AKDENİZ VE EGE YANGINLARI BİZE NE DİYOR?

Söyleşi: Ayşegül Oğuz, Saner Şen
19 Ağustos 2021
29 Temmuz'da Muğla Marmaris'te başlayan yangın günlerce söndürülemedi (Fotoğraf: İHA)
SATIRBAŞLARI

28 Temmuz’da Manavgat, 29 Temmuz’da Muğla’da, farklı noktalarda birbiri ardına başlayan yangınlar giderek yayıldı; bu durum ilk günlerde bir sabotaj spekülasyonuna da sebep oldu. Aynı esnada Akdeniz çevresinde, Güney Avrupa’da başka ülkelerde de benzer yangınlar çıkıyordu. Böyle büyük yangınların eş zamanlı çıkması mümkün mü? Son yangınları geçmiştekilerden farklı kılan özellikler var mı?     

Erdoğan Atmış: Yangın sayısı bakımından önemli bir fark yok. Daha önce de aynı gün onlarca yangının çıktığı oldu. Orman Genel Müdürlüğü yangın konusunda tecrübeli bir kurum. “Bir günde bu kadar yangın çıkar mı”, “bunlar sabotaj, terör eylemi” gibi cümleleri önce troller ortaya attı. Fakat Orman Mühendisleri Odası’nın, iktidara yakın işçi ve memur sendikalarının basın açıklamalarının daha ilk maddesi de bu yangınların terör saldırısı olduğu yönündeydi. Bunlar iktidarın yangınla mücadeledeki başarısızlığını perdelemek için ortaya sürülmüş laflar. Yangınlar devam ederken nedenini belirlemek çok zordur. Yangınlar bitecek, uzmanlar, güvenlik güçleri araştırmalarını yapacak, ondan sonra yangınların nedeni ortaya çıkacak. Türkiye’de çok sayıda yangının başladığı gün Akdeniz kuşağında bulunan Yunanistan, Portekiz, İtalya, İspanya’da da, hatta onların kuzeyinde bulunan bazı Avrupa ülkelerinde bile çok sayıda yangın aynı anda çıktı. Yunanistan’da aynı gün 131 yangının çıktığı söyleniyor. Bu ülkelerde yangınların nedeni olarak terör mü gösterildi? Hayır. Tartışacağımız öncelikli konu böyle spekülasyonlar değil, bu yangınların neden çıktığı ve bizim bu yangınları neden söndüremediğimiz.

Eskiden de bu topraklarda aynı anda otuz-kırk yangın çıkıyor, ama bunlar söndürülüyordu. Son yıllarda yangın söndürmede büyük bir başarısızlık var. Yangınlar söndürülemiyor, büyüyor. Önceki yıllarda ortalama 8-10 bin hektar orman yanarken geçen yıl 21 bin hektarlık alan yandı. Cumhurbaşkanlığı’nın, Tarım ve Orman Bakanlığı’nın, Orman Genel Müdürlüğü’nün “geçen yıldan bu yana değişik bir durum var, yangınlara karşı çok daha ciddi önlemler almalıyız” demesi gerekirdi. Yangınla mücadelede öncelik yangını önlemeye yönelik çalışmalardır. Yangın çıktığındaysa en erken müdahaleyle söndürmeye çalışırız. Zamanında müdahale edemezsek ve yangın büyürse, onu söndürmenin pek imkânı yoktur. Orman Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre, son beş yılda çıkan yangınların yüzde 51’inin nedeni tespit edilememiş. Yangınların yarısının nedenini bilmiyoruz ki önlemini alalım! Bu yangınların nedenlerini yüzde 90 oranında belirleyebiliyor olmalıydık. Bu çalışmaları yapmıyoruz. Çoğu dosyanın üzeri kapatılıyor. Yangınların bazıları sabotaj da olabilir, ama bunu araştırma yapmadan belirleyemeyiz. Geçmişte, yılda ortalama 2.500-3.000 yangın oluyordu, bunların sadece beşi-altısı, yani binde 2 ya da 3’ü terörle ilişkiliydi. Yangınları bu noktaya getiren sadece iktidarın yangınla mücadeledeki yanlış uygulamaları değil, ormanları bir ekosistem olarak değil de kazanca dönüştürülecek bir arsa, arazi olarak gören yanlış ormancılık politikalarıdır.

Peki bunca yangın sizce neden, nasıl çıktı?

Son beş yılda çıkan yangınların yüzde 51’inin nedeni tespit edilememiş. Yangınların yarısının nedenini bilmiyoruz ki önlemini alalım! Bu yangınların nedenlerini yüzde 90 oranında belirleyebiliyor olmalıydık.

Ormancılık örgütü ve bu alanda çalışan akademisyenler her sene 15-20 Temmuz’dan sonra orman yangınlarının artmasını bekler. Çünkü yaz ayları kurak geçer, büyük bir nem açığı oluşur, ormanlardaki, meralardaki çayırlar, otlar, bitkiler kurur. Yangın için bütün koşullar hazır hale gelir. Son yıllarda yaz ayları iklim değişikliğinin etkisiyle daha da kurak geçiyor. Böyle bir ortamda bir kibrit atsanız, benzin dökmüşsünüz gibi parlar. Bu durumda insanları ormanlara sokar, ormanla etkileşimi artırırsanız, insanlar kırılan şişelerin camını, sigarasını atar, yaptığı mangalın külünü öylece terk ederse, anız ateşini söndü diye bırakırsa… Böyle birçok nedenden yangın çıkabilir. Son yıllarda yanlış ormancılık ve şehircilik politikaları nedeniyle kentte yaşayan insanlar ormanların bir parçası haline getirildi, ormanla etkileşim artırıldı. Bu da orman yangını riskini çoğaltıyor.

Ormanla etkileşimin artması neden ve nasıl oldu?

Ormanlar ağaçların, hayvanların, bitkilerin yaşaması gereken bir yerken biz insanlar onların komşusu olduk. 1973’ten bu yana 620 bin hektar orman arazisi orman özelliğini kaybettiği gerekçesiyle 2B ile orman statüsü dışına çıkarıldı. 2012’de yapılan bir düzenlemeyle orman dışına çıkarılıp hazineye devredilmiş yerler 2B uygulamasıyla öncelikli olarak işgalcilerine satıldı. Bu işgalciler arasında büyük müteahhitlik şirketleri, bankalar vardı. Onlar bu alanlara villalar yaptı, büyük yerleşim alanları kuruldu. Bunun yanında, ormanlar turizm amaçlı otellere, golf sahalarına dönüştürülüyor, altın, bakır, kömür, mermer vs. çıkarmak için maden sahası haline getiriliyor. Termik santraller, rüzgâr santralleri, hidroelektrik santralleri gibi enerji santralleri yine ormanlık alanlarda kuruluyor. Elektrik iletim hatları, yollar, havalimanları, eğitim, sağlık, katı atık tesisleri yapılıyor. ‘80’li yıllarda Özal’la birlikte neoliberal ekonomiye geçtikten sonra ormanlara “buradan nasıl gelir elde edebiliriz?” diye bakılır oldu. Ormanların turizm amaçlı tahsis edilmesine, bu alanlardaki yetkinin Turizm Bakanlığı’na verilmesine Turizmi Teşvik Kanunu’yla 1982’de başlandı. Toplam 748 bin hektar orman alanını bu tür ormancılık amacı dışı faaliyetlere ayırdık. İşin tuhafı, bu alanlar kâğıt üzerinde hâlâ “orman” olarak geçiyor. Sonra da “ormanlarımız artıyor” diyoruz. Bu 748 bin hektar alan orman envanterinden düşülmemiş ki! Orman ekosistemi niteliğini kaybetmiş bu alanları orman alanı olarak kabul ederseniz, tabii ki ormanlarınızı artırdığınızı iddia edersiniz. Buralardaki insan faaliyetlerini göz önüne alınca, bu alanları tekrar orman ekosistemine döndürmemiz çok zor.

Ormanlar ağaçların, hayvanların, bitkilerin yaşaması gereken bir yerken biz insanlar onların komşusu olduk. 1973’ten bu yana 620 bin hektar orman arazisi orman özelliğini kaybettiği gerekçesiyle orman statüsü dışına çıkarıldı. Bu yerler öncelikle işgalcilerine satıldı. Bu işgalciler arasında büyük müteahhitlik şirketleri, bankalar vardı.

Son olarak yaylalardaki kaçak yapılaşma resmileştirildi. Yaylalardaki, orman sınırlarındaki yerleşim sayısı patladı. Bunlar da yaban hayatıyla insan etkileşimini artırdı. Ayrıca, insanlar turizm, spor, piknik gibi rekreasyon aktiviteleri için orman alanlarını tercih etmeye başladı. Ormanların yangına en açık olduğu temmuz, ağustos, eylül aylarında çok sayıda insanı ormanlarda barındırıyoruz. Bu durumda yangın çıkmaması mümkün mü?

Nem açığının en yüksek olduğu gün ve saatte aynı anda onlarca ayrı yangın çıkabilir. Bu ihtimal her zaman var. Öncelikle, riskli bölgelerin kesinlikle yapılaşmaya açılmaması gerekiyordu. Bunun dışında, bu alanların bu riskli dönemde rekreasyonel faaliyetlere kapalı olması gerekiyordu. Yapıldı mı? Hayır.

Küresel ısınmadan en çok etkilenen bölgelerden biri Akdeniz havzası. Bölgede çıkan yangınlarda orman ekosisteminin önemli bir parçası olan kızılçam ormanları yok oluyor. Bu ormanların yok olması nasıl bir ekolojik sonuç doğuracak?

Kızılçam ormanları ülkemizdeki en yaygın ağaç türlerinden biri. 22 milyon 900 bin hektar orman alanımız olduğu söyleniyor. Bunun yüzde 25’ini, yani yaklaşık 5,5 milyon hektarlık alanı kızılçam ormanları oluşturuyor. Meşeden sonra en yaygın ağaç türümüz. Birileri “Amerika’dan gönderildi” falan diyerek bir anda kızılçama düşman kesildi. Kızılçamlar bu coğrafyada milyonlarca yıldır yaşıyor. Çok değerli bir ağaçtır. Hele ki iklim değişikliği şartlarında, bu kurak topraklarda en olması gereken türlerdendir. Kızılçamlar milyonlarca yıldır defalarca yanmış olsa da kendilerini yenileyebilmişlerdir. Kimsenin yanan alanlara gidip fidan dikmesine, tohum atmasına gerek yok. Kızılçamlar yangından sonra kendini en iyi koruyan, kendini en iyi şekilde tekrar var eden ağaç türüdür. Yangın riski olan yerlerde çokça tercih edilir. Bazı uzmanlardan bile “yanan alanlara meşe, ceviz, zeytin gibi ağaçlar dikelim” önerisi gelince insan gerçekten üzülüyor. Yanan kızılçam ormanlarına dokunmazsanız, etrafını çevirip insan ve hayvan girişini engellerseniz, ama beş-on yıl, ama elli yıl sonra orman kendini yeniler, yangından önce var olan habitatı, yaşam ortamını tekrar oluşturur.

Muğla Milas’ta yangın kontrol altına alınmaya çalışılıyor (Fotoğraf: Cansu Yıldıran)

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) 6. Değerlendirme Raporu’nu 9 Ağustos’ta yayınladı. Önlem alınmadığı takdirde 21. yüzyılda 2°C’lik küresel ısınmanın aşılacağı uyarısında bulunuluyor. Bu Türkiye orman ekosistemi açısından ne anlam ifade ediyor? Raporda korunması gereken “yutak alanlar” olarak işaret edilen ormanların, meraların, su kaynaklarının Türkiye’de hızla yok oluşu bize ne söylüyor?

Bu, orman ekosistemleriyle birlikte bütün yaşamın üzerindeki tehdidin arttığını gösteriyor. Aynı zamanda küresel sermayeye hizmet etmek adına doğal kaynaklarını peşkeş çeken ülke yönetimlerine de çok ciddi bir mesaj veriyor. Türkiye’nin doğa koruma ve “kalkınma” politikaları arasında oluşan büyük uçurumu onarması için önemli bir uyarı. İklim değişimine uyum sağlayacak politika ve uygulamaları hayata geçirmek için daha ne bekleniyor? 

Yaşadığımız felaketin boyutunu ve soruşturma sonuçlarını nasıl öğreneceğiz? Yanan yerlerle ilgili nasıl bir çalışma yapılacak?

Ne kadar orman alanının yandığı uydu görüntüleriyle tespit edilebiliyor. Bunun için sahada yapılacak ölçüm ve gözlemlere gerek yok artık. Fakat yangını söndürdükten sonra sahaya gidersin, etrafın nasıl yandığını, yani tepe yangını mı, örtü yangını mı, yangının çeşidini anlarsın. Yangından etkilenen ağaç, hayvan ve bitki türlerini belirlersin. Ormanın kendini onarıp onaramayacağını, yeniden orman haline dönüşüp dönüşemeyeceğini tespit etmeye çalışırsın. Belki sahada yanmış ya da yarısı yanmış odun ve ağaçlar çıkarılacak, o sahalarda odun üretimi olacak. Trajik bir şekilde, bu çıkarılan odunlar artan odun üretimi rakamlarına dahil olacak. Sene sonunda da “hedeflediğimiz yıllık odun üretimi miktarına başarıyla ulaştık” şeklinde kendini öven açıklamalar yapılacak. Orman Genel Müdürlüğü’nün odun üretimini son yıllarda fahiş biçimde artırdığı gerçeğini hatırlamakta yarar var.

748 bin hektar orman alanını ormancılık dışı faaliyetlere ayırdık. İşin tuhafı, bu alanlar kâğıt üzerinde hâlâ “orman” olarak geçiyor. Sonra da “ormanlarımız artıyor” diyoruz. Orman ekosistemi niteliğini kaybetmiş bu alanları orman alanı olarak kabul ederseniz, tabii ki ormanlarınızı artırdığınızı iddia edersiniz.

Yanmış bir alanda odun üretimi nasıl yapılır?

O alanda bütün ağaçlar yanmış değildir. Ağacın iki tarafı değil, bir parçası yanmıştır. Zaten oradan çıkanların birçoğu tomruk olmayacak. Ama lif levha endüstrisinde kullanmak için uygun formda olacaklar.

Tepe ve örtü yangınları ne demek?

Biri ağacın çatısında olan yangın, diğeri ağaca fazla bulaşmadan sadece ot, çayır, funda, fidan vb. bitki örtüsünü etkileyen yangın. Yangının çeşidini belirledikten sonra oradaki zarar ve kayıp anlaşılır. Bu alanlarda hemen müdahaleye gerek olmayabilir. O durumda, etrafını çitle çevirip bölgeyi insanların ve hayvanların girişini engelleyecek şekilde koruma altına almanız ve ormanı kendi başına bırakmanız yeterlidir. Ama bu mümkün değilse, toprak işlenecek ve ağaçlandırılmaya hazırlanacak, tekrar tohum ya da fidanın yetişeceği hale getirilecektir. Yangın sonrası toprak sıkıştı, toprağı havalandırmak mutlaka gerekecektir. Bu sadece yangın olduğunda değil, bütün ağaçlandırma faaliyetlerinde yapılan bir çalışmadır.

Çam ormanının kendi haline bırakılmasının en doğru rehabilitasyon yöntemi olduğu görüşüne siz de katılıyor musunuz?

Zaten yapılması gereken öncelikle bu. Ancak alanın kendini yenileyemeyeceği tespit edilirse müdahale gerekecektir. Alanın kendini yenileyemeyeceği derken, yanlış anlaşılmasın, 15-20 yılda yenilenmeden bahsediyorum. Sonuçta, yanan bir orman belki elli, belki de yüz yılda kendiliğinden mutlaka tekrar orman ekosistemine dönüşür. Geçmişinde orman olan bir alan, eğer üzerine beton dökülmediyse, kendiliğinden mutlaka orman haline gelir. Ama bu süre uzayabilir. Bir yerin doğal ekosisteminin korunması için yanan ormanların aynen bırakılması, bu alanlara hiçbir şekilde müdahale yapılmaması gerektiğini düşünüyorum. Fakat ne yazık ki o kadar sabrımız olmadığı, kamuoyu uzun yıllar bekleyemediği için o sahalarda yeniden ormanlaştırma çalışmaları yapılmak zorunda kalınıyor. Ama başka ağaç türleri dikmek yerine, o alandaki ekosisteme uygun bitki ve ağaç türleri getirilmeli. Bu ağaçların fidan ya da tohumlarını çok uzaklardan ya da yükselti farkı çok olan yerlerden getirmemek gerekir. Yanan alan yüksek bir yerse ovadan fidan ya da tohum getirerek ağaçlandırma olmaz. O ekosisteme ve coğrafyaya uygun, aynı orijinden tohum veya fidanlarla yeniden ormanlaştırma çalışmaları yapılmalı.

Marmaris: Kızılçam ağaçları 23 milyon yıldır yangınlarla evrimleşiyor ve Doğu Akdeniz havzasında yaşıyor (Fotoğraf: Anıl Olcan)

Orman Genel Müdürlüğü Ağaçlandırma Dairesi’nin bu bölgelerde yüzde 30’a kadar geniş yapraklı ağaçlarla ağaçlandırma faaliyeti planlaması doğru bir tercih mi? Yanan makiliklerde bir çalışma yapılacak mı?

Geniş yapraklı ağaçlar iğne yapraklı ağaçlara göre yangına daha dayanıklıdır. Bu bakımdan yangın riski yüksek bölgelerde ibreli ve geniş yapraklı ağaç türleri tercih edilir. Bu, yangınların hızla yayılmasını önlemek için bir önlemdir. Bu uygulamada uygun tür seçimi yapılırsa ekosistemi tamamlayabilir. Bir yıl bir orman için uzun bir süre değil. Doğal orman ekosisteminin devamlılığını düşünüyorsak gerekirse on yıl da beklenebilir.

Antalya Manavgat’ta 60 bin, Muğla’da 65 bin hektardan fazla alan küle döndü. Bu alanların uzun süre ağaçsız kalacak olmasının ormanlarda yaşayan diğer canlılar için etkisi nasıl olacak?

Ekstrem rakamlardan bahsediyoruz. 2008’de Antalya Serik, Taşağıl’da 20 bin hektarın üzerinde ormanı etkileyen yangın en büyük yangınımız olarak kabul ediliyordu. Bu yıl, orman yangınları açısından tarihe geçti. Bu kadar büyük bir alanın yanması, canlı yaşamının sadece bitkiler için değil, hayvanlar için de yok olması demek. Böyle büyük bir yangından hayvanların kaçabilmesi pek mümkün değil. Bu, orada büyük bir yıkım var demektir. “Kızılçamları bırakalım, tekrar kendini var eder” derken bu yıkımı hafifletmek için söylemiyoruz. Kızılçam ağaçları toprak üzerinde kalan kozalak ve tohumlardan tekrar sürgün verir ve kendini var eder demek istiyoruz. Bu alanlar için hemen ağaçlandırma kampanyaları yapmaya gerek olmadığını söylemeye çalışıyoruz. İktidarın söylemi bu alanların ağaçlandırılacağı şeklinde. “Bilmem kaç milyar ağaç diktik” diyorlar. O diktikleri fidanların çoğu ormana dönüşmedi. Bizim itirazımız buraları hemen zeytinle, bademle ağaçlandırmayı önererek konuyu saptıranlara karşı. Yoksa çok vahim bir durumdayız. Ne yazık ki yanan bölgelerde ekosistemin yeniden oluşması ve ekolojik zincirin tekrar kurulması uzun yıllar alacak. 

Nem açığının en yüksek olduğu gün ve saatte aynı anda onlarca ayrı yangın çıkabilir. Bu ihtimal her zaman var. Öncelikle, riskli bölgelerin kesinlikle yapılaşmaya açılmaması gerekiyordu. Bunun dışında, bu alanların bu riskli dönemde rekreasyonel faaliyetlere kapalı olması gerekiyordu. Yapıldı mı? Hayır.

Sydney Üniversitesi’nin araştırmasına göre Avustralya yangınında 1,25 milyar canlı kıyımı olmuş. Türkiye için bir tahminde bulunmak mümkün mü?

Tarım ve Orman Bakanlığı tarafından genel anlamda bir çalışma olmayacaktır. Ama yaban hayatı çalışan uzmanlar bazı sahalarda gerekli çalışmaları mutlaka yapacaktır. Ama tabii şu var; biyoçeşitlilik ve yaban hayatı konusundaki envanter çalışmalarımız yetersiz. Bu çalışmalar belli üniversitelerde sınırlı sayıda uzman tarafından yapılıyor, ama kurumsal çalışmalar, korunan alanlar ve ormanlarda izleme çalışmaları yok denecek kadar az. Hangi hayvan türleri nerede yaşıyor gibi konuları kâğıt üzerinde değil, devamlı izleyerek raporlamak gerekiyor. Bizde ormancılık çalışmaları daha çok odun üretimine yoğunlaşmış durumda. Bir ara epey bir mücadeleyle bundan kurtulmuştuk, ormanların sağladığı diğer ekosistem hizmetlerinin de yönetim planlarına girmesini sağlamıştık. Ama son yıllarda ormanlar ya odun elde etmek için ya da madencilik, enerji, turizm gibi ormancılık dışı amaçlar için yönetiliyor. Yaban hayatı, bitkiler, ekosistem, biyolojik çeşitlilik gibi konuların envanter ve izlenmesinde yıllardır yol alamıyoruz. Yangınlardan sonra oluşan can kayıplarının tespitinde birkaç bilim insanının belli sahalarda yaptığı çalışmalardan öteye geçilemiyor.

Küresel ısınma bu yangınlarda ne derece etkili? Son yangınlar bu sorunla ilişkilendirilebilir mi?

İkim değişikliği ve küresel ısınma yangın sayısının ve yanan alan miktarının artmasında tabii ki etkili. Ama ben burada bir tehlike görüyorum. Geçen yıl Giresun’da bir sel oldu. Eski Çevre ve Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki “bu seller küresel ısınmadan oluyor” dedi. Küresel ısınma, iklim değişikliği geniş halk kitleleri için hâlâ soyut kavramlar. Genel bir kabul görmedi bu kavramlar ne yazık ki. Sanki bu uzaydan gelen bir şeymiş gibi “ne yapalım işte, geldi” tavrı göstermek, eskilerin “ne yapalım, kader” demesi gibi. Yetkililerin bunu söyleme hakkı yok. Küresel ısınmanın antroposen dönemde fosil yakıtların tüketimi, ormanların kesilmesi, okyanusların kirletilmesi, mercanların yok edilmesi, kentlerin betonlaşmasıyla, yani insan etkisiyle, iktidarların yanlış politikalarından, yanlış tercihlerinden kaynaklandığını anlatmamız gerekiyor. Dünyada pek çok politikacı ülkesinin doğal varlıklarını tamamen sermayenin hizmetine sunuyor. Mesela Brezilya’da ormanlar hayvan yetiştirmek, daha fazla tarım yapmak ya da maden çıkarmak amacıyla devletin gözetiminde kesiliyor, hatta yakılıyor. Ormanlar yok oldukça iklim değişikliği de artıyor ve bunun sonucu olarak ormanlar daha da çok yok oluyor. İklim değişikliğinin nedenlerini konuşmamız gerekiyor. Bir politikacı bu gerçeği perdeleyecek şekilde “bu felaketlerin nedeni küresel ısınma” dediği zaman eksik kalıyor. İklim krizinin sorumlusunun küresel sermaye ve buna hizmet eden ulusal iktidarlar olduğunu açık bir dille söylememiz gerekiyor.

Rize, Senoz, HES boru hatları… (Fotoğraf: Saner Şen)

Sel konusu açılmışken, önce Doğu, sonra da Batı Karadeniz bölgesi büyük sel felaketleriyle karşı karşıya kaldı. Son yıllarda şiddetlenen sel baskınlarının HES ve HES’leri besleyen su taşıma hatları inşaatlarında yapılan ağaç kesimleriyle ilişkisi var mı?

Sel ve taşkınların felakete dönüşmesinin nedenleri arasında HES’lerin yanısıra ormanlarda yapılan aşırı odun üretimi, yaylalardaki yapılaşma, kırsal alanda yapılan, tekniğe uygun olmayan yolların suların akış yönünü değiştirmesi ve yaka sellerine neden olması, ormanların yok edilerek maden ocakları gibi ormancılık dışı amaçlara tahsis edilmesi de var. Akarsuların arazi kazanmak için beton kanalların içine hapsedilmesi, kazanılan bu arazilere, yani dere yataklarına konut ve işyerleri yapılması, hatta yeni belde ve ilçeler kurulması söz konusu. Bunların hepsini bir arada değerlendirdiğimizde yanlış arazi kullanımının sonuçlarıyla karşılaşıyoruz.

Yunanistan, Kanada, ABD, Avustralya gibi coğrafyalardaki büyük yangınlarla Türkiye’dekiler benzerlik taşıyor mu?

Artık yangınlar hızla yayılıyor ve durdurulamıyor. Çünkü dünya önceki yıllardan çok daha kurak. Yangınlara erken müdahale edilemezse önlenemiyor. Bu durumda yangının bir göle, kayalık, dağlık bir alana gelip şiddetini azaltması bekleniyor, ancak ondan sonra havadan ve karadan müdahaleyle kontrol altına alınabiliyor. Bazı yerlerde de dozerler, greyderlerle ağaçlar sökülerek yangının sıçraması önleniyor.

Ama ormanlarımızı Avustralya’daki, Amerika’daki, Kanada’daki ormanlarla karşılaştırmayalım, oralarda çok daha büyük ormanlar var. Bizim ormanlarımız bugüne kadarki yanlış uygulamalarla çok parçalanmış olduğu için, yangınların doğal sınırına gelmesi o kadar uzun sürmüyor. Bizim yangını erken tespit etmede, erken müdahalede eksikliklerimiz var. Bizdeki asıl problem yangınla mücadeledeki organizasyonel yapının son yıllarda bozulmuş olması. Bunun birçok sebebi olabilir: Helikopter ve uçaklardaki eksiklikler, bunların ihale sistemindeki yanlışlık, Türk Hava Kurumu uçaklarının devre dışı bırakılması; yangın işçilerinin tecrübesiz olması, yıllık değil mevsimsel işe alım, eğitimlerin iyi verilmemesi; ormancılık örgütünde bilgi sahibi ve tecrübeli yöneticilerin partizanca uygulamalarla görevlerinden uzaklaştırılması gibi birçok şey söylenebilir…

Kızılçamlar bu coğrafyada milyonlarca yıldır yaşıyor. Çok değerli bir ağaçtır. Hele ki iklim değişikliği şartlarında, bu kurak topraklarda en olması gereken türlerdendir. Kızılçamlar milyonlarca yıldır defalarca yanmış olsa da kendilerini yenileyebilmişlerdir.

Aslında, Türkiye’de son yıllarda yangınların sayısında çok büyük artış yok. 2008-2011 arasında önceki yıllara göre belirgin artış olmuş. Sonraki yıllardaysa yangınların sayısında değil, yanan alan miktarında çok ciddi bir artış var. 2016-2020 arasında yanan alan miktarı, 2010-2015 arasına göre yüzde 85 daha fazla! Bu çok önemli. Yangın başına düşen yanan alan miktarı yangınları değerlendirmede, yangınla mücadelede, müdahalede başarıyı gösteren bir kriterdir. Bu oran önceki beş yıla kıyasla yüzde 72 artmış. Son yıllarda orman yangınlarına karşı müdahalede ve mücadelede çok başarısızız. Bunu Orman Genel Müdürlüğü’nün resmi rakamları söylüyor. Tarım Orman Bakanlığı’nın hemen devreye girip önlem alması gerekiyordu, almadılar. Yangınla mücadele için ayrılan bütçe de kısıtlandı, bunun da etkisi olmuştur.

Türkiye’de ormanların parçalandığını, bu yüzden yangının doğal sınırlarına ulaşmasının uzun sürmediğini söylediniz. Bu ne demek, nasıl parçalandı ormanlar?

Ormanlarımız 1950’li yıllarda tarımsal amaçla çok parçalanmış. Yaşar Kemal’in Yanan Ormanlarda 50 Gün adlı bir röportaj kitabı var. Yaşar Kemal Hatay’dan Muğla’ya kadar yol üzerindeki Yörük çadırlarında kalarak, orman köylülerine konuk olarak Torosları gezmiş, bölgedeki yangınların nedenini araştırmış, röportajını Cumhuriyet gazetesinde yayınlamıştı. Türkiye Ormancılar Cemiyeti de bu röportajı 1954’te kitap olarak basmıştı. O dönem daha çok orman köylüleri tarla açmak için, orman işletmesiyle anlaşmazlık sebebiyle ya da anız yakarken yangın çıkartıyordu. Bugün ormanlar farklı nedenlerle yanıyor.

Orman Genel Müdürlüğü verilerine göre, 2008’de 101 bin parça ormanımız varken, sadece 12 yıl sonra, 2019’da 158 bin parça ormanımız olmuş. Demek ki, büyük ormanlarımızı küçük parçalara bölmüşüz. Kimini 2B ile ayırmışız, kimine otel yapmışız, kimine maden tesisi, HES, RES yapmış, kiminden yol geçirmişiz. Ormanlarımızı paramparça etmişiz. Bu parçalanma orman alanlarında insan etkileşiminin yoğunlaşmasını doğuruyor. Bu etkileşim nedeniyle de yangınlar çıkıyor. Bu nedenle geçen yıl Hatay’da, bu sene Manavgat ve Muğla’da olduğu gibi yerleşim alanları da yanıyor. Hatta Muğla’da termik santralin yangından etkilenmesi söz konusu oldu. Bizdeki yangınlar boyut değiştiriyor. Daha önceleri ormanlık alanla birlikte bir-iki köy, ev, ahır yanarken şimdi kent merkezleri de yanmaya başladı. Bu, orman alanlarının işgalinden kaynaklanıyor. Peki bu değişimle ilgili bir planımız, projemiz var mı? Hayır, yok. Aslında Türkiye’deki orman yangınlarının parçalanma nedeniyle çok büyümemesi de gerekirdi. Yangınlarla mücadeledeki başarısızlığı gösteren bir boyut da bu.

Artvin, Deriner Barajı (Fotoğraf: Saner Şen)

İnsan etkileşimini azaltmak dışında yangınları önlemek için neler yapılabilir? Mesela Ukrayna’da havanın çok sıcak olacağına dair uyarı anonsları yapıldığı, bunun üzerine yer yer soğutma çalışmaları uygulandığını okuduk. Benzer önlemler alınabilir mi?

Geçtiğimiz yıllarda orman yangınlarıyla mücadelede mükellef diye bir olgu vardı. Orman köylerinin sınırlarında yangın çıkarsa, o köyün 18 yaşından büyük erkekleri kanun gereği bu yangınlara müdahale etmek zorundaydı. Söndürme çalışmasına katılmazlarsa hapis cezası tehdidi vardı. Mükelleflik kaldırıldı ve gönüllülük esasına geçildi. Tabii herkes yangına müdahale edemez, öncelikle eğitim alınması gerekir. Ama bu çalışmaların da ciddi yapıldığını sanmıyorum. Diğer yandan, özellikle bu sene Ege bölgesinde halkın yangınla mücadeleye yoğun bir katılımı vardı, o da yasaklandı, biliyorsunuz. Hatta yangına müdahale eden oyunculara hakaretler edildi. Aslında sivil toplumla, demokratik kitle örgütleriyle, yangınla mücadele konusunda daha kalıcı, eğitimlere dayanan işbirlikleri sağlanmalı. Tıpkı depremlerde olduğu gibi…

Geçen yılların aksine, bu seneki yangınlar başladığında ordu, jandarma, polis gibi diğer kurumları da göremedik. Geçen yıl 21 bin hektar orman yandıktan sonra Tarım ve Orman Bakanlığı teyakkuza geçip devletin bütün kurumlarını yangınla mücadele konusunda hazırlamalıydı. Yangına müdahale konusunda halka daha ciddi eğitimler verilebilir, malzeme sağlanabilir, yangına organize şekilde hep birlikte müdahale edilebilirdi.

Aslında Türkiye’de son yıllarda yangınların sayısında değil, yanan alan miktarında çok ciddi bir artış var. 2016-2020 arasında yanan alan miktarı, 2010-2015 arasına göre yüzde 85 daha fazla.

Sosyal medyada “biz müdahale edecektik, ormancılar engelledi” gibi şikâyetler görüyoruz. İnsanlar o yangından kendilerinin zarar görebileceğini hesaba katmadıklarından ormancı ormanın yanmasını istiyormuş gibi düşünüyorlar. Halkın ormancılarla birlikte çalışabileceği bir sistem kurulmadığı için bunlar yaşanıyor. Oysa kötü bir niyet yok. Sivil halk yangının söndürülmesine yardım etmeye gidiyor, orman teşkilatı çalışanları da onların can güvenliğini sağlamaya çalışıyor.

Saydığınız önlemler uygulanmazsa bizi gelecek sene nasıl bir tablo bekliyor?

Önümüzdeki yıl bir yana, şu an ağustostayız ve yangına uygun koşullar devam ediyor. Ağustos ayını, eylülün ilk haftalarını da kurtarmamız lâzım. Yağmurlar gelene kadar büyük tehlike altındayız. Şu âna kadar yaşadığımız kayıp çok ciddi, ama daha büyüklerini de yaşayabiliriz. Bu riski görmeliyiz. Çok acil tedbirler almamız gerekiyor. Devletin bütün kurumlarının ve halkın bu mücadeleye katılacağı ortak bir yapı oluşturmamız lâzım. Yangın mevsiminde riskli alanlara giriş yasaklanmalı; daha etkili bir iletişimle insanlarımızın o alanları kullanmamasını sağlayacak bir bilinç seviyesine gelmeliyiz. Buna rağmen o alanlara girmek isteyenler engellenmeli. Fakat şu anda kaç orman muhafaza memuru var ki? Jandarma devreye girecekse, onun da bu konuda eğitimli olması gerekiyor. Ayrıca, bu alanların kontrolü çok etkili bir şekilde sağlanmalı. Ateş çıktığı an görülebilmeli, karadan veya havadan gerekli müdahalenin kolayca sağlanabileceği bir altyapı oluşturulmalı. Bunun için sadece ormancılık örgütüne değil, aynı zamanda sivil halka düşen büyük sorumluluklar var.

Orman Genel Müdürlüğü ormanların odunundan, madeninden, mermerinden, turizminden epey bir gelir elde ediyor. Ama bunun ne kadarı orman yangınlarıyla mücadeleye ayrılıyor? Personel alımlarının güçlendirilmesi gerekiyor. Temmuz ayında insanlar işe alınıp çıkan ilk yangında “haydi koş yangına” denirse, yangında başarılı olamazsınız. Yangın işçileri yangın mevsiminden önce işe alınmalı, yangınlar çıkana kadar eğitim ve tatbikatlara katılmaları sağlanmalı. Yangınlardan sonra değil, daha yangınlar başlamadan, nisan, mayıs aylarında yangınlar konusuna kafa yormaya başlamalıyız.

Kozak Yaylası, altın madeni… (Fotoğraf: Saner Şen)

Orman altı örtüsünün birçok yerde çok yoğun olduğu ve buralarda çokça yanıcı madde bulunduğu, yeterli bakım yapılmamasının yangın kontrolünü zorlaştırdığı söyleniyor. Öte yandan, orman bölgelerinde hayvancılık yapan göçerler uzun zamandır engellerle karşı karşıya. Bazı uzmanların savunduğu bir teze göre, bu bölgelerde keçilerin dolaşması orman altı örtüsünün kontrolü açısından faydalı. Sizin görüşünüz ne?

Evet, Yörük Pervin (Çoban Savran) Hanım da bunu söylüyor. Halbuki bize “ormanların düşmanı keçilerdir” diye anlatıldı, otuz yıl önce okullarda böyle söylenirdi. Oysa hiç kimse düşman değil. Düşmanlık değil, dostluk düşüncesi üzerinden bir yapılanmaya giderseniz olur bu iş. Ormanlarda veya meralarda hayvanların otlatılması için belli planlar yapılıyor, yurtdışında bunun örnekleri var. Bu planları halkla birlikte yaparsanız olumsuz sonuçlarla karşılaşmazsınız. Bunun mevsimi önemli, belli tarihlerde kısıtlamalar getirilebilir.

Kuş gribi olduğunda tavukları yok ettiler, sonra kene arttı. Keçilerin yokluğu da ekolojik perspektiften aynı etkide bulunuyor. Ormanlarımızın bakımsız kaldığına katılıyorum. Son yıllarda orman bakımı artırıldı, ama odun üretimini çoğaltmak için yapıldı bu bakımlar.

Ormanın bakımı nasıl yapılır?

Ağaçlar daha fidanken bir metrekarede on fidan görebilirsiniz, ama bir süre sonra ağaçlar birbirini boğmaya başlar. Hepsi güneşe ulaşmak ister. Kimi büyümez, yamulur. Ormancılıkta, odun üretimi açısından en düzgün gövdeyi üretmeye çalışırsınız. Bir ağacın en düzgün gövdeye sahip olabilmesi için etrafındaki yamulmuş, düzgün gövde yapmayan ağaçları alırsınız ki diğerinin ışığı çoğalsın, çünkü aynı topratan, aynı su ve besinden besleniyorlar. Bu paylaşımı azaltırsanız, seçtiğiniz ağacın büyümesi kolaylaşır. Ormanlarda bu amaca yönelik çeşitli bakımlar vardır, gençlik bakımı, sıklık bakımı gibi. En güçlü ağacı ormanda bırakmaya çalışırsınız ki, o büyüsün, tohum versin ve varlığını sürdürsün. O arada eğri büyüyen, büyümeyen, yaralanmış ağaçlar sahadan çıkarılır. Bakım aynı zamanda oradaki bitki örtüsünün de temizlenmesidir. Ağaç tohum bırakacaktır, ama bırakacağı tohum toprakla buluşamıyorsa, bakımsız bir bitki örtüsü varsa, zeminin temizlenmesi gerekir ki tohum toprağa ulaşsın.

Yanan bir orman belki elli, belki de yüz yılda kendiliğinden mutlaka tekrar orman ekosistemine dönüşür. Geçmişinde orman olan bir alan, eğer üzerine beton dökülmediyse, kendiliğinden mutlaka orman haline gelir. Doğal ekosistemin korunması için yanan ormanlara müdahale yapılmamalı.

Ormanlarda sadece gençleştirme aşamasında değil, bakım çalışmaları sırasında da odun üretimi yapılır. Ormanlarda yapılan en önemli iki işten biri bakım, diğeri de gençleştirme çalışmalarıdır. Tabii odun üretimine dayanan bu çalışmalar ormancılığın geçmişine ait çalışmalar. Dünyada ormanlar odun üretimi dışında farklı ekosistem hizmetleri üretmeye yönelik olarak çalışıyor artık.

Orman Genel Müdürlüğü dünyadaki yeni ormancılık uygulamalarını, gelişmeleri ne kadar izliyor?

Orman Genel Müdürlüğü’ndede dünyayı takip eden birimler var, düzenli raporlar da hazırlıyorlar. Mesela Avrupa Bakanlar Konferansı (Forest Europe) sürecinde Türkiye de temsil ediliyor, Dünya Gıda ve Tarım Örgütü’ne Türkiye raporları gönderiliyor. Dünyayla Türkiye arasında bir koordinasyon var, ama bu çalışmalar genelde kâğıt üzerinde kalıyor. Ormancılık örgütünün politikalarını uluslararası gelişmeler değil, hükümet belirliyor. Ormanlar sermayeye hizmet edecek arazi parçaları, arsa olarak görülüyor. O nedenle odun üretimi son dört yılda yüzde 54 gibi rekor bir artış sağladı. Çünkü oduna ihtiyacı olan sektörler var, Orman Genel Müdürlüğü üretmese o şirketler bunu yurtdışından alacaktı. 2018 ve 2019 ekonomik krizleri sonrası döviz arttığı için maliyet artıyordu, ancak Orman Genel Müdürlüğü’nün ürettiği odun miktarı da yetersizdi. Bir lobi faaliyeti başladı ve Orman Genel Müdürlüğü kısa sürede odun üretimini yüzde 54 gibi rekor bir oranda arttırdı. Toplum veya ormanların yararına verilmiş bir karar değildi bu, o şirketlerin kârını artırmak için yapılan bir uygulamaydı. Sadece odun üretiminde değil, orman yönetimiyle ilgili birçok konuda sermayenin işleyişiyle ilgili herhangi bir aksaklıkta hemen mevzuat, yönetmelikler değiştiriliyor. Yayınlanan bir genelgeyle bu işlemlerin önü kolayca açılıyor. İklim değişikliğini ise kendi sorumluluklarının üstünü örtmek için bahane olarak kullanıyorlar. İklim değişikliği diyorsanız, bunun sebeplerinin farkına vararak bunları değiştirmeniz gerekiyor.

Ağustostayız, yangına uygun koşullar devam ediyor. Ağustos ayını, eylülün ilk haftalarını da kurtarmamız lâzım. Yağmurlar gelene kadar büyük tehlike altındayız. Şu âna kadar yaşadığımız kayıp çok ciddi, ama daha büyüklerini de yaşayabiliriz. Çok acil tedbirler almalıyız.

Bu arada, orman tahsislerine ilişkin bir şey söyleyeyim: İnsanların gidip görmediği ormanlarda kaç tane mermer, maden ocağı, rüzgâr enerji santrali, elektrik iletim hattı, yol, havalimanı yapılıyor, bundan sonra daha ne kadar yapılacak? TEMA Vakfı’nın bir çalışması var, ki bu bilgileri ilgili devlet kurumuna parasını vererek almışlar, devlete ait kurumların bu tür bilgileri akademiyle veya sivil toplum örgütleriyle paylaşmak için para istemesi çok garip. Bu bilgilere göre, Çanakkale, Muğla Artvin, Erzincan’ın içinde olduğu 14-15 ilimizin yüzde 70’i maden sahası olarak ruhsatlandırılmış durumda. Örneğin Kaz Dağları’ndaki ormanların yüzde 79’u madencilik amacıyla ruhsatlandırılmış. Kaz Dağları’ndaki milli parklar, tabiat parkları gibi korunan alanların yüzde 55’ine maden ruhsatı verilmiş. 2012’den 2020’ye kadar yılda ortalama sekiz bin hektar orman yangını çıkıyordu, ama 2012’den 2020’ye kadar 36 bin hektar orman alanı madencilik, otel, turizm gibi faaliyetlere tahsis edildi. Halkımız orman yangınlarına büyük tepki veriyor, çok güzel, ama yangın bitince unutuluyor bu tepkiler. Fakat iktidarın kolaylaştırdığı ve çeşitlendirdiği bu tür tahsisler her yıl orman yangınlarının dört buçuk katı orman alanını yok ediyor. Üstelik bu işlemler yangınlar gibi iki-üç ay sürmüyor, yılın 12 ayı devam ediyor. Bu tür tahsislere de zaman zaman büyük tepkiler oluyor. Örneğin, Çanakkale’de Kanadalı bir şirketin altın madeni açmak için orman örtüsünü tıraşlaması görüntülerinin havadan drone’la çekilmesi ve bu görüntülerin sosyal medyada yayınlanmasından sonra, halk isyan etti, binlerce insan oraya gitti, büyük bir tepki oluştu ve bu şirket çalışmalarını durdurmak zorunda kaldı. Fakat insanlarımızın çoğu bu tür bir orman katliamının sadece medyada gördükleri birkaç istisnai durum olduğunu düşünebiliyor. Halbuki aynı tür altın madenciliği Erzincan’da, Ordu’da ve birçok yerde devam ettiği gibi, birçok yeni maden başvurusu da var. Buralarda da yerel halk mücadele ediyor, ama o mücadele kamuoyunun önüne gelemiyor. Çanakkale’deki olay büyüdü, o Kanadalı şirket gitti, tıraşlanan alanın ormana dönüştürüleceği söyleniyor, çok güzel, ama o vaziyette yüzlerce, binlerce çalışma yapılıyor.

Muğla Akbelen Ormanı’nda direniş…

Henüz yangınlar bitmeden Akbelen’de ağaç kesimleri başladı. Buna engel olmaya çalışan köylüyle jandarma karşı karşıya geldi. Yangın felaketi bu kadar tazeyken bu ısrarı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Doğa ve toplumun değil, sermayenin hizmetine giren yönetimlerin en büyük açmazı bu. Battıkça batıyorlar.

Sizin de imzacısı olduğunuz Ormanın Çağrısı bildirisi karşılık bulsaydı ve önerdiğiniz orman demokrasisi modeli kabul görseydi bu yaşananların önüne geçmek mümkün olur muydu?

En azından bu kadar büyük bir yıkım yaşamazdık. İktidar belki olabilecek yıkımın farkına varabilirdi. Bence şu an pek bir şeyin farkında değiller. Her şeyin güllük gülistanlık olduğunu sanıyorlar, halbuki yıkım çok büyük. O yüzden bas bas bağırmak gerektiğini, son yıllarda ormanlarımızın parçalandığını, çok büyük bir yıkım içinde olduğumuzu söylemiştik. Gerçekten bas bas bağırmalıyız. Sadece bu yangınlarla değil, birçok yanlış politika sonucu meydana gelen sel, taşkın, aşırı odun üretimi, otel, mermer ocağı, termik santral gibi amaç dışı kullanımlarla ormanlarımız büyük bir yıkım altında. Uyarılara kulak asılsaydı, en azından büyük yangınların bir kısmı önlenebilirdi. Sivil platformlarda, halkta, sosyal medyada bir hareketlilik var. Ama muhalefet partilerinin ciddi ormancılık politikaları, stratejileri, kendi örgüt yapılarında oluşturmuş oldukları, akademisyenleri ve uzmanları kattıkları organizasyonları yok. Başta muhalefet partilerinin harekete geçmesi, iktidarı mecbur kılması gerekiyor. Onlarla toplantılar yapıyoruz, ama diğer rutin toplantılar gibi sonuçsuz kalıyor. Aslında önlerinde bir fırsat var, ama değerlendirmiyorlar diye düşünüyorum.

Ormanlar için bir acil eylem planı çıkartılacak mı? Olası bir planda ilk madde ne olmalı?

Doğanın korunması birinci önceliğimizdir. Ormanların yönetiminde öncelik sermayenin değil, kamunun yararına göre belirlenir.

^