaydım” diye düşünebilirdim. Şimdi hiç bu şekilde düşünmüyorum. Bir dalganın içerisindeki bir su damlasıydım. Dolayısıyla, olan oldu ve bununla da yaşayacağız. Hayat bir mücadele, mücadele devam ediyor.
Irmak: Epey bir dönem, sabah uyanınca “Bugün ne yapacağım?” sorusuyla karşı karşıya kalıyorsunuz. Bir yandan, hayatını kazanmak zorundasın, ama düzenli bir iş yok. Bir mekânın yok. Parça başı farklı farklı şeyler yapıyorsun. İşinin ne olduğunu bilmiyorsun. Bazen sabah uyanınca ne yapacağını bilemez oluyorsun. Benim düzenli bir işim olmadı. Bazen projelerde anketörlük yaptım, mülâkat yaptım, ses kaydı deşifresi gibi işler yaptım… Ankara Dayanışma Akademisi’nde (ADA) dersler, atölyeler örgütledik. Şunu söyleyip söylememekte tereddütlüyüm ama, ihraç edilenler olarak biz kendimizi pek anlatmadık ya da anlatmaktan çekindik. “Biz yıkılmadık…” diye geziyorduk… Mesela, şu durumun başıma geldiği oldu: Sana önerilen bir işi pek de yapmak istemiyorsan, “Sen KHK’lısın, dolayısıyla onu yapmak zorundasın” gibi bir tavırla karşılaşabiliyorsun. Bazı çevrelerde ucuz iş gücü olarak görüldüğümüzü düşünüyorum açıkçası. Dayanışma adı altında ucuz işgücü sömürüsünü de görmüş olduk maalesef. Sekiz yılın sonunda hâlâ insanların tam olarak bizim ne yaşadığımızı bildiklerini düşünmüyorum. Hayat tarzımıza dair sorgulamalar özellikle ilk yıllarda çok rahatsız edici geliyordu.
Hayat tarzına dair sorgulamalar derken ne kastediyorsun?
Irmak: Nerede, ne yaptığını sorgulamalar… Göçmenlere, mültecilere de giydirilen bir durumdur bu; göçmenler hep üzgün, ağlamaklı, sefalet içinde olmak zorundadır. Bir yerde dans eden, şarkı söyleyen mülteci görüldü mü, hemen saldırıya geçilir. Türkiye medyası da, sosyal medya da öyledir. Bence KHK’lılara da öyle bir gömlek giydirilmeye çalışıldı ihraç edilmemişler tarafından. Hayatlarının geri kalanını ona göre yaşamalıymışlar gibi, kendilerini direnişe adamak zorundaymışlar gibi…
Biz elbette direndik, ne kadar başarılı olduğu tartışılır, ama bence çok sabırlı bir mücadele yürütüyoruz. Sekiz yıldır ayakta kalmaya çalışmanın kendisi, bunu yaparken birbirimizle kurduğumuz ilişkiler, bunların hepsi direnişin parçası. Ama politik özne konumunun KHK’lılara kıyafet gibi giydirilmesi bence doğru değildi. Hayat gailesine düşen birçok arkadaşımıza sosyal medyada saldırıldığını gördüm.
Taylan: Ben de arkadaşlarla benzer işler yaptım. Uzunca bir süre editörlük, redaksiyon… Irmak’ın söylediği gibi, belki de bir anlamda ucuz emek sömürüsüne maruz kaldık. Ardından, hukuki danışmanlıklar yaptım, soruşturmalara ve davalara dilekçeler yazdım bazı insanlar için. Sonrasında ise eşimle bir yol yöntem bulup ofis açtık, o zamandan beri gayriresmi avukatlık yapıyorum.
Dayanışma bu süreçle ilgili en zor soru. Özellikle büyük şehirler dışında, taşrada ne yazık ki çok yalnız kaldı arkadaşlarımız. Siyaseten toplumsal hareketlerimiz o kadar güç kaybetti, öyle zayıfladılar ki, insanlar kendi yollarını bulma, kendi başlarının çaresine bakma derdine düştü. Atomizasyon yaşandı.
Bediz: Ben de proje yürütmekten çeviriye, özel ders vermeye çok çeşitli işler yaptım, hâlâ yapıyorum. Kültürhane bünyesinde epeyce işler yaptık. Ama esas olarak kendimi tarıma ve ekolojiye verdim. KHK öncesi, üniversiteden ilk atıldığımda, tarımla hayatıma devam etmek gibi bir niyetim vardı. Dahil olduğum çeşitli derneklerle, göçmenlerle yaptığımız çalışmaları sürdürerek bir hayat düzeni tuttururuz diye düşünüyordum. 15 Temmuz henüz olmamıştı, OHAL yoktu. Fakat, birkaç ay içerisinde 15 Temmuz oldu, ardından OHAL ve KHK’lar geldi. O zamanki eşimin de üniversiteden atılabileceği, hatta belki hapse girme ihtimalimizin olabileceği endişesi duyduk. İki de çocuk var. En azından ben yurtdışına çıkayım ki, öyle bir durumda çocuklar benim yanıma gelir diye düşündük. Kısa süreli, üç aylık bir bursa başvurarak yurtdışına çıktım, Almanya’ya gittim. Oradayken pasaportum iptal oldu. İki yıllık bir bursa daha başvurdum, neticede o bursun bir buçuk yılını kullanıp, eşim ve çocuklarımdan biri burada olduğu için Türkiye’ye döndüm.
İmzacılar olarak aranızda burslardan yararlanma konusunda öncelikli ihtiyaç sahiplerini belirlemek, başvurular konusunda müşterek karar almak gibi bir girişiminiz oldu mu?
Bediz: Çok netameli konulara giriyoruz, ama girelim, bunları konuşalım. Evet, buna dair girişimler oldu. Özellikle Almanya’da vakıflar veya eyaletler üzerinden yürüyen sayıca çok burs var, ama her birinin koşulları çok farklı. Onları bir kenara bırakıyorum. Fransa’daki Pause bursu örneğin, büyük ölçüde barış imzacılarının girişimleriyle oluştuğu ve orada merkezi bir üniversite ağı olduğu için o burslara yönelik imzacılar olarak bir puanlama sistemi belirleme, daha fazla ihtiyacı olanı öne koyma gibi bir girişimimiz oldu. Bir süre işledi de bu. Kime burs verileceğini belirleyen bir grup değildik, ama sözünü ettiğim puanlama sistemine göre öneride bulunuyorduk.
Sonra, çeşitli suçlamalarla karşılaştık. “Suyun başını tutan birtakım insanların bazılarının burs almasını engelleyen, bazılarını da öne çıkaran bir mekanizma kurduğu” gibi suçlamalar ortaya atıldı. Ondan sonra iş daha sevimsiz yerlere gitti. En çok emek verenler en haksız suçlamalara maruz kaldı.
Burs başvuruları giderek daha bireysel değerlendirmelerle yürüdü. Kendi başvuru dosyasını öne çıkarmak isteyenler de oldu aramızda, daha çok ihtiyaç duyanı gözeten de oldu. Bu konuda içimizde tam anlamıyla bir dayanışma kurulamadı. “Dayanışmayı yaşatamadık, tam bir başarı örneği olmadı” derken biraz da bunu kastediyordum. Kendi içimizdeki en zayıfları kollayabilen bir ağ olamadık. Buna yönelik bazı hamleler, takdir edilecek bazı çabalar oldu. Ama bunu sistematik olarak işletecek bir oluşum kuramadık. Bu tabii özeleştiri de aynı zamanda. Dayanışmanın ne kadar içinde olmaya çalıştıysam da buna tam olarak emek veremedim, çünkü hayatı idame ettirme çabası bir süre sonra her şeyin önüne geçti.
Göçmenlere, mültecilere giydirilen bir durumdur bu; göçmenler hep ağlamaklı, sefalet içinde olmak zorundadır. Dans eden, şarkı söyleyen mülteci görüldü mü, hemen saldırıya geçilir. KHK’lılara da öyle bir gömlek giydirilmeye çalışıldı. Hayatlarının geri kalanında kendilerini direnişe adamak zorundaymışlar gibi.
Yurtdışı burslarından yararlanmada da genel olarak sınıfsal eşitsizliğin rol oynadığı, daha çok ihtiyacı olanların bursları elde etmede daha dezavantajlı olduğu söylenebilir mi?
Bediz: Ben kariyerinin aşağı yukarı ortalarında üniversiteden atılmış bir insan olarak nispeten şanslı gruptaydım. O güne kadar birtakım yayınlar yapmışım, birtakım ilişkilerim, bağlantılarım olmuş, akademik anlamda belli bir olgunluk vardı ve bu bazı kapıları açıyordu. Çünkü maalesef çoğu bursun herkesin karşılayamayacağı akademik başarıya dayalı koşulları vardı. Doktorasını yurtdışında yapmış, iki yabancı dil bilen, yurtdışında çeşitli ortak işlere katılmış bir insan olarak benim burs almam daha kolaydı. Devamında orada kalmak istesem, kalabilme ihtimalim de daha yüksekti. Bu eşitsizliği hissetmek çok tatsızdı. Almanya’da buna itiraz eden girişimlerimiz oldu, ama hiç sonuç alamadık.
Diğer taraftan, doktorasını yapmaktayken bildiriye imza atan arkadaşlar, Mehmet Fatih de onlardan biriydi, çok daha dezavantajlıydılar. Akademinin kapısı onlar için henüz açılmamıştı, dolayısıyla çoğu burs da alamadı. O sırada doktorasını yeni bitirmiş ya da bitirmek üzere olan, akademik anlamda kendini ispatlamaya fırsatı olmamış, imza attıkları için de o fırsatı hiçbir zaman bulamayacak arkadaşların işi çok daha zordu. “Politik olarak risk altında olanlara yönelik” burslar olarak adlandırılsa bile, bursların çoğu akademik olarak kendini ispat etmiş olmaya dayalıydı. Bu eşitsiz durumun avantajlı tarafında olan biri olarak bunu bire bir yaşadım. İlk burs alanlardan biriydim ve bunu gözlemlemek çok rahatsız ediciydi. Sonrasında, bu çarkın dezavantajlıları iyice ezen bir şeye dönüştüğünü de gördük.
Burslar konusunda da içimizdeki en zayıfları kollayabilen bir ağ olamadık. “Politik olarak risk altında olanlara yönelik” burslar olarak adlandırılsa bile,çoğu bursun herkesin karşılayamayacağı akademik başarıya dayalı koşulları vardı. Bu çarkın dezavantajlıları iyice ezen bir şeye dönüştüğünü de gördük.
Üniversitelerden ilk ihraçlar başladığında meslektaşlarınızdan toplu bir tepki gelmemesi sizde bir hayal kırıklığı yarattı mı? Mesela, toplu istifa gibi bir tepki bekler miydiniz, öyle bir eylem etkili olur muydu, bir işe yarar mıydı?
Erhan: O tür bir tepki olmaması bende bir hayal kırıklığı yaratmadı, çünkü arkadaşlarım kendi maaşlarından fon oluşturdular, onlar bana baktılar, sağ olsunlar, maddi manevi beni ayakta tuttular. Onlar olmasa, özellikle ilk sene hakikaten çok zordu. İş yok güç yok! SGK kayıtlarına “KHK’yla işten atılmıştır” diye yazılmış. Ne kadar liyakatiniz olsa da başvurduğunuz hiçbir yerde çalışamıyorsunuz. Belli bir yaştan sonra özellikle çok zor. Bilmiyorum, Taylan hocam avukatlık yapabildi mi? Avukatlık da yaptırmadılar bir dönem. Hakikaten çok zordu. Hiç kimseye “istifa edin” diyecek halimiz yoktu açıkçası.
Taylan: Ben hukuk fakültesi değil, iletişim ve sonrasında siyasal çıkışlı olduğum için avukatlık ruhsatım zaten yoktu. Eşimin avukat olması sebebiyle bir süre sonra büroyu açabildik. Ama ruhsatı olan arkadaşlar da avukatlık yapamadı. Dayanışma konusunda bizim avukatlık camiasına ilişkin ekstra bir şey söylemek istiyorum. Bu dayanışma hikâyesi, öyle haller, öyle biçimler aldı ki, fikir vermesi bakımından bu örneği anlatacağım.
Hukuki süreçte, bazı arkadaşlarımız sendikanın avukatlarıyla, bazı arkadaşlarımız da “Sizinle dayanışmak istiyorum” diyen avukat arkadaşlarla ilerlemeyi tercih etti. Bu avukat arkadaşlardan birkaçıyla ilgili öyle hikâyeler duydum ki… Geçenlerde göreve iade alan bir arkadaşımızdan “Seninle dayanışmak istiyorum, dosyanı ben üstleneyim” diyen bir avukat zat-ı muhterem 180 bin lira istedi. 150 bin lirasını almış, 30 bin lira borcun var diye talepte bulunmuş. Ağır Ceza’da uyuşturucu tacirini savunmak için bile bu parayı almazsınız. “Dayanışmak istiyorum” diyerek kazık atanları da konuşmak gerekiyor. Dayanışma her babayiğidin harcı değil!
Eğitim-Sen istisnai bir dayanışma örneği gösterdi. Tüm avukatlık hizmetlerini sendikamız karşılıyor. Sekiz yıldan bahsediyoruz, sekiz yıl hâlâ dayanışma aidatı ödemek, hiç yalnız bırakmamak çok ciddi bir şey. Türkiye ve dünya tarihine geçer.
Sendikadan, Eğitim-Sen’den beklediğiniz desteği gördünüz mü?
Taylan: Dünya sendikacılık tarihine geçecek ölçüde bir başarı olarak görüyorum Eğitim-Sen’in dayanışmasını ve desteğini. İhraç edildiğimiz ilk günden bugüne kesintisiz yanımızda oldu sendika. 7 Şubat 2017’de ihraç edildim, 8 Şubat’ta sendika beni aradı. Ayın 15’inde maaş almamız gerekiyordu, banka hesabımda birkaç yüz lira vardı. Sendika dayanışma ödemesi yaptı, o ayı kurtardım. Sonra, arabamızı sattık, şu bu… O gün bugündür, 7 Şubat 2017’den Aralık 2023’e, Eğitim-Sen ihraç edilen bütün üyelerine, siyasi görüş, tanıdıklık vs. hiçbir ayrım gözetmeksizin, hâlâ düzenli ödeme yapıyor.
Erhan: Taylan hocanın Eğitim-Sen konusunda söylediklerine kelimesi kelimesine katılıyorum. Sendikamız gerçekten istisnai bir dayanışma örneği gösterdi, Türkiye ve dünya tarihine geçer. Sekiz sene oldu, Eğitim-Sen hâlâ dayanışma aidatı ödüyor. Sağ olsunlar, var olsunlar. Hukuki süreçlerde de tüm avukatlık hizmetlerini davalarımızda Eğitim-Sen karşılıyor. Sendikamız başımızın tacı.
Irmak: Ben de Eğitim-Sen’i vurgulamak istiyorum. Eğitim-Sen muazzam bir iş yaptı ve yapmaya devam ediyor. Bunu her yerde anlatmak, vurgulamak lâzım. Sekiz yıldan bahsediyoruz, sekiz yıl üyelerine ödeme yapmak, hiç yalnız bırakmamak çok ciddi bir şey.
Yurtdışına gitmeyi düşündünüz mü, düşünüyor musunuz?
Erhan: Ben gitmeyi hiç düşünmedim, atıldığımda oğlum henüz bir yaşındaydı. Atıldığım gece eski eşim “Hadi gidelim” dedi. Yeşil pasaportumuz vardı, atlayıp uçağa gidebilirdik. Onu hiç aklımdan geçirmedim. Bir hafta sonra da pasaportum iptal oldu. Hayat başka türlü aktı. Şu aşamada da, oğlanın okulu, vesaire gidecek halim yok. Fakat pek çok arkadaş elbette düşünüyor. Öte yandan, dünyada da bir dönüşüm yaşanıyor. Güvenceli iş imkânları çok azalıyor. Hele bizim gibi sosyal bilimciyseniz gerçekten çok zor.
Taylan: Erhan hocanın dediği gibi, yeşil pasaportumuz vardı, istesek çıkabilirdik. İhraçtan kısa bir süre sonra zaten pasaportlarımız iptal edildi. Ben çıkmayı hiç istemedim. Çok yakın arkadaşlarım şu an Almanya’da, Fransa’da. En yakın arkadaşlarımdan biri Hamburg’da, “Gel, beraber gidelim” dedi, “ne yapacaksak, beraber yapalım.” Ben “Yatağımı, yastığımı, evimi değiştirmeyeceğim” dedim. Şunu da çok iyi biliyorum, dünyanın neresine gidersek gidelim, gözümüz gönlümüz burada olurdu. Ben bu topraklar için uğraşıyorum, burada kalıp ölünecekse de burada öleceğiz.
Bediz: Aynı kanıdayım ben de. Bundan sonrası için yurtdışını düşünmüyorum.
Irmak: Ben de istemedim. Düşünmüyorum da açıkçası. Ankara’da yaşamayı seviyorum. Çevrem burada, ailem burada.
Taylan: Yurtdışına gidip de sabahtan akşama Türkiye’dekilerle telefonla konuşayım, burada neler oluyor merak edeyim… Bunu çekemezdim. On günlüğüne gittiğimde bile bir an evvel eve gideyim derdindeydim hep.
Irmak: Herkesin yaşadığı yerle kurduğu bir bağ var. Burada sokaklarda yürüdüğümde “hâlâ” kendimi başka bir yere göre daha rahat hissediyorum
Bundan sonra üniversiteye, üniversite çatısı altında akademik çalışmaya dönme fikri nasıl geliyor?
Bediz: Akademik becerilerimizi kullanarak biraz para kazanıp gönlümüzdeki işleri finanse etmeye çalışmak benim için akademiden daha cazip. Bunu sürdürmeyi Mersin Üniversitesi’ne dönmeye tercih ederim. Büyük konuşmayayım tabii, allah mecbur etmesin üniversiteye dönmeye.
Erhan: Bütün bu süre boyunca öyle ekonomik zorluklarla başetmeye çalıştık ve çalışıyoruz ki, maişet derdi her şeyi önceliyor. 1990’lı yılların sonunda, asistanlığa yeni başladığımda, hocalarla bir tür usta- çırak ilişkisi anlayışı vardı. İyi bir öğrenciydim. O zaman ünlü hocalarımızdan biri odasına çağırmıştı. Dolabından epey pahalı bir içki çıkarıp ikram etmiş ve “Eğer bu içkiyi satın alacak parayı düşüneceksen, akademisyen olmayı hiç düşünme, girme bu işlere” demişti. O dönemde, özellikle ayrıcalıklı olanların, elitlerin mesleği olarak görülüyordu akademisyenlik. Bizse aşağıdan gelenler olarak, emeğiyle hayatını kazananlar olarak akademi içerisinde varolabileceğimizi düşünenlerdendik. Kamu üniversitesinde, kamuya yönelik, kamunun yararı için bilgi üretimini önceliyorduk. Bizim akademide kalmamız, akademik çalışmalarımız için varoluşsal bir koşuldu bu.
Bu anekdotun üzerinden yaklaşık 25 sene geçti. Bütün hava değişti. Üniversite değişti, dönüştü. Üniversitenin toplumsal yaşam içerisindeki yeri, işlevi değişti. Neoliberal bir değişimden, dönüşümden geçtik. Akademi bizim bıraktığımız akademi değil. Bambaşka bir yer artık orası, projecilik, kariyerizm, iktidarın baskıları…
Bizler de değiştik, dönüştük. Sekiz senedir akademinin dışındayım, geri dönmek ister miyim? Evet, zorunluluklar beni yönlendiriyor. Ama aynı akademik iştahım, akademik motivasyonum var mı? Tartışılır. Açıkçası, maddi koşullar beni zorluyor. Üniversiteye dönmek, sekiz senedir yatırılmayan maaşlarımı, özlük haklarımı almak, emeklilik şartlarımın iyileşmesi benim için önemli. Bir de her şeyin ötesinde, bu sekiz seneden sonra ne olursa olsun, hakkımı almak benim için çok önemli.
Kamu üniversitesinde, kamuya yönelik, kamunun yararı için bilgi üretimini önceliyorduk. Akademik çalışmalarımız için varoluşsal bir koşuldu bu. Akademi bizim bıraktığımız akademi değil. Bambaşka bir yer artık orası, projecilik, kariyerizm, iktidarın baskıları… Bizler de değiştik, dönüştük.
Bediz: Ben de hayatını çalışarak kazanan bir insanım. Üniversiteye, Mersin Üniversitesi’ne dönmeyi istemiyorum, maddi nedenlerle buna mecbur kalmayı da istemiyorum. Hakikaten istekliydik, heyecanlıydık, bir şeyleri yapabileceğimizi düşünüyorduk… Yaptığımız zamanlar da oldu. Ama çok ciddi bir kopuş yaşadım.
İstanbul’da bir üniversitede, kafama yatacak bir ortamda, aynı akıldaki insanlarla bir arada olabilirsem, dönerim. Ama ne ben aynı benim ne de üniversite aynı üniversite. Bence “muhteşem dönüş” tabir edilecek cinsten bir dönüş olmayacaktır. Ama haklarımı kazanabilmeyi gerçekten istiyorum. Emeklilik hakkımı kısa süre içinde kazanabilecek olmak gibi bir avantajım var.
Üniversitede biriken geçmiş haklarımı alınca, emekli olduktan sonra, biraz Nesin Matematik Köyü’ne de öykünerek, akademi ile toprak işleme meselesinin, başka birtakım manuel işlerin buluşabildiği bir alan yaratma hayali kuruyorum. Baba toprağım Avşa’da böyle bir şeyi hayata geçirmek için uğraşmak isterim.
Taylan: Bu süreç hepimizi o kadar değiştirdi, dönüştürdü ki… Üniversitede hocayken, klasik sınav yapardım öğrencilere. Şimdi diyorum, bu kadar aptallık olur mu, 300 kişinin her biri ikişer sayfa yazdığında 600 sayfa… Haftalarca kâğıt okurdum. Bugün dönsem, asla bunu yapmam herhalde. Ama bunun doğru olduğunu savunur muyum? Hayır. Hukuk bitiren bir öğrenci avukat olduğunda dilekçe yazacak, hâkim olursa gerekçeli karar yazacak, savcı olursa iddianame yazacak. Bu yüzden, öğrenciliğinde yazmalı diyordum, hâlâ aynı şeyi söylüyorum. Ama bir gün dönersem, sınavları test yaparım, çünkü orası artık o üniversite değil. O ideallikte bir Taylan da yok artık.
Erhan hocanın anlattığına benzer bir anı hatırlıyorum. Ankara’da rahmetli hocalarımızdan biri “Şu fakültedeki hocalara bir bakın bakalım, size benzeyen kaç kişi var?” demişti. Çoğu varlıklı ailelerden geliyor, biz köylerde büyümüş gariban insanlardık. Bize şöyle demeye çalışıyordu, “Yavrum gidin bir şekilde bir iş bulun, burada sürünürsünüz, buradakilerin hepsi zengin, kodaman.”
Sekiz yıldır daha da beter durumlara düşürülmek istendiğimiz için, ben de tabii ki dönüp bugüne kadar almadığım maaşlarımı ve mali haklarımı almayı istiyorum, tekrar düzenli maaş almayı isterim elbette. Ama orada çalışmak, o insanların yüzünü görmek istiyor muyum? Katiyen. Bu nasıl olacak? Kendi içimizde nasıl bir iç savaş vereceğiz, benliğimizde nasıl bir psikolojik harp yaşayacağız, bilmiyorum. Oraya dönersem, rahat etmeyeceğimi, bambaşka bir auraya girmiş gibi hissedeceğimi biliyorum. Acayip tipler vardı bir zamanlar, şimdi de var. Vaktiyle aynı bölümlerde, aynı kurullarda birlikte çalıştığımız o insanlar, üstelik bir de unvanları yükselmiş olarak karşımıza çıkacak. Bizler atılmasaydık muhtemel ki birkaç yıldır profesör olacaktık. Biz olmadık, onlar oldu. Bir de bu muhabbet var! Akademinin titrleriyle kendini bir şey zanneden o insan ilişkileri! Bunlar da ayrıca bizi yıpratacak. Dolayısıyla, içsel olarak gerçekten dönmek istemiyorum. Ama döner miyim? Döneceğim. Bir gün hesap sorabilir miyim diye uğraşacak mıyım? Uğraşacağım. Sonuçta, geri dönmeyi, o insanları görmeyi, o ortamda bulunmayı istemiyorum. Ama tekrar derse girmeyi, ders anlatmayı isterim.
Irmak, üniversiteye bir buçuk aylık dönüşü nasıl yaşadın? Tekrar dönme fikri bugün nasıl geliyor?
Irmak: 18 yaşımdan itibaren bütün hayatım Cebeci Kampüsü’nde geçti. Dolayısıyla, aslında kampüsü özlemiştim. Döndüğümde ilk şöyle bir şey hissettim, burası başka bir yer olmuş. Tam bir AKP icraatıyla, inşaatlar inşaatlar, yeni bir sürü garip heykeller, binalar yapmışlar. Bizim gitmemizin ardından sadece akademi değil, kampüs de bir dönüşüme maruz kalmış. İhraç edildiğimizde okula bir ağaç dikmiştik, dibine de üzerine bizim fakülteden mezun Arkadaş Zekâi Özger’in bir şiiriyle birlikte Cebeci’nin İhraç Edilen Akademisyenleri yazılı bir plaket koymuştuk. Kısa bir süre sonra onu sökmüşlerdi. Sadece plaketi sökebilirlerdi, yetmemiş, ağacı da öldürmeyi tercih etmişler izimizi silmek için.
Kampüse döndüğümde, dekanlığın yakınından geçmemek için epey bir çaba sarf ediyordum. Atıldığımız dönemdeki dekan hâlâ dekandı. Bizim fakülteye giriyorsunuz, sola dönüyorsunuz dekanlık, tam girişte bir asansör var. Odam üçüncü kattaydı, genelde merdiveni kullanırım, ama hemen asansöre dalıp yukarı çıkıyordum. Bazı hocalarım, hatta hiç beklemediğim insanların bir kısmı gelip “Hoşgeldin” dedi. Hoşgeldin demesi gereken pek çok kişiyse gelmedi. Bundan memnuniyetsiz değilim, onları zaten görmek istemiyordum. Ama bunu yapmaları gerekirdi.
Üniversiteye dönmenin, oradaki varlığının bazı meslektaşlarının huzurunu kaçırdığı gibi bir hisse kapıldın mı?
Irmak: Özel olarak benim varlığım değil, ama bizim geri dönüyor olmamız bazı arkadaşları rahatsız etti.
Fakat buna çok sevinmiş gibi yapıyorlardı. Döndüğümde beni çok memnun eden şeylerden biri idari personelle karşılaşmalarımdı. Aradan geçen onca yılda bizi hatırlamaları, o kadar sıcak ve gerçekten sevinç duyarak karşılamaları çok güzeldi. Onun dışında, okula gittim, odama çıkıp oturdum ve geri döndüm. Dersim yoktu zaten, başka bir şeye de karışmadım. Bir bölüm toplantısı vardı, ona gitmedim, hazır hissetmiyordum. Ama odamda oturmak da iyi hissettirdi.
Bediz: Eski odan mıydı?
Irmak: Asistan olduğumda bana tek kişilik küçük bir “pimapen oda” vermişlerdi. Bu sefer, onun iki yanındaki odayı verdiler. Pimapen odaya kavuşmaktan, orada tek başıma oturmaktan çok zevk aldım. Dedim ya, bizim dekan hâlâ dekandı. Bir buçuk aylık dönüşün sonunda tekrar atıldığımda, en son gün, bir grup Eğitim-Sen’li arkadaşımla beraber okulla ilişkimi kesmeye gittiğimde, dekan son derece saygısız bir biçimde, “Irmak hocam, ne oluyor ya, böyle bir geliyorsun, bir gidiyorsun” gibi bir laf etti. Çok sinir bozucuydu, beni çok etkiledi. O sinirli halimle bir şey demek istemedim, hemen uzaklaştım. İçinizdeki yaşama sevincini öldürebilen insanlar vardır ya, bizim dekan da onlardandı, Konuştuğu anda içinizdeki yaşama dair bütün enerjiyi çekip alır.
Üniversiteye dönme konusuna gelirsek; ben dönerim, dönmeyi çok isterim, çünkü maaşa ihtiyacım var. Eskisi gibi hisseder miyim? Etmeyeceğim tabii ki. Akademiye girerkenki idealizmimizi, akademiye yüklediğimiz anlamı da sorunsallaştırmak gerektiğini düşünüyorum. Arkadaşlarım vurguladı, geri dönersek “iş” olarak göreceğiz. Aslında, belki zaten öyle görmeliydik. Akademisyenliğin bir ideolojisi var ve bu ideoloji, özellikle biz solcularda, oranın bir iş olduğunu, bizim çalışanlar olduğumuzu, işçi sınıfının bir parçası olduğumuzu perdeliyor. Tamam, hepimiz Eğitim-Sen’liydik, sendikal mücadele veriyorduk, ama akademi bir yandan dönüşüyordu. Erhan hocalar 50 D’ye karşı ciddi mücadele yürütmüştü. Ben asistan olduğumda onun son dalgaları yaşanıyordu. Akademiyi bir mevzi olarak görmeye bence hâlâ devam etmeliyiz, çünkü her yer sınıf mücadelesinin alanı.
Şunu da söyleyeyim, evet, maaşımı almak için dönmek istiyorum. Öte yandan, benim hayatım o kampüste geçti. O kampüs bizim kampüsümüz. Onu o kadar kolay vermeyi de içime sindiremiyorum. Dönüp sendikal faaliyet yapmak istiyorum. Atılmadan önce işyeri temsilciliği yapmıştım, sendikada aktiftim. Akademiye yeni giren ya da kısa bir süre önce girmiş, sadece bu dönemi bilen insanlar için sendikal faaliyetin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Sendikal faaliyetin yıkımıyla beraber pek çok haklar gasp ediliyor. İnsanlara yapmamaları gereken işler veriliyor, buna nasıl karşı koyacaklarını bilemiyorlar.
Projecilik bütün akademik çalışmalara ve mücadelelere gölge düşüren, üretilen sözü ister istemez değiştiren bir şey, çünkü bir başlık altında başvuruyorsun fona. Mesela, göç meselesinin gündemde olduğu dönemde hiç alâkası olmayanlar da göçe bir ucundan değen araştırmalar yapmak zorunda kaldı, çünkü fon orada. Bugün iklim krizi, yarın başka bir konu gözde olur.
Üniversitede kalmayı, akademik alanda çalışmayı tercih ederken tahayyülünüz neydi? Üzerinde çalışmayı arzu ettiğiniz konular mıydı sizi heveslendiren, ders vermek mi?
Irmak: Annem İletişim’den, bizim fakülteden mezun. Ben ortaokuldayken bir kere beraber okuldaki bir şenliğe gitmiştik. O gün burada okusam iyi olur diye düşünmüştüm. Asistanlığa başlarken de toplumsal mücadele ile üniversite arasında bağ kurmak gibi bir motivasyonum vardı. Bütün üniversite yıllarımı eylemlilik içinde, aktivist olarak, sosyalist olarak geçirmiştim, savaş karşıtı hareket, YÖK eylemleri… Okulda kalarak bunu sürdürebileceğim düşüncesi benim için motive ediciydi.
Erhan: Ben okumayı seven birisiydim, hep okumayı sevdim. ‘90’lı yıllarda öğrenci hareketi içinde yer aldım. Özerk, demokratik üniversite savunusu yapan bir hareketten geliyordum. Dolayısıyla, üniversitede kalarak özerk, demokratik üniversite mücadelesine devam etmek, toplumsal-siyasal mücadeleden kopmamak, o mevziyi güçlendirmek, geliştirmek benim arzularımdan, ideallerimden biriydi. Sonrasında da akademik, entelektüel yaşam içerisinde olmaktan hoşnuttum. Üniversitede çalıştığım 17 yılda en sevdiğim şeylerden biri de ders vermek, öğrencilerle birlikte olmaktı, gencecik insanların dönüşümünü izlemeyi çok seviyordum. Birinci sınıflara zorunlu Uluslararası İlişkilere Giriş, dördüncü sınıflara da yine zorunlu Türk Dış Politikası dersi veriyordum. O süre zarfında ne kadar geliştiklerini, düşünsel evrimlerini görmek çok hoşuma gidiyordu. İşin hocalık kısmını çok seviyordum. Önce Öğretim Elemanları Sendikası, sonra Eğitim-Sen’liydim, sendikal mücadeleyi de çok sevdim. Kamu çalışanları mücadelesi içinde olmayı sevdim. Kendisini ayrı bir yerde, fildişi kulede gören birçok meslektaşımız gibi hiç algılamadım kendimi, elit olarak görmedim. Hep emekçi olarak, fikir emekçisi olarak, kitle mücadelesinin, kamu çalışanları hareketinin bir parçası olarak gördüm.
Taylan: Dedem cumhuriyetin ilk öğretmenlerinden, babam öğretmen emeklisi, ablam üniversitede hoca. Eğitimci bir aileyiz yani, sürekli okumak, yazmak, anlatmak; başka bir şey bilmeyerek büyüdük. Daha belirleyici olansa, sosyal-siyasal mücadelenin üniversitede yürütülmesi arzusuydu. Asistan hareketinde ve başka pek çok alanda bir şeyler yapmaya çalıştık. Yaptık da. Benim için esas olan, sosyal-siyasal mücadelenin bir ayağı olan akademiyi temize çıkarmaktı. Ama temize çıkaramadık, daha da battı. Bizim zamanımızı şimdi mumla ararız. Her şey berbattı, ama şimdi rezaletin dik âlâsı. O zamanlar da örneğin ilave ders ücreti alabilmek için birbiriyle savaşanlar vardı, ama bu ayıplanırdı. Şimdi hiç ayıplanmadığını duyuyorum. Bir akademisyen haftada 35 saat ders verebilir mi? Birbirinden farklı yedi ders anlatabilir mi bir insan? Af buyurun, tüy dikmiş durumdalar.
Üniversitede olmak bir mücadele alanıydı, beni esas motive eden faktör buydu. Belki güleceksiniz ama, bir de şu çok önemliydi benim için; liseden mezun oldum, hemen sakal bıyık bıraktım, saç uzattım. Üniversitede kimse saçıma sakalıma laf etmeyecektir düşüncesi de az etki etmemiştir bu kararımda. Özel sektörde de belki saç sakal bırakırsın, ama her gün takım elbise, gömlek, kravat beni boğar.
Bediz: Ben arkadaşların aksine, uzunca bir zamanımı şuursuz geçirdim. Lisedeyken politik bilincim yüksek değildi. Üniversite Tarabya’da, Boğaz kıyısında, Marmara Üniversitesi Kamu Yönetimi, bir tek bizim bölümün olduğu, köy okulu tabir ettiğim bir yer. En büyük aktivitemiz satranç ve masa tenisi oynamak, öğlenleri balık tutmaktı. Yüksek lisansta Boğaziçi’nde birkaç yıl geçirdim. Sonra doktoraya yurtdışına gittim. Üniversiteye döndükten sonra, 30’lu yaşlardan itibaren bende yavaş yavaş yükseldi politik bilinç. Mersin Üniversitesi’nde çalışmak, oradaki mesai arkadaşlarım, sendikal çalışmanın içinde olmak, Mersin şehrinin kendisi, o sosyal hayat… Bütün bunlar beni bilinçlendirdi.
Üniversitede kalma kararımda annemin ve babamın akademisyen olmasının da etkisi vardır muhakkak. Taylan’ın sözünü ettiği şey benim için de çok önemliydi; patron, müdür, öyle bir şey istemiyordum. Bizden mezun olanlar arasında dışişleri çok istenirdi. Ben devleti savunan pozisyonda bir iş de istemiyordum, bunun farkındaydım. Kafama göre takıldığım, yaptığım işin anlamını, başını sonunu kendim belirlediğim bir iş istiyordum. Ve tabii öğrenme isteği, okumaya meraklı olmam. Ama hiçbir zaman tutkuyla “akademisyen olacağım” veya “politik sebeplerden dolayı üniversitede kalacağım” gibi bir hissiyatta olmadım.
Üniversitede çalıştığın dönemde ortamdan, yaptığın işten zevk alıyor muydun ya da hayal kırıklıkları yaşamış mıydın? İşin hocalık kısmı senin de hoşuna gidiyor muydu?
Bediz: Ders vermeye öyle tutkuyla bağlı biri olmadım hiç. Ama Mersin’de olmanın, bu işi oradaki öğrencilerle yapıyor olmanın verdiği farklı bir tatmin vardı. Şehrin heterojen yapısı, civardan gelen ve büyük bir kısmı son derece politik öğrencilerle yaşanan tartışmalar ve o genç insanların kaderlerine bir şekilde dokunuyor olmanın etkisi çok önemliydi. Mesela İstanbul’da, mezun olduğum okulda ya da o dönemde bizim için en önemli alternatif olan Galatasaray Üniversitesi’nde veya yüksek lisans yaptığım Boğaziçi’nde kalsaydım asla yaşayamayacağım karşılaşmalar sundu Mersin. Doktora sonrası orada çalıştığım 15 yılda şehirle, şehirdeki belediyelerle, özellikle HDP belediyesi’yle, şehirdeki birtakım hareketlenmelerle çok güzel ilişkilendiğimizi düşünüyorum. O bütünde yer almak, o bütünün içinde bir şeylere dokunabilmekti güzel olan. Bunun için üniversitede olmak şart değil belki… Üniversitede giderek yükselen bilinçle bende politik aktivizme doğru kayış oldu, birtakım toplumsal meselelere, göç meselesine, yoksulluk meselesine sahadan dokundukça aktivizm de giderek arttı. O hemhal olma halini sevdim ben hocalığın.
Bir AB projesinde çalıştığınızda garip kavramlar çıkarıyorlar önünüze: hedef kitlen ne, çıktın ne olacak, paydaşlar, stratejiler, sinerji… Üniversitenin gitmekte olduğu yer de orasıydı. Biz ona karşı direniyorduk. Kaynak yaratmakta çok zorlansak da akademi dışındaki oluşumları yaşatmak çok önemli.
Sadece Türkiye’de de değil, dünyanın hemen her yerinde klasik akademinin çözüldüğünü görüyoruz. Siz bu açıdan bugün kurum olarak üniversiteyi, üniversite ortamını, akademik üretimi nasıl görüyorsunuz?
Bediz: Almanya’ya bursla gittiğim 2016’da şunu çok net gördüm: Biz Türkiye’de neoliberalleşmeye karşı durmaya çalışırken, Avrupa bunu 20-30 yıl önceden yaşamış ve neoliberalleşme orada akademiyi ezmiş geçmiş, buna karşı mücadele bile neredeyse hayalet halinde. Almanya’da şahit olduğumuz akademide akademiye atfettiğimiz anlamın gölgesi bile kalmamıştı. Gerçekten öyle bir akademi hiç oldu mu? Ya da bizim öğrenciliğimiz döneminde ne kadarı kalmıştı? Bunu da tartışalım tabii, ama Almanya’da karşılaştığımız manzara korkunçtu.
Bana en sarsıcı gelen, varolmak için sürekli tırmalama hali. Orada bulunduğum bir buçuk yılda, misafir hoca odasında çalışıyordum. Benim kaldığım süre nispeten uzundu, ama karşımdaki koltukta oturan hep değişiyordu. Finlandiyalı bir hocayı hatırlıyorum, 55 yaşlarında bir kadındı. Üç yıllık bir projeye başvurmuştu. “Bunu aldım aldım, alamazsam üniversite hayatım bugün bitti. Alırsam da üç yıl sonra mutlaka bitecek. Ondan sonra üniversitede başka bir iş yapma ihtimalim yok” diye endişeyle yakınıp duruyordu. Bu baskı çok net gördüğümüz bir şeydi. Projelerle, projene çeşitli kurumlardan finansman bulma çabasıyla çalışmayı sürdürüyorsun. Projenin yüzde 50’sini, 75’ini ya da yüzde 100’ünü karşılayan bir yıllık ya da iki yıllık bir fon buluyorsun. Finansmanı aldığın anda iki yıl sonrasını planlamak zorundasın. Bu arayış çok yıpratıcı. Projecilik aynı zamanda yapılan bütün akademik çalışmalara ve mücadelelere de gölge düşüren bir şey, üretilen sözü de muhakkak değiştiriyor. İster istemez değiştiriyor, çünkü bir başlık altında başvuruyorsun fona.
Mesela, göç meselesinin çok gündemde olduğu dönemde hiç alâkası olmayan insanlar da göçe bir ucundan değen araştırmalar yapmak zorunda kaldılar, çünkü fon orada. Bugün iklim krizi, yarın başka bir konu gözde olur. İnsanlar bu konulara eğilmeye mecbur bırakılmamalı. Ama işte piyasa, güç ilişkileri… Bu bana çok yıkıcı geldi. Orada kalmak istemememin en önemli sebeplerinden biri buydu.
Erhan: Dünyada 30-40 seneden beri gittikçe hızlanan bir dönüşüm var. Üniversitenin de kapitalist sistem açısından ideolojik aygıt olarak işlevinin dönüştüğünü görüyoruz. Evrensel bir olgu olarak sosyal bilimler en ciddi saldırı altında. Diğer alanlar sanayi-üniversite işbirliği adı altında ar-ge faaliyeti yapan kollara dönüştü. Doğrudan yeni teknolojilere katkı sunabilecek, üniversiteye para kazandırabilecek veya proje getirebilecek alanlar öne çıkıyor. Üniversitedeki neoliberal dönüşüm nihayetine eriyor.
Sosyal bilimlerin üniversitede güçlenmesi sosyal devletin yükselmesiyle, toplumsal hareketlerin bastırmasıyla, çalışan örgütlerinin güçlenmesiyle mümkün olabilmişti. Toplumsal hareketler dünya çapında güç yitirirken, çalışanların örgütleri ve eyleme kapasiteleri azalırken sosyal bilimlerdeki bu aşınma, neoliberal dönüşüme karşı bir alternatif geliştirememe de normaldir. Sistem karşıtı hareketlerimiz güç yitirirken bizim hiç güç yitirmeden konumumuzu sürdürmemiz mevzu bahis olamazdı.
Taylan: Tüm dünya için geçerli bir durum söz konusu ama, Türkiye için biraz daha özgül şeyler söylenebilir. Üniversitenin geldiği durumun temelde üç önemli sorunla tanımlanabileceğini düşünüyorum. Bunlardan birincisi, güvencesizlik. Doçent ve profesör kadrosunun altında bulunan bütün kadrolar belirli periyotlarla atama-yenilemeye tabi. Dolayısıyla, sürekli bir güvencesizlik hali söz konusu. Ve bu güvencesizlik daha asistanlığın başından itibaren söz konusu olduğu için insanların ister istemez eserlerine, tarzlarına, davranışlarına, her şeyine yansıyor. Güvencesizlik çürümeyi de başlatan bir şey.
İkincisi, şu anda üniversitelerde çalışan akademik kadronun yüzde 80’ini çıkarın, hiçbir şey kaybedilmez. İnanılmaz bir niteliksizlik, inanılmaz bir liyakatsizlik var. Yapay zekâya makale yazdırıp, Bulgaristan’daki, Pakistan’daki online dergilerde yayınlatarak unvan alıyor insanlar. Ve üniversitelerde her şeyi bu inanılmaz niteliksiz insanlar kontrol ediyor.
Üçüncüsü, daha genel bir şey. Eskiden çok sık tartışılan bir soru vardı: “Sanat sanat için midir, halk için mi?” Üniversite kati surette bilim üretmek, akademik faaliyet yaparak topluma yarar sağlamak gibi amaçlar için yok artık. Üniversite piyasaya üretim yapmak için var. Sosyal bilim alanları da dahil buna. Sosyal bilimlerde üretilen eften püften şeylere bir bakın. Piyasa o derece normalleşmiş durumda ki, piyasa için üretim yapmıyorsanız sizde bir sorun aranıyor. İnanın bugün Newton veya Einstein gelsin, doktora yeterlik sınavından geçirmezler. Bugün üniversitede tamamen bu üç kriter hâkim: İnanılmaz bir güvencesizlik, inanılmaz bir niteliksizlik, inanılmaz bir piyasa hakimiyeti.
Biz yine bu çarkın içine girersek bir gün, nasıl temiz kalacağız, ne yapacağız? Aklımdan bu geçiyor hep. O pisliğe bulaşmamak için her gün mücadele vermek zorundasınız. Günümüzde, inanın, sadece pisliğe bulaşmadan yaşayabilmek bile büyük bir devrimci tavır. Pisliğe bulaşmamak başlı başına devrimcilik.
2015-16 o kadar o kadar can yakıcı, o kadar çıldırtıcıydı ki! Bodrumdaki insanlar, Taybet Ana’nın sokak ortasında yatan bedeni, her gün öldürülen çocuklar… Çaresizlik hissi. Bunu bir şekilde haykırmak gerekiyordu. Bildiri bir çığlıktı.
Irmak: Üniversitedeki dönüşüm köklü, büyük tahribat yaratan, üniversitenin içindeki mevzileri öldüren bir boyutta. Üniversite eskiden elitlerin girdiği bir yer, sonra dönüşüyor, işçi sınıfına açılıyor. Bugün de işçi sınıfına bir anlamda açık, ama özerk üretim yapılabilecek alan olmaktan çıkıyor. İşçi sınıfından gelip akademisyen olabilirsiniz, ama piyasaya dönük çalışmalar yapmak zorundasınız. Güvencesizlik de çağımızda her işin temel karakteri olduğu gibi üniversitenin de temel karakteri. Dolayısıyla entelektüel üretimin önüne ciddi engeller dikiyor.
Türkiye gibi ülkelerde neoliberalizmin güvencesizliği bir de devletin katı çekirdeği tarafından sarmalanıyor. Kaldı ki, Batı’da da bugün demokratik üniversite ortamı, ifade özgürlüğü falan bir kenara bırakıldı. Filistin’i savunan akademisyenler ciddi bir yaptırımla karşı karşıya kalıyor. Böyle bir ortamda entelektüel üretim yapmak mümkün değil. Dolayısıyla, direniş önemli. İngiltere’de bütün üniversiteler artık paralı, ama üniversite çalışanları ciddi grevler örgütlüyor. Bu direnişlerin hepsini önemsemek, bunlarla bağ kurmak çok önemli.
Bu arada, bence önemli olan başka bir nokta da akademisyenliğin çok bireyselleştirilmesi. Aslında böyle olmaması gerek. Akademide önemli gelenekler vardı, Frankfurt Okulu gibi, Birmingham Kültürel Çalışmalar Okulu gibi… Neoliberal akademi performans kriterleriyle, ne kadar yayın yaptığınla vesaire, bizi kolektif üretimi terk etmeye, bireysel çalışmaya soktu. Sürekli yetersizlik hissi yaşatan bir sisteme sürüklendik. Her şey bireysel. Bu böyle olmamalı. Atıldıktan sonra bunu daha iyi anladım. Üniversiteye dönsek de dönmesek de kolektif iş yapma tecrübesini arttırmaya çalışmak, örneğin ortak makaleler yazmak çok önemli.
Toplumsal alanla, toplumsal hareketlerle bağ kurabilen “alternatif” akademiler oluşturmanın bugün zemini var mı? Dayanışma akademilerini nasıl değerlendiriyorsunuz, bu girişimler kalıcılaşabilir mi, yaygınlaşabilir mi?
Irmak: Entelektüel üretim yapmak için akademisyen olmaya gerek yok. Bu akademinin yarattığı bir mit. Entelektüel üretim bir zümrenin işi değil. Öyle bir kutsallık halesine gerek yok. Ama tabii belli koşullara ihtiyacımız var. Üniversite bize kamusal kaynak sağlıyordu, bu üretimi yapabilmek için para alıyorduk, vakit bulabiliyorduk. Gerçi bugün akademide çalışan arkadaşlarıma bakıyorum, araştırmaya, okuyup yazmaya çoğu vakit bulamıyor.
Üniversite dışındaki projeler de her zaman istediğiniz gibi olmuyor. Bir AB projesinde çalıştığınızda garip kavramlar çıkarıyorlar önünüze: hedef kitlen ne, çıktın ne olacak, paydaşlar, stratejiler, sinerji, falan… Böyle garip garip tabirlerle karşı karşıya kalıyoruz. Aslında, üniversitenin gitmekte olduğu yer de orasıydı. Biz ona karşı direniyorduk. Kaynak yaratmakta çok zorlansak da akademi dışındaki oluşumların önemli olduğunu düşünüyorum. Ben üniversitedeyken kendim bir ders kurgulamamıştım, Ankara Dayanışma Akademisi sayesinde bunu yapabildim. Ankara Dayanışma Akademisi hâlâ devam ediyor. Ankara’da Cebeci hep bir merkezdi. Biz ihraç edilenler hepimiz Cebeci’den çıkmıştık. Ankara Dayanışma Akademisi bu çevreyi genişletti, farklı yerlerden ihraç edilen arkadaşlarımızla bir araya gelip birlikte iş yapabildik. Kalıcı olur mu? Olması için elimizden geleni yapmamız gerekir. Off University’de üniversite dışı akademik oluşumlarla ilgili bir araştırma ekibine katılmıştım. Bilar, Bilsak, Özgür Üniversite gibi oluşumlarda yer almış insanlarla görüşmeler yaptık. Hep bir idealle yola çıkılmış, çoğu dağılmış. Bence işe iade edilirsek bile bu oluşumların yaşaması için olanaklar yaratmak lâzım. Az önce söylediğim kolektif çalışmayı üretebileceğimiz yerler buraları olabilir. Bugün varolanlar kalıcı olmasa da alternatif mutlaka ortaya çıkacaktır. İstediğiniz kadar baskılayın, hayatın akışı böyle.
Taylan: Ben Özgür Üniversite’yi hatırlatmak istiyordum, Irmak, sağ olsun, adını andı. Öğrenciliğimizden beri Ankara’da Fikret hocamızın [Başkaya] çerçevesini belirlediği Özgür Üniversite’den hepimiz çok şey öğrendik. Ama, o da şimdi yok artık. Eskiden beri, paramız olsa, bir enstitü kursak, on-on beş yakın arkadaş gönlümüzce araştırma yapsak, çalışsak diye hayal kurardık. Bunlar hayal olarak kaldı. Alternatifler neler olabilir? İstanbul’da Özgür Üniversite devam ediyor, Ankara Dayanışma Akademisi, Kocaeli Dayanışma… Daha ötesinde bir şeyin mali olarak da idari olarak da Türkiye’nin bu koşullarında yapılabileceğini düşünmüyorum.
Erhan: İhraç sürecinde Özgür Üniversite’de bir dönem ders verdim. Çok değerli buluyorum o çabayı. Önümüzdeki dönem de bir ders vermeyi düşünüyorum. Ama hayatımızı oradan kazanacağımız, akademik faaliyetimizi devam ettirebileceğimiz enstitü gibi bir kurumsal yapının bu siyasal atmosferde yaşamasının zor olduğunu düşünenlerdenim.
Bediz: Sık sık başvurduğum bir ayrıkotu metaforu var. Ayrıkotu sosyal bilimlerde kullanılan bir metafor ve kavramsallaştırma, ama ben bitkilerle haşırneşir olduktan sonra gerçekten kavrayabildim.
Tarlada, bahçede, bir yerde bir ayrıkotu varsa, toprağın altında köküyle, sapıyla mutlaka yayılır, asla bitmez. Deleuze’ün “rizom”u, köksap kavramı sosyal bilim hayatım boyunca bana hiçbir şey ifade etmemişti. Ne zaman ki, tarlada, bahçede ayrıkotunu gördüm, gerçekten anladım. Öyle bir bitki ki, sapından kök, kökünden sap çıkaran, toprağın metrelerce altında onu her yere uzatarak bir oradan, bir buradan yüzeye fışkıran, buradaki kopsa oradaki yaşayan, asla ölmeyen bir bitki. Yıllarca görünmese de on yıl sonra baş verebilen acayip bir şey. Ve toprağın altında. Barış İçin Akademisyenler’i, bizden önceki bütün yapılanları düşünürken hep bu ayrıkotu metaforu geliyor aklıma. Bizler de ayrıkotu gibiyiz, yani sök sök bitmeyiz. Bir yerlerde bir şeyler sürekli canlanıyor, topraktan bir şey fışkırıyor. Kuvvetli de olabilir, zayıf da, kısa da olabilir, uzun da… Ama yok edilmesi imkânsız bir şey. Bir direniş odağı olarak, Mersin’de, Ankara’da, Kocaeli’nde, Diyarbakır’da, orada burada bütün bu yapıların oluşturulması bana çok kuvvetli geliyor. Bilgi üretmenin, bilgiyi yaymanın alternatif yollarını arayan bir sürü yapı var. Bunların bir kısmı kısmen para kazanmaya da imkân veriyor, bir kısmı vermiyor, ama orada da başka bir tatmin var.
Bütün bu sürecin başına uzanırsak, sekiz yıl önce, Bu Suça Ortak Olmayacağız bildirisine imzanızı nasıl bir düşünceyle, beklentiyle atmıştınız? O bildirinin hayatınızı bu kadar değiştirebileceğini düşünebilir miydiniz? Bugünden o günün Türkiye’si nasıl görünüyor?
Irmak: Barış İçin Akademisyenler bildirisinden bir süre önce, “Bu akademisyen bildirilerine imza atmayacağım” diye bir karar almıştım. Niye akademisyenler bir konuda bildiri imzalayarak fikir belirtiyorlar, akademisyen toplumun üzerinde mi, kanaat önderi mi ki? O dönem, 2015-16, o kadar berbattı ki, bildiri önüme geldiğinde imza atmadan yapamadım. Bir şekilde tepki göstermem lâzımdı. Başka yollarla da elimden geleni yapmaya çalışıyordum. Ankara’da, daha sonradan Mazlum-Der’den atılan bir grup insanla beraber Yaşam İçin Ses Ver diye bir araya gelmiştik. Bulunduğum alanda da bir şey yapmam lâzım, Kürtlere yapılanlara karşı bir ses vermem lâzım diye düşündüğüm için attım imzayı. Açıkçası, hayatı bu kadar değiştirebileceğini düşünmüyordum, hatta herhangi bir şeye yarayacağını da düşünmüyordum. Ta ki, Tayyip Erdoğan televizyonda bu konu hakkında konuşana kadar.
11 Ocak’ta bildiri açıklanmış, hatırlarsınız, 12 Ocak’ta Sultanahmet’te IŞİD bomba patlatmıştı. Erdoğan bombadan bir dakika bahsedip konuşmasının geri kalanını bize ayırana kadar o imzanın hayatımızı bu denli değiştireceğini düşünmemiştim. Ondan sonra da artık iş bir tür inada dönüştü, buradan bir adım geri atmam diye düşündüm. Birçok arkadaşımız da böyle düşündü, hatta o konuşmadan sonra binden fazla arkadaşımız daha bildiriye imza attı.
Tarlada, bahçede, bir yerde bir ayrıkotu varsa, toprağın altında köküyle, sapıyla mutlaka yayılır, asla bitmez. Sapından kök, kökünden sap çıkaran, toprağın metrelerce altında onu her yere uzatarak bir oradan, bir buradan yüzeye fışkıran, buradaki kopsa oradaki yaşayan, asla ölmeyen bir bitki.
Bu sekiz yıl çok karışık bir süreç. Bir yandan, üniversitede kalsaydık, bu ihraçlar hiç olmasaydı nasıl olurdu diye geçiriyorum içimden. Bir yandan, ne yapacaktık ki orada diye düşünüyorum. İyi oldu da kötü oldu da diyemiyorum. Oldu işte. Birtakım değerler yükleyerek değil ama, yaşadığımız şeyin çok ciddi olduğunun da altını çizmek gerekiyor. Bütün bu süreçte yaşadığımız psikolojik şiddet, çevreden gördüklerimiz, tehditler, uğradığımız saldırılar, belirsizliğin insanın psikolojisi üzerindeki yıpratıcı etkisi, bunların görüldüğünü, anlaşıldığını sanmıyorum. Belirsizlik insan psikolojisi üzerinde ciddi bir şiddet ögesi. İnsanı sürekli kendini sorgulamaya itiyor. KHK’lılık başka koşullarda işsiz kalmaktan bir tık farklı bir şey. KHK’lılık işsiz kalıp, fişlenmiş, başka işte çalışamaz ve yurtdışına gidemez durumda olmak demek.
Mağduriyet edebiyatına girmekten bahsetmiyorum, çünkü o doğru değil, birçok şey yarattık. Biraz da bu yüzden, “Ya bunlar sefil olacaklardı, niye hâlâ ortalıktalar?” diye de bize sinir olduklarını düşünüyorum. Üniversitedeki meslektaşlarımızın bir kısmının bize böyle baktığını görüyorum. Ama yaşadıklarımızı anlatmak, toplumsal hafızaya not düşmek lâzım. Bunun unutulmaması gerekiyor. Üniversite tarihinin en büyük tasfiyesi yaşandı. Bunu sonraki kuşaklara aktarmak gibi bir görevimiz var.
Erhan: Irmak’ın dediği gibi, çok karanlık bir ortam vardı o dönemde. Barış süreci çökmüştü, yeniden çok ağır, kanlı, çatışmalı bir süreç başlamıştı. Elden bir şey gelmiyordu, çaresizlik hissi vardı. Akademisyenlik yaşamımız boyunca o kadar çok metne imza atmıştık ki, açıkçası, çok anlam yüklemeden, üzerinde çok düşünmeden, barış çağrısı adına, barış çığlığı adına attım imzamı. Böylesine ses getireceğini de inanın hiç tahmin etmezdim. Televizyonda Tayyip Erdoğan’ın konuşmasını dinleyince, kesin bir şey olacak dedim. Çünkü her zaman yaşadığımız tarzda bir tepki değildi. Olağanüstü bir şeyle karşılaşacağımızı herhalde hepimiz hissettik o anda. Sonrasında da olağanüstü şeyler yaşadık gerçekten. Hayatımız altüst oldu. Sekiz sene sonra ne düşüneyim? O gün barıştan yanaydım, hâlâ barış yanlısı bir insanım. Ötesi yok.
Bu sürecin hayata, siyasete, siyasal mücadeleye bakışını dönüştürdüğünü, etkilediğini düşünüyor musun?
Erhan: İmza basit bir tepkiydi, ifade hürriyeti kapsamında hep birlikte ses çıkardık. Normalde bir araya gelemeyecek, aynı metin üzerinde uzlaşamayacak yüzlerce akademisyenin, fikir insanının çok kısa sürede bir metinde uzlaşması inanılmaz zor bir hadise. Ama herkeste bir ses çıkarma ihtiyacı vardı. Farklı siyasal görüşlerden, farklı konumlardan, yerlerden insanlar metnin altına imza attı. Sonrasında, siyasal mücadele açısından görüşlerim değişti mi? Ben sosyalist bir insanım, toplumsal mücadeleye, eşitlik ve özgürlük için siyasal mücadeleye inanan bir insanım. İnançlarımda, görüşümde bir değişim olmadı. Ancak, KHK sonrasında zorlu bir imtihandan geçtiğimizi söyleyebilirim.
Bediz sen bildirinin yayınlandığı günleri, ortamı nasıl hatırlıyorsun, nasıl bir düşünceyle imza atmıştın?
Bediz: Barış İçin Akademisyenler grubu teşekkül ettiği zaman Mersin’den Diyarbakır’a giden Eğitim-Sen grubunun içindeydim. Bu bildiri mail grubu içinde, mail’leşerek oluştu. Çok hızla oldu. Gerçekten bir çığlıktı. “Bir şey yapmak lâzım” hissi. Olanları izliyorduk, görüyorduk, haberler geliyordu. Çok iyi hatırlıyorum, bir öğrencimin ailesinin evi yıkılmıştı, babası altında kalmıştı, bodrumdaki bir odada olduğu düşünülüyordu, ama haber alınamıyordu. Bunun gibi şeyleri her gün, her gün, her gün öğrencilerimizle konuşuyorduk. Engel olabileceğimiz, sonucunda her şeyin değişeceği beklentisiyle değil, ama bir şey yapmak lâzım ihtiyacıyla bildiriyi imzaladım.
Sonucun böyle olacağını ben de kesinlikle öngörmüş değildim. “Büyük resmi” görme kabiliyetim yoktur zaten. Ama görseydim de tavrım farklı olmazdı. “İyi ki de imzamı atmışım” diyorum her zaman, çünkü bütün bunlar yaşanırken, bu düşüncelerde olup da üniversitede devam edenlerden biri olmak muhtemelen yaşaması zor bir yük. Biz atıldıktan sonra üniversitede kalmaya devam etmek zorunda olan, KHK’lanmayan arkadaşların durumu bana çok zor gelmiştir hep. Biz üniversitenin dışında çok zorluklar yaşadık, içimizde çok ağır şeyler yaşayan arkadaşlarımız oldu, oluyor. Ama yine de bir mücadelenin içindeydik, sözümüzü hakikaten daha rahat söylüyorduk. Bir anlamda özgürleşme gibi oldu atılma. Ama maalesef, amaçladığımız şeye aslında etki edemedik, en fenası o oldu.
Zaman zaman çeşitli karşılaşmalarda Kürt hareketinden arkadaşların bize minnet ifade eden sözleri olabiliyor. O durum beni çok utandırıyor mesela. Hiçbir etkimiz olduğunu düşünmüyorum. Ama bir yansısı, bir yankısı olmuş; onu görüyorum. Keşke bize bunları yaşatmasalardı da, kendi derdimize düşmüş gibi bir portre çizmeseydik. Bizim KHK’lılığımızın meseleye damga vuran bir şeye dönüşmesinden hiç hoşnut değilim, hiçbirimiz bundan hoşnut değiliz.
Taylan: Hukuk fakültesinde siyaset bilimi hocası olarak her yıl “insan hakları”, “hukuk devleti” falan anlatan bir insandım. Anlatıyorduk da ne oluyordu; o ayrı. O süreç o kadar can yakıcıydı, o kadar çıldırtıcıydı ki! Bodrumdaki insanlar, Taybet Ana’nın sokak ortasında yatan bedeni, her gün öldürülen çocuklar, yedi yaşın altında ve 70 yaşın üstünde onlarca insan… Bunu bir şekilde haykırmak gerekiyordu. Bir gün fakültede ders arasında mail önüme düştü ve daha evvel onlarca metni imzaladığım gibi imzamı attım. Başörtüsü yasağına karşı da imza atmıştık. Bizler sosyalist insanlarız, bir marksistin, sosyalistin başörtüsü meselesinde “hayır kardeşim, onlar da takmasın” diyerek ulusalcılarla aynı cephede yer alması mümkün müydü? O zaman da aynı refleksle davranmıştık. Metni gördüğümde hemen imzaladım. Gayet tabii ki ben de asla böyle bir yankı uyandıracağını, hatta bir işe yarayacağını da düşünmüyordum. Bir tepkiydi, evet, bir çığlıktı. Ama o hedef göstermelerden sonra bir şey olacağı belliydi.
Fakat, söylemekte bile zorlandığım çok acı şeyler yaşamak, deneyimlemek zorunda kaldım. Mehmet Fatih’i kaybetmek hâlâ içimi yakıyor. Bizim için “Ağaç kökü yesinler” dediler, yapmadıkları şey kalmadı… Hepimiz çok zorluklar çektik. KHK Mağdurları Platformu var mesela, çok kıymetli, çok sevdiğim arkadaşlarım da var o platformda. Ama onlara hep şunu söyledim, “Ne mağduru arkadaşlar, ben mağdur sıfatı ile anılmayı kabul etmiyorum! Ben durduğum yerde durmaya devam ediyorum, hepsi bu.” O yüzden hiçbir zaman KHK platformlarına dahil olmadım.
Öte yandan, bu süreçte insan denen canlıyı daha iyi tanıdım. İnsanlar nasıl canlılardır? Bir risk gördüklerinde nasıl tavırlar alırlar? İnsanın ne menem bir şey olduğunu daha iyi anladım. Biraz önce Erhan hocam da söyledi, bir araya gelmesi olanaksız yüzlerce kişiyi bir araya getiren bu fikrin muazzam bir şey olduğunu düşünüyorum. Sonrasında olanlarıysa anlayabilmiş değilim. Fakat görüşlerim değişti mi? Hayır, katiyen, evvelden ne idiyse ezelde de öyle.
Ama mesela bazen şöyle sorular geliyor: “Abi ya, bugün olsa yine imza atar mısın?” Bu eşyanın tabiatına aykırı bir soru. Afedersiniz de, biz aptal mıyız, geri zekâlı mıyız? Sonucun böyle olacağını bile bile, Mehmet Fatih’i kaybedeceğimizi bile bile niye bugün olsa yine atayım? Soru yanlış. O gün attığım için pişman mıyım? Hayır! O gün attığım imzanın bugün de arkasındayım. Ama “Bugün olsa yine atar mısın?” sorusu beni dellendiriyor.
Erhan: Kaldı ki, hiçbir şeyi engelleyemedik. Üzücü olan, sonuçta hiçbir işe yaramamış olması.
Bediz: Ben de beni en gıcık eden tavrı söyleyebilir miyim? Ben Almanya’ya gidip döndükten sonra, üniversitede kalmış ve bu taraklarda bezi olmayan eski arkadaşlardan biri şöyle dedi bir gün: “Ne güzel oldu bak gördün mü, Almanya’da iki yıl postdoc yaptın”… Böyle işte!
Erhan: Adanalı değilim ama, güzel bir sinkafı hak etmiş.
Bediz: Mağduriyet edebiyatından hoşlanmamanın kötü yanları da var: Neler yaşamışız, hayatımız nasıl sarsılmış, her şey nasıl altüst olmuş, görülmeyebiliyor… Postdoc yapmışım! Bunları da duyduk.
Erhan: Beni en çok sinir eden “Ya sizin için de üzülüyoruz, ama döneceksiniz, biliyorsunuz” diyenler, “üniversite çok değişti, biz de çok zorluk çekiyoruz üniversitede…” En çok da bu: “Biz de çok zorluk çekiyoruz üniversitede”. Orada boğazını sıkmak istiyorum.
Bediz: İhraç edilenler, yurtdışına gidenler için böyle bir yaklaşım var: “Siz iyisiniz yine, kurtardınız kendinizi…”. KHK gerçeğini asla anlamamak bu… Yurtdışındakiler çok ağır şartlarda yaşıyor oralarda, bunu buradan görüp anlamak zor. O “postdoc” hikâyesi bana çok ağır gelmişti.
Taylan: Biri de bana “Siz de biraz fazla keskinsiniz ya…” demişti. Keskinmişiz! “Sen keskin görmemişsin” dedim ben de, ne diyeyim? Bizim neyimiz keskin? “Devlet hukuka uysun” demişiz. Kötü mü etmişiz?