FATSA: ÖRNEK BİR ÖZYÖNETİM DENEYİMİ

Söyleşi: Merve Erol, Ender Ergün
11 Temmuz 2022
SATIRBAŞLARI

Fatsa’ya ilk ne zaman gittiniz?

Pertev Aksakal: Kasım 1979. Aslında Artvinliyim. Cezaevindeydim, firar ettim, gidiş o gidiş. Dergilerden takip ediyorduk olan biteni. Seçimi kazandığımızı cezaevinde öğrendik. Müthiş bir duygu o, hele içeride olunca. Normal tarihinde yerel seçimler olsa Yusufeli dışında Artvin’de de her yeri alırdık. Fatsa belediye başkanı kanserden ölmüştü, Fatsa’da seçim o yüzden yapıldı. Hatta Fatsalı CHP’lilerin etkisiyle Ecevit hükümeti seçimi erteledi, yoksa 14 Ekim’de değil, ağustosta olacaktı. Seçimden önce Fikri Sönmez’e iki suikast girişimi var, birinde yaralandı, birinde başkasını o zannettiler. MSP milletvekili Fatsa’da bombayla yakalandı, tesadüfen aramış polis. Seçimi vermemek için çok uğraştılar.

Fatsa sizin için özel bir anlam ifade ediyor muydu? Daha önce nasıldı burada solun gücü?

Fatsa’da ağırlıklı olarak fındık üreticileri bulunuyor, yüksek yerlerde orman köylüleri de var. ‘68-69’larda fındık mitingleri yapılıyor. ‘70’deki miting de olaylıdır; jandarma dövmüş milleti, köylüler kolay kolay unutmaz bunları. 30 Mart 1972’deki olaylarda, Kızıldere’de üç tane de Fatsalı var: Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy ve Nihat Yılmaz… Bir sürü insanla birlikte, ‘68’lerde TİP başkanlığı yapmış Fikri Sönmez de gözaltına alınıyor, işkenceden geçiyor. Dolayısıyla 12 Mart sonrası Fatsa’da bir yılgınlık da var. Pek çok yer sağcıların, özellikle MHP’li faşistlerin elinde. Esas Kemal Kara’yı öldürmekle hata yaptılar. Çok sevilen biriydi, Halkevi başkanıydı. Öldürülmesini gerektirecek bir şey yoktu. Bir tepkiye neden oldu bu. ‘79’a gelindiğinde faşist hâkimiyet de kırılmıştı. Ben geldiğimde belediye seçimleri kazanılmıştı, önemli bir köy kesiminde devrimciler etkindi. Kenarda köşede faşistlerin denetiminde yerler vardı, çatışmalar da çıkardı. Bir sürü arkadaşımız da öldü o sıralarda. Gözler Fatsa üzerinde olduğu için burayı olaylı bir yer haline getirmeyelim istemiştik, neyi üretiyorsak onu yapalım, alternatif bir şey çıkaralım…

Galiba seçimlere girme yolunda bir politika da yoktu önceleri…

Tabii, yoktu. Dert, anti-faşist mücadelenin geliştirilmesiydi. Tek tek öldürülmeler, ‘76’dan ‘78’e doğru kitle katliamına dönüşmeye başlamıştı; bu giderek kronikleşti. Faşizmin saldırılarını püskürtmek temel bir politikaydı önümüzde. Saldırıları boşa çıkartmak için bir aktif savunma çizgisi stratejisi belirlemiştik. Bizi silaha iten şey, devletin de içinde olduğu ve desteklediği faşist saldırılardan başka bir şey değildir. Bir darbe tezgahlanıyordu ve bunu önlemek ciddi bir direnişle mümkündü.

Bir demokrasi tartışması olacaksa, Fatsa’daki uygulamalar gözardı edilemez. “Başka bir dünya mümkün mü” diyorsan, Fatsa “mümkün” diyor…

Mesela Maraş’ın, Çorum’un nasıl yukarılarda planlandığını, bu olayların bir anda gelişmediğini bugün biliyoruz…

Bu, 1 Mayıs ‘77’de başladı esas, Amerika’nın direkt müdahalesiyle. Geldiler, katliam yapıp gittiler; bunu herkes biliyor bugün. TÜSİAD 1975-76’da MHP’yi destekleme kararı aldı. Çok güçlü bir parti değil, TÜSİAD niye durup dururken onu destekler? Bir bakıyorsun, ülkenin dört bir yanında patır patır TÖB-DER’e karşı eylemler gelişiyor, 15-20 yerde saldırılar var. Bunu kim organize ediyor? Yeşilköy ve Sirkeci’de bombalar patlıyor, bildiri dağıtılıyor, sosyalist devrimci bilmemne örgütü yapmış. Öyle bir örgüt yok ortada, işi sertleştirip gerginleştirmeye itiyorlar ve darbenin ortamı hazırlanıyor.

Pek çok yerde Kemal Kara gibi sevilen insanlar öldürüldü, ama Fatsa gibi bir devrimcileşme yaşanmadı. Bunu nasıl açıklayabiliriz?

Hayır, var. Mesela Şavşat’ta da seçim olsa, alırdık. Trabzon’da Tonya, Giresun’da Tirebolu mesela öne çıkan yerler, Ankara’da belirli yerler devrimcilerin elinde. İzmir, Uşak… Rize bile öyleydi. Nokta operasyonu başlamadan önce Milliyet gazetesi başlık atmıştı “en sakin üç il” diye, bunların içinde Ordu ili de var. Yani Fatsa, 1980’e gelindiğinde Türkiye’deki en sakin yerlerden biri.

Bu sükûnetin kuruluşunun bir geçmişi olması lâzım. Nasıl gerçekleşebildi orada huzur?

12 Mart’tan sonra karaborsa, tefecilik çok yüksek. Fındığını kaldırabilmek için faizle para alırsın, “fındık zamanı öderim” dersin. Fakat yüzde 150-200’lere varan bir faiz oranı var, insanlar topraklarını kaybediyor. Anti-faşist direniş sürerken, devrimciler karaborsaya karşı da mücadele ediyorlardı. Birçok yer basılıp dağıtıldı, tüpgazlar verildi, senetler yırtıldı. Ama bu toplumsal bir hareket biçiminde gelişiyor, bireysel değil. Kimse gidip “yırt şu senedi, yoksa vururum seni demiyor. Alttan gelen bir şey var, halka diyorsun ki, “bunları iptal etmek zorundasınız, yoksa perişan olursunuz”. Tefecide, tüccarda korku var ama, korku tabii oluşur bunca insana karşı.

Yani salt silahlı militanların eseri değil bunlar…

Değil tabii. Yoksa onların da var militanları, faşistlere onlar bakıyorlar. Birçok çatışma bu yüzden çıktı, gönderiyor adamları “şunu vurun” diye. Bunların parası çok. İt mi yok memlekette, dolu… Ama giderek bir güven oluştu bize karşı. Çeşitli alanlardaki mücadelelerin toplamı olarak düşünmek lâzım bunu. Fikri abi (Sönmez) terzidir, pazartesi günleri dükkânındadır, derdi olan herkes oraya gelir. Derdini çözen, derdini konuşan insan olarak görüyor seni yani…

Fikri Sönmez Fatsa Belediyesi’ndeki makamında

Fikri Sönmez nasıl biriydi?

Yedisindeki çocukla çocuk, ihtiyarla ihtiyar insanlar vardır ya, herkes beceremez aslında bunu, Fikri Sönmez bunu iyi becerirdi. O topraklarda yetişmiş, halkın sorunlarıyla yoğrulmuş, onunla şekillenmiş doğal bir devrimci halk önderi… İyi bir hatipti ayrıca. Herkes tarafından sevilirdi. Fatsa, Alevi ve Gürcülerin bulunduğu bir yerdir; Gürcüler faşisttir genellikle. Fikri Sönmez de Gürcü. Derlerdi ki, “Fikri Sönmez çok iyi adamdı, ama gitti komünist oldu”… Hükümette, MGK’da Fatsa konuşuluyor, basın yazıyor. Bunun nedeni şu: Türkiye bir içsavaşa sürükleniyor, bir belirsizliğe, karanlığa doğru gidiyor. Çatışmalar, nöbetler, bunun sonu yok. Fatsa’nın ortaya çıkmasıyla beraber bir alternatif, bir umut beliriyor. Bir yandan Türkiye’de en temel insan haklarının olmadığı bir sosyal-siyasal pratik yaşanıyor, bir yandan da demokratikleşme, halkın söz ve karar sahibi olması, kendini yönetmesi söz konusu. Halk Fatsa’da o zamana kadar hiç yaşamadığı bir şeyi yaşamaya başlıyor. Fatsa halkının belediyede karar sahibi olması slogandan öte bir şey. Reel bir hale geliyor bu ve çevreye yayılıyor, bir örnek oluşturuyor. Egemen sınıfları çok sinirlendiren de bu. Yoksa bir belediye almış olman o kadar önemli değil. Diyarbakır belediye başkanı da devrimciydi, kimse bir şey demiyordu. Ama Fatsa’da kolektif bir karar alıyorsun, kolektif uyguluyorsun.

Fatsa halkının belediyede karar sahibi olması slogandan öte bir şey. Reel bir hale geliyor bu ve çevreye yayılıyor, bir örnek oluşturuyor. Egemen sınıfları çok sinirlendiren de bu. Yoksa bir belediye almış olman o kadar önemli değil. Diyarbakır belediye başkanı da devrimciydi, kimse bir şey demiyordu. Ama Fatsa’da kolektif bir karar alıyorsun, kolektif uyguluyorsun.

Bu karar ve yönetim mekanizması nasıl vücuda geldi, belediye kararlarını ve çalışmalarını tabana yayma fikri nereden çıktı?

Tabii bizim siyasi hareketin, Devrimci Yol’un tutumu da belirleyici rol oynuyor. Bizim siyasi hareketimiz Çin-Sovyet kutuplaşması içinde taraf olmadı, ikisine karşı da eleştirel tutum aldı. Bizim hareket daha çok Che’nin düşüncelerine yakındır. Türkiye siyasi hareketleri, sağı da, solu da dışarıdan bir güç, bir ittifak arar, Osmanlı’dan beri gelir bu, ya Almancısındır ya İngilizci… Türkiye solu da ya Sovyet Komünist Partili ya Çin… Bizde kendi topraklarından insanlara güven politikası esastı. İkincisi, Fatsa’da farklı siyasi hareket yoktu, sol içi çatışma yaşanmıyordu. Üçüncüsü, anti-faşist mücadeleyi kitlenin içerisinde örgütleyen, doğrudan halk içinde çalışan bir tarzımız vardı. Direniş komiteleri fikrini de biz ortaya atmadık, Sivas’ta ortaya çıktı ‘77’de, bizim hareket de bunu alıp devrimci bir anlayışla teorize etti. Direniş komitelerinin, silahlı birliklerin yanında, Fatsa gibi yerlerde de sosyal hayatı örgütlüyor hareket, direniş komiteleri halk komitelerine dönüşüyor. Belediye seçimlerinde de herhangi bir söz verilmedi, Fikri Sönmez sadece “halkı söz ve karar sahibi yapacağız” diyordu. Yerel yönetim deneyimimiz olsun diye de düşünmemiştik. Ben içerideyken “yerel yönetim deneyimi” demeye başladılar, ya, meğer biz yerel yönetim deneyimi yaşamışız” dedik biz de. Hiç aklına gelmiyor ki böyle bir şey, doğal bir hayat yaşıyorsun, seçimi alıyorsun, devam ediyorsun hayatına. Ve halk bir coşku yaşıyor, ilk defa halk olmanın ne olduğunu anlıyor insanlar. Ama senin bunu yaşatalım gibi bir derdin yok, doğal seyrinde gelişiyor olaylar. Fatsa’da Halk Kültür Şenliği yaptığımız zaman Demirel dahil herkesi davet etmiştik, Sovyetler Birliği elçisi de gelmişti. Adam gelip bakınca burası çok politik” demişti. (gülüyor) Bana da çok doğal geliyor, tabii ki insanlar karar verecek, eleştirecek, yönetecek. Bu böyle olmayacak da nasıl olacak? Başka birileri mi yapacak?

1980 Fatsa’sının tohumlarının 12 Mart’tan önce atıldığını söylemek mümkün mü?

Bizim hareket açısından baktığın zaman, çok az insan vardır o dönemden gelen. Hepsi ‘70 sonrası gençlik kesimidir. Çok genç bir harekettir, zafiyetleri de buradan gelir. Sınıflar mücadelesi, deneyim biriktirmeyi de isteyen bir şey aynı zamanda. 20’li yaşlarda çocukların hayata bakışı, mücadele perspektifi, taktiği, stratejisi buna çok uygun değil. Bizim hareket üç yıla yayılmış, o üç yıl öyle hızlı gelişmiş ki, dönüp geriye bakana kadar bitmiş. Cezaevine girdik, çıktık, Fatsa’ya gittik, 12 Eylül geldi, kendimizi hücrelerde bulduk.

Fatsa belediye yönetimi de kısa bir tecrübe: Sadece dokuz ay…

14 Ekim’den 11 Temmuz’a… Fatsa’yı böylesine önemli kılan, içinde bulunduğu tarihsel koşullar. Şimdi Hopa belediyesini almış durumdayız, bir şey mi oluyor? Fatsa operasyon yapılacak yer değildi. Ama Demirel diyor ki, “Fatsa’nın hakkından gelmeye mecburuz”. Niye mecbursun? “Bırakırsan bin Fatsa çıkar” diyor. Çorum olaylarında insanlar nedensiz yere katlediliyor, adamın umurunda değil, Çorum’u bırak, Fatsa’ya bak” diyor. Ama Fatsa’da hiçbir olay olduğu yok. 12 Eylül öncesinde Yozgat karanlık yüzü temsil ediyorsa, Fatsa da aydınlık tarafı temsil ediyor. Dolayısıyla, bitirilmesi lâzım. Gazeteler de “Fatsa’ya girersek 6070 ölü veririz” diye ortam hazırlıyorlar, “burası Fatsa cumhuriyeti, pasaport soruyorlar” diyorlar. Böyle şeyler söz konusu değil aslında, ama pohpohluyorlar medyada.

“Çamura Son” kampanyasında Fikri Sönmez

Evren de darbeden sonra anlatıyordu, helikopterle Fatsa’nın üzerinden geçerken “aman yüksekten geçelim” demişler…

Ben oradaydım, çok da alçaktan geçti. (gülüyor) Denizin kenarından öylece geçiyordu.

Gazeteler her şeyi külliyen uyduruyor muydu?

Evet. Fatsa bir umut çünkü. On yıldır yapılamayan işler var mesela, belediye karar almış, yol yapılamıyor. Zenginin teki fırın fabrikasını yolun ortasına koymuş, yıkılamıyor, gücü var adamın. Fikri Sönmez gelip diyor ki, “ben buradan başlayacağım”. O kararı da biz almamışız, daha önceden alınan kararlar bunlar. Gidip yıkıyoruz tabii… Bir bataklık var, kimse kurutamıyor. O mahallenin komitesi önce bunun kurutulmasını talep ediyor, ilk iş o yapılıyor. Fatsa’nın en büyük caddesini, cadde denebilecek bir caddeyi Fikri Sönmez açmıştır. Onun adı da şimdi Kenan Evren Caddesi. (gülüyor)

Millet vergi vermiyordu eskiden. Fikri Sönmez gelmeden önce belediyenin bir yıllık geliri 12 milyon yanılmıyorsam. Fikri Sönmez zamanında üç aydaki geliri 24 milyon. Hem vergisini vermeyen tefeciden, tüccardan vergi alıyorsun, hem halk da veriyor artık, nereye gittiğini biliyor çünkü. İkincisi, Fatsa Belediyesi’ne inanılmaz bir ambargo uyguladılar, Küba’dan beterdir. Sosyalist düşünceyi mahkûm ediyor, “baksana, yağı bile yok” diyor. Devletten para gelmesi gerek normalde, vermiyorlar. Sen de emek yoğun yapıyorsun, “çamura son” kampanyası yapıp dayanışmayı örüyorsun. Büyük kampanyalarla, dayanışmalarla çözülüyor sorun. Ama teknik yönetici de gelip diyor ki, “beş yılda yapılır bu kadar iş”. Bu dedikleri, 15 günde yapılan iş. Bu durum bir coşkuyu ve kendine güveni getiriyor. Beri yandan, halk komiteleri gizli oy – açık sayım esasına göre karar alıyor. Herkes de aday olurdu. Karı-koca girmiştir seçime, kadın seçilmiştir mesela.

Fatsa operasyon yapılacak yer değildi. Ama Demirel diyor ki, “Fatsa’nın hakkından gelmeye mecburuz”. Niye mecbursun? “Bırakırsan bin Fatsa çıkar” diyor. Çorum olaylarında insanlar nedensiz yere katlediliyor, adamın umurunda değil, “Çorum’u bırak, Fatsa’ya bak” diyor. Ama Fatsa’da hiçbir olay olduğu yok.

Tüccarlar giriyor mu seçimlere?

Yok, onlar girmiyor. (gülüyor) Sınıf çelişkisi diye bir şey var. Ama AP’li, MSP’li, hepsi giriyor, parti ayrımı yok. Şöyle bir şey anlatayım: Seçim öncesinde öyle bir hava var ki, kimse kahvesini AP’lilere vermiyor, duvara afiş astırmıyor. Bu sefer şöyle bir pozisyon alıyorsun: Kimse seçim çalışması yapamamış demesinler diye, AP’lilerin gönlünü almaya çalışıyorsun, kahveciye “kahveni vereceksin” diyorsun. “Tesadüfen kazandılar” diyorlar bizim için, halbuki tam tersidir. Bıraksak, propaganda yapma şansları da kalmayacak. MSP’li milletvekili bombayla yakalanmış, milletin acayip bir tepkisi var. CHP’liler bunlara göz yummuş, onlara da bir tepki var. Yine de propaganda yapmalarını sağlamaya çalıştık. Buna rağmen hepsinin toplamından fazla oy aldık. Nokta operasyonu zamanında AP’nin, CHP’nin, MSP’nin ortak açıklamaları var, “biz rahattayız, niye bu operasyon” diye. Seçimlerden sonra Ordu’ya bir vali atandı. Artık ne demişlerse, burası sakin, ben ne yapayım” diyor, onu alıyorlar ve Reşat Akkaya’yı özel olarak vali gönderiyorlar.

Akkaya’nın özelliği ne?

MHP’li, faşist, ilk işi de şehirdeki faşistleri çağırıp toplantı yapmak: Ben burada bir şey yapacağım ama, bir şey olması lâzım, olay çıkarın.Sonra da aşağı yukarı bir gün süren mahalle çatışması çıktı Çamaş’ta. İlk olay budur. Ama vali oraya nasıl gidiyor? Tank, top, tüfek, baktığın zaman anlıyorsun ki devletin niyeti bozuk. Çamaş’ta kendi bekçilerini dahi işkenceye aldılar. 12 Eylül’de “okulu yaktılar” dedikleri okul, işkencehane haline getirilen okuldur. Oraya getirilen özel bir ekipti, kırk kişilik sivil bir ekip de vardı. Sırayla işkenceden geçirdiler herkesi. Birkaç gün sonra halk bunu protesto etmek için miting düzenliyor Çamaş’ta. Köyün girişinde jandarma yolu kesiyor. Bizim Şehittin Tırıç, o köyde çok sevilen bir arkadaşımız, konuşurken jandarma sıkıyor kurşunu hemen. Çatışma orada başladı zaten. Sabahtan akşama kadar beş bin kişi askerle çatışıyor. Özel tim var, siviller var. Hepsi kaçtı, nereye kaçtılar, belli değil. Dört tane asker de teslim oldu.

Nereye teslim oluyorlar?

Bize, devrimcilere. Silahlarına el koyduk, devlet hastanesine yolladık. Biri yaralıydı, ama diğer üçünü de gönderdik, ne olur ne olmaz. Özel dikkat gösterirdik o işlere… Adım adım tırmandı gerilim. Medya da yalan yazıyor bir yandan, “Küçük Moskova” diye.

Halk komitelerinin belediye işlerinde nasıl bir faydası olmuştu?

Belediyede daha az hata olması, kararlar halkla alındığı içindi. Ama çok insan olunca çok doğru karar alınır diye bir şey de yok. Biz bir de devrimcilerin seçimlere girmemesi yolunda karar almıştık. Daha çok orada oturanların, bu işi de yapabileceklerin görev almasını istiyorduk. Kim aday olmak istiyorsa yazıyordu ismini. Komite dediğin 100 kişi, 150 kişi, 200 kişi. Bir de yürütmesi var bunun, onun da tek sayı olmasına dikkat ediyorduk, her komite kendine göre karar veriyordu, kimisi 7 diyordu, kimisi 11, kimisi 13. Fatsa’da yaşam, sosyal hayat değişiyordu, dayanışma ilişkisi gelişiyordu. Hatırlıyorum, Fatsa’da herkesin kapısı açık dururdu. Kimse de bir şey çalmazdı. Oturuyor pazarcılar, şeftali, domates, biber, bütün kasaları dizmişler. “Yahu kardeş, bunları çalarlar” dedim, “kim çalacak” dediler. Bugün olsa, sabaha bir şey kalmaz… Komiteler pek çok iş de yaptı. Çok kısa bir süre bunlar ama. Komitelerin çoğu nisan-mayısta seçildi, temmuzda bozuldu. Komiteleri eğitimden geçirelim diyorduk, sosyalizm nedir, devrimcilik nedir, niye insana zarar vermememiz lâzım, niye komşumuza iyi davranmamız lâzım, bunları anlatmamız gerekiyordu, yapamadık. 11 Temmuz geldi, iş bitti. Haziran ayında ağırlıklı olarak fındık çalışması vardı zaten, temmuz ayında böyle bir şey yapalım diye düşünüyorduk, sonra direniş başka bir noktaya gitti, çatışmaya dönüştü…

Devrimcilerin komite seçimlerine girmemesi yolunda karar almıştık. Daha çok orada oturanların, bu işi de yapabileceklerin görev almasını istiyorduk. Kim aday olmak istiyorsa yazıyordu ismini.

Fındık taban fiyatlarına filan kaşılır mıydı?

En yaygın çalışmamız fındık çalışmalarıydı. Öğretmeninden devlet dairesinde çalışanına kadar herkes katılırdı, köy köy gezerdik. Fındıkta sömürü nasıl oluyor, önce bunu ekiplere anlatırdık, taban fiyatının şöyle olması lâzım, girdiler, çıktılar, şöyle ticaret yapıyorlar, şu ilaçlar kullanılıyor diye. Sonra bu ekipler, güvenlikle birlikte köylere dağılırdı. İkinci durum da şu: Tamam, sömürü böyle ama, ne yapmak lâzım? Fiskobirlik neticede patronların işine gelen bir yer. Köylüler ağırlıklı olarak “fındığı indirmeyelim diyor. Fındığı Fatsa’ya indirmese, kendileri zararlı çıkacak. Devrimcilerle köylüler arasında tipik bir denge vardı, zaman zaman bizim dediğimizi onlar yapmazdı, zaman zaman da onların dediğini biz. Bizim Kâzım Dayı vardı, konuşuyor: “Fındığı indirmeyeceğiz, oportünistlik yapmayın.” Yahu Kâzım Dayı, fındığı indirmezse bütün köylü aç kalacak, zaten zar zor geçiniyor. “Olmaz, indirmeyeceğiz. Milletin de hoşuna gidiyor, indirtmezsek daha fazla para alırız diye. Bizim istediğimiz taban fiyatı 160 liraydı, Demirel de 110 lira verdi, tarihin en yüksek taban fiyatı. 65 miydi neydi önceden. Taban fiyatı açıklanınca “tamam” dedi herkes, “aldık bu işi”. (gülüyor) Tabii kaç tane miting oldu o zamana kadar. En büyük miting Fatsa’da olacaktı 11 Temmuz’da, o gün de operasyon oldu. Kenan Evren Fatsa’daki ilk konuşmasında “Fikri Sönmez’in düzeni mi iyi, bizim düzen mi” demişti. Millet de “paşam, senin düzen tabii ki” diyordu, ama herkes biliyor ki dayak var o düzende. Ama onun da bunu böyle sorması çok sıradan bir şey değildi. “Vazgeçtiniz mi, geçmediniz mi, durum vaziyetiniz nedir” diyor yani.

Operasyondan önce Fatsa’ya asker, polis girmemesi söz konusu muydu?

Geliyorlardı zaten. Adi ve siyasi olaylarda geliyor, bilgi topluyor, operasyonunu yapıyor, gidiyor. Onu basın abartıyor. Ama tabii Fatsa’ya bakınca ikili iktidar gibi görünüyor iş. Bir yanda halk inisiyatifi var, halkın sağlığından sınır davasına kadar bakan, oradaki hayatı ören bir şey var. Bütün sınır davalarına biz giderdik. Cezaevlerine giden insan yok, çünkü kan davalarını bitirmişiz. Sınır olayını da çözmüşüz, nereden kavga olacak?

8-11 Nisan 1979’da düzenlenen ve “şenlik” adının hakkını vererek çok ses getiren Fatsa Şenliği’nin afişi; şenliğe Can Yücel, Gülten Akın, Ünsal Oskay, Murat Belge, Tuğrul Eryılmaz gibi isimler de katılmıştı

Evren mahkemeler kurulduğunu, idam kararla verildiğini söylüyordu…

Atıyor. “Belediyenin altında mahkeme kuruyorlar” diyorlardı. Bir defa belediyenin altı yok ki, tek katlı bir yer. “İşte yakaladık, mahkemenin cübbeleri dediler, bilirkişi de raporunda “bunlar folklor kıyafeti” dedi. Kendi askeri mahkemesinin kararı var böyle bir şey olmadığına dair. Demagoji yapıyor işte. Hiçbir sınır davasında solcuyu kayırmadık, sağcıyı ezmedik. Küfrettiysek, bizim adamlara küfretmişizdir adilik yapma” diye. Gittim baktım, hâlâ bizim çizdiğimiz sınır çizgileri duruyor Fatsa köylerinde.

Köylüler kullanmak istemedi mi bizi? Gelmiş adam, “bu faşisttir” diyor, kan davalısını öldürtmek istiyor. Onları da biliyoruz, düşmedik o işlere. Biri geldi bir keresinde, bir sorununu söyleyecek, “ben solcuları hiç sevmem” dedi. “Olsun” dedim, “biz herkesi severiz”, şaşırdı. Bazen oluyordu öyle, solcuların kayırılacağını düşünüyorlardı. Biz devrimciyiz, politikayla işimiz yok ki, biz insanları seviyoruz, kendi adamlarımızı niye kayıralım? Mahkeme tutanaklarına bakın, aleyhimizde 500 tane tanık topladılar. Bunlardan hangisi geldi de “bunlar teröristtir, anarşisttir” dedi? Hiçbiri. “Bizim bunlardan hiçbir şikâyetimiz yok, bizi Reşat Akkaya mahvetti” dediler. Üstelik 12 Eylül mahkemesinde diyorlar bunu.

11 Temmuz günü nasıl bir operasyon oldu? Daha önceden ipuçla var mıydı?

Operasyon, 12 Eylül’ün iki ay önce gelmesi gibi bir şey. Fatsa şubatta da iki operasyon yedi. Üçüncü operasyonda da gelip gidecekler diyorduk, kalıcı oldu. Önceki operasyonlarda hiçbir şey çıkmamıştı. Müfettiş göndermişler paralar örgüte gidiyor” diye. Sonra tebrik ediyor adam, “ilk defa böyle belediye görüyoruz” diye. (gülüyor) Merkez de bakıyor ki rapora, “böyle şey olur mu yahu, burayı yakıp yıkmak lâzım, çok fazla örnek olmaya başladı”. (gülüyor) Nokta operasyonunda Konya, Samsun, Giresun polis ekipleri, Giresun özel dağ komando birlikleri, iki hücumbot, binlerce karayer kullanıldı. Bir baktım ki, “ohoo, bunlar nereye geliyor ya!. Önce Perşembe’ye yerleştiler, üç gün sonra operasyon başladı.

Siz kaldınız mı Fatsa’da?

Kaldık da, kırsaldayız. Fatsa’nın kenar mahallelerinde duruyor herkes. 10-15 gün orada kaldılar, ilçede operasyon var, 350 kişi gözaltına alınmış, Fikri Sönmez’i, belediyedekileri almışlar. Maskeli muhbirler tek tek adam topluyor, şu bizi dövmüştü, gelsin”, “şu bize yardım etmemişti, gelsin”, kimi gösterirse… Et-Balık’a götürüldü herkes. Sonuçta, operasyonda basının abarttığı gibi şeyler olmadı, çatışma falan da yok. Bir-iki hafta sonra polis ekipleri Çullu tepesine operasyon yaptı, çatışma çıktı, bir polis öldü, ikisi yaralı. Ondan sonra Çullu tepesine çıkan yok. Kendi aralarında “kızdırma beni, Çullu tepesine gönderirim ha” filan diyorlarmış. Bu arada bazı polisler silahlı MHP’lileri yakalıyor, diğerleri “niye yakaladınız bunları” diye kızıyor. Hepsi aranıyormuş meğerse cinayetten. 12 Eylül’e gelindiği zaman, her köyde her akşam çatışma vardı. Direniş başka boyutlarda devam etmeye başladı. Üç yılda, 1977’den 1980’in 11 Temmuz’una kadar Fatsa’da sağdan, soldan ölen insan sayısı 25 dolayında. 14 Temmuz’la 12 Eylül arası, iki ayda 90 kişi. Yaralaması, çatışması, bombası, bunlar ayrı. Bu büyük bir tepki topladı, hiçbir destek de alamadılar.

12 Eylül geldiğinde operasyonlar duralı bir hafta olmuştu. “Bize toslamayın, biz de size toslamayalım” pozisyonundaydılar. Liseye, karakola, Et-Balık’a yerleşmişler, “bize saldırmayın, rahat oturalım” durumundalar. Nokta operasyonunun ilk yarı sonucu tamamen fiyaskodur onlar açısından. Hatta 12 Eylül’den sonra, 24 Ekim’e kadar, her tarafı boşalttılar, biz de içimizdenbize kaldı buralar diyoruz. Birikimin, deneyin önemi burada işte. Tuzak kuruyorlar, biz de toy toy geziyoruz. Sonra her köye komando tugayı indirdi adamlar. Başka bir boyuta geçmek gerekirdi, yapamadık. Ona rağmen direniş sürdü 1984-85’e kadar.

Fatsa Dev-Yol davası da olaylıydı, değil mi?

Sıkıyönetim komutanının kayıtlarına göre, Ordu bölgesinde 3 bin kişi Dev-Yol davasından yargılanmış. Gözaltına alınan sayısı daha fazladır. En sonunda, 1981 martında Amasya’ya gönderdiler bizi, ben iki buçuk ay gözaltında kaldım.

Fikri Sönmez de Dev-Yol davasından mı yargılanıyordu? Nasıldı hapiste durumu?

Ayrı bir dava açılmıştı, daha sonra bizim davayla birleştirdiler. Ben beş yıl hücrede yattım. Havalandırma yok, hava yok. Üç adım bir yer, güneşin batıp çıktığını da görmüyorsun. Sonra koridora çıkarmaya başladılar iki kişi, önce on dakika, sonra yarım saat, en fazla bir saat. 1985 aralık ayında çıktım hücreden, Erzincan’a geçtiğimizde…

Fikri Sönmez’i gözaltına aldıktan sonra çok korkunç dövüyorlar. Kaburgaları falan kırılmış. Niyet, döverek öldürmek. Asker alıyor Sönmez’i sonra. Fikri abi anlatırdı, polis geliyor, aç kapıyı, sorguya götüreceğiz, yok, komutan gelecek, öyle. “Beni yüzbaşı kurtardı” derdi Fikri abi. 15-20 gün geçince iş başkalaşıyor tabii, o arada ne yaptıysan yaptın. O yüzbaşı öldü operasyondan bir ay sonra filan, trafik kazasında. Çok şaibeli bir ölüm… “Astsubaylar kaçırıldı” diye olmamış bir olayı günlerce yazıyorlar, yüzbaşı ölmüş, hiç umurlarında değil.

Kaçırılma da infial yaratan bir olaydı galiba…

Bunlar sivildi aslında. İki astsubay, yanlarında genelev kadınları. Benzin almaya galiba, giriyorlar Fatsa’ya. Bizimkiler de şüphelenmiş. Kimliklere bakmışlar, bırakmışlar. Hiç öyle gazetelerde yazıldığı gibi bir kaçırılma olayı yok.

Bizim yaptığımız, yöneten/yönetilen ikilemini ortadan kaldırmaktı. O dinamizm nereye kadar izin verirse, oraya kadar yapılabilirdi. Bugün bu pek mümkün değil, çünkü halk kitleleri katılmıyor. Katılmak da bir taleple, tasavvurla olur. 12 Eylül işte bunu, halkın yeni bir dünya tasavvurunu, nasıl yaşamak istediğine dair taleplerini söndürdü.

Mahkemeler nasıl geçiyordu?

Meşhur bir askeri savcımız vardı, binbaşı Halit Cengiz. Herkesin ifadesini alan odur, ben istediğimi tanık, istediğimi de sanık yaparım” demesiyle de ünlüdür. Davamız bu koşullarda başladı, 1983 ocak ayında. İşkence görüyoruz diye doktora çıkmak istedik, mahkeme kabul etmedi, biz de kimlik vermeyeceğiz dedik. Siyasi dava olmasın diye olaylara göre çağırıyorlar. Kimseden ifade alamayınca toplu olarak çağırdılar, askeri hastaneye gönderdiler. İşkence izleri o zaman tespit edilmişti, epeyce rapor alan vardı. Toplu halde çıkardılar mahkemeye, biz de ifadelere başladık. Herkes siyasi savunmasını yapıyor iki saat, olaylara geliyor, bilmiyorum, otur. Fikri abi önde oturuyor, içeri giren tanık önünü ilikleyip merhaba başkan diyor, sonra mahkemeye dönüyor. Onların da sanığı “Fikri Sönmez” diye çağırması lâzım, onlar da “Fikri Bey” diyor… Suluova Et-Balık Kurumu’na elebaşı dedikleri kişileri sürdüler, toplama kampı gibiydi orası, Fikri abi de onların arasındaydı. Mutlaka izleyiciler olurdu davalarda.

1985 yılında Halit Cengiz hakkında tutuklama çıktı. Görevi kötüye kullanma, irtikap, rüşvet, dolandırıcılık suçlarından tutuklandı. Bizimkinden önce onun davası bitti, 29 yıl yedi. Samsun Ülkü Ocakları başkanıyla iş kurmuşlar, topladıkları paraları sermaye yapıp. “Karısının giydiği mantonun alınmasına” diye kararlar var… Bizim bir duruşma yargıcı vardı, asteğmen, “istifa ediyorum” dedi, “baskı altında hakimlik yapamam” diye. 1988’e kadar sürdü dava, bütün bunlar işi uzattı, kaç tane hakim değişti. Sekiz idam, sekiz müebbet kaldı geriye. Sonra şartlı tahliyeyle çıktık hepimiz, ‘91’de.

Fikri Sönmez’in ölümü nasıl oldu?

Fikri abinin astımı vardı. Hastaneye gönderelim derdik, o da hiç güvenmezdi onlara, “yok ya” derdi, “astımlı hastaya mide ilacı veriyorlar”. Herkesin morali bozulur, Fikri abinin bozulmaz. İpe bile gülerek gider. Mahir Çayan’larla çok hikâyeleri vardı, onları çok anlatırdı, gülerdi. Takmazdı hiçbir şeyi. Beraber yan yana gitmiştik bir kere mahkemeye, iyi de görünmüyordu. Bir gün sonra başçavuş gelip dedi ki, “başınız sağolsun, Fikri Sönmez öldü. Donup kaldık. Rahatsızlanmış, revire kaldırmışlar, biraz düzelmiş, geri getirmişler. Giderken yalnız gitmez Fikri abi, güvendiği iki arkadaşıyla gider, Fkri abi için bunu hoşgörüyorlar. Bir daha rahatsızlanıyor, arkadaşları yanında, hastaneye gidecek, yolda ölüyor. Bürokrasi ve gece hali. Müdür yok, bilmemne yok, bir saat, iki saat… Tedavi edilebilir bir şey aslında.

Hapisten çıktıktan sonra ne yaptınız?

Şavşat’a gittim önce, bir hafta sonra Fatsa’ya gittim. Köylülerin evlerinde kaldım.

O dokuz ay Fatsalılan gözünde iyi bir dönem olarak kalmış mı?

Hepsi için söylenemez. İşkence, dayak yıldırmıştır onları. Fatsa davası 814 kişilikti, ama içeri alınan 5 bin kişiden aşağı değildi. Et-Balık hangar gibi bir binadır, yer kalmamıştı orada. Yetmedi, Perşembe’yi açtılar. Zaten 20 bin nüfus; adam almadığın ev kalmamış. Amaç herkesi yıldırma. Adam “bir daha 12 Eylül görmeyeyim” diyor haliyle. Mustafa Eren, işkencecimiz, derdi ki: “Bana sorsalar Fatsa’nın etrafını duvarla çeviririm, bir asker dikerim, bitti.”

Onun hikâyesini de anlatayım: Mustafa Eren bu kadar insanın önünden geçti, herkes iyi tanır onu. Sonunda polislikten attılar. Gerekçesi de, “Dev-Yol örgütüne sempati duymak”. (gülüyor) ‘98’de mi ne, bir olay olmuş, bizim Fatsa’dan arkadaşlar gidip el koyuyorlar, yatıştırıyorlar. Emniyet de el koyuyor tabii, polisin biri diyor ki: “Dev-Yol’cular karıştırıyor ortalığı, onlar olmasa böyle olmaz.” Mustafa Eren demiş ki: “Bunlar öyle şey yapmaz, bunlar yatıştırıyor. Böyle küçük şeylerden medet ummazlar. Bilgiler de öyle değil zaten.” Şikâyet etmişler…

Yıllar sonra Fatsa’da nasıl bir izlenim edindiniz?

Virane olmuş. Her taraf birahaneydi, herkes acayip içiyordu, bir de çok fazla fuhuş vardı. Bu iki şey çok dikkatimi çekmişti. 20 bin nüfus 40 bin olmuş tabii. Sonuçta çıkar ilişkilerinin egemen olduğu yer artık. Bir de özel olarak ilgilenmişler Fatsa’yla. Şavşat da öyledir, Artvin devrimci hareketinin kalbi olduğu için. Şavşat’ta da her yer birahane, fuhuş alabildiğine yürümüş, bir yandan her yer alabildiğine İmam Hatip, Kur’an kursları… Cinnet geçiriyor aslında toplum.

Fatsa’da ciddi bir katılımcı demokrasi tecrübesi yaşandı. Bugüne bir şey kalmadı mı?

Yanılmıyorsam 1989’da oldu ilk yerel seçimler, partilerden birinin sloganı şuydu: “Fikri Sönmez gibi yöneteceğiz. Sağcı da olsan, solcu da olsan, Fikri Sönmez aleyhinde konuşacaksan Fatsa’da, oy alamazsın. Şimdi AKP’li belediye başkanı da bizim eski adamlardan. Bize bulaşmış adamlar hepsi. Hem onlar o döneme sahip çıkıyorlar, hem de Fikri Sönmez’in adaletini teslim ediyorlar.

Bugün AKP de yerel yönetimleri güçlendirmeye çalışıyor, ama bunu çok başka saiklerle, mesela özelleştirmelere zemin hazırlamak için yapıyor. Sosyalist bir perspektiften güçlü bir yerel yönetim, özyönetim bugün ne kadar mümkün?

Bizim yaptığımız, yöneten/yönetilen ikilemini ortadan kaldırmaktı. O dinamizm nereye kadar izin verirse, oraya kadar yapılabilirdi. Bugün bu pek mümkün değil, çünkü halk kitleleri katılmıyor. Katılmak da bir taleple, tasavvurla olur. Nasıl bir yerde yaşamak istiyorsun, ne talep ediyorsun? Bunun için de örgütlü olman gerekir. Türkiye’deki yerel yönetimler kuşkusuz anti-demokratik, tek başkana dayalı, geçirgen değil. Ama diyelim ki buraları demokratikleştirdik, bu da yetmez ki. Bunu deneyen çok oldu, ama olmuyor. Çünkü 12 Eylül işte bunu, halkın yeni bir dünya tasavvurunu, nasıl yaşamak istediğine dair taleplerini söndürdü. ‘71 darbesi bu talepleri yok edemedi, daha hızlı biçimde bu talepler gündeme geldi. Yürüyüşler yapılır, köyümüze elektrik gelsin, yol yapılsın, su gelsin… Devamlı bir talep var ortada. Bu talep devrimci bir fikirle, demokratik dolayımlarla buluştuğu zaman böyle bir deneyim yaşayabiliyorsun. Git şimdi bunu Hopa’da yapmaya çalış, “başkan yapsın” diyor adam. Nerden nereye işte. 12 Eylül toplumsal dinamiği öldürdü, umutları söndürdü, deli gömleği giydirdi. Allâme-i cihan olsan ne yapacaksın?

Bizim için sorun, bir şeyi nasıl yaptığındır. Yaptığın şeyde bir zihniyet değişikliği, başka bir toplumsal ilişki var mı, bireyci, egoist değil de, dayanışmacı ilişkileri geliştiriyor mu, geliştirmiyor mu? Yoksa, plaj yapmış başkan, çok da güzel olmuş, ne yapalım? Bu bir deneyim sağlamıyor bize. Birçok yazarda görüyorum, “Türkiye’de Fatsa, İtalya’da Bologna, Fransa’da Lyon örnektir; Doğu Bloku ya da Batı belediyecilik anlayışları dışında üçüncü bir şıktır bunlar” diyorlar.

Yeni küreselleşme hareketleri de yerel yönetimleri, aşağıdan yönetimi tartışıyor. Sizce Fatsa bir örnek olabilir mi?

Fatsa gibi bir şey olmaz artık, belki başka bir şey olur. Fatsa’dan bize kalan nedir dersen, Fatsa, “söz, yetki, karar, iktidar halka” dediğin yerdir, böyle bir miras bırakmıştır. Bir demokrasi tartışması olacaksa, Fatsa’daki gelişmeleri, uygulamaları görmeyen, onu gözardı edecek bir şey olamaz. Birincisi, temsili değil, katılımcı demokrasiyi ihtiva eden bir bilinç bırakmıştır. İki, ilk defa kendine güvenen ve kendi yaptığından haz alan bir Fatsa çıkmıştır ortaya. Üçüncüsü, “başka bir dünya mümkün” diyoruz ya, “mümkün mü acaba” dersen, Fatsa “mümkün” diyor…

Express, sayı 53, Eylül 2005

^