’68 BELGESELİ BÜYÜK GECELER VE KÜÇÜK SABAHLAR’IN YÖNETMENİ WILLIAM KLEIN

21 Mayıs 2018
SATIRBAŞLARI

Çekimleri 21 Mayıs 1968’de başlayan ve ‘68’in bir haftasını anlatan “Büyük Geceler ve Küçük Sabahlar”ın (1978) yönetmeni William Klein, Roll dergisinin 2008’de 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali için hazırladığı “68 ve Mirası” başlıklı bölüm kapsamında, Bahçeşehir Üniversitesi’nin Beşiktaş kampüsünde düzenlenen panelde konuşmuştu. O konuşmanın kayıtlarından yaptığımız özeti Express’in Mayıs 2008 sayısından naklediyoruz.

 

William Klein: Size yaptığım filmden (Büyük Geceler ve Küçük Sabahlar) bahsedeyim. Böylece ideolojik bir konuşma yapmaktan kurtulurum. Paris’te Quartier Latin’de oturduğum sokakta kargaşa başlamıştı, tartışmalar kızışıyordu, gün boyu hareket vardı. Sinemacılar da Paris dışında, devrimci sinemanın nasıl olması gerektiğinin tartışılacağı bir buluşma ayarlamışlardı. Küba’dan, başka ülkelerden gelenlerle sabahları bulan, günlerce süren oturumlar yapmıştık. Mayıs ‘68, mayısın 4’ünde başlamıştı. 13 Mayıs’a gelindiğinde işçi sendikalarıyla birlikte çok muazzam bir gösteri olmuştu. İşçiler işi bırakıp harekete geçmişlerdi. Öğrencilerle işçilerin ilk buluşmasının gerçekleştiği gösteride bir milyondan fazla insan toplanmıştı. Biz sinemacılarsa şehrin dışında sabahlara dek tartışıyorduk. Açıkçası, hüsrana uğramıştım. Şehrin merkezi kaynarken, biz konuşmaktan başka ne halt yiyorduk? Bir öğleden sonra, toplantıdan dışarı attım kendimi. Koridorda bir sigara tellendirmiştim ki, Sorbonne’dan gelen birtakım öğrenciler çıktı karşıma. Gelişmeleri aktardılar. Belçika, Almanya, Hollanda TV kanalları Sorbonne’a akın etmişti. Fakat televizyoncular alacaklarını alıp geri dönüyorlardı. Birinin olayları filme almasını istiyorlardı. Koridorda benden başka sinemacılar da vardı, öğrenciler ortaya “Sorbonne’u çekmek isteyen var mı” diye sordular. “Ben isterim” dedim. “Sen kimsin” dediler. Tanıştık, anlaştık ve işe koyulduk…

Ama biraz geç başlamış olduk. Çektiğim film mayısın 21’inde başlıyor. İnanabiliyor musunuz? O güne kadar hep bir şeyler oluyordu, ama kimse çekmemişti… Günde 15 saat tartışıyorduk. El kameralarımız vardı, bunlar ses kaydı da alabiliyordu. Her hareket kendi filmini çekecek ve bunlar bir şemsiye altında toplanacaktı. Troçkistlerin, anarşistlerin, komünistlerin, sendikaların olduğu on kadar hareket kendi filmlerini çekecekti. Dönemin bereketli havasının bir parçasıydı bu. Bu sayede Mayıs ‘68 macerasını bir araya getirebilecek olmak bizi heyecanlandırıyordu.

Kimsenin siyasal iktidarı ele geçirmek gibi bir niyeti yoktu, ama herkes kendi hayatının kontrolünü kendi elinde tutmayı arzuluyordu. Hoşnut olmadıkları bir düzene, onları neyin mahkûm ettiğini anlamak istiyorlardı. Nicelik değil, bir nitelik arayışı vardı ve bu slogan haline geldi. Nitelikli bir yaşam! Hatta işçi örgütleri zam talebinden çok buna vurgu yapmaya başladı.

Nitelikli bir yaşam için

İnsanlar Mayıs ‘68’de ne olduğunu konuşuyor. O tarihte kimse ne olduğunu bilmiyordu. Kırk yıl sonrasında bile gerçekten tam olarak ne yaşandığı anlaşılmamış gözüküyor. Olup bitenin farkında olan tek bir kişi vardı: Cohn-Bendit. Sorbonne’da her günün sonunda genel bir değerlendirme yapılırdı. Cohn-Bendit çıkar, o gün orada bizzat olaylara tanıklık etmiş olanlara neler yaşandığını açıklardı. Jeton bu açıklamadan sonra düşerdi. Gerçek şu ki, eski alışıldık eylem biçimlerinden hiçbiri kullanılmamıştı. Kimsenin siyasal iktidarı ele geçirmek gibi bir niyeti yoktu, ama herkes kendi hayatının kontrolünü kendi elinde tutmayı arzuluyordu. Hoşnut olmadıkları bir düzene, onları neyin mahkûm ettiğini anlamak istiyorlardı.

Filmde günde 16 saat çalışan bir adam var. Kendini geliştirmek, bir şeyler öğrenmek istiyor. Sorbonne’daki tartışmalara katılamıyor, çünkü çalışmaktan geriye kalan vaktini sadece uyuyarak geçiriyor. İşe yaramaz biri olarak görülmek, herhangi biri olmak istemiyor. Yaşamak için anlamak istiyor. Yürek acıtan bir sürü hikâye, dokunaklı sahneler var filmde. Konuşmak, insanlara terapi gibi geldi ‘68’de. Bin kişinin önünde, daha önce dile getiremediğiniz meseleleri konuşuyorsunuz. İnsanlar ilk defa “hayatımdan tatmin olmuyorum, değişmek istiyorum” cümlelerini kurdular. Nicelik değil, bir nitelik arayışı vardı ve bu slogan haline geldi. Nitelikli bir yaşam! Hatta işçi örgütleri zam talebinden çok buna vurgu yapmaya başladı. Tabii siyaset nasıl işliyor, biliyorsunuz. Yeni hükümette hemen yaşam kalitesinden sorumlu bir bakanlık tayin edildi. (gülüyor)

Başka bir varoluş için

Alın size Sarkozy! “68’i işitmek dahi istemiyorum, ‘68 bitti. ‘68’in mirasını yaşatacak mıyız, yoksa ondan ebediyete kadar kurtulacak mıyız?” diyor. 68’in sloganlarından “tutkularınızı yaşayın”ı duymak istemediğini söylüyor ama, mirasa konan da, tutkularını yaşayan da o. Ne yapmak isterse yapıyor. Eşinden ayrılıyor, Carla Bruni’yle evleniyor, koca bir yatla tatillere çıkıyor. Hayalleri gerçek oluyor, ama insanlar da öfkeli. Fransa’da ona “gösteriş budalası” deniyor. Sarkozy, 1968’in tahayyül ettiği insan varoluşunun bir karikatürü adeta. 1968, arzulanan yaşamı mümkün kılacak bir dönüşümü, emeğin karşılığını almasını talep ediyordu. Nitekim tarihî mitinglerin ardından çok ciddi kazanımlar oldu. Sendika fikri tüm iş kollarına girdi, ücretlerde yüzde 37 artış oldu. Bunlara devrim demiyorum, ama gelinen nokta çok değerliydi. ‘68 hareketinin künhü konuşmak, konuşmak ve fikir alışverişinde bulunmaktan, komşunla ilişki kurmaktan ibaretti.

Filmde iki saat içinde yedi gün izliyoruz. Mayıs 21’de Lyon Garı’ndaki muhteşem gösteriyle başlıyoruz. Hareket Ticaret Odası’nı alaşağı etmeye yönelmişti, fakat polisle karşılaştılar. Ticaret Odası’nı yaksalar da kimsenin umurunda olmazdı zaten. Sürekli bir şey oluyordu. Tüm bunların ne ifade ettiğinin çok farkında değildi belki insanlar, ama bir şeyden emindi: Başka bir varoluşun izini sürmek istiyorlardı.

1968, arzulanan yaşamı mümkün kılacak bir dönüşümü, emeğin karşılığını almasını talep ediyordu. Nitekim tarihî mitinglerin ardından çok ciddi kazanımlar oldu. Sendika fikri tüm iş kollarına girdi, ücretlerde yüzde 37 artış oldu. Bunlara devrim demiyorum, ama gelinen nokta çok değerliydi.

“Polis Sorbonne’a giremez” diye düşünülüyordu, çünkü Fransa tarihinde öğrenci isyanları meşhurdur. Ancak, bir ilk oldu ve üniversitenin rektörü polisi çağırdı. 600 küsur yıllık Sorbonne tarihinde polisin içeri girdiği vaki değildi. Bu noktada Cohn-Bendit çok etkili oldu. Polis barikatları kaldırıldı, öğrenciler üniversiteyi sardı, “biz istediğimiz zaman dışarı çıkabilirsiniz” dendi polise. Çılgın bir ortam vardı ve çok anlamlıydı. Üniversiteye canlılık gelmişti.

Bir sabah, saat 8’de polis kapıya geldi. Ellerinde birtakım kağıtlar vardı. Avukatımı arayıp haklarımı sordum. İçeri girmelerine izin vermeli miydim? İddiaya göre, bir başka filmimde geçen bir yuvarlak masa sekansında edilen birkaç çift lafı, hiç yayınlanmamış bir kitaptan intihalle suçlanıyordum. Filozof, psikolog ve yazarları davet ettiğim bir sahne vardı. Oradakilerden birinin bizzat o an sarfettiği sözcükler olabilirdi; “yuvarlak masada olur böyle şeyler” dedim. “Masanın şeklini sormadık, o lafı herifin kitabından arakladın mı, araklamadın mı” diye üstelediler. “Yahu” dedim, “yuvarlak masa işte”… (gülüyor)

 

^