DEMOKRASİ KONFERANSI ÜZERİNE –I

Söyleşi: Elvan Kıvılcım
27 Temmuz 2021
SATIRBAŞLARI

2021 başında “talan edilmiş bu güzel ülkeyi yeni baştan inşa etmek” ve “siyasetin amacını, aktörlerini ve kanallarını değiştirmek” hedefleriyle Demokrasi Konferansı’na çağrı yaptınız. Konferansın amaçları arasında özellikle vurguladığınız bir nokta vardı: “Ülkeye hâkim olan koyu karanlığı aşmak için, o karanlığın içinde yanan çoban ateşlerini bir araya getirmek” ve bu “karanlık karşısında kimseyi yalnız bırakmamak”. Bu karanlıktan çıkabilmek için halkı “manzaranın aydınlık yüzüne bakmaya” davet ediyorsunuz. Çağrı yapmanıza neden olan karanlıkla, ya da sizin deyişinizle “dört bir yanımızı saran müsilaj”la başlayalım.  

Rıza Türmen: 2021 başında, Demokrasi Konferansı’na çağrı yapıldığında, giderek ağırlaşan koşullar, hakları gasp edilen kitleler vardı. Bu baskıcı bir rejim olduğu için, tahakkümünü artırdığı müddetçe hakları ellerinden alınan ve haklarını geri isteyen kitlelerin boyutu büyüyor. Bu kitlelerin bir taraftan demokrasi ve özgürlük, diğer taraftan da iş ve aş talepleri var. Ancak, şu anda bunların hiçbiri ileri sürülemiyor, çünkü hak isteme kanalları tıkalı. Peki, bu taleplerin ortak kaynağı nedir? Demokrasi sorunu, demokrasi eksikliği. Konferansın temel amacı bu talepleri bir demokrasi projesi çerçevesinde birleştirmekti.

Rıza Türmen

Konferansa katılanların, konferansın bileşenlerinin temel inancı şuydu: Bu konferansa katılmakla haklarını ileri sürebilecekler, seslerini duyurabilecekler. Bu sebeple, Demokrasi Konferansı aslında ezilenlerin konferansıdır. Ezilenler seslerini duyuramadığı için bu konferans toplanıyor. Konferansa katılanların bir temel inancı daha var: Başka bir Türkiye mümkün, başka bir Türkiye’yi kurabiliriz. Bu mevcut düzen ve mevcut Türkiye değiştirilemez değildir, değiştirebiliriz.

Ama nasıl değiştirebiliriz? Ancak birlikte hareket edersek. Bu her hegemonik düzen için geçerli. Herhangi bir hegemonik düzeni, tahakkümcü hegemonyayı değiştirmek için karşı hegemonik pratikleri kullanmanız gerekir. İnsanca yaşayabileceğimiz demokratik, özgür, eşitlikçi bir dünya yaratabilmek için de halihazırdaki tahakkümcü hegemonyayı yıkmak ve karşı bir hegemonyayı kurmak gerek. Bu konferans bu bakımdan da çok önemli bir ilk adımdı.

Demokrasi Konferansı ezilenlerin konferansıdır. Çok kapsayıcı bir bileşenler kompozisyonu var, kimseyi dışarıda bırakmayan, herkesi içine alan bir zemindeyiz. Kurucu kolektif irade en çok bu zeminde var. Halkın içinde olduğu, aşağıdan yukarı yürüyen, yeni bir katılımcı demokrasi projesi etrafında birleşebilirsek çok şey değişir. Başka bir Türkiye mümkün, başka bir Türkiye’yi kurabiliriz.

Perihan Koca: Sadece Türkiye’de değil, dünya ölçeğinde, egemenler cenahında da, ezilenler cenahında da çok akışkan bir çözülme ve çürüme yaşanıyor. Çoklu krizler dönemindeyiz. Bir yandan ekolojik kriz her yana sirayet ediyor, öte yandan ekonomik kriz giderek derinleşiyor ve artık neoliberal politikalar üzerinden bir çıkış görülmüyor. Ayrıca, dünya bir erkeklik krizi de yaşıyor. Çok kutuplu hegemonyaların dağıldığı bir dünya düzeni söz konusu.

Perihan Koca

Bu hegemonya krizi Türkiye’ye, özellikle çözülmekte olan AKP-MHP iktidarının irtifa kaybı ve meşruiyet krizi olarak yansıyor. 15 Temmuz sonrası bir devlet krizi gerçekliğinden de bahsetmek gerek. Sedat Peker’in ifşaatlarıyla beraber o devlet krizinin ve devlet içindeki fraksiyon çatışmalarının ne kadar derin olduğu bir kez daha görüldü.

Dolayısıyla, 2021 başı Demokrasi Konferansı’nın çıkışı açısından tesadüfi bir tarih değildi, çünkü tüm bu kriz dinamiklerine ek olarak, diğer krizlerin içinde zuhur ettiği bir pandemi krizi de yaşadık. Pandemi krizi içinde soluk alıp verdiğimiz kapitalist sistemin sınırlarına gelindiğini gösterdi.

Bütün mümkünlerin kıyısında olduğumuz bir siyasi iklimdeyiz. Yirmi yıldır tepemize çöreklenmiş bir AKP iktidarı ve 15 Temmuz’dan sonra Cumhur İttifakı adıyla ilerleyen bir rejim var. Ve faşizmin kurumsallaşma hamlelerini ardışık olarak yaşıyoruz. Öte yandan, ana akım muhalif partilerin güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçiş ve buna uygun bir anayasa talebi ve erken seçim çağrısı var.

Ama bu ülkenin hareket halinde olan, çeşitli hamleler yapan güçleri egemen güçlerle sınırlı değil. “Karanlık manzaranın aydınlık yüzüne odaklanıyoruz” dediğimiz de bu. Halk güçlerinin büyük bir hareketliliği var. Başta kadın hareketi, işçi sınıfının lokal direnişleri, Boğaziçi Üniversitesi direnişi, Aleviler, çocuk haklarını savunanlar, engelliler, İkizdere’den Kaz Dağları’na bu gidişata hayır diyen herkes aktif ya da pasif olarak kendisini ifade ediyor ve bu kadar katliama ve baskı politikalarına rağmen ayakta kalmayı beceriyor.

Bütün mümkünlerin kıyısında olduğumuz bir siyasi iklimdeyiz. Faşizmin kurumsallaşma hamlelerini ardışık olarak yaşıyoruz. Öte yandan, ana akım muhalif partilerin güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçiş, buna uygun bir anayasa talebi ve erken seçim çağrısı var. Ama ülkenin hareket halinde olan, hamleler yapan güçleri egemen güçlerle sınırlı değil. “Karanlık manzaranın aydınlık yüzüne odaklanıyoruz” dediğimiz bu.

Ayşegül Devecioğlu: Bu ülke manzarasına iki şey eklemek istiyorum. Birincisi, memlekette kırk senedir süren bir savaş ve halkların barış içinde yaşama umudu var. Bu savaş halkın gıda, barınma, eğitim, sağlık gibi ihtiyaçları için harcanması gereken ülke kaynaklarını, yandaş savaş sermayesini beslemek için kullanıyor. Kürt sorununun barışçı çözümü, yani savaşın ve tüm operasyonların durdurulması, Kürt halkının eşit yurttaşlık ve ana dilinde yaşam hakkının demokrasi başlığı altında ele alınması da bu konferansın önemli çıkış noktalarından biriydi.

Ayşegül Devecioğlu

Eklememiz gereken bir diğer şey ise şu: Sadece iktidarı değil, demokrasi güçlerini de saran bir müsilaj söz konusu. Demokrasi güçleri çok dağınık; bir yılgınlık var, yeniden inşa tahayyülünü kaybetmişiz. Evet, ülkenin her tarafında mücadeleler sürüyor, toplum susmuyor, itirazlarını yükseltiyor, ama bu itirazların akacağı meşru bir mecra yaratılamıyor. Demokrasi güçleri son derece parçalı ve ufuklarını yeni bir ülke nasıl yaratılır tahayyülüyle değil, sadece mevcut zorbalığa direnmekle, tepki göstermekle sınırlamışlar.

Bu durum, konferansa hazırlık ve konferans sürecinde yaşadığımız ve bundan sonra da yaşayacağımız bazı sorunlara işaret ediyor. Öte yandan, herkes şunun farkında: Bir araya gelmezsek –her ne kadar sallantıda da olsa– karşımızdaki o büyük şeyle daha fazla mücadele etme şansımız yok.

Nesteren Davutoğlu: “Onlar ve biz” diye bir durum var. “Onlar” dediğimiz egemenler, neredeyse pislik içinde boğulmuş bir halde bize yapışarak, bizi aşağı çekerek ayakta durmaya çalışıyorlar. Biz ezilenlerse kendi yaşamlarımıza bakarak devam etmeliyiz, çünkü yaşadığımız şey duvara çarpmış bir neokapitalizm, patlamış bir sistem. Bugün bir motokuryenin derdi bir akademisyenin de derdi, bir öğrencinin derdi batmış bir esnafın da derdi. O zaman bizler bu derinleşen krizde halkın ne istediğine, ne yaptığına, nasıl bir hayata hak sahibi olduğuna odaklanmalıyız.

Nesteren Davutoğlu

Buna etraflıca baktığımızda, halkın ayağına takılan en büyük zaafı bir arada duramamak, ortaklaşamamak ve dağınık güçler halinde mücadele vermeye çalışmak. Oysa azınlık değiliz, çoğunluğuz. Kaynaklarımızın soysuzca talan edilmesine müdahale etmemiz lâzım. Bunun için bu yola çıktık.

Bir başka handikap da kitlelerin yorgun olması. Ama birbirimizin koluna dokunup tekrar hevesleneceğiz. Bu yolu birbirimizden aldığımız güçle götürmemiz lâzım. “Denedik olmadı” diyenler var. Bir kurtarıcı mı inecek gökten? Eşitliği, adaleti, barışı biz kuracağız. İş ki, daha çok çalışalım, mücadele edelim, bir mekanizma içinde kararlı ve örgütlü adımlar atalım.

Karanlığın bu denli koyulaşmasının nedenlerinden biri olarak demokrasi güçlerinin dağınıklığından, yan yana gelememelerinden ve daha ziyade tepkisel bir mücadele sürdürmelerinden söz ettiniz. “Solun dağınıklığı ve parçalı yapısı” epeydir gündemde. Hazırladığınız metinlerden birinde, bu konferansın, “aramızdaki önyargı ve güvensizlikleri ortadan kaldıracak diyalog ve işbirliği sürecini örgütleyecek bir konferans olması” istendiği belirtiliyor. Bu önyargı ve güvensizlikler neler? Demokrasi Konferansı bunları aşarak “solda birlik” kurmak isteyen yeni bir girişim mi?

Türmen: Hayır, Demokrasi Konferansı solda birlik kurma hareketi değil. Demokrasi Konferansı’nın dayandığı şey çokluk, çoğulculuk. Bütün bileşenlerin kendi farklılıklarını muhafaza ederek bu farklılıklar üzerinde, eşit ilişki içinde kurucu bir irade inşa etmeleri, farklılıkları ortadan kaldırmak değil.

Demokrasi Konferansı’nın amacı iktidara gelmek de değil, önce iktidar ilişkilerini, ama bunun da ötesinde, Türkiye’yi değiştirmek. Birçok düşünür siyasetle siyasal arasında bir ayrım yapar. Bu ikisi arasındaki fark şu: Siyasal olmadan siyaset yapanlar birbirlerinin farklılıklarına saygı gösterir, o farklılıkları korur ve bunun üzerine bir şeyler inşa eder. Demokrasi Konferansı siyasal olmadan siyaset yapmanın bir deneyimi, çünkü bugün siyasal olanlar Türkiye’yi bu noktadan çıkaracak vizyona ve enerjiye sahip değil.

Kırk senedir süren bir savaş ve halkların barış içinde yaşama umudu var. Bu savaş halkın gıda, barınma, eğitim, sağlık gibi ihtiyaçları için harcanması gereken ülke kaynaklarını, yandaş savaş sermayesini beslemek için kullanıyor. Kürt sorununun barışçı çözümü ve Kürt halkının eşit yurttaşlık hakkının demokrasi başlığı altında ele alınması da bu konferansın çıkış noktalarından biriydi.

Biz kamusal alanda siyasal olmadan siyaset yaparak Türkiye’yi başka bir yere götürmek, bir kolektif kurucu irade yaratmak istiyoruz. Bileşenlerimize bakarsanız içinde esnaf da, köylü de, sendika da, akademisyenler de var. Bu bileşenlerin farklılıklarını koruyarak birbirlerine eklemlenmeleri ve ortak bir hedefte birleşmeleri çok önemli. Ortak hedefse eşitlik, özgürlük, adalet ve tabii ki ekmek.

Koca: Halk güçleri bir hareketlilik içinde, ama bu mücadele dinamiklerini bir arada tutacak bir siyasal özne eksikliği söz konusu. Demokrasi Konferansı bu siyasal özne eksikliğine cevap olarak ortaya çıkan bir inşa hareketi olarak tarif edilebilir. Daha önceki deneyimlerden farkı da esasen burada. Solda yeni bir yan yana geliş, bir birlik, bir yeniden kuruluş tartışmasından ziyade, yeni bir siyaset yapma biçimi ve halkın haklarının konferansı.

Bir “biz olma” hareketini yaratmaya çalışıyoruz. Bu anlamıyla, Demokrasi Konferansı bir kuruculuğun çatısı. Halkçı bir seçeneğin imkânına ve yeni bir toplumun kuruluşuna maddi zemin oluşturacak bir özneleşme hareketi olarak tarif edebiliriz.

Demokrasi Konferansı’nın omurgasında bugün hareket halinde olan toplumsal dinamikler ve hak mücadeleleri var. Gezi bu anlamda önümüzü ve iktidar ufkumuzu çok açtı. Yeni bir konjonktürün ifade biçimi olarak Gezi, hem sol-sosyalist hareketlere hem ana akım muhalefete hem de tüm halk güçlerine çok şey öğretti. Bu deneyimleri de heybesine alan bir hareket Demokrasi Konferansı.

Yani, Demokrasi Konferansı’nın bir yandan kendi öznelerini yaratacak bir siyasi hareket olmasını, ama bir siyasi merkez olmamasını, bu öznelerin ortaklaşacağı bir zemin olmasını mı istiyorsunuz?

Koca: Aslında bu siyaset yapma anlayışını değiştirmek istiyoruz. Siyaset bugün parlamentoda yapılan ya da siyasi partilerin yaptığı bir şey değil artık. Siyaset İkizdere’nin, “İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçmeyeceğiz” diyen kadın hareketinin, “kayyum rektör istemiyoruz” diyen Boğaziçi Üniversitesi bileşenlerinin ya da “batıyoruz, yaşamak istiyoruz” diyen esnafın yaptığı. Biz elbette siyaset yapıyoruz, zaten Demokrasi Konferansı’nı bir siyasi müdahale olarak tespit ediyoruz ve bu müdahaleyi kuvvetlendirmekten yanayız. Tüm bu siyaset yapma biçimlerini yan yana getiren bir siyasi özne olsun, ama bunun aktörü halk güçlerinin tümü olsun istiyoruz. Böyle bir siyaset yapma biçimi kendi seçeneğimizi, halkın seçeneğini yaratmaktır.

Eskisi gibi, sol örgütleri ve partileri bir masa etrafında toplayarak bir birlik kurmaya çalışmak yerine, mücadele alanlarından hareketle yan yana gelmeyi amaçlıyorsunuz. Peki, o mücadele alanlarının nasıl belirlendiğini, o sürecin nasıl işlediğini anlatabilir misiniz? Bir de, lidersiz, yatay örgütlenmeyle bir araya gelen hareketlerde bir öncülük veya hiç değilse bir idari merkez ihtiyacı oluyor mu? Merkeziyetçi olmadan bu ihtiyaca bir çözüm üretebildiniz mi?

Devecioğlu: Yola çıktığımızda konferansı bir ilk adım olarak tanımladık. Bundan sonraki süreci ortak akıl, ortak yaratıcılık ve ortak emekle öreceğiz demekti bu. Aynı zamanda bilinmeyene doğru bir yolculuktu, çünkü o güne kadar belirli bir araya geliş modelleri vardı. O modeller mücadele deneyimlerimiz, tarihimiz, yaralarımız, umutlarımız. Hepsi bizim için çok önemli, kendimizle birlikte her yere taşıyoruz onları. Bir yandan da bugüne kadar başarılamamış ya da kötü gitmiş birtakım birlik girişimleri var. Geçmişin hem mücadele deneyimlerini hem de yükünü taşıyan bir süreçten söz ediyoruz.

Yaşadığımız şey duvara çarpmış bir neo-kapitalizm, patlamış bir sistem. Bugün bir motokuryenin derdi bir akademisyenin de derdi, bir öğrencinin derdi batmış bir esnafın da derdi. O zaman bizler bu derinleşen krizde halkın ne istediğine, ne yaptığına, nasıl bir hayata hak sahibi olduğuna odaklanmalıyız.

Bu süreçte “alanlar” fikri ortaya çıktı. Ama oturup “Bugüne kadar böyle olmadı, şimdi bir de alanlar üzerinden örgütlenmeyi deneyelim” diye bir karar vermedik. Alanlar fikri, toplantılarda ortak akılla ortaya çıktı. Dedik ki, mümkün olduğu kadar çok kesimi bir araya getirelim. Bununla sadece solu kastetmiyoruz, mücadele eden tüm kesimlerden söz ediyoruz; ekoloji, demokratik üniversite, toplumsal cinsiyet eşitliği, emek hakları için mücadele eden her kesimi bu alanlarda bir araya getirelim diye düşündük. Aynı zamanda herkesin yaratıcılığına imkân tanıyalım, bu süreci yeni simaların ortaya çıkacağı şekilde örelim istedik.

Sürecin kendisinin hepimize heyecan vermesinin nedeni bilindik, denenmiş bir şey yapmaya soyunmamış olmamız. Başka bir şey yapmaya cesaret ettik. Başka bir şeye cesaret ederken yola ne yalınayak ne de yüksüz çıktık. Hem yüklerimizle hem de mücadele deneyimlerimizle yola çıktık ve sürece kendimizi açarak birtakım ortak sezgilere ve ortak yöntemlere ulaştık. Bunu çok önemsiyorum, çünkü bu sürecin diğerlerinden farkı tam da burada. Böylelikle, birbirinden farklı gelişme dinamikleri gösteren 21 alanda örgütlenmeye başladık. Bir sekretarya oluşturduk, ama onu bir karar alma organı olarak tayin etmedik. Kararları mümkün olduğu kadar geniş bir grupta almayı, sekretaryanın da emekçilik ve kolaylaştırıcılık yapmasını tasarladık.

Bunlar ne kadar ideal biçimlerine büründü, ayrı bir tartışma konusu, çünkü yıllardır gelen alışkanlıklar var. Hep toplumsal çürümeden bahsediyoruz ya, bu kapitalist hayat tarzı içinde rekabetler, öne çıkma arzuları vb., bunların hepsi var, zaten olmadığını düşünmek hayatın gerçekliğine aykırı olur. Bu gerçekliği bilerek ve kabul ederek, ama yine de yeni bir yol yaratma kararlılığıyla adım attık. Birbirimizden öğrenerek, birbirimizle uzlaşmaya gayret ederek bir süreç örmeye çalıştık.

Davutoğlu: Diğer deneyimlerde daha çok genişlemek ihtiyacı vardı. Bunu omzumuzun bir kefesine koyduk. Öte yandan, merkezi olmamak gibi bir kaygı da vardı. Müdahaleci, şabloncu olmak istemiyoruz, “karar budur, böyle olacak” demek istemiyoruz. Omzumuzun öbür kefesine de bunu koyduk. Yeni bir şey olalım diye yola çıkmadık, kazanımlarımız evrim geçirirken yeni bir şey olmaya doğru geliştiğimizi gördük. Hayata müdahaleyi, ezilen kitlelerin hayata müdahalesini eğirip siyaset yapmakla eşitleyen bir yol çıktı ortaya. Heyecan veren tarafı bu.

Sürdürülebilirlik denen şeyin hep spontan heyecanlara ihtiyacı yok. Hem onlar olmalı hem de bunlar bir karkas üzerine oturarak ilerleyebilmeli. Patinajlar, geriye düşüşler çok moral bozar, bu yüzden buna hiç izin vermeden ileriye doğru ivmelenirken hem modeli, biçimi hem de ânın büyüsünü bir arada tutmaya çalışmamız lâzım.

Mesela, Demokrasi için Birlik (DİB) benim için çok kıymetli, beş sene boyunca orada biriktirdiğimiz şeyleri ortaya boca ediyoruz sanki. Bu deneyimden de yararlanalım, bakalım yeni bir bileşen buna ne diyecek diyerek, daha iyi bir dünya için yola devam ediyoruz. Esnek ve akışkan olmak lâzım. Her an öğrenmeye açık bir şekilde yola devam ediyoruz. “Burada bu sorun var, bir sorun da orada var” derken 21 alana ulaştık. Bu alanlar kaynayan bir kazan gibi, orada hayat kaynıyor. O hayata kitlelerin istediği yönü vermek için güçlerimizi birleştirmeye çalışıyoruz.

Demokrasi Konferansı solda birlik kurma hareketi değil, hiçbir birlik kurma hareketi değil. Demokrasi Konferansı’nın dayandığı şey çokluk, çoğulculuk. En büyük özelliği, belki de en büyük gücü, kimsenin kimseyi temsil etmemesi. Bileşenleri kimse temsil etmiyor, başkası adına kimse konuşmuyor, herkes kendi adına konuşuyor.

Bu 21 mücadele alanını bir araya getiren ve birbiriyle etkileşime sokan oluşumda hem çeşitli örgütlü bileşenler hem de bağımsız bireyler var. Yani bir tarafta yüzlerce, binlerce üyesi olan yapılar, öte yandan kişisel birikimleri ve azimleriyle Demokrasi Konferansı’na katkı vermek isteyen bağımsız bireyler. Bu süreçte bileşen hukukunun yanısıra birey hukukunu da gözetmek, Demokrasi Konferansı’na katılan, katkı veren herkesin eşit söz sahibi olabilmesi için ne tür mekanizmalar kurdunuz?

Devecioğlu: İşin en zor yanlarından biri bu. DİB’in kuruluşunda da bu zorluğu yaşadık. Dedik ki, bireylerle kurumlar eşit hukuk, eşit söz sahibidir. DİSK, TMMOB gibi büyük bazı örgütler DİB’in dışında kalmaya karar vermelerine gerekçe olarak tam da bunu, bireylerin varlığını öne sürdüler. Fakat bireylerin varlığıyla ilgili şöyle bir sorun daha var: Örgütlü yapılardaki arkadaşlar daha kolay inisiyatif alıp bu çalışmaya daha kolay adapte olurken, geçmişte hangi siyasi faaliyeti göstermiş olursa olsun, birey olarak katılanlarda birtakım davranış alışkanlıklarını yitirmiş olma, bir siyasi sürece olanakları derinlemesine görerek bakamama gibi sorunlar olduğunu görüyorum. Bu da çalışmanın önünde bir engel ve aşılması gereken bir sorun.

Davutoğlu: Bana tam tersi doğruymuş gibi geliyor. Bazı örgütlü yapılar o kadar “Sen ağa, ben ağa, bu ineği kim sağa?” şeklinde çalışıyorlar, o kadar statükocu ve bürokratikler, doğrularına o kadar yapışıp kalmışlar ki, asıl zorluk burada ortaya çıkıyor. Onları heyecanlandıran bir şeyi uygulayabilmek için yönetim kurullarından, genel kurullarından, şunlardan bunlardan geçirmek zorundalar. Halbuki dünya şu anda çıldırmış durumda, yenilik arıyor, esneklik arıyor. Bireylerin ya da yeni örgütlerin, yeni platform ve inisiyatiflerin daha esnek, daha heyecanlı ve daha iştahlı olduğunu görüyorum. Bu insanlar yeni bir dünya istiyor, muhafazakâr, statükocu değiller ve leb demeden yeni bir leblebi keşfine giden bir hayat mümkün oluyor onlarla. Örgütlenmeye inanmış bir insanım, ancak örgütlü yapıların dünyayı daha iyiye götürebilme gücü olduğuna inanıyorum. Ama bu bireyleri azımsamak değil. Bireyler de burada pişen her tür çorbayı, bilgiyi, aklı, enerjiyi kullanıma sokabilir.

Halk güçleri bir hareketlilik içinde, ama bu mücadele dinamiklerini bir arada tutacak bir siyasal özne eksikliği söz konusu. Demokrasi Konferansı bu siyasal özne eksikliğine cevap olarak ortaya çıkan bir inşa hareketi olarak tarif edilebilir.

Koca: Bugün sosyalist solun cılızlığı, krizi, iktidar ufuksuzluğu buraya içkin diye düşünüyorum. Halkçı seçeneği güçlendirmek adına bir hukuk oluşturmak gerekiyor. Bu yüzden bileşen hukuku örgütler için geçerli olduğu kadar bireyler için de geçerli. Demokrasi Konferansı’nda kurduğumuz bileşen hukuku, esasen mücadele dinamiklerinin yan yana olması ve kurmak istediğimiz yeni ülkenin kurucu hukuku. Bu hukukun içinde bireyler, siyasi örgütler, çeşitli inanç grupları, LGBTİ+ hareketleri, çeşitli gençlik örgütleri, mülteciler, engelliler, toplumu toplum yapan birçok kesim var. Son derece heterojen bir yapıya sahibiz, hukukumuzu da bu heterojen yapının zenginliğinden alıyoruz.

Ancak, özeleştirel bakmak gerekirse, geçmişte genel itibarıyla arkaik demokrasi bakışının ve görme biçiminin bir homojenleştirme, araçsallaştırma, bir şeye indirgeme yahut kendisine benzetmeye çalışma olarak vuku bulduğu çeşitli deneyimler yaşandı. Bugün artık çeşitli yan yana gelişlerimizde, solda birlik zeminlerinde veya konferanslarımızda bu homojenleştirme dayatmasından, bu statükocu veya bürokratik yaklaşımla demokrasiyi görme biçiminden uzaklaşıp oluşan yeni toplumsal ve siyasal dokuyu bir hukuka ve mücadele biçimine dönüştürmemiz gerekiyor.

Türmen: Bileşenler bakımından Demokrasi Konferansı’nın en büyük özelliği, belki de en büyük gücü, kimsenin kimseyi temsil etmemesi. Bileşenleri kimse temsil etmiyor, başkası adına kimse konuşmuyor, herkes kendi adına konuşuyor, bireyler de, gruplar da. Demokrasi mücadelesi, bireysel temel hak ve özgürlüklerin kullanılması mücadelesidir. Bunun ötesinde, istiyoruz ki birey siyasete girsin, siyasetin öznesi olsun, aktif bir yurttaşlık bilinci gelişsin. Birey siyasette kendisini ifade edebilsin, bireyin siyasetle ilgisi dört yılda bir oy vermekle sınırlı kalmasın, siyasetin oyuncusu olsun diyoruz. O nedenle, böyle bir aktif yurttaşlık bilincine sahip bireylerin bu hareketin içinde olması hareketi zenginleştiren bir şey. Yani Demokrasi Konferansı demokrasinin demokratikleşmesine çalışıyor.

Birbirinden farklı gelişme dinamikleri gösteren 21 alanda örgütlenmeye başladık. Bir sekretarya oluşturduk, ama onu bir karar alma organı olarak tayin etmedik. Kararları mümkün olduğu kadar geniş bir grupta almayı, sekretaryanın da emekçilik ve kolaylaştırıcılık yapmasını tasarladık.

Devecioğlu: Bu tür katılımcı demokrasi modellerinde siyasi bakış ve gelişme düzeyleri birbirinden çok farklı insanların bir araya gelmesi bir zorluk yaratıyor. Bu tür modelleri demokratikleştirmek ve bireylerin etkinliğini gerçekten sağlamak için birtakım müdahalelere, araçlara, mekanizmalara ihtiyaç var. “İnsanları bir araya getirdik, bundan sonra eşit hukukla yollarına devam edecekler” demekle olmuyor. Örgütlü kurumları ve bireyleri bir araya getirmenin bir maliyeti var. Bu maliyeti seve seve üstleniyoruz, çünkü bu şekilde bir arada yaşamayı da örüyor, deneyimliyoruz. Ancak bu kolay ve kendiliğinden olan bir şey değil. Mutlaka müdahale gerekiyor. 

Bileşenler 21 alanda bir araya geldiler ve çalışma grupları kurdular. Sonra nasıl bir yol izlediniz? Çağrı metninizde “sorunları tespit etmek, çözümler önermek ve toplumu bu öneriler doğrultusunda seferber etmek” için bir çalışma başlattığınızı belirtiyorsunuz. Demokrasi Konferansı’na katkı veren bileşenler alan çalışmaları esnasında bu üç aşamadan hangisinde daha başarılı bir çalışma gerçekleştirdi? Sorun tespiti ve çözüm önerisinin ötesine geçip “Nasıl bir Türkiye istiyoruz?” sorusuna cevap veren kurucu bir irade ortaya çıktı mı?

Türmen: Evet, bu işe katılmak isteyenler geldiler, farklı alanları kurdular. Aslında alanlar kendi kendilerini kurdu. Bu nokta önemli. Daha sonra aralarında toplandılar, ortak bir görüş ortaya çıkardılar ve bunu konferansa sundular. Ama şunu da vurgulamak gerekir: Bu alanlar sabit değil, hem kendi içlerinde genişleyebilir hem de bu 21 alana yenileri eklenebilir. Fakat herkesin ortaklaştığı şey şu: Burada bir demokrasi arayışı var. Başımıza gelen tüm felaketler aslında Türkiye’de demokratik bir rejim olmamasından kaynaklanıyor. Bu krizi nasıl aşacağız? Bu sebeple, “konferans yapıldı ve bu iş burada bitti” demiyoruz. Konferanstan sonra da devam edecek bir süreç bu ve konferans bu sürecin kurucusu.

Şimdi yeni öneriler var, mesela yerel konferanslarla bu işin götürülmesi gibi. Alanları birleştirecek, alan temsilcilerinden oluşan ve alanlar arasında bağlantı kuracak bir kurula ihtiyaç var mı, bunu tartışıyoruz. Ama şunu yapmayacağız: Masa başında oturup “bir program hazırlıyoruz, bunlar var, şunlar yok” demeyeceğiz. Bunları alanlarla, yerellerde, her düzeyde tartışarak ortaya çıkaracağız.

Bu tabii daha zor, ama daha demokratik bir süreç. Süreç ne kadar demokratik olursa, sonuç da o kadar demokratik olur. Demokratik olmayan süreçten demokratik sonuç veya demokrasi çıkartamazsınız. Bir demokrasi, yeni bir Türkiye yaratma iddianız varsa, bunu ancak tartışarak, çok geniş bir tartışma alanı açarak, tartışma kanallarını çeşitlendirerek ve halkı bu tartışmaya çekerek yapabilirsiniz. Bundan sonra artık böyle yapmamız gerekecek.

Koca: Toplumun sorunları ya da mücadele dinamiklerinin talepleri, biz Demokrasi Konferansı’nı yapmasak da, buradaki arkadaşların oturup yazabilecekleri bir şeydi. Bu mücadele dinamiklerini, bu hak taleplerini Demokrasi Konferansı’yla keşfetmiş değiliz. Keşfetmeye çalıştığımız şey, bu hak mücadelelerinin yan yana gelip birlikte yeni bir demokrasi birlikteliği yaratması.

Bu anlamda, 21 alanın forumlar ve çeşitli yan yana geliş biçimleriyle kendi taleplerini “Nasıl bir Türkiye istiyoruz?” sorusu etrafında tartışıp bir tebliğe dönüştürmesi çok önemliydi. Zaten sorunların çözüm mekanizmaları mücadele dinamikleri tarafından sokakta, çeşitli yaşam alanlarında pratiği sergilenen bir yerde duruyor. Bunlar bir talepler manzumesine dönüştürüldü forumlarımızda.

Her an öğrenmeye açık bir şekilde yola devam ediyoruz. “Burada bu sorun var, bir sorun da orada var” derken 21 alana ulaştık. Bu alanlar kaynayan bir kazan gibi, orada hayat kaynıyor. O hayata kitlelerin istediği yönü vermek için güçlerimizi birleştirmeye çalışıyoruz.

Her mücadele alanının “Nasıl bir Türkiye istiyoruz?” sorusuna verdiği yanıtların bileşimiyle aslında ortak asgari programı ilan etmiş olduk. Bu ilanın kendisinin, biçiminin ve tüm o tartışmaların çok önemli olduğunu düşünüyorum.

Bir de mesela, belki fark etmişsinizdir, 24 Haziran’da protokolsüz bir şey yapmaya çalıştık, protokol konuşmaları olmasın dedik, çünkü mücadele dinamiklerinin hepsi aslında “Nasıl bir Türkiye istiyoruz?” sorusunun özneleri, aktörleri. 21 alanın tebliğinden oluşan bir kitapçık, talepler manzumesi, onun asgarisinin alındığı bir ilan ve program. Bunlar bir başlangıçtı.

Üçüncü aşama hâlâ açık. Ama o program bir taban hareketine dönüşecekse ve bir basınç oluşturacaksa, bunun çeşitli adımlarının atılması gerekiyor, şimdi o adımları atmaya çalışacağız. Bunu da ekmek, özgürlük ve adalet mücadelesinin birbiriyle harmanlanmasıyla yapacağız. Bugün işçi sınıfının güçlü olabilmesi için ekmeğe ihtiyacı var, ama demokrasiye ve adalete de ihtiyacı var. Hakeza kadınların güçlü olabilmesi için sadece İstanbul Sözleşmesi yetmez, sadece anayasal bir düzlem yetmez, bunun diğer şiarlarımızla da harmanlanması gerekiyor.

Devecioğlu: Alanlar başından beri zaten sokakta olan kesimlerce, mücadele eden kurumlar, örgütler ve kişilerce oluşturuldu. Bu bir tercihti, ortaklaştığımız noktalardan biri de buydu. Dolayısıyla, süreci diyalektik kavramak gerek. Yani “şimdi alanları kurduk ve mücadele etmeye başlayacağız” diye bir şey yok. Mücadele ediyorduk, bu mücadeleyi başka bir evreye sokmaya karar verdik ve alanları oluşturduk. Şu anda evrim-devrim iç içe demek istiyorum. Bizzat deresini, keçisini, kuşunu koruyan, kadın cinayetine karşı, ikili baroya karşı sokakta olan, hukuk, adalet, emek mücadelesi verenler, yollarda durdurulup gözaltına alınan insanlar oluşturdu alanları. Şimdi artık birlikte bir mücadele süreci de başlıyor ve oluşturduğumuz bu yeni gücün imkânlarından yararlanacağız.

Halkçı seçeneği güçlendirmek adına bir hukuk oluşturmak gerekiyor. Bileşen hukuku örgütler için geçerli olduğu kadar bireyler için de geçerli. Kurduğumuz hukuk esasen mücadele dinamiklerinin yan yana olması ve kurmak istediğimiz yeni ülkenin kurucu hukuku. Bu hukukun içinde toplumu toplum yapan birçok kesim var. Son derece heterojen bir yapıya sahibiz, hukukumuzu bu heterojen yapının zenginliğinden alıyoruz.

Şimdi bu söyleşide Demokrasi Konferansı’nın tarihini yazıyoruz bir anlamda. O yüzden şunu da sormak isterim: Rıza Hoca “Alanlar kendiliğinden ortaya çıktı” dedi, ama süreç bu kadar kendiliğinden miydi? Alanlara sonsuz inisiyatif tanıyıp kışkırtmanın ve heveslendirmenin yanısıra, kolaylaştırıcıların bir şekilde müdahalesi de gerekiyor.

Biz nasıl yol aldık? Her alanda öncelikle zaten örgütlü olan ve mücadele eden kesimlerden kolaylaştırıcılar saptadık, daha sonra kolaylaştırıcılar alanları örgütlemeye başladı, en geniş kesimlere çağrı yaptı. Yani mutlaka ortak akılla bir müdahale gerekiyor. Bundan sonra benzer yapıları oluşturacak arkadaşlar için bir deneyim aktarıyoruz şu anda, bu sorumlulukla söylüyorum bunu. Dolayısıyla, o kendiliğinden süreçlere bir ortak aklın oluşturduğu müdahalenin zorunlu olduğunu ve sürecin daha başka şekilde örülemediğini görüyorum. Konferans sürecinde buna tanık olduk.

21 alan birbirinden çok farklı özellikler ve gelişme dinamikleri gösteriyor. Kimi alanlar çok hareketli, pek çok kurumsal temsil var. Çok örgütlü alanlarda bir yorgunluk var, işlerin baştan aşkınlığı var, her an herkesin hak mücadelesi vermesinin getirdiği yoğunluk var, hepsinin üstüne bir bıkkınlık, “yine denedik, yine olmayacak” düşüncesi var. Bunların hepsinin kayda geçirilmesi lâzım. Kimse pembe bir tablo çizmeye çalışmıyor elbette, ama tabloyu tüm gerçekliğiyle yansıtmak boynumuzun borcu.

Davutoğlu: Kolaylaştırıcılar “Hadi sen kolaylaştırıcı ol” denerek seçilmedi. Bu kendiliğindenlik, yeni bir şeyin, bir inisiyatifin ortaya çıkmasına el vermek hafif bir karmaşa da yaratıyor. Bunu göğüsleyerek ilerlemek gerekiyor. Kolaylaştırıcıların kimler olacağının tartışıldığı, bazı alanlarda seçilemediği veya bazı alanlarda üç kolaylaştırıcının birden olduğu durumlar oldu. Şimdi süreci üç aşamaya ayırarak sorduğunuz için, ilk defa bu kadar net düşünüyorum. Sorunları saptama aşaması, zaten sahanın içinde olduğumuz, sorunları bizzat yaşadığımız için kolay demesek bile en doğal aşamaydı. İkinci aşama, çözüm yolları üretmek ise öyle göğe bakınca olmuyor, üstüne düşünmek, çalışmak, literatüre bakmak ve hayatın kendisine dokunarak ihtiyacı analiz etmek, yeni bir dünya tahayyülü için hayal gücümüzü, yaratıcılığımızı çalıştırmak gerekiyor. Artık bu ikinci sürecin ortalarını geçtik diyebilirim, ama o da daha tam bitmiş değil. İki buçukuncu aşamada olsak bile asıl üçüncü aşama çok ödüllendirici, çok heyecan verici olacak.

21 alanın her biriyle ilgili yapılan çalışmalar sonrasında tebliğler yazıldı ve 24 Haziran’da konferansta sunuldu. Peki, bu tebliğler sonrasında Demokrasi Konferansı’na katılanlar yeniden kurmak istedikleri ülkede nasıl bir emek rejimi, nasıl bir eğitim sistemi, nasıl bir ekonomi yönetimi istiyor, bu düzeyde bir netleşme ve ortaklaşma oldu mu? Her alanın tebliği diğer alanlar tarafından okunup, benimsenip kurucu bir program haline gelebilecek mi?

Davutoğlu: Bütün alanlar birbirinin tebliğini okumak için çok istekli oldu. “Kendi işimi yapayım” gibi değil de, “bakalım şu alanda neler görülmüş, peki biz bunları nasıl evrimleştirebiliriz” gibi. Bana şimdi işin o noktasındayız gibi geliyor. Birbirimizden öğrenerek, tartışarak, bütün bu ortak talepleri yerel konferanslarda geliştireceğiz. Ve sağlık, eğitim gibi kritik bazı alanlarda yapacağımız çalıştaylarla nasıl bir ülkede yaşamak istediğimizi tarif edeceğiz.

Devecioğlu: Kayda geçsin diye şunu söylemek istiyorum: Alanlardaki bileşenlerle irtibat kurduğumuzda ve alanlar kurulmaya başlandığında, kolaylaştırıcılar olarak alanlarda müthiş bir parçalanma gördük. Her kesim kendi mücadelesini veriyor, ama çok dağınıklar. Bileşenlerin birçoğu birbirleriyle anlaşmazlığa düşmüş, ayrışmış. Bunun çeşitli nedenleri var. Konferansın bir başarısı da bu şekilde birlikte olma imkânlarını kaybetmiş çeşitli kurumları ve örgütleri bir araya getirmek oldu.

21 alanın forumlar ve çeşitli yan yana gelişlerle taleplerini tartışıp bir tebliğe dönüştürmesi çok önemliydi. Zaten sorunların çözüm mekanizmaları mücadele dinamikleri tarafından sokakta, çeşitli yaşam alanlarında sergileniyor. Bunlar bir talepler manzumesine dönüştürüldü forumlarımızda. Her mücadele alanının “Nasıl Bir Türkiye İstiyoruz?” sorusuna verdiği yanıtların bileşimiyle aslında ortak asgari programı ilan etmiş olduk.

Nasıl başardınız bunu?

Devecioğlu: Kolaylaştırıcıların belirlenme aşamasında şunu düşündük: Öyle insanlar kolaylaştırıcı olsun ki, bir alanda en geniş kesimi toparlayabilsinler. Çünkü bu alanlarda mücadeleler yeni başlamıyor, hem büyük bir yorgunluk hem de büyük bir parçalanmışlık var. Kavga gürültü, terminolojik tartışmalar, literatür tartışmaları… Bazılarına hâkim de değiliz, dolayısıyla bunlar bazen müdahalelerle, bazen kolaylaştırıcıları değiştirerek, bazen de bizzat o toplantılara katılarak oldu.

Alanların ortaya çıkması dahi heyecan verici ve öğretici olmakla birlikte zor bir süreçti. Biz çağırdık diye herkes koşarak, kendiliğinden gelmiyor. Zaten orada birtakım yaşanmışlıklar, birikimler var, o birikimlerin üstüne bir şey yapmaya çalışıyorsunuz. İkincisi, tebliğlerin yazılma sürecinde bazen mevcut düzenin sınırları ve talepleri içine sıkıştığımızı gördüm.

Biz nasıl bir yeni sistem, nasıl bir hayat kurmayı tahayyül ediyoruz? O kadar uzun zamandır sadece tepkilerimizi dile getirmek ve bir şeyler talep etmek üzerine kurulu bir mücadele tarzı geçerli oldu ki, tahayyül etme yeteneğimizde kayıplar oluştu. Sistem adeta hayallerimizi de kuşatıyor ve yeniyi –daha iyi, daha özgür, daha insani olanı– ortaya koyma ve savunma cesaretimizi de azaltıyor.

Nasıl bir yeni sistem, nasıl bir hayat kurmayı tahayyül ediyoruz? O kadar uzun zamandır sadece tepkilerimizi dile getirmek ve bir şeyler talep etmek üzerine kurulu bir mücadele tarzı geçerli oldu ki, tahayyül yeteneğimizde kayıplar oluştu. Sistem adeta hayallerimizi de kuşatıyor ve yeniyi ortaya koyma ve savunma cesaretimizi de azaltıyor.

Kolaylaştırıcılar olarak yönergeler yazdık, bu yönergelerle alan çalışmalarına önerilerde bulunduk, ama bu yönergeleri masa başında yazmadık. Büyük toplantılarda ortaklaşa çıkan eğilimleri yönerge haline getirdik. Dolayısıyla statik, çözümlerin hemen gözümüzün önünde olduğu bir süreç değildi. Gerek alanların inşası, gerek tebliğlerin yazılma sürecinde çözümlerin zorlanarak, mücadele ederek, gayret göstererek ortaya çıktığı bir süreçten bahsediyoruz.

Sürekli mevcut sorunlarla mücadele etmekten ötürü farklı bir dünya için gelecek tahayyülünü yitirmiş olmaktan ve bu yönde bir kurucu irade ortaya koymakta zorlanıldığından söz ettiniz. Yola çıkarken “taşları yerinden oynatacağız” demiştiniz. Taşları yerinden oynatmak, bu kurucu iradeyi açığa çıkarmak için ne yapmak gerek?

Türmen: Şimdilik taşları yerinden kanırttık, bundan sonra taşları kanırtmaya devam edip yerinden oynatmamız lâzım. Yandaşlıktan mustarip olmayan herkesin gördüğü gibi, çok büyük bir çöküntü var. Devletin ve kurumların çöküntüsü topluma da yayılmış durumda. Ayrıca, sadece Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nden kaynaklanmıyor bu çöküntü, mevcut sistem getirilmeden önce parlamenter sistem varken başlamıştı zaten. Bu çöküntüden ülkeyi çıkaracak, bu enkazı kaldıracak yeni bir harekete ihtiyaç var. Toplumu, devletin işleyişini, kurumları yeniden inşa etmek zorundayız. Bunu yapacak bir kurucu kolektif irade gerekiyor. Bu kurucu kolektif irade hiçbir partide yok. Muhalefet partilerinin söylediği en ilerici şey, parlamenter sistemi rötuşlayarak o sisteme dönmek.

Buna restorasyon projesi deniyor, değil mi?

Türmen: Evet, ama restorasyon yerine bir yeniden inşa sürecini başlatmak gerek. Doğru yolda yürür, doğru şeyleri yaparsak, örneğin alanlar içinde birikmiş enerjiyi doğru kanalize edebilir, belirli bir hedefe yöneltebilirsek, Demokrasi Konferansı bu yeniden inşa projesini en iyi geçekleştirebilecek zemindir. Niçin? Birincisi, çok kapsayıcı bir bileşenler kompozisyonu var; kimseyi dışarıda bırakmayan, herkesi içine alan bir zemindeyiz.

İkincisi, Demokrasi Konferansı’nın yeni bir toplum, başka bir demokrasi, yeni bir Türkiye kurmak gibi bir hedefi var. Kurucu kolektif irade en çok bu zeminde var. Halkın içinde olduğu, aşağıdan yukarı yürüyen, yeni bir katılımcı demokrasi projesi etrafında birleşebilirsek çok şey değişir. Katılımcı demokrasiden söz ediyorsak yereldeki pratiklerle gerçekleştirilebilecek bir şey bu. O nedenle Demokrasi Konferansı’nı yerellere taşımak, alan çalışmalarını muhafaza ederek konferansı yerellere yerleştirmek ve yerel demokrasilere kapıyı açıp katılımcı demokrasiye dönüşmesini sağlamak zorundayız.

Katılımcı demokrasi iki düzeyde olabilir. Birincisi Meclis düzeyinde, halkın yasa yapılmasına katılımını sağlayarak, ama esasen halkın kendisiyle ilgili kararları alma sürecini yaratarak katılımcı demokrasiyi gerçekleştirebiliriz. Bu da ancak yerelde olur.

Konferansta deneyimlediğiniz ve bileşenlerin alanlar bazında yan yana geldiği çalışma modelini yerellere yayarak genişletme sürecini nasıl örgütlemeyi planlıyorsunuz? Çok ciddi bir kutuplaşmanın yaşandığı yerellerdeki bileşenleri bir araya getirmek için bu kutuplaşmayı nasıl aşacaksınız?

Koca: Toplumu kutuplaştırarak, yozlaştırarak, o çürümüşlüğü topluma yayarak faşist rejimi kurumsallaştırmaya çalışıyorlar, ama içinde bulunduğumuz konjonktür pek de böyle ilerlemiyor. Çok ciddi bir meşruiyet krizi, çok ciddi bir güvensizlik söz konusu. Sadece kamuoyu yoklamalarına baktığımızda bile bunu görüyoruz, ama sokağın nabzı çok daha fazlasını söylüyor. Toplumda sistemden ve devletin bekası söyleminden bir kopuş emaresi var, o kopuşu güçlendirmek gerek.

Bugün halk güçlerinin hareketliliğine bakarsak, halk güçleri demokrasi güçlerinden bir adım ileride. Bunu ekoloji hareketinden kadın hareketine, işçi sınıfının lokal direnişlerine kadar her yerde görmek mümkün. Demokrasi Konferansı halk güçlerinin bu tepkilerine ve taleplerine, nasıl bir ülkede yaşamak istediklerine dair arzularına ve özlemlerine kulak vererek başarıya ulaşabilir. Omurgasını mücadele dinamiklerine oturtması böyle bir anlam içeriyor.

Dahası, bundan sonraki süreçte sadece yerel konferanslarla ilerlemeyeceğiz. Aynı zamanda alan çalıştayları, alan konferansları, yerel konferanslarla, bir ortak yol haritası ve takvimle Demokrasi Konferansı’nı bir başlangıç ibresi sayarak, adım adım ilerleyeceğiz. Artık sadece talepleri dile getirmek yetmez, o taleplerin somut modellerini inşa etmek lâzım. Nasıl bir ülkede yaşamak istiyorsak, onun mücadele pratiğini yaşamın içinde somutlamak gerek.

Bence bu bir demokratik anayasa hareketiyle mümkün olabilir. Halkın en temel ihtiyaçlarını garanti altına alabilecek yeni bir siyaset modeline ihtiyacımız olduğu kadar, yeni bir toplumsal sözleşmeye de ihtiyacımız var. Zaten bu yan yana geliş kendisini siyasi ortama bir seçenek olarak ancak bu şekilde benimsetebilir diye düşünüyorum. Eşit yurttaşlık, toplumsal cinsiyet eşitliği, anadilde eğitim, yerel yönetimlere halkın katılımı, katılımcı demokrasi gibi sıraladığımız bir sürü şeyi içeren ortak, somut, asgari bir program yaşamak istediğimiz ülkenin asgari ilkesel programıdır.

Devecioğlu: Yerel konferanslarla ilgili kendimizi ya da İstanbul’daki konferansı merkez olarak gören bir noktadan hareket etmiyoruz. Kimse merkez ya da yerel olmadan, yerellere en geniş inisiyatifi sağlayarak, onların özgün zenginliğini ve yaratıcılığını sürece katarak, oradan da öğrenerek devam etmeyi düşünüyoruz. Yerel konferanslarla ilgili genel yol haritamız şöyle: Örgütlerin ve grupların değil, mücadele alanlarının bir araya gelmesinin yararlı, verimli, iyi bir sonuç yarattığı bilgisini yerellerle paylaşarak bir yerel konferans süreci örgütleyeceğiz. Yani maksat bir modeli kopyalamak değil, o modelin yararları konusunda bir bilgilendirme yapmak, gerisini yerellerin inisiyatifine bırakmak, ama eşgüdümü de sağlamak. Bu konferansa ilk adımı atarken bu süreçten bir mücadele birikimi ortaya çıkacağını söyledik. Şimdi bunun demokrasi mücadelesine en fazla katkıyı sunan nasıl bir form alacağı tartışma konusu. Görünen o ki, hemen karar veremeyeceğimiz bir konu, çünkü bu modelin çalışma tarzı böyle. Bundan sonra siyasi partilerle bir yuvarlak masa toplantısı yapmayı düşünüyoruz. O toplantıda partilerle tebliğleri paylaşmak ve halkın taleplerini onlarla tartışmak, bu taleplerin halkın talepleri olduğunu kendilerine hissettirmek istiyoruz.

Siyasi partilerle yapacağınız bu toplantılardan muradınız nedir? Alan tebliğleri şeklinde bir araya getirdiğiniz halkın taleplerini siyasi partilerin programına dahil etmek mi?

Devecioğlu: Yola çıkarken şunu söyledik: “Bu ülkenin geleceğinde bizim de sözümüz var”, daha doğrusu, biz olmadan bu ülkenin geleceği diye bir şey olmaz. Siyasi partilere de “Bu ülkenin geleceğinde sözü olan insanların, kurumların, yapıların, örgütlerin ve onların birleşerek gerçekleştirdiği konferansın ortaya çıkarttığı sonuçlar bunlardır” diyeceğiz. Konferans sürecinde alanlarda çeşitli partilerin temsilcileri de vardı. Onlar da alan çalışmalarına katıldılar. Ancak, söz konusu toplantıda daha ziyade Meclis’teki partiler olacak. Biz o masaya halkın mücadeleyle yazdığı talepleri temsil eden –kelime doğruysa– bir güç olarak, bir varlık olarak oturacağız. Talep etmeyeceğiz, sadece “bizsiz, yani halkın katılımı olmadan bu ülkede demokrasi olmaz” diyeceğiz. Ama “bu talepleri programınıza alın” diye bir durum olmayacak, çünkü biz bu talepleri ne kadar toplumsallaştırırsak, ne kadar büyük bir toplumsal güç haline getirirsek, partiler de onları o oranda görmek zorunda kalacak zaten.

Nasıl bir ülkede yaşamak istiyorsak, onun mücadele pratiğini yaşamın içinde somutlamak gerek. Bu bir demokratik anayasa hareketiyle mümkün olabilir. Halkın en temel ihtiyaçlarını garanti altına alabilecek yeni bir siyaset modeline ihtiyacımız olduğu kadar, yeni bir toplumsal sözleşmeye de ihtiyacımız var.

Türmen: Partilerden farklı bir siyaset anlayışına sahibiz. Ayrı bir kamusal alanda siyaset yürütüyoruz. Ama bu demek değil ki siyasi partileri görmezden geliyoruz. Nasıl ki, kendi siyaset çevremizdeki bileşenlerle bir eklemleme kuruyorsak, partilerle Konferans arasında bir eklemleme sağlamak da yararsız değil. Demokrasi mücadelesi veren bütün güçler arasında hiç değilse bir hedef birlikteliği sağlamanın, onlarla yan yana durmanın bizim açımızdan bir sakıncası yok. Bunu bir ağın düğümleri gibi düşünmek lâzım. Partiler de o ağın düğümlerinden biri. Bizim de partilerle eşit olarak bir ilişki kurmamız gerekir. Böyle bir katılımcı demokrasi partilerin de siyasetteki rolünü değiştirir, onların rolünü küçültür, halkı ön plana çıkarır, partileri geri plana çeker. Mesela kutuplaşma sorunundan söz ettik. Kutuplaşma siyasi iktidarın yarattığı bir şey. İktidar toplumun ortasına bir duvar çekti. Duvarın bir tarafındakiler öbür tarafındakileri görmüyor, dinlemiyor, işitmiyor. Bu duvarı kaldırmak lâzım. Katılımcı demokrasi bu duvarı kaldırır, bu kutuplaşmaya son verir, çünkü hangi partiye oy verirsek verelim, katılımcı demokrasi halkın kendisiyle ilgili kararları kendisinin vermesini sağlar. Aynı zamanda siyasetin daha barışçıl, daha yumuşak, daha sarmalayan bir düzlemde yürütülmesini de sağlar.

“Bu ülkenin geleceğinde bizim de sözümüz var” dediniz. Demokrasi Konferansı gelecekte buradan nereye gider sizce?

Devecioğlu: Sabırla, ince ince, emek emek örülmesi gereken zor bir süreç. Hiçbir kolay başarı vaadi yok, kolay zafer yok. Bu gerçeği başından beri önümüze koyduk. Ani mucizeler beklemiyoruz. Tam tersine sabırla, kararlılıkla, sonuç bildirgesinde söylediğimiz gibi, talan edilmiş bu güzel ülkeye olan boynumuzdaki borçla mücadele etmeyi sürdüreceğiz. Sadece bir konferans yapmadık, toplumsal-siyasi sürece bir müdahalede bulunduk. Genel değerlendirmelere göre, başarılı olduğunu düşünüyoruz. Şimdi elimizde çeşitli imkânlar barındıran bir mücadele birikimi var. Herkesi bu ortak emekle yaratılmış mücadele birikimine dahil olmaya, kendi yaratıcılığıyla katılmaya ve birlikte mücadele etmeye davet ediyoruz.

Türmen: Bu konferansta bir momentum yakaladık. Bu momentumu kaybetmemek, dinamizmi devam ettirmek lâzım. Olaylar da buna itiyor. Şimdi önemli bir dönemeçteyiz. Şöyle de düşünebilir pekâlâ: Amaç bir konferans toplamaktı, bittiğine göre herkes evine gitsin, Demokrasi Konferansı da tatlı bir anı olarak kalsın. Biz böyle düşünmüyoruz, bu konferansın bir başlangıç olduğunu düşünüyoruz.

Konferans öncesindeki çağrınızı yinelemek isteseniz, bugün Türkiye halklarına nasıl bir çağrıda bulunursunuz?

Türmen: Adalet, özgürlük, ekmek için, Türkiye’nin yeniden inşası için Demokrasi Konferansı büyük bir sorumluluk, büyük bir görev üstlendi. Herkesin elini taşın altına koyması gerekir. Çünkü faşizm sessiz toplumların omuzlarında yükselir.

^