SELAHATTİN DEMİRTAŞ SORUYOR, İKTİSATÇILAR CEVAPLIYOR –IV. BÖLÜM

Söyleşi: Selahattin Demirtaş
1 Nisan 2023
Jean-François Le Minh, "Farkındalık", 2020
SATIRBAŞLARI

AKP’nin inşaata dayalı birikim rejimi döneminde gerçekleşen imar afları ve TMMOB’un yetkilerinin daraltılması, hâkim olan denetimsizlik ve rant düzeni on binlerce insanımızın ölmesine yol açtı. Depremde ortaya çıkan dayanışma ve halkın öz örgütlülüğü nasıl bir ekonomi modeline dönüşürse biz bu yıkımdan halk olarak kendi özgücümüzle çıkabiliriz?

Uğur Gürses: Toplumun karşı karşıya kaldığı önemli kırılma eşiklerinden birinin de böyle bir deprem felâketi olduğu çok açık. Böyle bir felâketin yarattığı hasarı da aşmak kolay değil. Ancak, bu yolda mesafe alabilmek için eski düzeni değiştirmek, toplum yararına olacak reformları hayata geçirmek için de bir fırsat penceresi açılıyor; kırılmalar değişim için eşiktir.

Deprem sırasında tanık olduk ki, toplumun her katmanından gelen dayanışma dalgası, aynı zamanda müthiş bir özgüven de inşa etti. Özellikle genç kuşak, en dip sarsıntıda dayanışmanın gücünü tecrübe etti. Yine toplumsal tepkinin gücünün, hesap sormanın ne olduğunu da. Bunu, her şeyi “Ankara’dan düğmeye basarak” kontrol edeceğini düşünen, ancak toplumun dayanışmasının gerisinde kalan otokrat siyasetçiler de gördü.

Selahattin Demirtaş

6 Şubat depremi sonrası yaşanan kırılma ile önemli reformları ve değişimi talep etmek, toplumun farklı kesimlerinin de bu reformlara sahip çıkması, önceki halden daha kolay olacaktır. Makro düzeyde, kılavuzu “çok kazanandan çok, az kazanandan az vergi” olan kapsamlı bir vergi reformu, konut ve araç sahipliği üzerinden servet vergisini de içerecek biçimde ilave vergilendirme, yıkımın onarımı için önemli bir adım olarak kaçınılmazdır. Mikro düzeyde ise yerel yönetimlerin lokomotifliğinde ekonomik dayanışma ağlarının tesisi, deprem sonrasında edinilen deneyimi yaşam pratiğine çevirerek hem hanelerin ekonomisini hem de sivil toplumu destekleyerek güçlendirecektir.

Ekonomik reçetelerin üzerine oturduğu yapı hukuk, hesap sorma-verme, şeffaflık, çoğulculuk, eşitlikçilik olduğuna göre; bu kırılmanın, bu temeli de inşa edeceğine dair umudumuzu koruyalım.

Ahmet İnsel: Bu inşaata dayalı birikim rejimi Birikim dergisinde “İnşaat Ya Resulullah” başlığı altında incelenmişti. Sadece birikim rejimi değil bu. Aynı zamanda bir kültür dayatması, özel bir kentleşme tasarımı. 1980’den günümüze yirmi imar affı oylandı. Popülizmin Türkiye’de en açık biçimde kendisini gösterdiği alan bu. Tayyip Erdoğan başbakan olduktan birkaç hafta sonra, 31 Mart 2003’te, meclisten bir imar affı yasası geçirdi. Bunu birçok benzer af yasası izledi. 2018 “imar barışı”ndan yararlanan kişi veya hane sayısını 2019 seçimleri öncesinde bugün depremden tarumar olmuş kantlerde tek tek saydı. Şimdi onların çoğu yerle bir olmuş durumda ve bu “barış”tan yararlananların bir kısmı hayatını kaybetti.

Sadece müteahhitler değil, yerelden Tayyip Erdoğan’ın şahsına kadar doğrudan uzanan uzun bir sorumluluk zinciri var. Başkasının hayatını korumak ve gözetmek yükümlülüğü olan kişiler, hayatın sonra ermesi tehlikesi ortaya çıkmasına rağmen, hayatın korunması için yapılması gereken icrai işlemleri yapmamışlar veya eksik yapmışlarsa, TCK’nın 83. maddesinde belirtilen suçu işlemiş sayılırlar.

Diğer taraftan, bu deprem 1999 depreminden farklı bir devlet davranışını gözler önüne serdi. 1999 depreminde devlet çökmüştü ve toplumsal girişimler hızla devreye girmiş, kısa zamanda büyük ölçüde kamu kurumlarıyla sivil girişimler ortak çalışmaya başlamışlardı. 2023 depreminde AKP devleti de çöktü. Ama bu kez bu parti devleti hem eli kolu bağlı kaldı hem de başkalarının iş yapmasını engelledi. En büyük çabası başkalarının yaptığı yardımı, kurtarma işlerini kendisinin yaptığı kanaatini yaymak oldu. Bu kendi çıkarı dışında olana ilgisizlik, yüzsüzlük ve şirretlik karması davranış, sanırım AKP devletinin alâmeti farikası olarak tarihimize geçecektir.

Ahmet İnsel

Buna karşı toplumsal dayanışmanın örgütlenmesi son derece önemliydi. AKP devleti özerk toplumsal örgütlenmelere ağır darbeler indirmiş olsa da, gene de sivil toplum örgütleri, belediyeler ve HDP gibi güçlü ve aktif bir halk desteğine dayanan siyasal partiler büyük bir dayanışma örneği verdi. AFAD’ın beceriksizliği ve her şeyi kendi denetimi altına almak hırsı, Kızılay’ın kâr amacı güden ticari kuruluşa dönmesinin yarattığı büyük zafiyeti kısmen telafi ettiler. 

Diğer taraftan, saldırgan otoriter yönetimlerin düşmanlaştırmaya çalıştığı yakın ve uzak komşu toplumlardan gelen destek de, iktidarın milliyetçi-yayılmacı saldırgan söylem ve eylemleriyle büyük bir tezat teşkil ediyordu. 14 Mayıs seçimlerini Erdoğanizmin etrafında kenetlenmiş güçlerin kaybetmesinin acil gereği çok daha açık biçimde ortaya çıktı.

Deprem AKP-MHP iktidarının bırakacağı büyük iktisadi enkazı daha da büyüttü. Maliyetinin 100 milyar dolar civarında olacağı tahmin edilen bir yeniden inşa yükü getirdi. Önümüzdeki seçimden zaferle çıkmış muhalefet partileri işte bunu, eskiyi ihya etmek değil, insani boyutlarda, yaşanabilir, çevre dostu yerleşimler kurmak için bir fırsata dönüştürebilirler.

Huzur ve dayanışma içinde iyi yaşanabilir bir toplum inşa etme yönünde Türkiye toplumunun güç ve iradesini hayata geçirmek, iktidarı güç ele geçirme hırsıyla, tahakküm arzusuyla değil, herkesin insanca ve eşitlik-özgürlük ilkelerine uygun biçimde yaşamasını sağlamak amacıyla Kürt sorununu, Alevi sorununu eşit yurttaşlık temelinde çözmek için ilerlerken, bunun yanında insanca yaşanabilir yerleşim yerleri inşa etme konusunda da ileri adımlar atabilirler.

Millet İttifakı’nın piyasacı, milliyetçi, muhafazakâr kanatlarının karşısında ilerici, çevreci, eşitlikçi siyasal akımların özellikle mecliste güçlü biçimde var olması bu bakımdan çok büyük öneme sahip. Buna kadın hareketinin özgürleştirici dinamiğinin de büyük katkısı olacaktır. Neoliberal dünyanın içinde yükselmiş, IMF direktörlüğü yaptıktan sonra şimdi Avrupa Merkez Bankası’nı yöneten Christine Lagarde, 8 Mart’ta konuşmasını bitirirken, kadınların erkeklerden hep daha fazla çalışmak, toplantılara daha fazla hazırlanmak zorunda olduklarını, çünkü kendilerine aşırı güven duymadıklarını söyledi ve “daha az testosteron ve daha az ego, buna yardım ediyor” diyerek konuşmasını bitirdi. Sanırım bizim de başka bir Türkiye, başka bir dünya kurmak için daha az testosterona, daha az egoya ve çok daha fazla diğerkâmlığa ihtiyacımız var. Bu tespit sol hareketler için de geçerli.

M. Murat Kubilay: Türkiye’de uygulanan iktisadi modelde, düzenlemelerin ve denetlemelerin gevşetilmesi son kırk yıldaki ana ilkelerden biridir. Bunu hem ilgili mevzuatı zayıflatarak hem de özellikle denetim mekanizmasını özelleştirerek uygulamak yaygındır. Bu tercihlerden siyasetin finansmanı sağlanıyorsa ve devlet rant mekanizmasıyla dar bir grup için servet oluşturuyorsa, şüphesiz bu serbestleşme kontrolsüz hale gelir. Bir de halkın uzun vadeyi düşünmemesi ve etik değerlerin göz ardı edilmesiyle, bu çıkar odaklarına eklemlendiğinde faciaların temeli atılmış olur.

Murat Kubilay

Politik kutuplaşma ve toplumsal değerlerin uzun süreli çürümesine rağmen, deprem felâketindeki can ve mal kayıpları tüm ülke insanını acıda birleştirdi. Felâketin ardından eksik müdahale ve yanlış kararlar neticesinde bu birleşme dayanışmaya dönüştü. Türkiye’nin yönetimindeki küçük bir çıkar grubu ve onların hadsiz siyasetlerine rağmen, halk bir arada oldu.

Fakat bu durumun mevcut halde yalnızca deprem ve benzeri afetlere yönelik daha sıkı düzenleme ve denetleme şeklinde etki yapacağı kanaatindeyim. Ülke ekonomisinin malûm sorunlarından ötürü, bu alanda dahi düzelmenin sınırlı olacağı görüşündeyim. Bunun arkasında dönüşümü hedefleyecek düzeyde kararlı siyasi yapı olsa bile bunu destekleyecek güçlü siyasi ittifakların olmaması, iş dünyasının dahil olma isteksizliği ve halkın bireyci tepkilerine hızla geri döneceği beklentileri bulunuyor. Üzülerek eklemek gerekirse, 50 binin üzerinde can kaybı ve milyarlarca dolarlık hasara rağmen, tüm Türkiye’yi sarsıp geriye dönüş olmaksızın ülkeyi bereketli bir döngüye itecek dönemde olmadığımız düşüncesindeyim. Sonuçların; afetlere karşı hassasiyet ve bu çürümüşlüğün nedeni ve sonucu olan iktidara yönelik kalacağı kanaatindeyim.

Peki, nasıl olmalıydı? Türkiye’nin bundan sonraki süreçte kaynaklarını planlamayla paylaştığı bir iktisadi modele geçmesi şart. Eğitim kalitesinin düştüğü ve dış borçların ağır yük oluşturduğu günümüzde, verimliliğin artırılmasının ve güç yatırımlarının başarılmasının başka yolu bulunmuyor. Bu çerçevede geçmişin hatalarından ders alınarak geliştirilecek kentleşme, imar, mülkiyet ve paylaşım süreçlerinde kamunun daha ağır basması ve belirleyici rol oynaması mühimdir. Üretim araçlarında tüketicilere yakın sektörlerde kamu mülkiyetli yapılar oluşturmak kolay değildir, fakat bilim ve teknoloji geliştirmede, ağır sanayide ve toplumun ortak kullanacağı sosyal alanlarda kamu kesinlikle etkin olabilir ve verimlilik sağlayabilir. Ancak, tüm bu dönüşümün olmazsa olmazları siyasi vizyon, liderlik ve toplum desteğidir.

6 Şubat sonrası önemli reformları talep etmek, toplumun farklı kesimlerinin de bu reformlara sahip çıkması, önceki halden daha kolay olacaktır. Kılavuzu “çok kazanandan çok, az kazanandan az vergi” olan kapsamlı bir vergi reformu yıkımın onarımı için önemli bir adım olarak kaçınılmazdır. –Uğur Gürses

Her ekonomik krizde yoksullar daha da yoksullaşırken zenginler daha da zenginleşiyor. İçinde olduğumuz krizde de ekonomi göstergelerinde büyüme olmasına rağmen mutfaklarda yangın var. Emeğiyle geçinenler verilerde gösterilen büyümeden ne kadar pay alıyor? Günümüzdeki krizi nasıl tanımlarsınız? Bu krizden çıkış için muhalefete ne tür somut öneriler yaparsınız?

Uğur Gürses: Son dört yılda ekonomi patinaj halinde. İktidar ise düşüşleri değil, yükselişleri anlatıyor. Son birkaç yılda halkı yoksullaştıran bir büyüme var. Evet; hane halkı tüketimi son 3-4 çeyrekte patlamış durumda; geliri yüksek olanlar ile borçlanma ve bunu rahatça geri ödeme kapasitesi olanların harcamaları nedeniyle. Oysa kitlesel bir halk yığınının, yani yüzde 27’ye yakını yoksul kategorisinde olan hane halklarının son iki yılda uydurma ekonomi politikasıyla daha da yoksullaştığı çok açık. Yine yüzde 27’si kiracı olan hanelerin son bir yıldaki patlayan kiralar nedeniyle daha da zor durumda olduklarına da şüphe yok.

Uğur Gürses

Ne tesadüf ki, son bir yılda milli gelirden ücretlilerin aldığı pay da yüzde 27’ye gerilemiş bulunuyor. 2016’nın üçüncü çeyreğinde yüzde 37 gibi yüksek bir seviyeye gelmişken, 10 puana yakın düşüş olmasının herhalde Türkiye’deki sivil hak ve özgürlüklere, hukukun üstünlüğüne vurulan darbenin, keyfi yönetimin eseri olduğunu da not etmek gerekir.

Türkiye bu sürecin öncesinde de refahı yüksek, bölüşümü adil bir ülke değildi. Sermaye hareketlerine dayanarak biraz toparlanmış, ama belirgin bir yapısal iyileşme sağlamayamıştı.

Türkiye’de ekonomik krizin de yoksullaştıran sürecin de reçetesi ve birincil kilometre taşı, hukukun üstünlüğünün tesisi ve hesap veren demokratik bir kulvara çıkıştır. Hak aramanın, sıradan bir protestonun bile derdest edildiği ülkede toplumu esenliğe çıkaracak, bölüşümü adil patikaya sokacak herhangi ekonomik reçete yok maalesef.

Bireyin hukukunu devlete karşı koruyan bir hukuk düzeninin hukukun üstünlüğü olduğunu düşünen biri olarak, “çağ atlatacak” koşulun burada olduğunu düşünüyorum. Bu sağlanırsa toplumsal kesimlerin hak arama, refah, gelirde adalet, yoksulluğu yenme çabasının sonuç vereceği çok açık.

Ahmet İnsel:  2016’dan beri emeğin ulusal gelir içindeki payı düşüyor ve bu düşüş son iki yılda daha da hızlandı. Son verilere göre, GSYH’nın yüzde 25’i seviyesine geriledi. Bu pay son iki yılda yüzde 30 düştü. Buna karşılık, sermaye shiplerinin ulusal gelirden aldığı pay yüzde 43’den yüzde 54’e yükseldi.

Diğer taraftan, son iki yıldaki büyüme geniş tanımlı işsizlikte anlamlı bir azalmaya yol açmıyor. İktidar seçim kazanmak için asgari ücrette yüksek enflasyona yakın bir artış yaptı son iki yılda, ama ortalama gelir bu oranda artmadığı için, asgari ücret ortalama ücretin yüzde 70’ine varmış durumda. Bu, iki yıl önce asgari ücretin bir veya iki katı ücret alanların asgari ücret alanlardan çok daha büyük bir alımgücü kaybı yaşadıklarını gösterir. Yoksulluk seviyesinin altında kalan nüfusun oranı artıyor.

AKP iktidarı, dünyadaki bütün sağ-muhafazakâr iktidarlar gibi, kriz sırasında sermayedarların kârlarının artmasına uygun politikalar izledi. Gelir dağılımı daha da bozuldu. Diğer taraftan, Tayyip Erdoğan’ın ideolojik saplantıları nedeniyle Türkiye ekonomisinin yarım yamalak dengesi iyice altüst oldu. Eğer muhalefet başkanlık seçimini kazanır ve mecliste de çoğunluğa sahip olursa, önünde altından kalkması zor bir iktisadi yıkımla karşı karşıya kalacak. Bu, neoliberalizmin iktisadi tahribatına Erdoğanizmin nevi şahsına mahsus iktisadi politakasının ilave ettiği bir yıkım. Boyutu o yüzden herhangi bir neoliberal hükümetin alternatifi olacak bir programdan çok daha kapsamlı bir yeniden kuruluş politikası gerektirecek, hem siyasal, hem kurumsal hem iktisadi planda.

Erdoğan’ın şahsına kadar doğrudan uzanan uzun bir sorumluluk zinciri var. Başkasının hayatını korumak ve gözetmek yükümlülüğü olan kişiler, yapılması gereken işlemleri yapmamışlar veya eksik yapmışlarsa, TCK’nın 83. maddesinde belirtilen suçu işlemiş sayılırlar. –Ahmet İnsel

Erdoğan’ın seçim sonrasına ötelediği bir dizi mali yükü göğüslemek için ilk başta birçok halk kesiminin kısa vadede rahatsız olacağı önlemler almak gerekecek. Bu önlemlerin geniş halk kesimlerinin ağır bir bedel ödemesiyle sonuçlanmaması ve iktisadi sorunların daha da derinleşmesiyle yeni iktidara olan seçmen desteğinin hızla erimemesi için güçlü bir toplumsal dayanışmaya dayalı mobilizasyon gerekiyor. Bu da afaki değil, gerçekçi kısa ve orta vade hedeflerinin, bunlara ulaşılması için atılması gereken adımların, bu adımların yükünün kimler tarafından ve nasıl karşılanacağının açıkça dile getirilmesini gerektirir.

Muhalefet bu büyük iktisadi-sosyal yıkımdan çıkarken sosyal devleti, dayanışmacı toplum mekanizmalarını, çevre yıkımına hızla son verecek önlemleri, iyi yaşam koşullarını ve eşitliği ön planda tutan uygulamaları, katılımı işyerinde, yerel yönetimde, üniversitelerde destekleyen önlemleri açıklamakla yetinmemeli, hızla bunların ilk adımlarını da atmalıdır. Yerel yönetimlere, başta mali olmak üzere, kapsamlı bir özerklik tanınması, alınan sorumlulukların paylaşılması açısından da elzemdir.

M. Murat Kubilay: Türkiye ekonomisinin yüzde 3,0-3,5 dolayında büyüme potansiyeli var. Yani doğayı tahrip etmeden, dış borç tuzağına düşmeden, yurt dışından ucuz işçi almadan, döviz kurunu yüksek tutup üretim unsurlarını suni ucuzlatmadan ve kamu harcaması ile kamu bankaları kredileri ile ekonomiyi zoraki iteklemeden bu oranlara düzenli olarak ulaşılabilir. Sığınmacı dahil, nüfus artış oranı yüzde 1,5-2,0 civarında. Haliyle her yıl yüzde 1,5 düzeyinde bireysel geliri artırmak mümkün; tabii bunun için adil bölüşüm şart. Ancak, AKP’nin kendine özgü politikaları olmasa dahi, küresel ekonomik uzlaşı olan neoliberalizm nedeniyle bunu başarmak imkânsız.

50 binin üzerinde can kaybı ve milyarlarca dolarlık hasara rağmen, tüm Türkiye’yi sarsıp geriye dönüş olmaksızın ülkeyi bereketli bir döngüye itecek dönemde olmadığımız düşüncesindeyim. –M. Murat Kubilay

Durum tespitinde hem 1980 sonrası Türkiye’de gelişen ve 2001 sonrasında egemen olan neoliberalizme hem de AKP’nin özellikle 2016 sonrasında belirgin ekonomi tercihlerine yer verilmeli. Kırk yılı aşan bu dönemin ilk sonucu düşük gelirlilerin orta gelirlilerin yoksullaşması pahasına desteklenmesi oldu. İkinci sonuç, 2018’de başlayan iktisadi buhranla dar gelirlinin de yeniden açık bir biçimde yoksullaşması oldu. Son olarak, tüm bu dönemlerde en varlıklı kesim gelirlerini artırdı; çeşitli varlık grupları daha ayrışmış veya bazı sektörler geri kalmış olsa da, iktidar yanlısı veya hayat tarzı olarak muhalefete yakın olsun fark etmez, en çok zenginler kazandı.

Ekonomik krizlerden kısa vadeli çıkış yolu temel makrekonomik politikalarla başarılır. Ancak, iktisadi ve sosyal kalkınma için siyasi güç gereklidir. En hasarlı gruplara durumu aktarmak, kısa vadeli değil uzun vadeli hedefler koymak ve zorluklara rağmen onları örgütlemek şarttır. Bu nedenle bugünün muhalefeti ve yarının iktidarının en çok dikkate alması gerekenler, mevcut duruma neden olanların tahribatını ortaya sermek, kaybeden tüm kesimleri birleştirmek ve bu grupları politikleştirerek dünyayla birlikte yeni bir ekonomik model denemek olmalıdır.

Ekonomik krizin kuşkusuz hem küresel hem bölgesel hem de yerel nedenleri olduğu biliniyor. Bunları nasıl açıklıyorsunuz? Tek adam rejiminin krizin Türkiye’de bu kadar derin yaşanmasındaki sorumluluğu nedir?

Uğur Gürses: Demokratik bir rejimde yönetenlerin hesap verme yükümlülüğü, halkın da hesap sorma ve bilgi edinme hakkı var. 2018 sonrası, kimimizin beğenmediği ve yetersiz bulduğu mevcut kural ve kurumların bile çökertildiği, yurttaşların anayasal haklarının engellendiği keyfi bir yönetim yürürlükte. İç barıştan dış politikaya, ekonomiden toplam refaha kadar birçok alanda bunun derin bir çöküşe evrildiğini görebiliyoruz.

Ahmet İnsel: Krizin uluslararası nedenleri elbette var. Ama krizin Erdoğanizmin yürüttüğü politikalara bağlı olan Türkiye’deki öznel nedenleri uluslarası planda yaşanan krizin katmerli biçimde bize yansımasına yol açtı. Başka ülkelerde “enflasyon yüzde10-yüzde20 oldu, büyük kriz var” denirken,  Türkiye’de enflasyon üç haneli rakamlara ulaştı. Erdoğan’ın saplantıları nedeniyle dayattığı, dünyada örneği olmayan faiz politikası yangına körükle gitmek demek. Bunun sonucu olan açık ekonomide kaçınılmaz olarak TL’nin hızla değer kaybetmesini, milyarlarca dolar kaynağı arka kapıdan sokağa atarak durdurmaya çalışıyor Merkez Bankası. Bu biraz piroman itfaiyeci benzetmesini akla getiriyor.

Tek adam rejimi veya Erdoğanizm herşeyin kendi iktidarını pekiştirme hedefine hazır ve nazır halde olması için üç büyük yıkım yaptı. Kurumsuzlaştırma politikasıyla kurumları dağıttı. Yüzlerce örneğin arasında Merkez Bankası’nın, üniversitelerin, AFAD’ın, Kızılay’ın günümüzdeki durumu bunun sonucudur. Yargıyı kendisine güdümlü hale getirdi, yasaların değil kendi uygun gördüğünün yargı kararı olmasını sağladı, sistemi yasasızlaştırdı. Anayasayı adım adım delerek, anayasayı da büyük ölçüde kadük hale getirdi, rejimi büyük ölçüde anayasasızlaştırdı. Hukuk güvenliğinin ortadan kalkması, can güvenliğinin büyük oranda zayıflamasının yanında, hem iktisadi hem de siyasal konularda yakın gelecek konusunda akılcı bir öngörü yapılamaz hale getirdi.

Birincil kilometre taşı, hukukun üstünlüğünün tesisi ve hesap veren demokratik bir kulvara çıkıştır. Hak aramanın, sıradan bir protestonun bile derdest edildiği ülkede bölüşümü adil patikaya sokacak herhangi bir ekonomik reçete yok maalesef.–Uğur Gürses

Bu durumun az veya çok benzerlerini günümüzün diğer otokrasilerinde de görüyoruz. Bu rejimler 20. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan nasyonal-sosyalizm, faşizm gibi rejimlerde olduğu gibi, toplumu sürekli diken üstünde tutarak, ortaya attıkları iç ve dış düşmanlar iddialarıyla toplumu olağanüstü hal durumunda mobilize halde tutarak iktidarlarını pekiştiriyorlar.

Elbette 20. yüzyıldaki öncülleriyle aralarında benzerlikler kadar büyük farklar var. En başta nasyonal-kapitalizm hedefiyle hareket edip, tam anlamıyla totaliter olmayan, toplumda güvencesi olmayan kısıtlı özgürlük alanları bırakarak, açık ve katı bir otoriter yönetimi dayatıyorlar. Bu otoriter nasyonal-kapitalizmlerin en önde gelen örneklerinden biri bugün Erdoğanizm. Bu otoriter nasyonal-kapitalizm rejiminden seçim yoluyla kurtulunup kurtulunamayacağının sadece Türkiye değil, dünya için de önemli bir göstergesi 14 mayıs 2023 seçimleri olacak.

M. Murat Kubilay: Neoliberalizm ile AKP’nin etkilerinin birbirinden bütünüyle ayırmak zor; zira AKP’nin ilk üç dönemi büyük ölçüde bu küresel eğilime paralel seyir izledi. Özelleştirme, sendikasızlaşma, taşeronlaşma, asgari ücretleştirme, vergi muafiyetleri ve gevşek denetim gibi birçok tercihte AKP ile neoliberalizm paralellik gösterdi. Bununla birlikte, 2016’ta darbe girişimi sonrasında ekonomi yönetimine müdahaleler neoliberal tercihleri aştı. Gelişmiş ve kuralları güçlü bir ülkedeki neoliberalizme kıyasla, Türkiye gibi gelişmekte olan bir ülkedeki deneyim şüphesiz daha acımasız olacaktı. Yine de AKP iktidarının son altı-yedi yıldaki tercihlerini ayırmak gerekir. Örneğin, konut fiyatlarındaki görülmemiş sıçrama, TL cinsi mevduat tutanların birkimlerinin buharlaşması, orta gelirli eğitimli kesiminin ücret artışlarında geri kalması ve kamu bankaları kredi tahsislerindeki seçilimler hem AKP’nin ekonomi yönetiminin neoliberalizmi aşan yetkinsizliğini hem de kendisine oy vermeyen seçmenlere düşmanlığını açıkça gösterir.

Ekonomik krizin Türkiye’nin hem ülke sathında hem de bölgede izlediği güvenlikçi-militarist politikalar ile ilişkisini nasıl görüyorsunuz? Barış yerine savaş tercihinin ekonomiye ve topluma maliyetini nasıl değerlendiriyorsunuz?  

Uğur Gürses: İktidarda kalmanın, hesap vermemenin, keyfi yönetimin tutunacak dalı olarak milliyetçi damarı kaşıyarak, bu eğilimdeki yurttaşların desteğiyle iktidarda kalmayı sağlamak için tek yol olarak görülmüş olmalı. İç düşman ve dış düşman yaratarak, güvenlik kaygısını bu hassasiyetteki yurttaşların zihninde diri tutmanın, seçmen desteği için önemi “alet” olduğunu biliniyor ve hatırı sayılır bir kaynak akıtılıyor. Şurası çok net; huzur ve barışı evde sağlayan toplumların refahı yükseliyor.

Ahmet İnsel: Fiili veya yasal, sürekli olağanüstü hal rejiminin gerekçesi devlet güvenliğinin ve ona bağlı olarak toplum katmalarında güvenliğin yakın ve açık tehlike altında bulunduğu iddiasıdır. Bu iddianın ete kemiğe bürünmesi için güvenlikçi politikalar, güvenliğin tehdit altında olmasını da sahneler. Otokratik rejimlerde birçok suikastın arkasında güvenlikçi politikaların mimarlarının, yöneticilerinin eli doğrudan veya dolaylı biçimde vardır. Bu aynı zamanda militarist politikaların kabul edilmesi, toplum içinde karşılık bulmasının da aracıdır.

Tek adam rejimi üç büyük yıkım yaptı. Kurumsuzlaştırma politikasıyla kurumları dağıttı. Yargıyı güdümlü hale getirdi, sistemi yasasızlaştırdı. Anayasayı adım adım delerek rejimi anayasasızlaştırdı. Hem iktisadi hem de siyasal konularda akılcı bir öngörü yapılamaz hale getirdi. –Ahmet İnsel

İktisadi olarak militarizmin toplumsal kaynaklar üzerinde oluşturduğu büyük yükten çok daha ağırı toplumsal tahayyülde yarattığı etkidir. Militarist zihniyetin uzantısında pogromlar vardır. Bu zihniyet ülke içinde “iç düşman” olarak iktidarın damgaladığı, işaret ettiği gruplara yönelik potansiyel saldırı zeminini hazırladığı gibi, dış politikada da saldırgan bir tutumu besler, hatta dayatır.

Hele milliyetçi söylem “kaybedilmiş topraklar”, “kaybedilmiş cihan imparatorluğu” nostaljisini besliyorsa, irredantizm yarı gizli biçimde toplumun geniş bir kesiminde bastırılmış ülkü olarak var olmaya devam ediyorsa, o zaman günümüz Türkiye dış politikasının militarist, saldırgan çizgisine toplumsal destek de sağlanır. Türkiye bütün yakın komşularının az veya çok ve fiilen ya da potansiyel olarak tehdit kaynağı olarak gördüğü bir ülke. Bunun övünülecek bir yanı yok. Bu militarist gidişin birçok otokraside büyük bir felâketle son bulduğunu sürekli hatırlatmak gerekiyor. 

M. Murat Kubilay: İkinci Dünya Savaşının ardından Almanya ve Japonya’nın silahsızlanmasının ulusal tasarrufları artırması ve bu şekilde üretime yatırım olarak aktarmaları gerçeği malûmdur. Tabii bunun ABD hegemonyasını hem askeri olarak kabullenmek hem de onun emperyal denebilecek şirketlerine sınırlarını açmak gibi bedelleri de var. Yine de savaş yerine barış tercihi tartışmasız ulusal kaynakların daha verimli kullanımına yol açar.

Üstelik, doğrudan savaş tehdidi olmasa da terör gibi risklerin yarattığı iç asayiş harcamaları da bir sorundur. Alışveriş merkezlerinden metro istasyonlarına kadar çok sayıda kişinin güvenlik personeli olarak çalışması ve görüntüleme makinelerinin birçoğunun yurt dışından ithal edilerek cari açığa yol açması gibi günlük hayatta rahatlıkla gözlemlenebilecek sonuçları vardır. Ayrıca, savunma sanayinin iktisadi kalkınmaya etkisi silah sistemlerinin üretimi ve ihracatı ile olur; yani başka bölgelerdeki savaş ve risklerden faydalanma etik sorunuyla karşılaşır.

Buna ek olarak sürekli güvenlik riski hisseden kişilerin tasarruflarını daha pahalı semt ve sitelere harcaması önemli bir gelir transferidir. Devamlı yaşanan kaygılar iş gücü verimliliğinde düşüşe neden olur. Dahası, güvenlikçi politikaların süreklilik arz etmesi ve eleştiriye kapalı olması; bu politikaları güden ve yönetenlerin şahsi çıkarlarına yönelik kullanmalarına imkân tanır. Hatta önce dolaylı ve ardından doğrudan demokrasiye müdahale gücüne erişebilir ve bir kısır döngüye dönüşerek sürekli tasarruf yutan, insanları kaygıya iten ve huzur ile refahı pahalı hale getiren bir hale ulaşabilir.

Kriz karşısında Erdoğan rejiminin uygulamaya koyduğu politikaların tutarlı bir bütünlüğü olduğunu düşünüyor musunuz? Bu politikaların sebeplerini, saiklerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Ve sonuç olarak hangi toplum kesimleri kazanıyor, hangi toplum kesimleri kaybediyor?

Uğur Gürses: Ne siyasi alanda ne de ekonomide ortaya konan politikaların bir bütünlüğü var. Keyfi yönetimlerin, tek adam rejimlerinin özelliği bu. Krizi yaratan da “yangını” çıkaran da bizatihi yöneten “tek adam”  olduğu için, ortaya çıkan yangın kontrol altına alınmaya çalışılırken de yeni hasarlar yaratılıyor. Ekonomik krizin en önemli nedeni yönetim tarzı ve tercihleri ile hesap vermekten uzak-keyfi yönetimdir. Bir bütünlük de ortaya çıkmaz.

Ekonomik kriz yanında, bu krizi kontrol altına almaya çalışan adımlar da Türkiye’de iş yapmayı, ekonominin kendi işleyişi içinde sürmesini zorlaştırıyor. Asıl olan yoksul kesimleri daha da yoksullaştırıyor. Bugün ekonomik kriz diye tanımladığımız olgusal tablo, aslında 2018 öncesinde akışa bırakılmış yönsüzlüğe, 2018’de başlayan yeni sürecin eklenmesinin bir sonucu. 2022 sadece yoksulların değil, orta sınıfın da yoksullara yaklaştığı ve çöktüğü yıl oldu. 2022 Türkiye tarihinde önemli bir kilometre taşıdır; yoksulluğun tabana yayıldığı yıldır.

Bu sürecin kazananın iktidar eliti bir grup yandaş iş kesimi olduğu açık. Ancak yoksulluğun tabana yayıldığı hiçbir toplumda buna “kazanç” denemez.

Ahmet İnsel: Erdoğanizm yaşanan iktisadi krizde kendi politikalarının sorumluluğunu elbette kabul etmiyor. Bu politikalara devam ediyor. Ama aynı zamanda, seçimleri ne olursa olsun kazanmak için seçim takvimi yaklaştığından beri, yakın tarihe kadar kibirle, küstahlıkla elinin tersiyle ittiği, dar gelirli kesimleri ilgilendiren bazı kararları alelacele devreye sokuyor.

Asgari ücretin artırılması, kamuda sözleşmeli çalışanların kadroya alınması, emeklilik için yeterli prim günü ödemiş, ama emeklilik yaşına takılanlar için yaş engelinin kaldırılması gibi uygulamaların seçimlere birkaç ay kala hayata geçirilmesi, otoriter popülizmin tipik bir örneğidir. Seçimleri eğer kazanırsa, bu verdiği hakları başka yollarla hızla geri almayacağının hiçbir güvencesi yok.

Diğer taraftan, asgari ücret üç aşağı beş yukarı enflasyonla beraber artıyor, ama diğer ücretler üzerinde krizin baskısı artarak devam ediyor. Yürürlükte olan gerçek anlamda bir piyasa ekonomisi, hatta Thatcher-Reagan döneminin neoliberalizmi bile değil. Afaki büyük hedeflerle halkı uyutan, ama pratikte bu hedeflerin gerektirdiklerinin tam tersini yapan, neopatrimonyal rejimin birçok özelliğini sergileyen bir nitelikte Erdoğanizm. Kamu imkânlarının, doğal kaynakların iktidardakilere ve yakın çevresine doğal olarak tahsis edildiğine inanıyor.

Bugünün muhalefeti ve yarının iktidarının en çok dikkate alması gerekenler, mevcut duruma neden olanların tahribatını ortaya sermek, kaybeden tüm kesimleri birleştirmek ve bu grupları politikleştirerek yeni bir ekonomik model denemek olmalıdır. –M. Murat Kubilay

Neopatrimonyal rejimler kamu alanı ile özel alan arasında sınırın belirsizleştiği, kamu gücünü elinde tutanların bu sınırı işlerine gelen yönde hareket ettirdikleri rejimlerdir. Bu rejimlerde kliantelizm, yani yapısal kayırmacılık sistemin özünü oluşturur. Erdoğanizm buna yasadışı gelir kaynaklarına göz yummak, bunların ülkeyi karapara aklama cennetine dönüştürmesi için kapıyı açık bırakmak politikasını ilave ediyor. Bu vahşi kapitalizm ve iktisadi kaos ortamında orta gelir tuzağından kurtulmak mümkün olmadığı gibi, geriye düşmek neredeyse kaçınılmazdır.

Zaten altı-yedi yıldır bunu somut olarak görüyoruz. 2012’den beri Türkiye’de kişi başına gelir seviyesi dolar bazında geriledi ve bugün 2010 öncesindeki seviyede. AKP on yıl önce, 2023’te Türkiye’nin dünyada onuncu büyük ekonomi olmesi hedefiyle övünüyordu. Bugün 17. sıradan 21. sıraya gerilemiş durumdayız!

M. Murat Kubilay: AKP’nin ekonomi yönetiminin değerlendirilmesinde dikkate alınması gereken iki kural var: İlki, daimi bir tutarlılığın olmaması. İkincisi, her sonucun bilinçli bir tercih olmaması. Bunun en iyi örneği 2021 sonundan itibaren yaşanan süreçtir. Uzun yıllar enflasyon hedeflemesi uygulandıktan sonra, önce fiili, kanunen bağlayıcılığı olmasına rağmen, ardından resmen bu politika terk edilmiştir. Değerli TL’nin Türkiye’yi üretimsizleştirdiği tespitine varılmış, ancak döviz kuru “Nas” söylemi ile kontrolsüz  artırılınca enflasyon sarmalına girilmiştir.

Ardından, enflasyonun seçmen tercihlerindeki önemi fark edilince, döviz kuru yeniden değerli tutulmaya başlanmış ve dış açıklar tekrar artmıştır. Yani hem tutarlılık yoktur hem de seçilen bir politika “Nas” gibi iktisat bilimiyle açıklanamayacak bir yöntemle denenince, kısa vadede dahi istenen hedefe ulaşamamakta veya verimsizlikle ulaşmaktadır. En çok kazananlar, konut ve hisse senedi fiyatlarının rekor kırmasıyla bu varlıklara sahip olan veya yatırım yapmayı öngörebilecek bilgi ve sermaye gücüne sahip az sayıdaki kişilerdir. Kaybedenlerse artan hayat pahalılığında yoksullaşanlarla bu varlıkları hiçbir zaman satın alamayacak duruma düşen gençler olmuştur.

Gençlerin işsizliğini ve üniversite diplomalı işsizler ordusu olgusunu ve bunun toplumsal etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz? İlk elde ne tür çözümler üretilebilir? Yeni teknolojiler özellikle gençliğin istihdamının artırılmasında belirleyici bir rol oynayabilir mi?

Uğur Gürses: Geleceğe dair umutları kırılmış genç kuşağın toplumun fay hattını oluşturduğu unutulmamalı. Bugün ülkenin gündemi çöken orta sınıf ile daha da derin yoksulluğa itilen kesimler kadar genç kuşağın ülkenin geleceğinde kendilerine iş ve refah potansiyeli görememesi. Nitelikli olanların da yurtdışında kendilerine bir gelecek kurmaya çalışmaları.

15-24 yaştaki 12 milyon gencin yüzde 27’si ne eğitimde ne istihdamda. Ne eğitimde ne de istihdamda olan kadınların sayısı 2.1 milyon. Bu sayı toplamın yüzde 65’i. Gelecekle ilgili umutları kalmayan genç kuşağa güven verilmeli. Bunun için az da olsa “genç vatandaşlık geliri” bağlanmalı. –Uğur Gürses

15-24 yaş arasındaki yaklaşık 12 milyon gencin yüzde 27’si ne eğitimde ne de istihdamda yer alıyor. Cinsiyetlere göre bakıldığında da Türkiye’nin bir başka yarası açığa çıkıyor: Ne eğitimde ne de istihdamda olan kadınların sayısı 2.1 milyon. Bu sayı toplamın yüzde 65’ini oluşturuyor.

Gelecekle ilgili umutları kalmayan, hayal kuramayan genç kuşağa güçlü biçimde güven verilmeli. Bunun için de az da olsa “genç vatandaşlık geliri” bağlanmalı. Seçimler sonrasına iktidarı devralacak siyasetçilere önerim, cesaretle bunu hayata geçirmeleri. Yanlış politikaların sonuçlarını örtülemek için 100 milyara yakın kur garantisi ödeyen devletin, genç kuşağa umut ve güven verebilmek için bütçe olanaklarını kullanması çok daha makbul olur.

Çağın niteliği, genç kuşakların teknoloji platformlarında kendilerini ifade etmelerine dayanırken, bunun için gerekli teknolojik araçlara da sahip olmalarını gerektiriyor.

Seçimler sonrasına iktidarı devralacak siyasetçilere önerim, hızlı bir kamu bütçe desteği ile bu kesime iş olanağı sağlayak  mesleki eğitim programları açmak, ücretli özel sosyal çalışma programlarına dahil etmek olurdu. Bu grubun eğitime katılmalarını teşvik için bütçe desteğiyle ücretsiz internet erişim olanağı, bilgisayar edinmeleri için mali hibe programı, yurt çapında geçerli olacak ücretsiz ulaşım kartı gibi erişim olanakları sağlanabilir.

İstisnasız bütün gelirlerin tek bir havuzda toplanıp artan oranda gelir vergisine tabi olması, yalnız en zenginleri değil, orta sınıfı da etkileyecektir. Ama, ancak bu yolla gelir dağılımında düzeltme sağlanabilir. –Ahmet İnsel

Ahmet İnsel: Türkiye’de geniş tanımlı ve gerçeğe daha yakın olan işsizlik tanımına göre, işsiz oranı yüzde 20 civarında. Bu zaten başlı başına büyük bir sorun. Böyle bir ortamda gençlerin işsizliği daha da büyük olur. Diplomalı işsizliğinde ise bu bahsettiğim etmen yanında, yürütülen eğitim-öğretim politikası sonucunda diplomalı olmanın emek piyasasında değerini hızla kaybetmesinin de rolü var.

Ayrıca, dayatılan ağır otoriter, baskıcı ortamın beyin göçünü de hızlandırdığını görüyoruz. Bunun bedeli orta vadede çok ağır olur. Teknolojik hamleler, hem emek verimliliğinin hem toplam verimliliğin reel olarak artması, yüksek katma değerli üretimin payının toplam üretim içinde artması vb… Bütün bunlar dışarıdan ithal ile başarılacak işler değiller. Kalifiye insan emeği gerektiren işler. Bu alanda somut olarak neler yapılabileceğini emek piyasası uzmanları, teknolojik değişimleri yakından takip edenler daha iyi bilecektir.

M. Murat Kubilay: Türkiye’nin çözümü en zor ve zaman alacak sorunu genç işsizlik. Üstelik bunun düşük ücret, kayıt dışı çalışma, stajda kayırmacılık, uzun mesai saatleri ve iş güvencesizliği gibi yan sorunları da var. Gençler eğitime daha çok zaman, para ve emek harcadılar, ancak iş bulamadıkları ve temel düzeyde gelir kazanamadıkları gibi ev satın alma ve emekli olma ümitlerini de kaybettiler. Türkiye’de istihdam oranı büyümeye rağmen artmıyor; bunun nedeni uygulanan makro iktisadi model. İkinci olarak, gençler eksik veya yanlış insan kaynakları planlamasının mağduru oldular. Ayrıca, diplomalarının kazandırdığı yetkinlikler sınırlı; Türkiye yabancı dil ve yazılım bilgisinde benzer gelişmişlik düzeyindeki ülkelerin çok altında. Haliyle çözümlerin de çoğu ancak uzun vadede etkili olabilir.

Türkiye’nin çözümü en zor ve zaman alacak sorunu genç işsizlik. Üstelik bunun düşük ücret, kayıt dışı çalışma, iş güvencesizliği gibi yan sorunları da var. Kısa sürede yapılabilecek tek şey, gençlerin öğrenim kredilerinin silinmesi ve yeniden eğitime alınarak mesleki yeterlilik kazanmaları. –M. Murat Kubilay

Bu ortamda kısa sürede yapılabilecek tek şey, gençlerin tekrar hayata bağlanabilmeleri için öğrenim kredilerinin silinmesi ve buna karşılık yeniden eğitim ve staja alınarak mesleki yeterlilik kazanmaları. İnsanlık tarihinde ilk defa bir teknolojik dönüşüm verimlilik artırıp sermaye tasarrufu oluşturup farklı alanlarda yeni istihdam yaratmak yerine, kalıcı olarak hem beyaz hem de mavi yaka çalışan insan ihtiyacını azaltıyor. Yani daha öncekine benzer biçimde yaratıcı yıkım olmuyor; dijital dönüşüme adapte olabilenlerle olamayanlar kalıcı olarak ayrışıyor. Benzer durum varlık sahipleri ile bunları miras olarak devralamamış gençler için de söz konusu.

Bu nedenle yüksek teknolojiyi gençlerin kurtarıcısı olarak görmemeli. Tabii uluslararası rekabetten ötürü teknolojiye kapılar kapatılamaz. Tek olumlu kısımsa, Türkiye’nin hızla yüksek teknolojiye geçme imkânı olmadığı gibi, az sayıdaki gelişmiş ülkelerin de bunun için yeterli altyapısı hâlâ tam yok. Bu nedenle önümüzdeki ara dönem iyi değerlendirilmeli, son teknolojiye hemen heveslenmeden öncesinde tamamlanması gereken ve istihdam payı daha fazla olan alanlara odaklanılmalı. Ancak, bu sürecin sonlarında oluşan yetkinlik ve tasarrufla yeni teknolojiler doğrudan hedeflenmeli.

Gençlerin geleceği, kulağa hoş gelen, ancak ülkenin gerçekleriyle uyuşmayan yüksek hedefler uğruna sarf edilmemeli ve uzun vadeli planlama hiçbir zaman erişilemeyecek hayallerin peşinde koşmakla karıştırılmamalı.

Krizin yükünü halkın omuzlarından almak için nasıl bir politika izlenmeli? Krizin yarattığı adaletsizliklere karşı gelir adaletini nasıl sağlayabiliriz? Gelir dağılımı adaletini düzeltici bir perspektifle, emeğin lehine bir enflasyonla mücadele programı mümkün değil mi? Son yıllarda çokça tartışılan “temel yurttaşlık geliri”ne nasıl bakıyorsunuz?

Uğur Gürses: Türkiye’nin neredeyse son yarım yüzyılı günü kurtaran yamalarla kotarılan ekonomi politikalarıyla geçti. Girilen krizlerde ise işlerin daha kötüye gitmemesi için kemer sıkma önlemlerine başvuruldu. Bölüşüm sorununun ana eksenlerinden biri olan hukukun üstünlüğünün tam olarak tesis edilmemesi ve bundan uzaklaşılması, sivil hak mücadelesinin engellenmesi, sendikaların güçlenmesinin önüne engeller konulması ise, diğer eksenlerinden biri de devletin bölüşüm adaletine dair müdahale alanını daraltılmış olmasıdır.

Vergi gelirlerinin üçte ikisi dolaylı vergiler yoluyla toplanıyor. Yani harcamalardan. Kamu maliyesi yoksul ve varsıla aynı düzeyde muamele etmiş oluyor. Vergi düzenini değiştirerek bu açmazdan çıkılabilir. Temel yurttaşlık geliri düzgün bir vergi sistemi kurulduktan sonra mümkün olabilir. –Uğur Gürses

Türkiye’de kamu gelirlerinin önemli bölümü vergilerden gelse de nitelik olarak vergi gelirlerinin üçte ikisi dolaylı vergiler yoluyla toplanıyor. Yani harcamalardan. Geliri vergilemeyen, çok kazanandan çok vergi alamayan bir kamu maliyesi harcamalar üzerinden vergiye yaslanarak yoksul ve varsıla aynı düzeyde muamele etmiş oluyor. Vergi düzenini değiştirerek bu açmazdan çıkılabilir. 

Geleneksel yollarla enflasyonla mücadale edilebilir; istihdam kaybına uğrayabilecek emekçiler mali olarak desteklenerek kırılganlık yaratılmadan çözülür. Yeter ki güven veren bir yönetim tesis edilebilsin.

Temel yurttaşlık geliri, bu andığım çerçevede doğru düzgün bir vergi sistemi kurulduktan sonra mümkün olabilir. Ancak genç kuşağa sınırlı da olsa yapılmalı.

Bugün yapılması gereken, hızla yoksul hanelere-ailelere düzenli biçimde gelir açıklarını kapatacak temel bir mali desteği vermek olmalı.

Ahmet İnsel: Elbette gelir dağılımını düzeltici önlemler almak mümkün. Emeğin lehine sonuçları olan bir enflasyonla mücadele programı, herşeyden önce enflasyonla etkili mücadele programı olmalıdır. Burada da sıfır enflasyon gibi Türkiye ekonomisi türü ekonomilerde ne mümkün ne de gerekli olan saplantılara kapılmadan, enflasyonun gelir dağılımını bozucu seviyelerden hızla aşağıya indirilmesi acildir.

Diğer taraftan, Türkiye’de gelir dağılımı eşitsizliğinin ve bunun kaynaklarının detaylı bir tablosunu çıkarmak elzemdir. Bu tablodan çıkacak bazı sonuçlara ilk elde ortak önyargılar nedeniyle halk kesimleri de karşı çıkabilir. Örneğin, istisnasız bütün gelirlerin tek bir havuzda toplanıp artan oranda gelir vergisine tabi olması, yalnız en zenginleri değil, orta sınıfı da etkileyecektir. Ama, ancak bütün gelirlerin, ücretlerin, emekli maaşlarının, işsizlik sigortası ödemelerinin, kira gelirlerinin, serbest meslek gelirlerinin, gayrı menkul servet gelirlerinin, telif haklarının, vs. tek bir havuzda toplanıp artan oranlı vergilendirmesi yoluyla gelir dağılımında kamu müdahalesiyle düzeltme sağlanabilir.

Günümüzde, dünyada ilerleyen en büyük toplumsal mücadele kadınların eşitlik mücadelesi. Bunu kalıcı olacağı kesin bir büyük devrim olarak tanımlamak mümkün. Zaten günümüzde otoriterizmlerin karşısında en çok zorlandığı mücadeleler, kadınların eşitlik bayrağı altında verdikleri mücadeleler. –Ahmet İnsel

Bugün Türkiye’de vergi politikası gelir dağılımını düzeltmiyor, hatta gelir dağılımının bozulmasına katkıda bulunuyor. Diğer taraftan, nakdi gelir dağılımı kadar herkesin eşit koşullarda ve kalitede kamu hizmetlerine ulaşımının sağlanması da bir o kadar önemlidir. Maddi durumundan bağımsız olarak herkesin ulaşabildiği kaliteli bir eğitim-öğretim sistemi, sağlık hizmetleri, kültürel faaliyetler nakdi gelir dağılımının düzelmesi kadar önemlidir.

Temel yurttaşlık geliri, biraz önce sözünü ettiğim, istisnasız bütün gelirlerin bir havuzda toplanmasının ardından uygulanması mümkün olan bir sistem. Çeşitli nedenlerle aç kalma, açıkta kalma ve medeni yaşamın verdiği ortak asgari yaşam imkânlarından dışlanma endişesi yaşanmamasını sağlayan bir yurttaşlık dayanışması sistemidir. Aynı zamanda, bu ağır yoksulluk, şiddetli yoksunluk hali nedeniyle başkalarının eline bakmak zorunda kalmamak, bu durumu sömürmek isteyenlere fırsat vermemek demektir. Bunu asgari insanlık haysiyetinin güvencesi olarak da tanımlayabiliriz.

Ama bunu liberal iktisatçıların önerdiği gibi, işsizlik, emeklilik sigortaları, aile yardımı gibi bütün sosyal politika araçlarını yürürlükten kaldırıp, bütün sosyal politikanın asgari gelir güvencesine bağlandığı bir uygulama olarak  tanımlamak, sonuçta bu asgari güvencenin üstünde yer alan bütün sosyal politika ihtiyaçlarının bireysel yatırım araçlarıyla karşılanmasını dayatmak demektir. Böyle bir neoliberal uygulama piyasa ekonomisinden piyasa toplumuna geçişi pekiştirir.    

M. Murat Kubilay: Temel yurtdaşlık geliri toplumsal adaleti sağlamada etkili bir araçtır. Hem kişilerin belirli bir düzeyde refah elde etmesini garanti altına alır hem de işverenlerin ücret pazarlıklarındaki orantısız gücünü dengeler. Ancak, Türkiye’de bunun finansmanını sağlayacak ve yurt dışından büyük gelir elde eden teknoloji şirketlerinin olmadığını ve uzun süre de olamayacağı hesaba katarak temel gelirin sınırları belirlenmelidir.

Ayrıca, temel gelirin servet adaletsizliğini çözmediği; yani varlıklara sahip olamayanlara bu imkânı sağlayamayacağı unutulmamalıdır. Ek olarak doğrudan nakdi yardımların kişisel tercihleri daha dikkate alması bir yana, piyasa mallarının daha pahalı olması nedeniyle, satın alma gücünü daha az artıracağı dikkate alınmalıdır. Bu nedenle nakdi yardımdan da öte, eğitim, sağlık ve çocuk-yaşlı bakımının ücretsizleştirilmesi, sosyal konutların yapımı, ortak sosyalleşme alanlarının oluşturulması verimliliği artıracak ve toplumda ortak mülkiyet kavramının gelişmesine katkı sağlayacaktır.

Halkı krizin etkisine karşı korumak için günümüzde iklim krizini de gündemine almış bir sosyal güvenlik sistemi gerektiğini düşünüyorum. Bunu gerçekleştirmek için uygulanabilir model önerileriniz var mı? Bu konuda muhalefete ne tür somut öneriler yaparsınız?

Uğur Gürses: İklim krizini de gündemine almış bir sosyal güvenlik sistemi için kolektif sorumluluğu güçlendiren ve yaygınlaştıran teşvikler uygulanabilir. İklim krizine karşı, başta karbon salınımını azaltan ya da sınırlı tutan, su kullanımında tasarruflu davranan, yenilebilir elektrik üretimiyle tüketim yapan kurum-şirket ve bireylere ilave sosyal güvenlik primi teşvikleri verilebilir. İklim krizine karşı duyarlı biçimde kurumsal pozisyon alan, kurallar seti oluşturan kurumların sosyal güvenlik primlerine kamu teşviki sağlanabilir. Bunun da ücretlere yansıtılması şart koşulabilir. Ya da kamusal toplu ulaşım olanakları ücretsiz verilebilir.

Ahmet İnsel: Bu konuda iklim krizinin kaynaklarını iyi bilen, bu bilgiden hareketle uygulanabilir çözümler, politika araçları öneren girişimlere, uzmanların görüşüne başvurmak lâzım. Örneğin, Yeşil Sol Parti’nin bu konuda yürüttüğü kapsamlı araştırmalar ve bunlara dayanan politika önerileri var. Sosyal güvenlik esas olarak ödenen prime dayalı bir güvenlik anlayışına dayalı olduğu sürece, iklim krizini gündemine alması çok daha zor. Dayanışmaya dayalı bir sosyal güvenlik sisteminde bunu uygulamak mümkün.

M. Murat Kubilay: Türkiye’deki çalışan sayısı ve çalışanlar arasındaki kayıtlılık oranı çok düşüktür. Haliyle sosyal güvenlik sistemine merkezi hükumet bütçesinden sürekli katkı yapılmak durumunda. Ayrıca, salt uzayan ömür süresinden değil; açıklar çok büyüdüğü için emeklilik yaşı çok ileriye alınacak ve emeklilerin gelirleri hep düşük tutulacaktır.

Bu sonuçlar yalnızca acımasız bir kapitalizme bağlanamaz, az çalışan sayısı ve düşük kayıtlılık göz ardı edilemez. Az istihdam hatalı ekonomik modelden kaynaklanmaktadır ve sıkı denetim bile olsa yüksek işsizlikten ötürü kayıt dışı çalışmanın önünü kesilemeyecektir. Bu nedenle tüm iktisadi modelin baştan sona değiştirilmesi bir zorunluluktur.

Yeni bir kalkınma hamlesi için yeşil ve dijital dönüşüm ayakları hesaba katılmalıdır. Yeşil dönüşümde çok geç kalınması halinde, bu durumu gelişmiş ülkeler bir ticaret engeli olarak kullanacak ve böylece Türkiye görece ucuz iş gücünden dahi faydalanamayacaktır. M. Murat Kubilay

Yeni bir kalkınma hamlesi için yeşil ve dijital dönüşüm ayakları hesaba katılmalıdır. Gerçekçi bir beklenti oluturulup bu dönüşüm gelişmiş ülkelerle aynı hızda hedeflenmemeli; fakat sonraki nesilleri yok sayacak bir rehavete de girilmemelidir.

Yeşil dönüşümde çok geç kalınması halinde, bu durumu gelişmiş ülkeler bir ticaret engeli olarak kullanacak ve böylece Türkiye görece ucuz iş gücünden dahi faydalanamayacaktır. Özetle, sosyal güvenlik sistemi için öncelik kayıtlı çalışan kişi sayısını artırmaktır ve bu esnada getirisi belirsiz özel emeklilik yerine merkezi sosyal güvenlik ön plana alınmalıdır. Yeşil dönüşümse dış ticarette rekabet için bir zorunluluktur. İstihdam artışının sürekliliğinin sağlanabilmesi için aşamalı geçiş hedeflenmeli ve bu esnada sosyal güvenlik sistemi desteklenmelidir.

Neoliberal sistem bir yandan maksimum kazanç hedefiyle emek dahil tüm kaynakların sınırsız sömürüsüne de çanak tutuyor. Kadınların eşit işe eşit ücret talepleri veya çalışma yaşamında cinsiyet temelli ayırımcılığa ilişkin neler söylersiniz? Türkiye’de siyasal dinciliğin ideolojik yaklaşımı sonucu giderek daha fazla şiddete, ayrımcılığa, sömürüye maruz kalan kadınların durumu demokrasi, eşitlik, adalet, ekonomi kavramları bağlamında gelir dağılımında adaletsizliği, yoksullaşmayı, sosyal sorunları nasıl etkiliyor? Bu başlıkta ne önerirsiniz?

Uğur Gürses: Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinde hak arama, ayrımcılığı ortadan kaldırma konusundaki çabanın kadınlar tarafından gösteriildiği malûm. Ancak bu bir erkek sorunudur. Bu konuda ayrımcılığa karşı olan erkeklerin de hak arama çabasını kadınlara bırakmış olması bir başka sorundur. Erkeklerin de bu konuda kadınların yanında yer alması, bizatihi kalıplaşmış toplumsal cinsiyet rollerini yıkma konusunda ön alması gerekiyor. Topumsal yaşamın her alanında kalıplaşmış bu eğilimlerin yarattığı “görünmez” ayrımcılığın etkilerine iş yaşamında da tanık oluyoruz. Kadınlar bu rollerle “üstlerine vazife kılınan” ev işleri, çocuk ve yaşlı bakımı yüklerinden sıyrılıp iş aramak için işgücüne katılamıyor bile. Sokak aydınlatmalarından, toplu taşıma imkânlarının kısıtlılığı işe girenlerin güvenle konut-iş seyahatini bile dezavantajlı hale getiriyor.

Dini siyasal sömürü için kullanan siyasetçilerin kadınlara biçtikleri bu toplumsal cinsiyet rolünü seçmenlerine empoze ederken, kadınlara şiddeti ve ayrımcılığı körüklerken, iş ve gelir sahibi olarak ekonomik özgürlüklerine kavuşmalarını engel oldukları çok açık. İstatistikler gösteriyor ki, çok çocuklu haneler ile tek ebeveynin çalıştığı hanelerde yoksulluk oranı görece çok yüksek.

Kadınların işgücüne katılımı için hızla mahalle ve iş yeri kreşlerinin kurulmasının, yaşlı bakımı için daha yüksek sosyal destekler sağlanmasının, kentin uç mahallelerine toplu ulaşımın daha erişilebilir hale getirilmesinin temel öncelik halini alması önerilebilir. Bunun yanında okullarda ücretsiz yemek sunulmasının da önemli bir katkı sağlayacağı çok açık.

Ahmet İnsel: Dünya 2008’den beri art arda krizler yaşarken, örneğin ABD’de en zengin 400 kişinin serveti 2,3 misli arttı, 3 bin milyar dolara ulaştı. Covid 19 krizinde milyarderlerin serveti artmaya devam etti. Buna karşılık, son üç yılda dünyada 100 milyon çocuk yoksulluk sınırının altına düştü. Bu iki eğilimi karşılaştırmak yürürlükteki iktisadi rejimin ana dinamiğini, yapısını anlamak için yeterlidir.

Türkiye’de de gelişme bu iki zıt yönde devam ediyor. Bu gidişe son vermek, piyasanın iktisadi kaynakların kullanımında  yegâne veya en iyi mekanizma olduğu ideolojik saplantısının, sermaye-servet sahiplerinin bu egemen ideolojisinin toplumsal düşün üzerinde kurduğu tahakkümün sona erdirilmesiyle mümkündür. Sosyal devlet ve dayanışmacı toplum ilkelerinin toplumsal alanda hakimiyetinin sağlanası, bu ilkelerin geniş toplum kesimleri tarafından sahiplenilmesiyle başarılabilir. Bu da sadece kendisi için hak talep eden yaklaşımın yerine ortak yararı, paylaşmayı, diğerkâmlığı öne çıkaran bir siyasal-toplumsal anlayışın güçlenmesi demektir. Elbette bu büyük toplumsal zihniyet değişimi bir çırpıda gerçekleşmez, toplumsal hareketler bu uzun soluklu zihniyet değişiminin taşıyıcısı olurlarsa, dönüşüm başarılı olur.  

Günümüzde, dünyada ilerleyen en büyük toplumsal mücadele kadınların eşitlik mücadelesi. Bu yeni değil. İki yüzyıldan beri ve giderek artan bir ivmeyle devam eden bir mücadele. Bunu kalıcı olacağı kesin bir büyük devrim olarak tanımlamak mümkün. Zaten günümüzde otoriterizmlerin karşısında en çok zorlandığı mücadeleler, kadınların maruz kaldıkları şiddete, eşitsizliğe, adaletsizliğe karşı eşitlik bayrağı altında verdikleri mücadelelerdir. Bu, uzun bir zaman dilimine yayılan, arada geri adımlar atılsa da, bu geri adımların hiçbir zaman eski toplumsal meşruiyetlerine kavuşmadıkları, iğreti kaldıkları bir mücadele süreci. Kadın kimliğini mutlaklaştırmadan, kutsallaştırmadan verildiği ölçüde özgürlük ve eşitlik mücadelesinde büyük bir taşıyıcı güç olduğu, olmaya devam edeceği açık.

M. Murat Kubilay: Türkiye’de kadınların iş gücüne düşük katılımlarında eğitime sınırlı erişimleri ve düşük ücretler bulunmaktadır. Güneydoğu Anadolu’da genç kadınlarda dahi okuma-yazma sorunu çözülememiştir. Ayrıca, ücretler düşük olduğu için, aile baskısı görmeksizin üniversite bitirmiş genç kadınların birçoğu, ev işleriyle meşgul olmaktadır. Ev işleri ile çocuk-yaşlı bakımının ekonomik getirisi, eğitimli genç kadınlarda bile ücretlerin altında kalmaktadır. Büyükşehirlerde işe ulaşım ve işyerindeki diğer masraflar net kazançları azaltmaktadır. Çekirdek aileler azalsa ve bireysel yaşam tercihi artsa da eğitim durumu yükselmiş kadınların iş hayatındaki payı yeterince artmamaktadır. Bu durum kadınların yoksullaşması, erkeklere bağlı kalmaları ve sosyal hayatlarının eksik gelişmesine yol açmaktadır. Eşit ücret denetimi, terfilerde kadınlara öncelik verilmesi, çocuk ve yaşlı bakımında sosyal devlet imkânlarının genişletilmesi, eğitim imkânlarının engelsiz sunulması ve kadınları özgür hissettirecek eğitim olmazsa olmazdır.

1. bölüm: Başka bir ekonomi kurmak (Bengi Akbulut, Ümit Akçay, Ali Alper Alemdar)
2. bölüm: Toplumsal ücret ve kamu destekli toplumsal sektör (Alp Altınörs, Güldem Atabay)
3. bölüm: Radikal bir onarım programı gerekiyor (Korkut Boratav, İlhan Döğüş, Ali Rıza Güngen)
5. bölüm: Mor, yeşil, kırmızı program (Özlem Onaran, Özgür Orhangazi, İzzettin Önder)
6. bölüm: Timsah kapitalizmi ve pergelin sivri ucu (Bahadır Özgür, Dani Rodrik, Mustafa Sönmez, Gülay Günlük Şenesen)
7. bölüm: Olgular radikalleştiğinde çözümler de radikalleşmelidir (Mehmet Türkay, Galip Yalman, Yelda Yücel)

^