İKTİDARLARIN ÖLÜLERLE, MEZARLIKLARLA DERDİ NE?

Söyleşi: Bekir Avcı
4 Mayıs 2020
SATIRBAŞLARI
Bir anneye evladının naaşını kargoyla göndermek nasıl bir şey? Kendimizi bir an için Halise Aksoy’un yerine koyalım… Peki, dört ilde mezarlıkların saldırıya uğramasına, tahrip edilmesine ne demeli? HDP Mersin milletvekili Fatma Kurtulan’ın Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay’ın yazılı olarak yanıtlaması talebiyle verdiği soru önergesinin başlangıç bölümü şöyle: “Birkaç haftadır Bingöl, Diyarbakır, Van ve Hakkari’deki mezarlıklar başta olmak üzere, birçok mezarlık tahrip edilmekte, mezar taşları yerlerinden sökülüp kırılmakta, kemikler mezarlardan çıkarılmaktadır. Bütün bunların kolluk eliyle yaptırıldığı iddia edilmektedir. Yüksekova’nın Orman Mahallesi’nde bulunan mezarlık 2016 yılından bu yana tam yedinci kez saldırıya uğramıştır.” Yedinci kez saldırıya uğrayan mezar Suruç katliamında hayatını kaybeden Süleyman Aksu’nun mezarı. Önergede sözü edilen mezarlıklar “barış süreci”nde inşa edilen “şehitlikler” değil, onlar zaten yıkıldı, girişler de yasaklandı. Bunlar halk mezarlıkları ve fakat üzerinde kod isim, flama veya x, w, q harfleri olan mezarlar saldırıların hedefi. Gelgelelim, ölülere ve mezarlıklara yönelen bu vahşet yeni değil, 2015’i ve sonrasını, Taybet İnan’ı, cansız bedeni panzere bağlanarak sokaklarda sürüklenen Hacı Lokman Birlik’i, sokağa çıkma yasağı nedeniyle kızının naaşını buzdolabına koymak zorunda kalan Emine Çağırga’yı hatırlayalım. 2015’in öncesi de var tabii. Ölülerle, mezarlarla savaşmak Türkiye tarihinin bir parçası. Peki, niye böyle, iktidarların ölülerle, mezarlıklarla alıp veremediği ne? Mezarlıklar, anma törenleri ve yas süreçleri üzerine çalışan antropolog Derya Aydın’ı dinliyoruz.

Mezarlıkların inşası ve yıkımı üzerine yaptığınız araştırma neye dayanıyor, nasıl çıktı ortaya?

Derya Aydın: Yael Navaro-Yashin’in Kurmaca Mekân – Kuzey Kıbrıs’ın Duygu Coğrafyası kitabı [Koç Üniversitesi yayınları, 2016] mekânın insanlar üzerindeki etkisi üzerine bir çalışma. Orada, Kıbrıs’taki Rumlar göç ettikten sonra onların evlerine yerleşen Türklerin geride kalan ruhların kendilerine musallat olduğuna inandıklarına, olumsuz giden şeylerde de “acaba onlardan mı kaynaklı” diye düşündüklerine değiniliyor. İnsanın geçmişle olan bağına mekân üzerinden bakıyor kitap. Ben de mekânın kolektif hafızayı nasıl etkilediği üzerine düşünmeye yöneldiğim 2014 ve müteakip yıllarda araştırmama [1] başladım. Antropolojinin yöntemi nitelikli araştırmaya dayandığı için 2016 yazında, derinlemesine mülâkatlar ve odak grup çalışmalarıyla saha çalışmamı yürüttüm. “Düşük yoğunluklu savaş” olarak tanımlanan 1990’lar boyunca yaşanan savaşta hayatını kaybetmiş, ama o dönem lâyıkıyla defnedilmemiş ve yası tutulmamış, ancak 2013’te kurulan mezarlıklara naaşları taşınmış kayıpların yakınlarıyla görüştüm. Araştırmam aslında bu mezarlıkların inşası üzerineydi, ama sahaya çıktığım yıl mezarlıklar tahrip edilmişti. Yani inşa ve yıkım sürecine tanıklık etmiş oldum. Özel bir zaman dilimiydi.
Araştırmamın temel sorusu şuydu: Bu mezarlıklar inşa edildikten sonra cenazelerin toplanıp buralara defnedilmesi insanların yas tutma sürecini nasıl etkiledi? Bu mekânların Kürt toplumunda kolektif hafızaya etkisi ne oldu? 13 ayrı yerde mezarlık inşa edildiğini biliyorum. İki örneklemim oldu. Biri, Lice’deki Sise Mezarlığı, diğeri Dersim’deki. Dersim’de özellikle Alevi kültürünün hâkim olması ve 1938’de Dersim katliamında öldürülenlerin kemiklerinin bu mezarlıklara getirilmiş olması önemliydi. Oradaki deneyim bambaşkaydı. Lice’deki mezarlıksa ilk kurulanlardandı. Büyük bir mezarlıktı, çok kişinin yeniden defnedildiği bir yerdi. Lice’deki mezarlığa hiç gidemedim, çünkü araştırmaya başladığımda tahrip olmuş ve yollar kapatılmıştı. Gitmek yasaktı. Ama Dersim’deki mezarlık henüz yıkılmadan orada bulundum. Bir üçüncüsü de, Bitlis’teki Garzan Mezarlığı’ydı, Bitlisli olduğum için onu biraz daha yakından biliyorum, araştırmamın odağında olmasa da gidip gelirken ziyaret etme şansım oldu. Mabet gibi bir yere dönüşmüştü. Bitlis’te insanların ziyaret ettiği Veysel Karani türbesi var; Garzan da benzer bir şeye dönmüştü. Bir bayram akşamıydı, Bitlis’e gidiyorduk. Araçla geçerken birçok insanın gidip orada dua okuduğunu gördüm. Biz de gidip ziyaret ettik, köyümüzden de birisi oraya defnedilmişti. 267 kişiye ait kemiklerin mezarlardan çıkarılıp Adli Tıp’a gönderilmesi üzerine Bitlis’teki mezarlığı da çalışmama dahil ettim.

Mezarlıkların tahrip edilmesinin dünü ve bugününe dair neler söylersiniz?

Bu mezarlıklar 2013’te inşa edilmeye başladı, 2015 güzüne kadar devam etti. O dönem çatışmalar durdu, hayatını kaybedenlerin sayısı azaldı. Bir ara dönemdi. Hişyar Özsoy’un mezarlıklar üzerine, aslında Kürt toplumundaki mezarsızlık üzerine tezi önemli bir çalışma. Bunun tarihini 1938’e kadar götürüyor. O zamana kadar uzanan bir mezarsızlık politikası var. Özsoy bunun sistematik bir politikaya dönüştüğünü söylüyor. Şeyh Said ve arkadaşlarının, Seyid Rıza ve Saidi Nursi’nin mezar yerlerinin bilinmemesi birer örnek.

Achille Mbembe devletin yaşama ve ölüme yönelik politikalarının tanımlanmasında, Türkçeye ölüm siyaseti olarak çevrilen nekro-politik kavramını önerdi. Bu kavram iktidarın yalnızca yaşama değil, ölüme ve ölü bedenlere dair de çeşitli tasarrufları olduğunu düşünmemizi öneriyor.

1990’lardan hatırladığım bazı kesitler var. Ölümün çok yoğun olduğu bir dönem 90’lar. İnfazlarla, işkencelerle, zorla kayıp yoluyla çok insanın can verdiği bir dönem. Bu dönem ölülere eziyet edilmesi çok yaygın. İnsanlar zorla kaybedildiğinde zaten lâyıkıyla defnedilemiyor ya da işkencelerde hayatlarını kaybettiklerinde nasıl defnedildiklerini pek bilmiyoruz. Yine bu dönem gece yarısı definleri, cenazelerin kaçırılması, cenazelere ulaşamama, taziyelerin yasaklanmasını görüyoruz. 2000’ler itibarıyla İHD gibi kurumların çalışmalarıyla çok sayıda toplu mezar ortaya çıkarıldı. Araştırmamda da kayıp yakınlarının söylediklerine göre, kimi yerlerde ölülerin defnedilmeyip açıkta bırakıldığı dahi yaşanmış. Yani, çatışmalarda hayatını kaybedenleri aileler gidip alamıyor; operasyon bölgesi diye yasaklanıyor. Kimi zaman da tamamen keyfi olarak “alamazsınız” deniyor, cenazelerin alınması engelleniyor. Cenazeler açıkta kalıyor. Cenazenin açıkta kalması kimi zaman yıllarca sürüyor. Korkunç bir şey. Görüştüğüm bir aile Batman’ın Sason ilçesinin kırsalında ‘99’daki bir çatışmada kalabalık bir grupla beraber hayatını kaybeden oğullarının cenazesinin yerini bildiklerini, ama alamadıklarını, 2013’te orada kemik topladıklarını anlatmıştı. Kimi zaman da insanlar cenazelerini alamasa da taziye kurmak istiyor, o yıllarda bu da engelleniyor.
Ölü bedenlere yapılan kötülüklerin 2015’le başlamadığını biliyoruz. Zaman zaman basına yansırdı çatışmalarda hayatını kaybeden PKK gerillalarının askerler tarafından çekilmiş fotoğrafları. Bu karelerin kiminde askerler cenazelerin üzerine basmıştır. Yanlış hatırlamıyorsam, Kâzım Öz’ün Fotoğraf filminde böyle bir sahne vardı. Bu nedenle, kargoyla cenaze gönderilmesi, mezarların tahrip edilmesi, defin törenlerinin yasaklanması ne yazık ki istisnai örnekler değil, bir sistem içinde olmasa da zaman zaman başvurulan (2013-2015 arasında kesintiye uğramış olsa da), süregiden yaygın pratikler. 2015’te Hacı Lokman Birlik, Kevser Eltük gibi çarpıcı örneklerle bunlar yeniden başladı.

Cemile Çağırga’nın cenazesi günlerce derin dondurucuda bekletilmişti

Bugün, salgın koşullarına rağmen, askerler mahalle ve köyleri gezip mezarları kontrol ediyor. Mezar taşlarında yazı, kod isim ya da flama benzeri bir şey görülürse aileler çağrılıyor ve onların gözleri önünde mezarlar parçalanıyor. Uygulamada kimi “yenilikler” olsa da mezarlıklara, yani ölüye dönük tutumun yeni olmadığını söylüyorsunuz, 2015 öncesiyle sonrası arasında belirgin bir fark var mı?

2013-14’te, yani herkesin “artık barış olacak” umudu taşıdığı dönemde, ‘90’lara dönük kimi çalışmalar, “o yıllarda bunlar olmuş” diye açıklamalar, anlatımlar ortaya çıkmaya başladı. 2015’e geldiğimizdeyse “90’lara mı dönüyoruz?” tartışması yapıldı. Bana sorarsanız, hiçbir zaman ‘90’lardan çıkılmadı. 90’lar hep bir şekilde devam etti. 2013’le 2015 arasında bazı devlet pratikleri kesintiye uğradıysa da sonrasında bunların çok daha sert devam ettiğini gördük.
‘90’lara dair çeşitli imgeler var. Mesela “Beyaz Toros”lar” insanların kafasında korkunç bir imge olarak yer etmiş. Birilerini o araçlara bindirip götürüyorlar ve sonra onları bir daha göremiyorsunuz, kayboluyorlar. Cesetlerini dahi bulamıyorsunuz. Büyük bir korku, dehşet saçılıyor. O kayıplara ne olduğu hâlâ belli değil. Dönemin kayıplarının faili olarak bilinen JİTEM davalarının sanıklarının hemen hepsi beraat etti. Ama öte yandan, ‘90’ların sonuna doğru, Cumartesi Anneleri, Arjantin’deki Plaza de Mayo Anneleri’nden esinlenerek kamusal alanda kayıpları gündeme getirmeye başlıyor. Fakat hiçbir zaman dile gelmeyen şeyler var. Kamusal yasın ayrımcı dağılımına dair şu çok çarpıcı; Cumartesi Anneleri’nin eylemlerinde, çatışmalarda hayatını kaybedenlere yapılan eziyet ve kötülüklere yer verilmiyor, onların defnedilememesi sorunu bu eylemlerde dile getirilmiyor. Kamusal alanda inşa edilmiş yas hiyerarşisi o kadar katı ki, Cumartesi Anneleri en fazla kayıp yakınlarından söz edebiliyor.

Ölülere yapılan kötülükler, yas tutamama meselesi ‘90’ların sonunda, 2000’lerde pek gündeme gelmedi. Dolayısıyla, 2015 itibarıyla ‘90’lara dönmüş değiliz, aslında ‘90’lardan hiç çıkmadık. O dönemle açık biçimde hiç yüzleşmedik ve o dönem yaşanan kötülüklerin büyük çoğunluğunu açık açık konuşmadık.

Ölülere yapılan kötülükler, yas tutamama meselesi ‘90’ların sonunda, 2000’lerde pek gündeme gelmedi. Dolayısıyla, 2015 itibarıyla dönmüş değiliz ‘90’lara, aslında ‘90’lardan hiç çıkmadık. O dönemle açık biçimde hiç yüzleşmedik, o dönem yaşanan kötülüklerin büyük çoğunluğunu açık açık konuşmadık. Döneme ilişkin daha çok dile gelenler köy yakmalar ve Kulp’ta olduğu gibi toplu ölümlere ilişkin JİTEM davaları, yani büyük çoğunluğun kabul etmediği “büyük kötülükler” –ki bu davaların hepsi beraatla sonuçlandı. Ölülere yapılanlar, ölülerin açıkta bırakıldığı, defnedilmediği, çöplüklere ve asit kuyularına atıldığı hakikati tam manasıyla dile getirilmedi. 2013-15’te inşa edilen mezarlıkların kimlerin mezarları olduğu, toplum açısından bunların ne kadar önemli olduğu da konuşulmadı. Bu olağanüstü dönemlerin insanların hayatını ve toplumu nasıl etkilediği üzerine düşünülmedi. Bunları ortaya çıkarıp yüzleşmediğimiz için de 2015’te bir kötülük icat edilmiş gibi konuşuluyordu. Aslında süregiden bir şeydi, kısa bir kesintiye uğradı ve sonra kaldığı yerden daha şiddetli biçimde devam etti. Daha şiddetli diyorum, çünkü Cizre’de, Sur’da, Taybet İnan örneğinde, insanların salgınla mücadele ettiği günlerde kargoyla cenaze yollanması örneğinde de görüldüğü gibi, daha açık ve daha şiddetli, daha sert  biçimde devam ediyor.

Yüksekova’da mezarlık yedinci kez tahrip edildi

Devlet ölülere neden bunu yapıyor?

Ölülere yönelik pratikler siyasetin bir parçası. Nitekim, Kamerunlu tarihçi ve siyaset bilimci Achille Mbembe devletin yaşama ve ölüme yönelik politikalarının tanımlanmasında Türkçeye ölüm siyaseti olarak çevrilen nekro-politik kavramını önerdi. Daha önce iktidarların insanların yaşamını nasıl politikalarla düzenlediğine dair çokça çalışma yapıldı, ama bu kavram iktidarın yalnızca yaşama değil, ölüme ve ölü bedenlere dair de tasarrufları olduğunu düşünmemizi öneriyor. Bu, şiddetin yaşandığı bölgelerde ortaya çıkan bir literatür. Mbembe Foucault’nun biyopolitika kavramına tamamlayıcı olarak nekro-politika, nekro-iktidar kavramlarını tanımladı. Yeni sömürgecilik biçimlerinin hüküm sürdüğü Afrika’da, Latin Amerika’da, şiddetin yoğun yaşandığı Şili, Arjantin gibi ülkelerde ve Ortadoğu’da bu politikanın pratiklerini daha açık görüyoruz.
Ölüme dair politikaların bir egemenlik ilişkisi olduğunu düşünmeliyiz. İktidar egemenliğin sınırlarını sadece yaşayanlara dair politikalarla belirlemiyor. Yeraltını da dizayn etme çabası hep var. Çünkü ölüm zannettiğimizden çok daha fazla güce sahip.

Benjamin “Düşman kazanacak olursa, ölüler bile payını alacak bundan” diyor. Devlet yaşayanlarla savaşırken ölenlerle de mücadele ediyor. Ölülerin gücünü en çok iktidar biliyor. Ancak öleni bir daha öldürmek mümkün değil, o nedenle iktidar ölüyle yaptığı savaşı kazanamaz.

Nasıl bir güç bu?

Ölümün toplumsal hayatı etkileme gücü var. Bir kişinin hayatını kaybetmesinin geride kalanlar üzerinde ciddi bir etkisi olur. Ölümün kutsal bir yanı var. Hele söz konusu olan politik mücadelede ölmüş biriyse, politik ölümlerde önemli bir etki gücü ortaya çıkıyor. Bir diğeri de ölümün toplumsal hafızayı, kolektif hafızayı etkileme gücü. Hafızanın ölümle, tarihin mezarla bir ilişkisi var. Mezarlar tarihin somut materyalleridir. Öte taraftan, çok yoğun ölümlerin yaşandığı bir yerde ölenler, geride kalanlara bir hafıza bırakıyor. Yaşamıyla, varlığıyla yaydığı etki öldükten sonra bir direniş hafızası oluşturuyor. Bütün toplumlarda ölüm etrafında düzenlenen ritüeller ve törenler hep olagelmiştir, ama bir çatışmada ölen kişinin ölüm biçiminden anma biçimine kadar her şey, ona dair hafızayı pekiştiriyor, kalıcılaştırıyor. Bu, siyaset alanını ciddi anlamda etkiliyor. Devletin ölülere dönük pratikleri de bir bütün olarak bu sürece müdahaledir. Zorla kayıpların suçun ortadan kaldırılması, failin gizlenmesi amacıyla yapıldığı konuşuldu, ama bunu aşan bir yanı var. Zorla kaybedilmeler topluma dehşet saçtı. Yine çatışmalarda hayatını kaybedenlerin ölü bedenlerine yapılan saldırılar sadece geride kalanı cezalandırma değil, aynı zamanda direniş hafızasının oluşmasının önüne geçme çabasıdır.

Ama sonuç her zaman iktidarın amaçladığı gibi olmayabilir. Çalışmamda şunu gördüm: Bu süreç lâyıkıyla çocuklarını defnedemeyenleri ya da kayıplarının peşine düşenleri mobilize edebiliyor. Her ülkede, her coğrafyada bu farklı yaşanıyor, ama Kürdistan özeline baktığımızda, tutulamamış, kesintiye uğramış uzun ve sancılı yasın insanları mücadeleye yönelttiğini görüyoruz. İnsanlar çocuklarını ararken –Cumartesi Anneleri mücadelesi de böyle bir deneyim– bu arama muazzam bir direnişe dönüştü. İnsanlar ölülerini ararken, onları defnetmeye, onlarla vedalaşmaya, en temel insani yaşam döngüsünü sürdürmeye çabalarken bambaşka bir politik alana transfer oldular. Yas direniş sahasına dönüşebiliyor. Direnişe ya da direnenlere dair hafızanın kırımı amacıyla tesis edilen politikalar farklı bir direnişe yol açabiliyor.
Walter Benjamin “Düşman kazanacak olursa, ölüler bile payını alacak bundan” diyor. Yani devlet yaşayanlar üzerinden egemenlik tesis ederken ölenlerle de hesaplaşıyor. Öldürdüğü yetmiyor. Yani ölüm şiddetin sınırını belirleyen, şiddetin bittiği bir eşik olmuyor. “Zaten ölen ölmüştür, artık hüküm ortadan kalkmıştır” denir, ama iktidar öyle olmadığını biliyor. Sadece ölü bedene dönük bir politika değil bu. Ölülerin gücünü en çok iktidar biliyor. Ancak, öleni bir daha öldürmek mümkün değil, o nedenle iktidar ölüyle yaptığı savaşı kazanamaz.

Antigone’da yasın yasaklanması en büyük cezadır. Saul’un Oğlu filminde, toplama kampı koşullarında dahi babanın ölen oğlunu ısrarla defnetmeye çalışması çok çarpıcı. Lâyıkıyla defnetmek ve yas tutmak yapılamadığında toplumda travmaya yol açar. Böyle bir toplum geleceğini göremez.

Bu şiddet sarmalı sadece Türkiye’de yaşanmıyor. Cumartesi Anneleri ile Plaza de Mayo Anneleri örneğinde olduğu gibi sadece direniş yöntemleri birbirini örnek almaz, en çok devletler birbirlerini örnek alır. 2018’de İsrail’deydim, Filistinlilerle görüşme şansım oldu. Orada da uzun yıllardır benzer süreçler yaşanıyor. Ölülere yapılan eziyetler, cenazelerin alıkonup ailelere verilmemesi gibi deneyimler İsrail’in Filistin’e karşı yürüttüğü bir politika. Bir-iki defaya mahsus bir şey değil, ölüm siyasetinin bir parçası bu. Kirli savaşların sürdüğü birçok ülkede benzer deneyimler yaşanıyor. Bu, iktidarların ölümün gücünü, etkisini bilmelerinden kaynaklı. O nedenle ölülere dönük kötülükler rastlantısal pratikler değil.

Kayıp yakınlarının ölülerini gömme mücadelesinden bahsettiniz. Onlar için ölüyü toprağa kavuşturmanın nasıl bir anlamı, önemi var?

Ölülere yapılan eziyetler o kadar çeşitli ve yaygın ki, Kürtler bununla başetmek için kurumlar oluşturmak durumunda kaldı. Mesela Mezopotamya Yakınlarını Kaybeden Ailelerle Yardımlaşma, Dayanışma ve Kültür Derneği (Meya-Der) böyle bir kurumdu, OHAL’le beraber kapatıldı. Yakınlarını Kaybedenler Derneği (Yakay-Der) de benzer bir kurumdu. Cumartesi Anneleri de öyle. Ölmüş yakınını defnetmek çok insani bir talep. Ama bunun için bile örgütlenmek zorunda kalıyorlar. 2000’lerde söz konusu mezarlıklar inşa edildiğinde, köylülerin, eski korucuların, hayatta olan PKK mensuplarının anlatımlarından, hayatını kaybetmişlerin günlüklerindeki notlardan ‘90’larda hayatını kaybedenlerin o zaman nerelere defnedildiği ya da defnedilmeyip açıkta bırakıldığına dair bilgiler derlendi. Bunlar ışığında cenazeler toplandı. Bu mezarlıkların kurulması biraz da zorunluluktandı. Çünkü bu kadar ölünün alınıp halk mezarlıklarına defnedilmesi mümkün değildi. Hepsinin DNA testi yapılmalıydı. Bu hem zor hem de çoğu ölü anonim olduğu için imkânsızdı. Bu nedenle bu mezarlıkların inşası bir çözümdü.

Yukarıda Dersim Mezarlığı’nın 2015’teki görünümü yer alıyor, altında bugünkü

Aynı zamanda bu çok önemli bir işti. Yarım kalan bir evreyi kapatmak önemlidir. Ölüm bir dehşet ânı, onu doğal akışı içinde yaşamazsanız yaşamı olağan seyrinde devam ettiremezsiniz. Bu nedenle yas önemli bir evre. Antigone’da yasın yasaklanması en büyük cezadır. Neden ölü ısrarla defnedilmek istenir? László Nemes’in yönettiği Macar yapımı Saul’un Oğlu filminde, holokostta toplama kampı koşullarında dahi babanın ölen oğlunu ısrarla defnetmeye çalışması, bu çabası çok çarpıcı. Lâyıkıyla defnetmek ve yas tutmak kaybın üstesinden gelmekte önemli bir aşama. Yas tutulamadığında askıda kalma hali süreklileşiyor. Bu da toplumda travmaya yol açıyor. Böyle bir toplum geleceğini göremez. Bir görüşmecime “Bu kadar ölüm var, üstelik ölenleri defnedemiyorsunuz, nasıl üstesinden gelebiliyorsunuz?” diye sormuştum. O da bana “Zannediyor musun ki bu kadar acı yaşamış insanlar bunun üstesinden gelebiliyor? Toplumda ne kadar insan genç yaşta yaşamını kaybetti biliyor musun?” demişti. Muazzam bir şiddet coğrafyasından bahsediyoruz.

Ölülerle barışmadan yaşayanlarla barışamazsınız. Ölülere karşı savaş verdikçe yaşayana karşı da verilecek bu savaş. Çünkü ölümün kutsal bir yeri var. Ölüye eziyet edildiğinde yaşayanla barışmak imkânsızlaşır.

Ölüye eziyetle iktidarlar geçmiş ya da şimdiden ziyade geleceğe mi damga vuruyor?

Evet, öyle. Bu, Kürtlerin geleceğine ket vuran, onları süreklileşmiş bir yasa mahkûm eden bir süreç. Ama savaşın bu kadar uzun sürmesinin de sebebi aynı zamanda. Dolayısıyla, aslında tüm toplumu ilgilendiriyor. Ölülerle barışmadan yaşayanlarla barışamazsınız. Ölülere karşı savaş verdikçe yaşayana karşı da verilecek bu savaş. Çünkü ölümün kutsal bir yeri var. Ölüye eziyet edildiğinde yaşayanla barışmak imkânsızlaşır. Bu mezarlıklar yapıldığında, ölüler toplandığında, buna dair bir umut doğdu. O mezarlıklar aslında toplumun inşa etmek istediği barışın sembolü olan mekânlardı. Zaten çoğu mezar anonimdi. Hangi kemiğin kime ait olduğu çoğunlukla belli değildi. Ama tutulmamış yasların toplu tutulduğu mekânlar haline geldiler. Bu nedenle Kürtler kendi çocukları o mezarlıklara defnedilmemiş olsa da gidip oralarda taş işçiliği yaptı. O mezarları inşa etti. Vedalaşma için, anma için gidiyorlardı mezarlıklara. “Çok insan öldü, çok kötülük yaşandı, bunlarla vedalaşacağız ve yeni bir süreç yaşanacak” dendi.
Gerçekten de mezarlıkların inşa edilmesi iyi bir şanstı. Hakeza Erdoğan’ın o dönem Berfo Ana’yla görüşmesi, zorla kayıpların devlet nezdinde dile gelmesi, Meclis’te komisyonların kurulması önemliydi. “Yapılan kötülükler suçtu, suçluları cezalandıracağız, bunların üstesinden geleceğiz” demekti bu. Ama ne yazık ki, böyle olmadı. Berfo Ana oğlunun kemiklerine kavuşamadan öldü. Cumartesi Anneleri’nin oturma eylemi dahi şiddetli biçimde yasaklandı. Çünkü aslında iktidar dönüşmedi, ‘90’larda bu pratikleri ifa eden insanlar iktidarda yer almaya devam etti.
Dersim’deki mezarlık bu açıdan çok ilginç. 1938 katliamına ait kemikler oraya defnedildi. ‘38’de Laç Vadisi’nde toplu katliamın olduğu yerde kalmış kemikler getirildi mezarlığa. Cumhuriyet tarihi kadar eski çözülmemiş sorunların, yüzleşilmemiş hakikatlerin bir mekânda belirivermesiydi. “Artık bitsin ve barış inşa edilsin” isteğinin dile gelmiş haliydi bu. Dersim’deki mezarlıkta sadece Cumhuriyet’in kuruluşundan beri süregiden Kürtlerin direnişini değil, aynı zamanda şiddetin de sürekliliğini görmek mümkün. Bu nedenle geçmiş hâlâ ânı çok derinden etkiliyor. Kürdistan’da hâlâ belirleyici olan da bu geçmiş. Bu nedenle, kolektif hafızaya yapılan her saldırı geleceğe de saldırıdır.

Bitlis’in Yukarı Olek köyünde yer alan Garzan Mezarlığı’nın bulunduğu noktanın farklı tarihlerde çekilmiş Google Earth görüntüleri: Sırasıyla boş arazi, inşa edilen mezarlık ve imha

Ölünün toprağa gömülmesi, bedenin toprağa kazılmasıdır. Bu anlamıyla mekâna hafızanın kazılmasıdır. Ölüye yönelik her saldırı aynı zamanda hafıza mekânına saldırıdır. Bu saldırı bu nedenle hafıza-kırımdır. Bugün hâlâ çatışmalarda hayatını kaybedenlerin cenazesini belediye araçları alamıyor, yasaktır. İmamlar ölüyü yıkayamıyor, cenaze namazı kıldıramıyor, insanlar defin törenine katılamıyor. Aileler üç kişinin katılımıyla cenazeyi gece defnediyor. Sadece ölü bedene zarar verilmesi de değil, ölüm sonrası tüm ritüellerin engellenmesi çok yönlü sürüyor. Ancak ne bu hafıza sadece aileye ya da o kişiye ait kolektif bir hafızadır ne de bu yapılanlar sadece bu ailelere yapılmış kötülüktür. Bunu kabul edin ya da etmeyin, bu kötülükleri Kürtler bir hafıza-kırım olarak görüyor. Dolayısıyla bu, bir arada yaşamaya da barış umuduna da bir saldırıdır. İlginçtir, 2013’ten sonra bu mezarlıklar kurulduğunda devlet bunlardan haberdardı. Bahsettiğim üç mezarlık da merkezlerden çok uzakta değil, ama devlet yapım sürecinde karışmadı. Barış süreci olarak da adlandırılan dönem bittiğinde ilk önce buralara saldırılması bu açıdan ilginçtir. Barış umudu varken inşa edilen bu yerler savaş başlar başlamaz saldırıların hedefi haline geldi.

O mezarlıklar tutulmamış yasların toplu tutulduğu mekânlar haline geldi. Bu nedenle Kürtler kendi çocukları o mezarlıklara defnedilmemiş olsa da gidip oralarda taş işçiliği yaptı. O mezarlıklara vedalaşma için, anma için gidiyorlardı. “Çok insan öldü, çok kötülük yaşandı, bunlarla vedalaşacağız ve yeni bir süreç yaşanacak” dendi.

Farklı yerlere sesleniliyor: hukuka, ahlâka, etiğe, vicdana, dine… Doğru adres neresi ya da bir adres var mı?

Ölülere yapılan eziyetlere ilişkin herhangi bir yasal süreç işlemiyor. Türkiye parlamentosunda da Avrupa parlamentosunda da ölülere yapılan kötülükler başlığında bir oturum gündeme alınmıyor. “Cenazeye kötülük yapıldı, başvurulacak kurumlar neresidir”e dair bir şey yok. Ya da “ölü hakkı” diye bir hak yok. Tersine, soruşturma sürecine maruz kalan ölüsünü lâyıkıyla defnetmek isteyen aile oluyor. Bir diğer sorun ise meselenin kamusal alanda tartışılma biçimi. Kimse bu konu hakkında konuşmak istemiyor. Konuşanlarsa, ki çok sınırlı sayıda, dokunulmazlığı olan politikacılar çoğunlukla. Onlar da bu sürece dahil olduklarında cezalandırılıyorlar. HDP vekilleri mesela, neredeyse hepsi hakkında bu nedenle fezleke düzenlenmiş. Haklarında “terörist cenazelerine katıldıkları” gerekçesiyle soruşturmalar başlatıldı. Hem basın yoluyla hem de iktidar mensuplarınca linç ve kriminalize edildiler. Agamben’in Homo Sacer tanımı burada devreye giriyor: yaşayanı insandışılaştırma (dehumanizing) süreci. Bu çok yaygın.“Terörist” olarak isimlendirilen kişi öldüğünde ölüsü ölüden sayılmıyor. Zaten öldürme fiili bile kullanılmıyor, “etkisiz hale getirme” deniyor. Ölüsüne de çoğunlukla “leş” deniyor. Bunlar tabii ki rastgele kullanılan kelimler değil. Ölüm siyaseti bu işte.
Judith Butler yas hiyerarşisi ifadesini kullanır. Yasın kamusal alanda uğradığı ayrımcılığa odaklanıyor. Bunu da Guantanamo’daki tutsakların yurttaş olarak kabul edilmemesi, olağanüstü uygulamaya tabi tutulmaları, haklarının askıya alınması üzerinden ele alıyor. Ayrımcı yas sürecinden söz ediyor. Yani, yaşayana “terörist”, cenazesine “leş” dendiğinde, yapılan bütün kötülükler normalleşiyor, yasının tutulması engelleniyor. Bir tarafta “şahadet” ve “şehit” kavramlarıyla ölüler kutsanırken, diğer tarafta ölü, ölüden sayılmıyor. Süreç normalleştiriliyor. Aslında buna alıştık. ‘90’lardan bu yana cenaze törenine katılmak kriminal bir şey.

Diyarbakır’ın Lice ilçesine bağlı Yolçatı köyündeki Sisê Mezarlığının öncesi ve sonrası

Öte taraftan, siyasetçiler cenaze merasimine ya da taziyeye katılma eylemlerini savunurken, “Cenazeye katılmak suç değil” derler. Yani, hukukta bu yönde düzenlenmiş herhangi bir suç olmadığına işaret ederler. Ama bu bir hukuk meselesi değil. Hukukta böyle bir suç olsa katılmayacaklar mı? Böyle bir suçun hukuka eklenmesi zor bir şey değil, hele ki bu koşullarda. Mesele politik bir mesele. Mesele etik bir mesele. Ölüm biraz metafizik alana dair “doğal bir haktır” denir. Çünkü ölüm ve ötesi kavranamaz bir alan. Ölüm bir dehşet ânı ve yaşamı sona erdiriyor. Ölümün ardından insanlar bir araya gelir, taziye kurulur, beraber yemek yenir. Yani yaşamı durduran o dehşet ânından insanlar bir an önce uzaklaşmak ister. Bu nedenle bu alanı hukuk tamamen düzenleyemezsiniz. Ölüye yapılan kötülük politik ve etik bir mesele. Ölü bedene yapılan kötülük toplumun kavrayamayacağı dehşette bir kötülüktür.

Kolektif hafızaya yapılan her saldırı geleceğe de saldırıdır. Ölünün toprağa gömülmesi, bedenin toprağa kazılmasıdır. Bu anlamıyla mekâna hafızanın kazılmasıdır. Ölüye yönelik her saldırı hafıza mekânına yapılmış bir saldırıdır. Bu saldırı bu nedenle hafıza-kırımdır.

Ölülerin egemenlikle ilişkisini ve gücünü, bunun da siyasetle iç içe olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Bugün çatışmada ölmüş bir Kürdün cenazesine sadece ailesini teselli etmek için katılmazsınız, bunun politik bir şey olduğunu bilirsiniz. Söz konusu ölüm süregiden politik süreçte gerçekleşmiş bir ölümdür. Dolayısıyla bu mesele politik alana dairdir. Devlet bunu bilir ve ölüm etrafında yürürlüğe koyduğu pratikler de bunu çok iyi bildiğini gösteriyor. Ama siz bunu bilmiyormuş gibi, “suç değildir” deyip bu alana sıkıştırırsanız sadece meselenin adını yanlış koymakla kalmazsınız, sorunun çözümünde de yol alamazsınız.
Ölülere yapılan eziyetler o denli kötü ki, uzuvların kesilmesi, sokaklara terk edilmeleri… Taybet İnan örneği mesela. Ailesi gidip alamıyor ve köpekler zarar vermesin diye nöbet tutuyorlar. Bu denli kötü örnekleri kavrayamıyoruz. “Bu nasıl yapılabilir?” diyoruz. Dolayısıyla, bu aynı zamanda etik de bir mesele. Geride kalanlar üzerinde ciddi bir travmaya neden oluyor. Sadece ölünün yakınları buna maruz kalmıyor; gören, duyan herkes etkileniyor. Bu da umudu, bir arada yaşama umudunu zedeliyor. Bitlis Garzan Mezarlığı’ndaki kemiklerin çıkarılıp İstanbul’a gönderilmesi mesela. Bu cenazeler zaten zamanında defnedilememiş, bunları bir araya getirip defnetmişler, bir daha o mezarlardan çıkarıldılar ve İstanbul’a Adli Tıp’a gönderildiler. Orada kimsesizler mezarlığına gömüldüler. Bütün bunların üzerine düşünmemiz gerekiyor. Bir arada yaşama umudunu kaybetmemek için kamusal alanda bunları konuşmak zorundayız. Bu sadece politik sorumluluk gereği değil, aynı zamanda etik sorumluk da bunu gerektiriyor.

Zehra Doğan, 2016

Korona günlerinde cenaze törenleri yapılamıyor. Bu, yas sürecinin de askıya alınması demek. Ama böyle bir dönemde dahi Kürt illerinde mezarlara dönük yıkım politikası sürdürülüyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Salgın süreci kompakt bir biçimde bize çok şey gösteriyor. Kapitalizmin içinde olduğu krizi gördük; iklim krizini, ekonomik krizi, sağlık alanında yaşanan sorunları… Toplumsal cinsiyet alanında süregiden sorunlar pandemide birden patlak verdi. Bu kriz sonucunda iktidarların daha demokratik mi yoksa daha totaliter mi olacağı tartışmaları sürerken egemenin hayata ve ölüme dair tesis ettiği biyopolitika ve nekro-politikanın yürürlüğe konarak krizin fırsata çevrildiğine tanık oluyoruz. Bu krizde egemenin ayrımcılığa dayalı değerler hiyerarşisini yürürlüğe koyduğunu gördük. Kimlerin hayatının daha değerli olduğuna, hangi hayatların feda edilebileceğine, hangilerinin mutlaka kurtarılması gerektiğine dair pratikler birçok düzlemde çıplak biçimde kendini gösterdi. Hangi hastaların sağlık hizmetinden yararlanabildiğine, ilk kimlerin tedavi altına alındığından kimlerin ihmal edildiğine kadar sağlık alanında vuku bulan ayrımcı pratikler neredeyse her ülkede açığa çıktı. Aslında ölüm siyasetinden söz ediyoruz. Salgında Türkiye’de ve dünyada ölüm siyasetinin nasıl devreye konulduğunu da gördük. Türkiye’deki infaz yasası mesela, kimlerin dışarı çıkacağına, kimlerin ölüme terk edileceğine nasıl karar verildiğini net biçimde gösterdi. Bu, ölüm siyasetinin etrafında ilerleyen bir süreç. Yaşlılara yapılanlar da öyle. Yaşlılar uzun zamandır Avrupa’da artık üretime dahil olmadıkları için fazlalık olarak görülmeye başlandı. Salgın sürecinde yaşlıların nefret objesi haline gelmesi bunun sonucu. Virüs herkese bulaşabiliyor, ama herkeste aynı etkiye yol açmıyor. Krizden en çok kırılgan(laştırılan) ve güvencesiz(leştirilen) grupların olumsuz etkilendiğini görüyoruz. Mesela kadınlar bu süreçte ilk işini kaybedenler olduğu gibi, eve kapandıklarında şiddetin hedefi haline geldi. Yine kriz ânında bile Kürtlerin saldırıların hedefi olmaktan kurtulamadığını görüyoruz, kayyum atamaları devam ediyor.

Agamben’in Homo Sacer tanımı burada devreye giriyor: yaşayanı insandışılaştırma süreci. “Terörist” olarak isimlendirilen kişi öldüğünde ölüsü ölüden sayılmıyor. Zaten öldürme fiili bile kullanılmıyor, “etkisiz hale getirme” deniyor. Ölüye de çoğunlukla “leş” deniyor. Bunlar tabii ki rastgele kullanılan kelimler değil. Ölüm siyaseti bu işte.

Bugün salgından dolayı birçok insan ölülerini lâyıkıyla defnedemiyor; vedalaşamıyor ölüsüyle, dokunamıyor, anma törenine katılamıyor. Şu an şok hali olduğu için belki tam fark edilmiyor, ama sevdiğini defnedemeyen bir insanın bunu atlatması kolay olmayacak. Ölümün daha çok yaşandığı kırılgan dönemler birbirimizi anlamaya vesile olabilir. Butler yasın ortaklıklar kurmada bir alan olabileceğine dikkat çekiyor. Yaralanabilirliğin insanın ortak noktası olduğunu söylüyor. “Öteki ile aramızda, beni onların hayatından, onları ise benimkinden sorumlu tutan müşterek bir yaralanabilirlik bağı bulunmaktadır” diyerek ötekinin kırılganlığından yola çıkarak etik bir ortak yasanın olanaklarından söz ediyor. Bu açıdan, yas bir araya gelmek için ortak bir zemin olabilir.
Hatırlanırsa, gerilla anneleriyle asker annelerinin bir araya geldiği zamanlar oldu. Barış Anneleri İnisiyatifi bu konuda önemli çalışmalar yaptı, ama başaramadılar. Böyle bir ortaklık kırılgan süreçlerden geçen insanların birbirini anlaması için bir fırsat olabilirdi. Bugün de hayatını salgından dolayı kaybedenlerin yakınları cenazelerini lâyıkıyla defnedemeyen Kürtlerle bire bir aynı olmasa da benzer bir süreci yaşadıkları için, zorunlu olarak buna maruz kaldıkları için, bir ortaklık olasılığı mümkün olabilirdi. Ama böyle bir süreçte bile devletin şiddeti iki kart artırdığını görüyoruz. Kargo ile cenaze gönderme ve x, w, q harflerinin olduğu mezarlıkların tahrip edilmesi gibi saldırlar yaşanıyor. Devlet adeta salgında hayatını kaybedenlerin yakınlarına “Hayır, sizin yaşadığınız şey, cenazenizi gömememeniz Kürtlerinkinden farklı bir şey” diyor. Bu nedenle, bir arada yaşama umudu gibi bu ortaklık umudu da başlamadan bitiyor.

[1] Cemeteries and Memorials: Violence, Death and Mourning in Kurdish Society (Mezarlıklar ve Anma Törenleri: Kürt Toplumunda Şiddet, Ölüm ve Yas)
^