EKİN KANO İLE “PUSLU EV” ÜZERİNE

Söyleşi: Ayşegül Oğuz
21 Kasım 2020
SATIRBAŞLARI

“Puslu Ev” sanatçı Ekin Kano’nun ikinci sergisi. İnsanın ve insan bedeninin biricikliği ve üstünlüğü anlayışının karşısına biyomerkezci bir görüşle çıkan Ekin Kano ilk sergisi “İçim Şişiyor, Varoluş Üzerine Denemeler” ve “Puslu Ev”in inşasında Darwin’den Donna Haraway’e, beat kuşağı şairi Michael McClure’den gözünü açtığı sanat kolektifi Hafriyat Grubu’na geniş bir âlemin üzerinde süzülüyor. “Puslu Ev” 28 Kasım’a dek İstanbul-Şişhane’deki ÖktemAykut sanat galerisinde.
Sis Çekilince

İlk sergin İçim Şişiyor, Varoluş Üzerine Çeşitlemelerin üzerinden çok geçmeden ikincisi geldi. Puslu Ev nasıl ortaya çıktı?

Ekin Kano: Birdenbire ölme ihtimalimizle karşılaştığımız, eğer yeterince şanslıysak bu ihtimalden evlere sığınarak saklandığımız bir dönemde ölüm üzerine düşünmek kaçınılmazdı. E. M. Cioran ölümü “büyük meçhul” olarak tanımlıyor. Bu dev belirsizlikle baş etmenin yolu çoğu zaman onu inkârdan ya da yenmeye çalışmaktan geçiyor. Biricikliğimize ve üstünlüğümüze olan inancımızla, uydurduğumuz kurumlara sırtımızı vererek meçhul olanın korkunçluğu karşısında kapılacağımız paniği bastırıyoruz. Bu inkâr mekanizmasının yarattığı sonuçlar da benim çalışmalarımın konusu. Her iki sergi de kontrolü bırakmak ve krizle kalmayı denemek üzerine. İçim Şişiyor, Varoluş Üzerine Çeşitlemeler içinde bulunduğumuz çağın getirdiği zamana yayılmış iç sıkıntısıyla alakalıydı. Puslu Ev ise birden bire karşımıza çıkan yeni bir bilgiyle bizi evlere kapayan bu belirsizlik üzerine aciliyet gereği ortaya çıkan bir sergi oldu.

Puslu Ev’in çıktığı ortam Covid 19 pandemisiyle eş zamanlı, senin üretim sürecindeki ruh halinle salgının yarattığı dünyanın hali nasıl buluştu?

Ekin Kano (Fotoğraf: Lara Ögel)

Karantina döneminin büyük bir kısmını Büyükada’da geçirdim, sık sık ormana yürüyüşe gidiyordum. Adada yaptığım orman yürüyüşlerinden hareketle sergiyi kurgularken belirsizliğe ve yaşamın kaynağına işaret ettiği için pus üzerine düşünüyordum. Pus kelime anlamı olarak hem yosun hem de su demek. Sis de sudan oluşuyor. Pus hem örtücü hem gizemli, görüş mesafemizi kısıtlayan bir belirsizliğin sembolü. Tam da pandemi döneminde yaşadığımız belirsizlikle örtüşüyor. Dünyanın hali bana taze bir malzeme verdi. Aynı günlerde beat dönemi şairlerinden Michael McClure’un bir şiiriyle karşılaştım. İlk okuduğum şiiri balinaların katliamı üzerineydi. Şiirde “Goya! Goya!” diye bağırıyordu. Dehşete kapıldım. Peşi sıra diğer şiirlerini de okudum. Bir şiirinde a forest, oh damp earth” (bir orman, rutubetli âlem) dizesini gördüm. Serginin İngilizce adı Damp Earth bu dizeden geliyor. Bu dize bilmiyorum neden bende bir şeyi harekete geçirdi ve bölük pörçük, dağınık olan düşüncelerimin oturmasına yaradı ve sergi kafamda şekillenmeye başladı.

O şiirle nasıl karşılaştın? Şiire merakın var mıdır?

McClure bedenin maddeselliği üzerine, bedenin içi ile dışı arasındaki muğlak sınırlar üzerine düşünmüş bir şair. Aslında şiir takip eden biri değilim. Sadece ilginç bulduğum şairlere arada bakar, yeni şairlere denk gelirsem okurum. Antennae Dergisi’nde McClure üzerine bir yazı okumuştum, şiirlerini okumaya öyle başladım.

Pus hem yosun hem de su demek. Sis de sudan oluşuyor. Pus hem örtücü hem gizemli, görüş mesafemizi kısıtlayan bir belirsizliğin sembolü. Tam da pandemi döneminde yaşadığımız belirsizlikle örtüşüyor. Dünyanın hali bana taze bir malzeme verdi.

Puslu Ev’in netlik ayarını Sis Çekilince adlı resmin yapıyor diyebilir miyiz? Bu resim hem fiziken çok büyük hem de sergideki diğer resimlere kıyasla koyu bir netliği var. Her resmine bir ad koyuyor musun?

Sis Çekilince belirsizliğin ortadan kalktığı, büyük bir netlik ya da yeni belirsizliklerle baş başa kaldığımız âna dair. Durağan olmak ve krizle kalabilmek ilgilendiğim iki fikir, bu yüzden de kocaman bir resim yapma gereği duydum. Evet, resimlerimin adı var. İsim koyarken yaratmaya çalıştığım görsel dile rehberlik edecek isimler seçiyorum. Yaratmaya çalıştığım atmosferi ve hissi resimle geçiremiyorsam, en azından ismiyle bir ipucu vererek anlamı güçlendirme çabasına giriyorum sanırım. Olası bir başarısızlığı gizleme girişimi de diyebiliriz.

Ormanda yaptığın yürüyüşlere dönersek, Büyükada’da bir orman yürüyüşü neler yaşatıyor?

Hayrete düşmek, tansiyon düşmesi, neşe, sakinlik, endişe, vücutta karıncalanma, ölüm korkusu ve teslimiyet… Ne zaman bisiklete atlayıp ada ormanlarında kimsenin olmadığı taraflara gitsem, burada ölsem bana yardım edecek kimse yok diye korkuya kapılıyorum. Ama sonra ağaçlara bakıp biraz nefes alınca rahatlıyorum. Doğadan gelen herhangi bir felaketi çok kabul edilebilir buluyorum. Birtakım soyut otoritelerin altında eşitsizlik içinde yaşamayı, kendi kendimize kurguladığımız kurumlardan medet ummayı, hele hele onların yarattığı felaketin karşısında çaresiz kalmayı kabul edemiyorum. Ama doğada böyle bir şey yok. Herkes eşit ve bu süblim (yüce) gücün karşısında aynı.

Ev-I, Ev-II, Ev-III

Üretimine yön veren fikirler nasıl şekilleniyor?

Sanatçı bir ailenin içine doğdum, büyürken etrafımda sanatçılar vardı. Resim hep hayatımda oldu. Üç-dört yaşındayken Kurtuluş’ta bahçeli bir evde oturuyorduk. Oyuncaklarım toprak ve bitkilerdi. Ölü böcek koleksiyonum vardı. Teyzem (Nalan Yırtmaç) eve Akademiden (Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi) karabatak ölüsü getirirdi, avizeye asıp resmini çizerdik. Büyükada’dan at kafatası bulup eve getirir, at kafasının üstündeki etleri çamaşır suyuyla temizler ve resmini yapmaya koyulurduk. Daha sonraki yıllarda bu çocukluk merakı bir tür itkiye dönüştü.

Karabatak ölüsüne bakıp resmini yapan kız çocuğunun kavrayışı yıllar içinde bilinçle nasıl bir değişim geçirdi?

Bir çocuk olarak ölüye bakmak nasıl bir şeydi pek hatırlamıyorum. Herhalde onun ne olduğunu tam olarak idrak edemiyordum. Ama onu saklayıp çöpe ya da humusa dönüşmesini engellemeye çalışıyordum. Ona bir değer atfederek hatıraya dönüştürüp koruyordum. Şimdi resim yaparken akışkan bir yapının içinde, çalıştığım formun her hücresinin üstünden geçercesine onu çizip yolumu bulmaya çalışıyorum. Maddenin dönüştüğü hali araştırıyorum. Bu yüzden o bedenin, formun dönüşmesini yani çürümesini engellemeye çalışmamak gerekiyor. Ölümü yavaş yavaş kabul ediyorum sanırım.

Teyzem eve Akademiden karabatak ölüsü getirirdi, avizeye asıp resmini çizerdik. Büyükada’dan at kafatası bulup eve getirir, üstündeki etleri çamaşır suyuyla temizler ve resmini yapmaya koyulurduk. Bu çocukluk merakı bir tür itkiye dönüştü.

Bu araştırmalar, gözlemler nasıl keşiflerin önünü açıyor?

Ya otopsileri izliyorum ya da medikal illüstrasyonlara bakıyorum. Mesela uzvunu kaybetmiş bir beden düşün, o yaranın biricik iyileşme şekliyle zoe’ye dair keşifler yapabileceğimizi düşünüyorum. Skeçlerimde alkol ve mürekkep kullanıyorum. Mürekkebi alkolle yakarak boyuyorum ve bu da tesadüflere alan açıyor. Bende bir şeyler çağrıştıran bir forma ulaşırsam da bunu tuvale geçiriyorum. Orada da yeni bir dünya yaratma çabası ortaya çıkıyor. Endüstriyel malzemeler kullandığım gibi doğadan bulduğum malzemelerle de bir şeyler deniyorum. Bakteriden selüloz üretiyorum. Bazen bitkilerden, bazen de hazır pigmentlerden kendi boyamı yapıyorum. Boya yaparken farklı yağlar denemeye çalışıyorum. Bu araştırmalar da hep tesadüfler barındırıyor içinde. Deneme yanılmayla, malzemeye itaat ederek onunla birlikte yol alıyorum.

Medikal ilüstrasyonlara da meraklıymışsın; bu alanı nasıl keşfettin?

Avrupa ve Amerika’da birkaç üniversitede medikal ilüstrasyon bölümleri var. Bu eğitimi alan kişiler hastayla hastane, doktorla öğrenciler arasındaki bilgi akışını kolaylaştırmak için enformasyonu görselleştirmeyi öğreniyorlar. Kadavra üstünde çalışıp anatomi ve hastalıkları öğreniyorsun. Bedenin girift sistemlerini açıkça anlatmak konusunda fotoğraf yetersiz kalıyor. Bu yüzden insanlar bedenleri hatmedip sadeleştirilmiş bir temsilini çizimle oluşturuyorlar. Ortaya çıkan görsellerden ziyade bedene böylesine fokuslanmak ilgimi çekiyor. Aynı formu defalarca çizerek onun özünün bilgisine ulaşabileceğimize, onu içselleştirip kendimize katacağımıza inanıyorum. Benim keşfim ise, eve gelen ölü hayvanlarla oldu diyebilirim. Bir de Discovery Channel’da Acil Serviste Yaşam” diye bir programı izlerdim. İlk defa orada insan bedenini çeşitli hallerde gördüm. Büyüyünce yer yer zorlanarak da olsa otopsiler izlemeye başladım. Bedenin içini hâlâ çok merak ediyorum. Ama bu ilginç bir şey değil. Özellikle plastik sanatlardan gelen, maddesellik üzerine çalışan çoğu sanatçının baktığı bir yer. Sanat eğitimi esnasında anatomi öğrenmek için bedenin dışına bakıldığı kadar içine de bakılıyor. Bedene, çürümüş şeylere, doğaya bakmak yaşamın özüne dair çok temel bilgiler verdiği için beni cezbediyor.

İç rüzgarları

Corona virüsün imajı da aynı şekilde cezbediyor mu?

Yaşanan korkunç bir trajedi. Eğer gereken tedbirler alınsaydı trajedi demek zorunda kalmayacaktık. Birkaç arkadaşım salgın çıkınca “Hadi, yine iyisin!” dedi. Doğanın alacağı intikamı hevesle bekleyen bir imaj çizdim sanırım çevremde. Bu salgın da doğanın intikamı olarak yorumlanıyor. Ben bunu bir intikam olarak değerlendirmiyorum, bir sürü viroloğun beklediği bir şeydi. Bizim sorumluluğumuz yok mu? Elbette var. Yağmur ormanlarının yanmasında, Doğu Afrika’daki kuraklıkta, Avustralya’daki yangınlarda, Asya’daki sellerde olduğu gibi bu virüsten de biz sorumluyuz. Ancak doğayı intikam alan bir düşman, ehlileştirmeye çalıştığımız bir yapı olarak görmemek gerekiyor. Eğer doğayı kendimizden bağımsız, ait olmadığımız bir sistem olarak görmeyi sürdürürsek aynı hataları yapmaya devam ederiz. Dünya tarihinde böyle bir zamana denk gelmişiz, böyle bir sistemin içine doğmuşuz, şahit olduğumuz sürecin bir parçası olarak da başımıza bunlar geliyor. Sorumluluk almak zorundayız. Daisy Hildyard “narkoz altındaki hasta bile ameliyathanenin dışındaki gökyüzünden sorumludur” diyor. Benden sonrası tufan diyemeyiz. Evet, türümüz yok olsa bile yaşam devam edecek, fakat türümüzün yok olmasından da etkilenecek türler var. Çünkü simbiyotik bir yaradılışın parçasıyız.

Donna Haraway şöyle bir soru soruyor: “Virüslerle müşterek bir ekolojiye sahip miyiz?” Türler arası dayanışmanın bir seçenek değil, bir zorunluluk, bir yükümlülük olduğundan bahsediyor. Bu dayanışma ihtimallerinin sadece insanlar arasında değil, bütün ekolojilerde yerleşik bir sosyo doğal ortam içinde vuku bulabileceğinin altını çiziyor. Haraway’in yaslandığı kendi kavramı yeniden dünyevileşmek. Bu kavram sende nasıl yankılanıyor?

İlk sergim İçim Şişiyor, Varoluş Üzerine Çeşitlemeler tamamen Donna J. Haraway’in Staying With Trouble kitabından türemiş değil. Yine sezgisel bir yerden yola çıktım. Onu okuduktan sonra yaptığım şeylere Haraway’in yazdıkları ışık tuttu. O dönem Jane Bennett, James Lovelock, Michel Serres ve Bruno Latour da okudum. Bir iç sıkıntısı yaşıyordum. Yaşadığım iç sıkıntısını anlamaya çalıştım. Haraway ve diğerleri de bunu anlamama yardımcı olup devasını da sundular. Bu deva da “yeniden dünyevileşme”. Haraway mikro ve makro düzeyde sadece kendi türümüzle değil, diğer tüm insan olmayanlarla “hısım” olup dayanışma içinde olduğumuz bir yaşam pratiği öneriyor. Hısımlarımıza olan sorumluluk duygumuzu güçlendirecek hikâyeler anlatmayı öğrenmemiz gerektiğini söylüyor. “Hangi hikâyelerin dünyalar yaratıp, hangi dünyaların hikâyeler yarattığı önemlidir.” sözüne kulak vermeliyiz. Ben de bu dayanışmaya sadığım, gündelik pratiklerimde de sorumluluğu elden bırakmamaya çalışıyorum.

Haraway’in “Hangi hikâyelerin dünyalar yaratıp, hangi dünyaların hikâyeler yarattığı önemlidir” sözüne kulak vermeliyiz. Ben de bu dayanışmaya sadığım, gündelik pratiklerimde de sorumluluğu elden bırakmamaya çalışıyorum.

Virüslerle müşterek bir ekolojiye sahip miyiz?” sorusunun sende bir karşılığı var mı?

Kesinlikle aynı ekolojiye sahibiz. Aslında mikroorganizmaların bizi yönettiği fikrine kendimi yakın hissediyorum. Bizim algımız biricik olduğumuz yönünde. Bu da çok kırılgan bir yerden geliyor. İnsanlık olarak kullandığımız bir savunma mekanizması, belirsizlik karşısındaki panikle baş etmenin şekli bu. Ancak biz bu düzenin sadece bir parçası, pek çok türün de sağlayıcısıyız ve esasında onların bizi hasat ettiğini düşünüyorum.

Bu virüsünse yaşam formu yok ediyor…

Buna katılmıyorum. Onun tüm motivasyonu kendine yaşam alanı yaratmak. Virüs ve insan, bu iki organizma karşılaşıyor. Virüs yaşam alanı olarak insan bedenini seçtiği zaman insanın içinde çoğaldıkça insanı öldürüyor. Virüs bedenimizle tanıştıkça bizi öldürmeden bizimle birlikte yaşayacağı bir noktaya gelecek. Sürü bağışıklığı diye bahsedilen şey bu. Virüs de yaşamını devam ettirmeye çalışıyor. Bizim ölmemiz onun için iyi bir şey değil.

Resimlerinle özdeşleştirdiğin bir ifade de “sonsuz farklı formlara ulaşma çabası”. Sonsuz farklı formla kastettiğin ne?

Darwin’in ifadesi bu. Canlıların sonsuz farklı formda var olabileceğinden bahsediyor. Resim üzerinden konuşacak olursak, ben onların maddeselliğini onları çizerek özümsemeye çalışırken yarattığım temsile ister istemez kendimi de yansıtıyorum. Bu da benim o formun maddeselliğinin özüne dair sahici tasvirler yapamadığım anlamına geliyor. Bu formlar etsi yığınlara, bazen katı, bazen jölemsi iç dinamizmi olan organik yapılar olarak karşımıza çıkıyor.

Resident

Antroposen yaşam tasvirinde sürpriz elementler diye bir kavram var. Sen de bunun hücresel anlamdaki dönüşümünü yakalamaya çalışıyorsun denebilir mi?

Kesinlikle öyle. Sanat üretimi yapmak insana ve insan olmaya dair bir şey. Sergi gezmek de öyle. Yapmaya çalıştığım şey sergime giren izleyicinin canlı olup olmadığını algılayamadığı, tanıdık ama tanımlanamaz, maddeselliklerine dair kesin beyanları olmayan formların karşısında kendisini nasıl konumlayacağını, kendi bedenselliği ve içinde bulunduğu çevreyle ilişkisini düşündürtmek… İzleyiciyle resimlerim arasında kurulmasını umduğum bir bağ bu. O resmi gördüğünde bir insan olarak kendisini sorgulamasını umuyorum. “A aa böyle bir şey var. Ben varım. Benim bedenimin sınırları neler? Bedenimin sınırları var mı?” bu sorular çoğaltılabilir. İnsan ve insan olmayan arasındaki sınırların belirsizliği üzerine düşündürtmek isterim.

Puslu Ev’de bir de heykel var. Heykel yapma ihtiyacı nasıl doğdu?

Deniz kenarından birbirine benzeyen formlardaki çakılları topluyorum. Çakıl taşları düz ve sabittir. Ben o formu çizip çamurla çalışıyorum, bozuyorum. Çakıl taşlarından çalıştığım o formu alıp daha etsi ve bedensi bir hale dönüştürdüm. İddiam da şu: O formun doğada olduğu, bizim onu görüp görmememizin bir şey değiştirmediği. Görebildiğimizin ötesinde dönüşen, evrilen canlı formlar var. Görmediğim bir canlıyı hayal ediyorum, alternatif bir doğa tarihi yaratıyormuşum gibi hissediyorum.

Peki, vegan mısın?

Hayır, vegan değilim. Veganlara hayranlık duyuyorum, ama kendim için gerçekçi bir yol olmadığına inanıyorum. Neoliberal ekonominin ehlileştirip sektör yaratmadığı bir alan yok, sorunun da buradan kaynaklandığını düşünüyorum. Kendi içinde tutarsızlıkları olan bu sektörleri güçlendirmeyerek, kendimize samimi ve sürdürülebilir alternatif yaşam şekilleri geliştirmeyi kendime daha yakın hissediyorum. Ben çözümü ya da telafiyi şimdilik endüstriyel gıdaları asla tüketmemekte, küçük ve yerel üreticilerden gıda satın almakta, bıraktığım karbon ayak izini takip etmekte, ikinci el kıyafet kullanmakta, olabildiğince az seyahat etmekte buldum.

Manzaraya atfettiklerimiz değişti. Yaşadığımız çağda artık manzara resmi eskiden göstergesi olduğu şeye denk düşmüyor, huzursuzlukla bir bağlantısı var.

Peki bazen kendini cadı gibi hissediyor musun? Doğadaki şifa ve bazı kadınların bunu ele alış biçimleri, doğayla ilişkileri ilgini çekiyor mu?

Evet, kendimi çoğu zaman bir cadı gibi hissediyorum. Ortaçağ’da yaşasaydık, arkadaşlarımla birlikte yakılmıştık. Dayanışmamız her birimiz için şifalandırıcı ve dönüştürücü. Bu şifa bazen birbirimize gösterdiğimiz özenden, gönderdiğimiz yemek ya da derde yönelik bitki karışımı tariflerinden, bitki bakımı tavsiyelerinden, bazen de birlikte üretip, konuşup, paylaşmaktan geliyor. Birbirimize sezgilerimize güvenmeyi ve gölge taraflarımızı kabul etmeyi öğretiyoruz. Haliyle bu da gücümüzü daim kılıyor. Evet, sezgisel davranabilmeyi çok önemsiyorum ve bilimsel yöntemin de sezgilerimizin sağlamasını yapmaya olanak tanıdığını düşünüyorum. Amatör bir toplayıcı olarak doğadan bitkiler topluyor, faydalarını ve kullanım alanlarını araştırıyorum. Bunlardan yemek, çay ya da tentürler yapıyorum. Bu sezgiselliğin ve bilimsel yöntemin el ele yürüdüğü bir pratik. Sanatsal üretimim de bu pratikten edindiğim tavırlar taşıyor.

Sanat üretme sürecini, zihnindeki şeyi çıkarıp ürüne dönüştürmeye başlama vuruşunu ne tetikliyor?

Bob Ross izlemek iştahımı kabartır. Yemek programı izlemek gibi biraz. Güzel bir resim gördüğümde hemen işe koyulmak istiyorum. Bazen sadece resim yapmak için yataktan kalkıyorum. Bazen atölyeye gidiyorum ve hiçbir şey çıkmıyor. Bazen neden bunu yapıyorum ki ne işe yarayacak diye düşünüyorum. Bazen de iyi ki bunu yapıyorum diyorum. İştah olduğu zaman o formlar çıkıyor, o formları yaparken iştah geliyorsa o yaptığım şeye inanıyorum, içimde mutluluk oluyor.

Puslu Evde küçük bir manzara resmi var. Bob Ross estetiği bir nevi. Onun resimlerinde manzara çok romantik. Sense bu son derece romantik manzarayla izleyiciye burada senin yıktığın şey var” diyor gibisin…

Artık manzara resmine eski anlamıyla bakamayız. Manzaraya atfettiklerimiz değişti. Yaşadığımız çağda manzara resmi eskiden göstergesi olduğu şeye denk düşmüyor, huzursuzlukla bir bağlantısı var.

Lunatica

Küçük yaşta teyzen ressam Nalan Yırtmaç’ın da etkisiyle resim eğitimin sürse de fotoğraf okuyorsun, değil mi?

Evet, Halil Yavuz Ertürk ve Zulal Üşenmez’in atölyesinde akademik resim öğrendim. Fotoğraf ve video okumaya başladıktan sonra da resim yapmayı hiç bırakmadım. Büyüdüğüm ortam da buna çok müsait olduğu için resim hayatımda her zaman oldu. Fotoğraf ve video bana ilginç geliyordu, ancak iş üretirken onun mesafeli ve steril doğasını da pek sevemedim. Her zaman malzemeyle haşır neşir olmak ilgimi çekti. Ama fotoğraf ve video okumamın şöyle bir faydası oldu: Çok iyi ışık öğrendim. Bakışımı da eğittiğini düşünüyorum.

Çocukluktan beri akademi ortamının içinde olmak seni nasıl etkiledi ?

Teyzem beni sık sık Akademi’ye götürüyordu, omuzdan omuza atölyelere taşırlardı. Atölyede de önüme suluboya koyarlardı. Seramik atölyesindeysek elime çamur verilirdi. Onlu yaşlarıma geldiğim zaman sergilere de götürmeye başladılar. Resimle ilgili ilk çarpıldığım anılardan biri Hafriyat’ın Hain Geceler (2000) sergisinde oldu. Hakan Gürsoytrak’ın bir resmine uzun uzun bakmıştım.

Televizyon ekranında Bob Ross’un resim yapışını izlerken iştahının kabarmasını nasıl tarif edersin?

Fırçanın tuvalin üzerine sürülmesi, boyanın tuvale yapışması… Boya bir yapışkandır. Resim bir yüzey meselesidir, yepyeni bir yüzey oluşturursun! Bu da benim iştahımı çok kabartıyor. Ama şunu söylemeliyim, Bob Ross’un yaptığı resmi bir zanaat olarak görüyorum. Karlı dağlar, usul usul akan dereler yapıyor diye Bob Ross’a bayılmıyorum. Onun malzemeyle kurduğu ilişkiye, sakin jestlerine kaptırıyorum kendimi.

^