KAYIP ADALET VE YARALI HAFIZA ÜZERİNE

Söyleşi: Suzan Demir
21 Kasım 2021
SATIRBAŞLARI
Dominique Péry, İnsanın Işığı, 2006

Kayıp Adalet ve Yaralı Hafıza birçok adalet arayışını özetliyor. Yaralı Hafıza ile başlayalım, Türkiye’de hafıza neden bu kadar yaralı?

Gökçer Tahincioğlu

Gökçer Tahincioğlu: Bana kalırsa bu sorunun iki yanıtı var. Öncelikle hatırlanacak ve yüzleşilmesi gereken o kadar çok konu, o kadar çok insan, o kadar çok başlık var ve her gün bunlara o kadar çok yenileri ekleniyor ki, kimse bu cesareti gösteremiyor. İkincisi ve daha yapısal olan neden ise yüzleşilmesi gereken konuların hâkim ideolojiye, milliyetçi, muhafazakâr, tekçi yapıya aykırı bulunması, bu yapıyı yıkma niyetinin olmaması. Bu nedenle de sonuna kadar meşru olan bu talep, bu zehirli yapıyı değil, devleti yıkma çabası olarak gösteriliyor topluma. Sadece Kürt meselesi gibi gangrenleşmiş meselelerle de sınırlı değil bu. Erkekler kadınlar üzerindeki, yetişkinler gençler ve çocuklar üzerindeki iktidarlarını sürdürmek için yaslanıyor bu ideolojiye. Yok saymak, unutturmak, bakış açısını değiştirmek, geride bırakmak üzerine kurulmuş bir yapı bu. Hafıza ve hakikat gibi kelimeler bu yapı için son derece rahatsız edici.

Kayıp Adalet ve Yaralı Hafıza’da ele alınan davaların, olayların hepsinde eksik kalan yan sizin de vurguladığınız “yüzleşmek”. Peki, adaletin kayıp olduğu bir sistemde yüzleşmek mümkün mü?

Hukuk ve adalet apayrı kavramlar. Faşist rejimlerin de demokratik rejimlerin de belli bir hukuku var. Sadece yasa yapmak, yaptığın yasaları uygulamak değil mesele. Adalet arzuladığımız, erişmek istediğimiz ve bulamadığımız kayıp bir umut hepimiz için. Adalet arayışı yoksa yüzleşmek de mümkün değil. Yüzleşmediğinizde ise sadece unutturmaya çalışmak ve belli bir süre için unutturmak söz konusu olabilir. Ancak, ölmemiş birini gömmeye çalışırsanız elbette o mezardan sesler gelecektir. Meseleler bu şekilde ortadan kaybolmaz. Adalet talep eden bu kadar insan varken hiç kaybolmaz. Bu yüzden hafıza ve yüzleşme büyük bir mücadele alanı.

Yüzleşmenin toplumsal, siyasal, yapısal ayakları olmadan adalet talebi süreci tamamlanabilir mi?

Elbette olmaz. Yargısal süreçler bu meselenin sadece bir ayağı. Zaten sınırlı davalarda verilen cezalar da aslında cezasızlığın bir parçası. Asıl faillerin gizlendiği, siyasi sorumluların soruşturma konusu bile yapılmadığı, sadece yargılama kaçınılmaz olduğunda birkaç kişinin “kurban” seçildiği bir cezasızlık politikası söz konusu. Süreç ancak bütün sorumlular hesap verdiğinde, mağdurların hak kayıpları giderildiğinde ya da sistemde yapısal değişiklikler gerçekleştirilerek mağdurlardan özür dilendiğinde bir noktaya gelinebilir. Sistematik bir yüzleşme sürecinin yaşanması zorunlu. Yargısal süreçler bu mücadelenin çok önemli bir parçası.

Yargısal süreçler meselenin sadece bir ayağı. Zaten sınırlı davalarda verilen cezalar da aslında cezasızlığın bir parçası. Asıl faillerin gizlendiği, siyasi sorumluların soruşturma konusu bile yapılmadığı, sadece yargılama kaçınılmaz olduğunda birkaç kişinin “kurban” seçildiği bir cezasızlık politikası söz konusu.

Uzun süren yargılamalar çoğu kez “zaman aşımı”na takılıyor. Öte yandan, “İnsanlığa karşı işlenen suçların zaman aşımı olmaz” sık sık duyduğumuz bir cümle. Bu davaların zaman aşımı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Zaman aşımı da cezasızlık kültürünün sıklıkla kullandığı enstrümanlardan biri. İnsanlık suçlarının zaman aşımına tabi olmaması kavramı sadece her zaman yargılama yapılabileceğine işaret etmiyor. Aynı zamanda meselelerin sadece sanıklarla sınırlı kalmadığını da gösteriyor. 12 Eylül sanıkları cezalandırılmadan öldüler misal. Ölmeden önce yargı önüne çıkarıldılar. Ancak, ceza almış olsalardı da bir yüzleşmeden ve adaletten söz edilemezdi. 12 Eylül anayasasıyla yönetildiğimiz, o dönemde çıkan yasaların yüzde 90’ının yürürlükte olduğu, o dönem oluşturulan kurumların bütün heybetiyle varlığını sürdürdüğü ve en önemlisi, aynı anlayışın özellikle güvenlik bürokrasisinde devam ettiği bir ortamda o yargılamaların samimiyetinden söz edilemez. 12 Eylül’de cezaevinde ağır işkenceler görmüş bir kadının sözü aklıma geliyor böyle zamanlarda: “Derdimiz 90 yaşındaki insanların cezaevine girmesi değil. Derdimiz, mesela selam verilmemesi, ne yaptıklarının bilinmesi, o itibarı görmemeleri…” Bunu söylerken hakikatle bağımızın kurulmadığına işaret ediyor. O bağı oluşturmak ve yüzleşerek aslında ne olduğunu anlatmak, hakikatle yeniden bağ kurabilmenin tek yolu.

MİT’in eski daire başkanlarından Mehmet Eymür’le yaptığınız söyleşiyle birlikte birçok derin suikast ve benzeri konu yeniden konuşulmaya başladı. Eymür açık açık “işkenceyi” kabul etti, dahası anlattı. Başta hafızadan bahsettik, Türkiye’de bazı kanlı olaylar unutulmadan yenileri ekleniyor onlara. Birçoğunun itirafı, ayrıntıları tıpkı bugünlerdeki gibi çeşitli çıkar çatışmalarında ortaya dökülüyor. Cezasızlık pratiğinin bu kadar “normalleştiği” bir ülkede unutmaktan, unutturmaktan ziyade, “alışmak” ve “alıştırılmak” söz konusu değil mi?

Başta da söylediğim gibi, cezasızlık kültürü zaten kendisini böyle gösterir. İhlâllerin olağan sayılması, meşru görülmesi esastır. Toplumsal meşruiyeti sağladığınız zaman artık eski meselelere yenileri eklense de bunun üzerinden hızla geçilir. En zoru alışmak, alıştırılmaktır, ama genellikle bunu yapmak isteyenler başarılı olur. Bütün ideolojik aygıtları kullanırlar zira. Bu nedenle hepimiz aslında uyuşmuş durumdayız. En duyarlılarımız bile kendileriyle mücadele etmek zorunda kalıyor.

En zoru alışmak, alıştırılmaktır, ama genellikle bunu yapmak isteyenler başarılı olur. Bütün ideolojik aygıtları kullanırlar zira. Bu nedenle hepimiz aslında uyuşmuş durumdayız. En duyarlılarımız bile kendileriyle mücadele etmek zorunda kalıyor.

Kayıp Adalet’e ve Yaralı Hafıza’ya bakıldığında, elbette 12 Eylül, Hrant Dink ve Gezi gibi davalar da var, ama ağırlıklı olarak Kürt sorununun sonuçlarıyla karşı karşıyayız. Barış olmayışı iki çalışmanın da çerçevesini kalın çizgilerle çiziyor. Adalet mekanizmasının işleyişi ile barışın tesis edilmesi arasında bir bağlantı kurmak mümkün mü?

Barış sözcüğü de yasaklı, sevilmeyen sözcüklerden. Barış dendiğinde akla sadece devletle örgütün masaya oturup pazarlık yapması geldiğinden belki. Oysa mesele çok daha derin. Barışı sağlayabilmek anlayabilmekten geçiyor. Çocuklarını kaybetmiş annelerle diyalog kurmaktan geçiyor. Bugün Türkiye’nin hemen her ilçesinde gencecik insanların mezarları var. O insanların yakınlarıyla görüştüğünüzde, siyasi iktidarın çözüm sürecini yürüttüğü dönem başka, milliyetçi, militarist söylemleri yükselttiği zaman başka yanıtlar alıyorsunuz. Yüzleşmek bütün taraflarla, bütün aktörlerle, bütün eylemlerle yüzleşmeyi gerektiriyor. Bu da barışa giden yolun diyalog ve dilden geçtiğini gösteriyor. Yeni bir dil kurmadan bunu sağlayabilmek mümkün değil. Adalet mekanizması da bunun bir parçası. Çocuğu güpegündüz kapısının önünde vurulan bir anne, cezasızlıkla karşılaştığında başka bir kelimeyi, cümleyi ne kadar duyabilir? Buna rağmen duymaya gayret edenler de bu insanlar. Adaletle barış arasında mutlak bir korelasyon olduğunu düşünüyorum.

Yaralı Hafıza’da hep kadınlar soruyor adalet arayanların ailelerine. Bu seçim özellikle mi yapıldı?

Özellikle yapıldı. Adalet mücadelesini yürütenler çoğunlukla kadınlar. Ve o mücadeleye en güçlü biçimde omuz veren hak savunucularının, avukatların, gazetecilerin önemli bir bölümü de kadın. Yaralı Hafıza’da sadece yürütülen yargı mücadelesini değil, evde olup bitenleri, sokakta yaşananları, bir ömrün nasıl geçtiğini de anlatmak istedik. Bütün ömrü mücadeleyle geçen kadın ya da erkek tanıkları, bütün ömrü mücadeleyle geçen kadınlardan daha iyi kim anlatabilir ki? Daha derinden anladıklarını ve aktardıklarını da kitapta görebiliyoruz zaten.

ALTI ÇİZİLİ SATIRLAR

Adaletsizliğin yaraları

Yaralı Hafıza Özlem Akcan, Pelin Buzluk, Mehtap Ceyran, Sevilay Çelenk, Mehveş Evin, Hanife Kardelen Işık, Sibel Oral ve Pınar Öğünç’ün, Kayıp Adalet Kemal Göktaş, Burcu Karakaş, Karin Karakaşlı, Levent Pişkin, Gökçer Tahincioğlu, Ali Duran Topuz, Yıldırım Türker, Murat Uyurkulak’ın yazılarından oluşuyor. İletişim Yayınları’ndan çıkan Yaralı Hafıza ve Kayıp Adalet’ten altını çizdiğimiz satırlar…

“Hayatlarımızı bırakıp göç ettik”

1972’de Dersim’in bir köyünde doğuyor Gülsüm Elvan. 1994’te köyler askerler tarafından yakılınca İstanbul’a göç ediyor. ‘Çok gençtim, yirmi iki yaşında filandım herhalde köyümden göç etmek zorunda kaldığımda. İstanbul’a geldiğimde bir şeyimi kaybetmiştim, içsel bir şeyimi veya ben bir şeyin içinde kaybolmuştum ama ikisinin de tam olarak ne olduğunu anlatamam. Üstelik hayvanları otlatmaya götürdüğüm meralar, gölgesinde oturduğum ağaçlar bir hayli uzaktı artık. Köyler nasıl yakıldı, tanıdığım bazı insanlar nasıl öldürüldü… Hayatımın bir yarısı o çok uzak gibi görünen geçmişte’ diyor. Köy yakmalar sırasında, orada yaşananlardan haberdar olup olmadığını merak ediyorum. Gözlerimin içine bakıyor. Ne yaşandıysa hepsini biliyor. İnsanlara bok yedirildiğini, işkence edildiğini, öldürüldüğünü, hayvanların diri diri yakıldığını, kadınlara tecavüz edildiğini… Yutkunuyor. ‘Bizim köyümüz yakılmadı, zaten çoğumuz evimizi, hayatlarımızı bırakıp göç ettik’…

(Yaralı Hafıza, “Geleceği Kaybettim”, Mehtap Ceyran)

“İki tür kaybetme var”

… ‘İki tür kaybetme var. Allah’ın emriyle olan zorumuza gitmedi ama…’ derken Abdüaziz Altınkaynak’ın bakışları uzaklara kayıyor, cümlenin devamını getiremiyor. Nasıl getirsin? Oğlu kaybettirildikten tam 20 yıl sonra, kemiklerini bizzat elleriyle kuyudan çıkaran bir baba o… Abdülaziz ve Hayat Altınkaynak, 1993 yılında Bağözü köyünün boşaltılmasıyla Dargeçit merkeze göçen ailelerdendi.

(Yaralı Hafıza, “Dar Geçit Jitem Davası”, Mehveş Evin)

“Gün gelir çocuk ölümlerinden bu coğrafyanın tarihi yazılır diye”

Bu ‘münferit’ makamında işlenmiş cinayetlerden Şırnak ve ilçelerinde iki-üç değil 2018 yılına kadar gidebilen kayıtlardan 10 yıl içerisinde en az 76 çocuğun öldüğünü biliyoruz. Ya polis kurşunu, gaz bombası ya da zırhlı araç çarpması sonucu.

Tarihe kayıt düşmek için; adlarını hiç değilse ortak bir mezar taşından yüzümüze bakması için listesini buraya bırakalım. Gün gelir çocuk ölümlerinden bu coğrafyanın tarihi yazılır diye.”

(Kayıp Adalet, “Devlet Dersinde Öldürülen Çocuklar”, Yıldırım Türker)

“Bir bakmışsınız koca ülkenin başına çığ düşmüş”

Adaletsizlikle son bulan her dava, kartopu kılıklı taştır. Hukuk süslü bir suç. Suçu örtbas etmek suçtan da beter. İlk başta her dava ölüm misali düştüğü yeri yakan ateştir. Ama konu insanlığa karşı suçlara geldiğinde, cezasızlıkla sonlanan ya da zamanaşımına terk edilen dosyalar sadece başa çarpan taşlı kartopu olmakla da kalmaz; o kartopu gider sinsice kımıldatır kar yığınlarını. Bir bakmışsınız koca ülkenin başına çığ düşmüş.”

(Kayıp Adalet, “Vartinis’le Bulalım Allah’tan Cezamızı”, Karin Karakaşlı)

^