İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ ÖĞRENCİLERİNİN YEMEKHANE EYLEMİ VE ÖTESİ

Söyleşi: Anıl Olcan
7 Ocak 2020
SATIRBAŞLARI

İstanbul Üniversitesi öğrencileri 2020’ye rektörlüğün yemekhanelerde kahvaltı verilmemesi, indirimli yemeklerin tek öğünle sınırlandırılması kararıyla başladı. Karar 2 Ocak’ta uygulamaya kondu. Sınav dönemi olmasına rağmen öğrenciler örgütlenerek seslerini yükseltti, polisin, özel güvenliğin sert baskısına rağmen direnişi sürdürdü. 6 Ocak’ta yönetim geri adım attı, karar iptal edildi. Direnişin sürdüğü esnada, aynı üniversitenin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü üçüncü sınıf öğrencisi 20 yaşındaki Sibel Ünli hayatına son verdi. Ünli 2020’ye sosyal medya hesabından paylaştığı “Yeni yıl dilek çemberimiz: iş bulmak” mesajıyla girmişti. Arkadaşları yoksulluk ve geleceksizliğin onu depresyona sürüklediği görüşünde. Yemekhane eylemlerine katılan öğrencilerle buluştuk, yemek fiyatlarından girdik konuya, beslenmeden barınma sorununa, sosyal, kültürel hayattaki daralmadan genç işsizliğine, intihar düşüncesinin ve depresyonun yaygınlaşmasına uzandık. Eylemci öğrencileri dinliyoruz.
Sibel Ünli’yi anma eylemi; görüştüğümüz öğrencilerden Ayşegül Korkut ortada slogan atıyor

Baştan alalım… İstanbul Üniversitesi rektörlüğünün yemekhanelerle ilgili aldığı karardan önce yemek fiyatları nasıldı?

Doğan Nur: 2016’dan itibaren önce 15 kuruş, sonra 25 kuruş, en sonunda da 75 kuruş zam yaptılar yemek fiyatlarına. Böyle böyle öğrenci hareketinin tepkisini ölçmeye çalıştılar. Bizden önceki öğrenciler çok ciddi bir boykot örgütleyip zamları geri aldırmıştı. Bunu bildikleri için zamları yavaş yavaş yaparak öğrencileri yokladılar.

Taylan Özgür: Bu artışlara da ses çıkarmaya çalıştık, ama öğrencilerin çoğunluğunda bir karşılık bulmadı. Tatil dönüşüydü ve çoğu öğrenci artışların farkında bile değildi. Son zamdan sonra, bir birikimin etkisiyle insanlar sorunlarını daha çok dile getirir oldu. Bu eylemleri “kahvaltı ve indirimli öğünümüz kaldırıldı, bunun sonucunda büyük bir eylemsellik oluştu” diye algılamamak gerekir. Yıllar boyu süren, rektörlüğün öğrencilere karşı tavır almasından kaynaklanan bir sorun bu aslında. Esas sorun sadece yemek zammı olsa, 75 kuruşluk zamdan sonra da aynı tepki olurdu. Son birkaç gün bu tepkinin en iyi örneğiydi.

İstanbul Üniversitesi rektörü seçilmiş değil, atanmış bir rektör. Cumhurbaşkanı ülkeyi nasıl tek elden yönetiyorsa, onun da üniversiteyi tek elden yönetme gibi bir arzusu var. Bunun bir yansıması olarak öğrencilerin sorunlarını tartışabilecekleri öğrenci temsilcilikleri gibi kurumlar kaldırıldı.

Biriken olaylardan kastınız ne? Öğrencilerin öfkesinin artmasının başka nedenleri de mi var?

Doğan: İstanbul Üniversitesi’ne 2015’te başladım. O dönemde, çeşitli topluluklar bir araya gelip afiş asabilirdi. Bazı konularda söz söyleme hakkına sahiplerdi. Bu verilmiş değil, kazanılmış bir haktı. “Allah’ın lütfu” darbe girişiminin ardından, 2016’da bu haklar törpülendi. OHAL KHK’leriyle ciddi baskılara maruz kaldık. Çeşitli cihatçı ve faşist çeteler üzerinden öğrenciler baskı altına alınmaya başlandı. Akademisyenlerin cübbeleri polis postalları altında ezildi. Film gösterimi yapmak veya birlikte bir kitap okuyup tartışmak için astığımız afişlere izin vermemeye başladılar. Anadolu Gençlik Derneği (AGD) “Sabah namazında buluşuyoruz” diye afiş asabiliyorken bize yasakladılar. AGD’nin afiş asmasına karşı değiliz, ama rektörlük edebiyat fakültesinin afişlerinin asılmasına karşı çıkıyor. Hergele dediğimiz bir meydanımız vardı. O alanda standlar kurulur, öğrenciler çeşitli konularda tartışırdı. Hergele meydanını kapattılar. İktidar yandaşı firmalar o alanda inşaata başladı. Öğrencilerin sosyalleşme alanları gitgide kısıtlandı.

Taylan: Biz fen fakültesindeyiz, laboratuvarlarımızda ekipmanlarımız eksik. Tuvaletlerde tuvalet kâğıdı yok. Sürekli her şeye zam geliyor. Buna karşılık burs miktarları çok düşük. Bunların getirdiği zorlukları bütün öğrenciler birebir yaşıyoruz. Sorunların görünür olması son eylemle mümkün oldu. Son yaşananlara baktığımızda tepkimizin haklılığı açıkça görünüyor.

Görüştüğümüz öğrencilerden Doğan Nur eylemde

Begüm İnanç: İstanbul Üniversitesi rektörü seçilmiş değil, atanmış bir rektör. Atanmış olmasının elbette bir karşılığı var. Cumhurbaşkanı ülkeyi nasıl tek elden yönetiyorsa, onun da üniversiteyi tek elden yönetme arzusu var. Bunun bir alt kademesi de dekanlıklar. Aynı şekilde dekanlıklar da fakülteleri tek elden yönetmek istiyor. Bunun bir yansıması olarak öğrencilerin sorunlarını tartışabilecekleri öğrenci temsilcilikleri gibi kurumlar kaldırıldı. İki yıldır seçim yapılmıyor. Hiçbir sınıfın temsilcisi yok. Kulüp ve topluluklar dersek, sinema ve kültür kulüpleri var, ama izletmek istedikleri filmleri bile zar zor geçiriyorlar. Panel için bir hocamızı davet etmek istiyoruz, ama izin alamayacağımızı biliyoruz. Bunlar öğrencilerin yan yana gelebileceği, tartışabileceği, içinde yaşadığı ülkeye dair kendi penceresinden fikirler, çözümler üretebileceği alanlar. Üniversite öğrenciliği derse gir-çık değildir ki. Varolan kulüpler ödenek bile alamıyor. İstanbul Üniversitesi’nin ciddi bir bütçesi var. Yemekhane giderlerini kısıyorsun, tuvalete kâğıt koymuyorsun, kulüplere ödenek vermiyorsun. Ne yapılıyor bu bütçeyle? İstanbul Üniversitesi’nin altı bakanlıktan fazla ödeneği var.

Nereye gidiyor sizce bu kaynak?

Begüm: Rektör Mercedes alıyor! (gülüyor) 1 milyar 392 milyon liralık bütçeden bahsediyoruz. Bizim fakültede doğalgazı saat 16’dan sonra kapatıyorlar, sınav haftasında bile!

İstanbul Üniversitesi’nin ciddi bir bütçesi var. 1 milyar 392 milyon liralık bütçeden bahsediyoruz. Yemekhane giderlerini kısıyorsun, tuvalete kâğıt koymuyorsun, kulüplere ödenek vermiyorsun. Ne yapılıyor bu bütçeyle? Rektör Mercedes alıyor!

Ne hissediyorsunuz o makam arabalarını gördüğünüzde? Sizin dünyanızda bunun nasıl bir karşılığı var?

Doğan: Kötü hissettiriyor. Bizden aldıkları paralarla kendi hayatlarını lüks içinde geçiriyorlar. Bir tek rektörle de sınırlı değil, bütün ülkenin sorunu bu. Bir taraftan insanlar yoksulluktan intihar ederken diğer taraf ejder meyveli smoothie içiyor. Bu halkın gerçekliğinde ejder meyvesi mi var? Kimse ejder meyvesinin ne olduğunu bile bilmiyor. “İtibardan tasarruf olmaz” derken öğrencinin yemeğine göz koyuyorlar. Başka bir şey bulunamadı mı? Biz simit alırken bile on defa düşünüyoruz. Bu tür hesaplar yaparak hayatta kalmaya çalışıyoruz. Yemeğin indirimli değil, ücretsiz olması gerekiyor. Sözde yükseköğretim ücretsiz. Yükseköğretim ücretsiz deniyor, ama öğrencilere ücretsiz bir şekilde hayatını sürdürebileceği bir ortam yaratılmıyor. Öğrenciler üç-beş kuruşa hem çalışıp hem de okumak zorunda. 50-60 liraya günde 10 saat çalışmak zorunda kalan arkadaşlarımız var. Maddi durumu iyi olmayan öğrencilere burs çıkmayabiliyor. Burslar zengin aile çocuklarına veriliyor, yoksul ailelerin çocuklarına verilmiyor. Mesela bana burs çıkmadı, kredi çıktı. Benim ailem zengin değil ki. Sezgin Tanrıkulu TBMM’de burslar için ayrılan kaynağın nerelere gittiğini soran bir önerge vermişti. Maddi durumu yeterli olmayan öğrencilere yurt bile çıkmayabiliyor.

Yurtların fiziki koşulları nasıl?

Doğa Sümer: Yurtlarla ilgili ciddi sorunlarımız var. Devlet yurtları aylık 200 lira. Yarı özel yurtlar 368 lira oldu. Özel yurtların ücretleri fahiş, aylık 1150 lira. Benim odam dört kişilikti. KYK yurtlarının fiziksel koşulları hiç iyi değil. Özellikle İstanbul’daki yurtlar çok eski. Bir odada sekiz kişi kalıyor.

Doğa Sümer, Taylan Özgür ve Begüm İnanç

Begüm: KYK yurtları özel yurtlara göre fiyat açısından uygun, ama bizim barınmamızın ücretsiz olması gerekiyor. Yurdun girişine “300 bin öğrenciye yurt sağladık” diye pankart asmışlar. Türkiye’de 300 bin mi öğrenci sayısı? Benim Adana’dan İstanbul’a gelebilmemin tek koşulu devlet yurdunun çıkmasıydı. Babam yok, annem çalışmıyor. Ayrıca bir erkek kardeşim var. Emekli maaşıyla üçümüz geçinmeye çalışıyoruz. Yurt koşulları çok zorlu. Odalar sekiz kişilik, onlara “koğuş” diyoruz. Askeri dolaplarımız var, hiçbir eşyamız sığmıyor. Yurtta devletin verdiği 4,5 liralık sabah kahvaltısı desteği var. Akşam yemeği için de 9,5 lira olarak belirlemişler rakamı. Yılbaşında bize verdikleri bu haklara bir liralık zam yaptılar. Daha sonra, bütün yemekler bir lira zamlandı. Kaşıkla verdiklerini kepçeyle geri aldılar. Aynı zamanda, sene başında devlet yurtlarına yüzde 20 zam geldi; 168 liradan 200 liraya çıktı. Bir komodin ve yatağa 200 lira veriyoruz. Yatakta oturarak ders çalışmak zorunda olduğumuz için uyuyakalıyoruz. Yurtta ders çalışmak çok zor. Benim yurdum 800 kişilik, 100 kişinin ders çalışabileceği bir kütüphanesi var. Düşünün, odada sekiz kişiyiz, dört sandalye var. Tuvaletler açısından da durum farklı değil. Bizim katta 130 öğrenci yaşıyor, sadece sekiz kabin var. Ayrıca, son İstanbul depremi sırasında çok tedirgin olduk. Dolaplar tehlike oluşturuyor, ranza sistemi de ayrıca tehlikeli. Fiziki koşulların dışında, yurdun giriş çıkış saatleri de çok sorunlu. Sinema veya tiyatroya gidemiyoruz. Hiçbir etkinlik o kadar erken saatte bitmiyor.

İtibardan tasarruf olmaz” derken öğrencinin yemeğine göz koyuyorlar. Biz simit alırken bile on defa düşünüyoruz. Bu tür hesaplarla hayatta kalmaya çalışıyoruz. Yemeğin indirimli değil, ücretsiz olması gerekiyor. Öğrenciler üç-beş kuruşa hem çalışıp hem de okumak zorunda. 50-60 liraya günde 10 saat çalışmak zorunda kalan arkadaşlarımız var.

Yurda geç giderseniz başınıza neler geliyor?

Begüm: Yurtlarda cinsiyet ayrımı var. Yönetmelikte saat sınırının hem kadın hem erkek yurtları için geçerli olduğu söyleniyor. Ama kadın yurtlarında giriş saatini biraz geciktirdiğinde uyarı cezası verip internetini kesiyorlar. Eğer tekrar geç gelirsen yemek hakkın kesiliyor. Üç gün izinsiz dışarıda kalırsan yurttan atıyorlar. Erkek yurtlarında durum farklı. Gecikmelere ses etmiyorlar.

Taylan: Erkeklerin yurda giriş çıkış saatlerini çok sorun etmiyorlar. Ama Begüm’ün anlattığı diğer şeylerin hepsi bizim için de geçerli. Çok sağlıksız koşullarda yaşıyoruz.

Ekonomik koşullar sosyal hayatınızı nasıl etkiliyor?

Doğa: Bir dönem ev ev dolaşıp anket yaptım kiramı ödemek için. 100-150 lira getirisi olan işler bunlar. Büyük bir çıkmaza giriyoruz. Türkiye’nin çoğunluğu yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Asgari ücrete gelen zam ortada; insanın temel ihtiyaçlarını karşılaması için bile yeterli değil. Dört kişilik bir aile için durum daha da feci. Bir kafeye gittiğimizde “Şimdi bu çayı içiyorum, ama yarın ne yapacağım?” diye düşünüyorum. Twitter’da Cihangir Sağcısı diye bir hesap bir arkadaşımızın fotoğrafını paylaşarak “elinde drink’le akşam çıkıyorsun, ama yemekhaneye para veremiyorsunuz, geçin bunları” gibi saçma sapan bir şey paylaşabiliyor. Biz genç ve öğrenciyiz. Bazen bir yere gidip bir şey içebilelim. Buna da göz dikmesinler. Biz yemek hakkımızdan bahsediyoruz. Buna bile saldırıyorlar.


Doğan:
Yaşamsal ihtiyaçların karşılanamamasının yarattığı basınç insanı etkiliyor. “Karnım doyacak mı” diye düşünmek büyük bir baskı oluşturuyor. Sınavlarda birinci olup üniversiteyi dereceyle bitirmiş, ama iş bulamadığı için intihar edenleri görüyoruz. İnsanlar kendini var edecek ortamlara sahip değil, bundan dolayı özneleşememe durumu da söz konusu. Bu psikolojik buhrana sebep oluyor. Bugün herkesin başına bir tane polis düşüyor. Darbe sürecinden sonra başlayan savaş da insanların psikolojisini kötü etkiledi. Ölümle burun burunayız. Bir yandan sistemin çarkları arasında sıkışıyoruz. Yalnızlaştıkça birbirimize yardım edemez duruma geliyoruz. Kendini ifade etmenin zorluğu, son dönemde iyice artan linç kültürü de psikolojik buhrana sebep oluyor. Maalesef bu nedenlerden dolayı Sibel Ünli’yi kaybettik.

Sibel Ünli’yle aynı üniversitedeydiniz, tanışıyor muydunuz?

Doğan: Her sene 1 Mayıs öncesinde, 23 Nisan’da piknik organize ediyoruz. Geçtiğimiz sene Kadıköy Özgürlük Parkı’nda yaptık pikniğimizi. Sibel bu etkinliğin duyurusunu sosyal medyadan görüp aramıza katıldı. Birlikte şarkılar söylemiştik. Bir süre sohbet ettik orada. Ben sosyalistim, Sibel anarşistti. Hayata farklı yerlerden bakıyor olmamız yan yana gelmediğimiz anlamına gelmiyor. Sibel’in bu sistemle bir derdi vardı, bir şeyler yapmak, bir şeyleri değiştirmek istiyordu. Daha sonra sosyal medyadan takipleşmeye başladık, hayvanlarla iç içe olduğunu anladım. İnsanlarla anlaşmakta güçlük çeken insanların hayvanlarla daha güçlü iletişim kurduklarını biliyoruz. Hepimizin zaman zaman böyle dönemleri olmuştur. Zaten çok paylaşılan fotoğrafında da kucağında bir kedi var, görmüşsünüzdür.

Yurt koşulları çok zorlu. Odalar sekiz kişilik, onlara “koğuş” diyoruz. Askeri dolaplarımız var, hiçbir eşyamız sığmıyor. Yatakta oturarak ders çalışmak zorunda olduğumuz için uyuyakalıyoruz. Odada sekiz kişiyiz, dört sandalye var. Tuvaletler açısından da durum farklı değil. Bizim katta 130 öğrenci yaşıyor, sekiz kabin var.

Ayşegül Korkut: Sibel’i ben de ilk defa o piknikte görmüştüm. Sistemin değişmesi gerektiğine inanan ve bunu canıgönülden anlatan biriydi. Kendi içinde de dertleri vardı. Sibel bir yandan siber zorbalığa da maruz kalıyordu. Sibel’e sosyal medyadan yağan hakaretlerin nedeni de insanlığın çürümüşlüğü. Sistem bizi kutuplaştırarak, dış görünüşle alay etmeyi meşrulaştırarak iktidarını sürdürüyor. Kadınların bu kadar aşağılanması da bunun bir sonucu. Kutuplaşmayla birlikte insanların birbiriyle dayanışması da azalıyor. İstanbul Üniversitesi’nde bir haftadır yaşadığımız süreçle dayanışmanın önemini göstermiş olduk. Yemekhane eylemleri çok önemliydi. Sibel her zaman bu eylemlere destek vermeye çalıştı. Bu kazanımda büyük payı var Sibel’in. Yoksulluk ve yaşadığı siber zorbalık intihara sürükledi Sibel’i. İstanbul Üniversitesi’nde direnerek kazandığımız bu umut duygusu, yaşasaydı belki Sibel’i iyileştirebilirdi.
Ailesinin “ona daha iyi bir hayat sunabilseydik belki bu yaşanmazdı” demesini unutamıyorum. Maalesef yoksul halk kapitalizm tarafından depresyona itiliyor. O yemekhanede artık kan var. Rektörlüğün geri adım atmasında kanın payı var. Bu iş rektörlüğün bir açıklama yapmasına bakıyorken bir can gitti.

Öğrenciler arasında depresyon ve intihar düşüncesi yaygın mı?

Doğa: Kesinlikle. Özellikle son sınıflar için geçerli bu. Öğrencilerdeki bu ruh halini görüyoruz, ama maalesef biz de bir şey yapamıyoruz. İnsanı üzen nokta da bu zaten. Mesela Sibel’in Twitter’da yazdıklarına bakınca bu durum açıkça görülüyor. “Yeni yıldan dileğim iş bulmak” diye yazmış. “Yemekhane kartımda 1 liram kaldı” diye yazmış. Ben yemekhane kartıma ancak 5 lira yükleyebiliyorum. “5 lira atayım, yarın bir yolunu bulurum” diye düşünüyorum sürekli. Yediğimizden kısıyoruz, içtiğimizden kısıyoruz. Bir sinemaya gitmek için iki kere düşünüyorum. Bu ruh hali üniversite gençliğinin en büyük sorunu. Ekonomik krizin faturasını krizi çıkaranlar ödesin, biz ödemek istemiyoruz.

Begüm: Ekonomik kriz aile ilişkilerini de, arkadaşlık ilişkilerini de, sevgilinizle olan ilişkinizi de vuruyor. Yüksek lisans yapan arkadaşlarımın durumu da kötü. Çoğu “intihar etmeyi düşünüyorum” diyor. İş yok çünkü. Yüksek lisans yapmanın bir karşılığı yok. Gençliğin çıkış noktası intihar değil, ama maalesef insanlar bu noktaya geliyor. Bu cendere içerisindeki insanların çok kalabalık olduğunu ve birlikte bu koşulları değiştirebileceğimizi düşünüyorum. Birlikte harekete geçtiğimiz ölçüde iyileşebiliriz. Çoğumuz emekçi ailelerin çocuklarıyız. Elimize geçen para belli. İsteklerimizi karşılayamadığımız için yolu bulmakta çok zorlanıyoruz. Bu da depresyona sokabiliyor. Bizim artık elimizi taşın altına koymaktan çok, o taşı kaldırmak gibi bir amacımız olmalı.

Yaşamsal ihtiyaçların karşılanamamasının yarattığı basınç insanı etkiliyor. “Karnım doyacak mı” diye düşünmek büyük bir baskı oluşturuyor. Sınavlarda birinci olup üniversiteyi dereceyle bitirmiş, ama iş bulamadığı için intihar edenleri görüyoruz.

Devlet üniversitelerinde bile piyasalaşmanın etkilerinin hâkim olduğunu söylemek abartılı olur mu?

Doğan: Sadece öğrencilerin koşullarıyla ilgili bir konu da değil bu. Üniversitede üretilen bilgi de sermayenin ihtiyacına göre şekilleniyor. Bir akademisyen istediği konuda araştırma yapamıyor. Araştırma yapmak istediğinde devlet destek vermiyor. Akademisyen çeşitli sermayedarlara gitmek zorunda kalıyor. Bilginin şekillenişinin, akademinin geldiği nokta bu. 2016’da nitelikli hocalarımızın atılmasıyla birlikte bu durum tavan yaptı. Sonra birileri “ilk 500’e giren üniversitemiz yok” diye bağırıyor. Bunun sorumlusu ne öğrenciler ne de akademisyenler. Başta siyasi iktidar ve sermayenin kendisi bunun sebebi.

Doğa: Senenin başında yurtlara yüzde 20, bize verdikleri öğrenim kredilerine yüzde 10 zam yapıldı. Enflasyon oranını ve ekonomik kriz koşullarını düşünürsek bize yapılan zam çok komik. Özellikle İstanbul gibi bir şehirde 550 lirayla yaşamak imkânsız. 

KYK kredileri biraz rahatlatıyor mu, yoksa sadece bir borçlanma yükü mü bindiriyor öğrencilerin omuzuna?

Doğa: Ben bir yandan kredi alıyorum, bir yandan da dört yıl sonra nasıl ödeyeceğimi düşünüyorum. Genç işsizliği yüzde 27 civarında. Hukuk okuyorum ama, eskisi gibi hukuk okuyan öğrencilere “garanti iş bulur” gözüyle bakılmıyor. İşçi avukatlar var, belki ilerde asgari ücretten az bir ücrete çalışacağım. Bu koşullarda nasıl bir yaşam sürdürülebilir ki? Yemekhaneye zam yapılmadan önce 2,75 liraya yemek yiyorduk. Üç öğün okulda yemek yesem bile yaklaşık olarak ayda 300 lira yemek gideriniz oluyor. 200 lira yurda veriyorum. Hayatımı devam ettirmem çok zor.

Begüm: KYK kredisiyle geçinebilen öğrenci yok. Birinci sınıfta iktisat dersinde hocamız “sizce çalışmak mı, yoksa okumak mı daha iyi” diye sormuştu. Sınıfın geneli “çalışmak” dedi. Öğrencilerin okumasının bir karşılığı yok, çoğu öğrenci garsonluk yapıyor veya part-time işlerde çalışıyor. Bir arkadaşım bütün gün bir işte çalışıyor, gece derslerine çalışmaya gayret ediyor. Sabah uyandığında tekrar işe gidiyor. Mezun olduktan sonra çalışmak için okuyoruz, okumak için de çalışıyoruz. Bir cenderenin içindeyiz. Devletin kendi kurumu TÜİK’in açıkladığı genç işsizlik oranı yüzde 27,4. Biz o işsizlerden sayılmıyoruz, öğrenci olduğumuz için. Mezun olduğumuzda o işsizlerin arasında olacağız. Ekonomik kriz koşullarında kadın işsizliği yüzde 35’lerde. “Sana burs vermiyorum, kredi veriyorum, mezun olduğunda nasıl ödersen öde” deniyor. Bu borcu iki yıl içerisinde ödemek zorundasın. Büyük şirketlerin milyon dolarlık vergi borçları siliniyor. Cengiz Holding, Sabancı… Öğrencinin cebine giren üç kuruşa göz dikiyorsun. Mesele aslında krediler de değil. Genel bir sorun; yeri geliyor öğrencinin barınma sorunu olarak, yeri geliyor beslenme sorunu olarak karşımıza çıkıyor.

Sistemin çarkları arasında sıkışıyoruz. Yalnızlaştıkça birbirimize yardım edemez duruma geliyoruz. Kendini ifade etmenin zorluğu, son dönemde iyice artan linç kültürü de psikolojik buhrana sebep oluyor. Maalesef bu nedenlerden dolayı Sibel Ünli’yi kaybettik.

Yemekhanede çıkan yemeklerin sağlıklı olduğunu düşünüyor musunuz? Gıda güvenliği açısından durum nasıl?

Begüm: Geçen aylarda bir arkadaşımız fotoğrafını paylaşmıştı sosyal medyada, yemeğin içinden iri bir taş çıktı. Kurt çıkan yemekler de var. Rektörlük ve Sağlık Kültür ve Spor Daire Başkanlığı’nın yemeğin sağlıklı olup olmadığına baktığını düşünmüyorum. Şirketlerle ihaleye giriyorlar ve bundan doğacak kâra bakıyorlar. En asgari sağlık koşullarına dikkat ediyorlar. Yeni düzenlemeye gitmek istemelerinin nedeninin de anlaştıkları şirketin verdiği fiyattan ötürü olduğunu düşünüyorum. Bu kararlardan sonra 39 işçi atıldı yemekhaneden. Bu tamamen “biz kârımıza bakarız” demek.

Doğa: Eylemler genelinde öne çıkan iki sloganımız var: “Müşteri değil öğrenciyiz” ve “Burası işletme değil üniversite”. Üniversitenin işletme kafasıyla yönetilmesine karşıyız. Bilimsel ve demokratik bir üniversite istiyoruz. Bu hakkımız gasp ediliyor.

Bu son düzenlemeye karşı nasıl örgütlendiniz?

Begüm: Yemekhane meselesine dair birlikte bir şey yapmamız gerekiyordu. Konu her sınıfın Whatsapp grubunda tartışılmaya başlandı. Sonra İstanbul Üniversitesi Yemekhaneme Dokunma Whatsapp grupları açıldı. Politik görüşü ne olursa olsun, herkes zammın karşısındaydı. 31 Aralık’ta basın açıklaması yapılması ve dilekçe verilmesi görüşü ağırlık kazandı. Sınav dönemine denk gelmesi bizi zorladı, ama sınavlardan önce sınıflara girip duyurular yaptık. Dilekçeleri olabildiğince toplamaya çalıştık. Bu noktada, Öğrenci Konseyi bizden ayrı hareket etti. Öğrenci Konseyi de rektör gibi atanmış bir yapı. Sözde öğrencilerin temsilcisi. Öğrenci Konseyi rektörle görüştükten sonra, “bütçe kesintisinin cumhurbaşkanlığı tarafından yapıldığı ve yemekhane fiyatlarına zam yapılmasının bundan kaynaklandığı” açıklamasını yaptı. Bu, zamları meşrulaştırmaya çalışan bir açıklamaydı. Öğrenci Konseyi öğrencinin mi, rektörün mü yanında? İstanbul Üniversitesi’nde maalesef okul kulüpleri ve toplulukları yan yana hareket edebilir durumda değil. Ama bu meselede yan yana gelebiliriz diye düşündük. Hatta 10’a yakın okul kulübü ortak açıklama yaptı. İstanbul Üniversitesi uzun süredir böyle bir açıklama görmemişti.

Polis saldırısı sırasında neler yaşandı? Böyle bir şeyi bekliyor muydunuz?

Begüm: Saldırının olduğu gün saat 12’de bir forum çağrısı yapıldı İletişim Fakültesi’ne. Foruma katılmadan dilekçe toplamaya devam eden bir ekip vardı. Ben o ekibin içindeydim. Biz dilekçeleri toplayıp saat 14 gibi rektörlüğün önüne geçtik. Foruma katılan arkadaşlar da araç kapısının girişinde toplandılar, ama güvenlik onları almadı. Daha sonra, biz de ana kapıdan çıkalım, sonra hep beraber rektörlüğe dilekçelerimizi vermeye geçeriz dedik. Bu sırada kapılar kapatıldı. Ne dışarıdakiler içeriye ne de içeridekiler dışarıya gidebiliyordu. Güvenlik rektörlüğün emriyle kapıların kapatıldığını söyledi. Ben sürekli güvenliklerle görüşüyordum. Israrla “dışarıdakileri içeri alamayız” diyorlardı. Daha sonra içeridekiler dilekçelerini rektörlüğe vermeye ikna oldu ve “dışardaki arkadaşları yavaş yavaş içeriye alacağız” dediler.

Düzenlemenin geri alınmasıyla, sanırım öğrenciler olarak birleşince nasıl güçlü olabildiğimizin farkına vardık. Şimdi bu farkındalıkla diğer taleplerimizin takipçisi olmayı sürdüreceğiz.

Dışardaki grup içeriye hep beraber girmek istedi. Çünkü forumda böyle bir karar alınmıştı. Herkesin teker teker dilekçelerini vermesini ve daha büyük bir farkındalığın olmasını arzulamıştık. İçeriye alınmayınca öğrencilerde bir tepki oluşmaya başladı. Bir saat boyunca yağmurun altında bekledik. Bazı arkadaşlarımızın sinirleri bozulmaya başladı. Bazı arkadaşlar kapıyı sallayıp içeri girmeye çalıştı. O anda polisin müdahale edeceğini anladık. Polisler sadece set çekseydi arkadaşlarımız geri çekilecekti. Ama coplamayı tercih ettiler. Biz anayasanın 74. maddesine dayanarak dilekçe vermek istedik. Sadece dilekçe verme hakkımız değil, okula girme hakkımız da engellendi.

Taylan: Böyle bir düzenleme karşısında demokratik hakkımızı kullanmak istedik. Bunun engellenmesi ülke gündemine oturdu.

Rektörlüğün kararından geri adım atmasını nasıl değerlendiriyorsunuz ?

Doğan: Korktular. Bu kadar soğuğa ve coplanmaya rağmen, öğrenciler buraya kapının önüne gelmeye devam ediyordu. Üstelik, bu direnişin henüz ilk adımıydı. Cerrahpaşa, Çapa ve Avcılar kampüsleri direnişle henüz ortaklaşmamıştı. Yemekhane boykotu ve yemekhaneye alternatif Dayanışma Sofraları kurma fikrimiz vardı. Beş kat büyük bir eylem ortaya çıkmasından korktular ve geri adım attılar. Kamuoyu baskısının da etkisi oldu. Öğrencilerin düşüncelerini dinlemek istemedikleri bir dönemde karşılarına bir öğrenci direnişinin çıkması onları duvara toslattı.

Taylan: Düzenlemenin geri çekilmesi bizi mutlu etti, fakat bizim üç talebimiz var. Bunlar çok net: Atılan işçiler geri alınsın, yapılan zamlar ve düzenlemeler geri çekilsin. Düzenlemenin geri alınmasıyla birlikte, sanırım öğrenciler olarak birleşince nasıl güçlü olabildiğimizin farkına vardık. Şimdi bu farkındalıkla diğer taleplerimizin takipçisi olmayı sürdüreceğiz.

Yemekhaneden kaç işçi atıldı?

Doğa: Yemekhanede çatal kaşıkla gürültü çıkararak bir protesto yaptık. O sırada, bir abla yanımıza gelip yemekhaneden 40 işçinin atıldığını söyledi. Daha önce de kantinden 33 işçi çıkarılmıştı. Tez-Koop-İş sendikası atılan işçiler için ayrıca mücadele veriyor. Beyazıt ana kapıda ve Cerrahpaşa’da eylemler yaptılar. Biz de öğrenciler olarak o eylemlere gittik. Hukuki süreçleri devam ediyor. Bu mücadeleden kazanımla çıkmak üniversite öğrencileri için elzemdi. Öğrencilerin haklarını talep etme konusunda artık daha cesur ve kolektif bir şekilde hareket edeceğine inancım arttı.

 
^