“Mavi Vatan” tatbikatının karşı kıyıdaki yankısıyla başlayan, ama yerel sıkıntıları aşıp evrensel kültürün katmanlarına yönelen başdöndürücü bir devriâlem. Topal Osman’ın Giresun bandosundan Yunan saykodelik müziğine, IŞİD’in harabeye çevirdiği Musul’dan okyanuslardaki köpekbalığı katliamlarına, Norveç’in Nazi genlerinden Endonezya’daki at yarışı sömürüsüne, New York’un yeraltı sineması ve müziğinden Fransa’nın Yeşil Montlular’ına, Ursula K. LeGuin’den “matematik” sanatçısı Escher’e, Olympia Dukakis’ten PJ Harvey ve Leonard Cohen’e uzanıyoruz. Belgesel sinema bir kez daha kurmacanın pabucunu dama atıyor…
Selanik havaalanına inip pasaport kontrolünün yapıldığı parkurlara hızla ulaştığımızda o ara İstanbul’dan gelen uçak dışında başka uçağın inmemiş olmasına sevindim. Üstelik yolcuların sırasını şaşırmaması için, normalde Yunanistan’da uygulanmayan bir metotla, AB pasaport sahibi olanlarla olmayanların ayrı ayrı gireceği kuyrukları yüksek sesle duyurup işaret eden çığırtkan bir görevli dahi vardı. Yolcu kapasitesi nispeten az bir uçakta, fazlasıyla kısa sürmüş bir yolculuk yapmalarına rağmen insanlar gene de telaşlıydı. Sesli uyarılara ve ışıklı panolara dikkat etmeden kuyruklara şuursuzca koşuştular. Kısa bir süre sonra yanlış sıraya girdiğini anlayan bazı yolcular, hüsranla daha uzun görünen kuyruğa yönelmek zorunda kaldı.
Pasaport kontrolü yapan iri yarı ve göbekli memura epey yaklaşmıştım ki, işini bırakarak kulübesinden hınçla fırladığını gördüm. Parkurları oluşturan direk ve bantlardan müteşekkil engelleri hızla aşıyor, bir yandan da Yunancanın yoğun etkisi altındaki İngilizcesiyle “Bu sıra Avrupa Birliği sırasıııı” diye bağırıyordu. “AB vatandaşı olmadığı bu kadar bariz insanlar kim acaba” diye düşünürken yanlışlığı Uzakdoğulu oldukları her halinden belli olan çekik gözlü çiftin yaptığını farkettim. Memur sert el işaretleriyle onları girmeleri gereken kuyruğa yönlendirirken bantların pozisyonunun iki sıra arasında karışıklığa mahal vermeyecek şekilde değiştiriyordu. Neyse ki, kurallara riayet etmeyenlerin en azından Afrikalı, Ortadoğulu ve bilhassa Türkiyeli olmamalarına sevindim. Çünkü uçakta uluslararası toplu taşıma disiplinine uymak durumunda olan insanlardan çok, bir AVM sergisinin açılış kokteylindeki sanatseverlerin enerjisi hissediliyordu.
AB kuralları, “Mavi Vatan” tatbikatı ve Selanik
Ama AB kurallarının boğucu etkisinin belki de en çok hissedildiği yer, ironik biçimde, Selanik Belgesel Festivali’nin film gösterimleri öncesinde beyazperdeye yansıyan spottu. Artık her daim olağanüstü hal psikozuyla yönetilmeye çalışılan gezegenimizde birçok sinemaseverin hipnotize olarak seyredip dinlediği spot, acil bir durum veya tehlike anında sinema salonunu nasıl terketmemiz yönündeki telkinlerden müteşekkildi. Yine ana dili Yunanca olduğu bariz şekilde anlaşılan bir kadın sesi beyaz ekranın ortasında beliren İngilizce cümleleri tane tane okuyordu. Spotun beş ayrı bölümünde, acil çıkış kapıların sayısından salondaki pozisyonlarına, çıkışları işaret eden ışıklardan gerektiğinde seyircilere yardımcı olmaya hazır ve nazır festival gönüllülerine kadar öğreniyorduk. Hemen arkasından aynı spotun Yunancası aynı ritmle tekrarlanıyor, bitmez tükenmez gibi görünen mesajı ise gösterimler sırasında cep telefonlarını sessiz konuma almak gerektiği bildiren sevimli ama kısa görüntü izliyordu.
Bu yüzden olsa gerek, festivalin film gösterimleri boyunca cep telefonları mütemadiyen salonları çınlattı, hatta bazı seyirciler telefonlarını açıp evlerindeymiş gibi rahatça mesajlaştı. Bunda büyütecek ne var derseniz, festival süresince günde ortalama altı, yedi veya sekiz film seyreden biri için mevzubahis dinamiklerin pek kolay olmadığı anlaşılabilir. Yok eğer hosteslerin uçaklardaki uyarılarına atıfta bulunulmuşsa, kalabalık gösterimlerde, nefes almanın salonlarda iyice zorlaştığı anlarda tepemizden oksijen maskelerinin düşmesi de beklenebilirdi…
Bu sene 21. kez düzenlenen Selanik Belgesel Festivali’nin başlamasına birkaç gün kala kıyamet zaten kopmuştu. İlk olarak Yunancasını duyduğum “Mavi Vatan” tatbikatının adını başlarda Türkçeye tercüme etmekte bile zorlandım. Özellikle sabah sabah yeni uyanmış bir insanın kafasında fırtına etkisi yaratabilecek televizyondaki tartışma programlarının tümünde tatbikat en sansasyonel biçimde duyuruluyor, stüdyoda bulunan konuklar Türkiye’nin dolaşıma soktuğu ve devamlı tekrarlanan görüntüler eşliğinde topluca konuşuyordu. Durumdan o ana kadar bihaber olan ben, neye uğradığımı şaşırmış, beni misafir eden arkadaşlarıma sakin olmaları için telkinde bulunuyordum.
Şayet amaç Ege’deki düşmana had bildirmek idiyse, tatbikat kesinlikle başarıya ulaşmıştı. Fakat arada aklıselim bazı konuşmacılar, askeri manevranın belki de Türkiye’nin çevresindeki ve özellikle Kıbrıs civarındaki denizlerde saklı doğal kaynakları kolay kolay gözden çıkarmayacağına dair bir uyarı olduğuna dikkat çekiyordu. Bazıları da konuyu yaklaşmakta olan yerel seçimlere dönük iç propagandaya bağladılar.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin her türlü dışavurumunun, iki komşu arasındaki nispeten yumuşamış ilişkilere rağmen Yunanistan’ı korkutmaya devam ettiği kesindi. Yunanistan’ın en Doğu ucup olup Kaş’ın beton gölgesi altına ezilen Meis adasının mevzubahis tehdidi en fazla hisseden coğrafya özelliği inkâr edilemezdi. 21. Selanik Belgesel Festivali’nin seçkisi de ister istemez buradan başladı…
Akra — Uzun mesafe yüzücüsü Spiros Chrysikopoulos, geçen sonbaharda Rodos’tan yola çıkıp Meis’e, Yunanca adıyla Kastellorizo’ya ulaşmak üzere 140 kilometrelik mesafeyi aşmaya giriştiğinde aslında doğanın şartları ona pek yardımcı olmamıştı. Fakat bardağı taşıran son damla Türkiye bandıralı sahil güvenlik botunun aniden belirmesi olmuştu. Dimitra Babadima’nın yönettiği Akra adlı cilalı belgeselde hırslı Spiros’un zamane tavırları, adaya kök salmış heykeltıraş Alexandros Zygouris’in Olympos tanrılarını andıran bilge tavırlarıyla dengeleniyor. Aslında yeterince hissedilen gerginlik ve insanın doğayla mücadelesinin kahramanlık duygusuna rağmen, senaryo icabı sahil güvenlik botu ilk göründüğünde, yoğun ters akıntı yüzünden Türkiye karasularına sürüklenmiş yüzücünün maratonuna nihai engel gibi bir etki yaratıyor. Türk sahil güvenlik elemanlarının megafonla yaptığı açıklamalardan, botun misyona engel olmak için değil, gerektiğinde yardımcı olmak için orada bulunduğu anlaşıldığı halde…
The Band — Korkunun kaynaklarından olduğu kesin tarihi episotlardan biri de Selanik’te unutulmadı. Nikos Aslanidis’in yönettiği The Band adlı belgesel Topal Osman’ın Karadeniz’deki Rum kıyımını ayrıntılarıyla aktarıyordu. Festivalin uluslararası yapımlarının ortalama seviyesinin epey altındaki prodüksiyonda Giresun’un çoğunluğu Rumlardan müteşekkil belediye bandosu fertlerinden Yannis Papadopoulos’un anılarına vakıf olduk. Saldırıları Mustafa Kemal’in bilgisi dahilinde gerçekleştirilen Topal Osman, yanında gezdirip müzik çaldırdığı bandonun biri hariç bütün elemanlarını bilahare katletmiş. Yunanistan’da Pontus Rum Soykırımı’nın 100. yıldönümü olarak kabul edilen 2019’da 64 dakikalık film, etkinliğin sponsorlarından Fisher birasının verdiği seyirci ödüllerinden birini aldığı gibi Yunanistan resmi televizyonu ERT’in ödülüne de layık görüldü.
Olympia — Anadolu’yla bağlantısı filmde resmen ifade edilmemiş olsa da babası Edremit Rumları’ndan olan ABD’li aktris Olympia Dukakis hakkındaki belgesel de festivalde arzıendam etti. Uzun yıllara dayanan tiyatro ve sinema oyunculuğu kariyeri hakkında teferruatlı malumata Kıbrıslı yönetmen Harry Mavromichalis’in ince işçiliği sayesinde sahip olduk. 90 yaşına yaklaşırken parıltısı ve neşesinden pek az şey yitirmişe benzeyen oyuncu defalarca oynadığı Cesaret Ana (Brecht) performansıyla biliniyor. Cömert ve hoyrat akdeniz ruhunu muhafaza etmiş karakterine saygıda kusur etmeyen Olympia adlı belgesel festivalin sinema başlıklı bölümünde yer aldı.
Love Express. The Dissapearance of Walerian Borowczyk — Aynı bölümde yer alan, bir diğer başına buyruk sinemacı hakkındaki çarpıcı belgesel Love Express. The Dissapearance of Walerian Borowczyk adını taşıyordu. Geniş spektrumlu yaratıcılığına rağmen 70’li yılların erotik film yönetmeni olarak damgalanmış Borowczyk gittikçe muhafazakarlaşan günümüz dünyasında yenilik olarak sunulan birçok alanı çoktan keşfetmişti. Kuba Mikurda’nın yönettiği evlere şenlik Polonya/Estonya ortak yapımı, kahramanının provokatör yanını ön plana çıkarırken sanatta hürriyetin ne olduğu hususunda da beyin jimnastiği yaptırtıyor.
Barbara Rubin and the Exploding NY Underground — Döneminin çok ilerisinde olan bir diğer isyankar ruh kısa filmi Christmas on Earth ile New York yeraltı sanat camiasını 1964’te sarsan Barbara Rubin’di. Çoğunluğunu erkeklerin oluşturduğu bir ortamda avangard sinemacı Jonas Mekas en başta olmak üzere Andy Warhol, Bob Dylan gibi sanatçılarla yakın bağlar kurmuş, hatta onlara ilham vermişti. Barbara Rubin and the Exploding NY Underground adlı belgesel yakından bağlandığı Allen Ginsberg’in kırıcı bir sözü yüzünden kendini dine veren ve 35 yaşında ölen kahramanına saygı duruşunda bulunuyor. Yönetmen Chuck Smith zengin arşiv malzemesi sayesinde bizi New York’un yeraltı dünyasına zarafetle taşırken seyircinin aklında gizemli soru işaretleri bırakıyor.
Beyond the Bolex — Aralarında Wim Wenders, Barbara Hammer ve Jonas Mekas’ın da bulunduğu sinemacıların ufkunu genişletmiş efsanevi film makinesi Bolex de Selanik’te masaya yatırılanlar arasındaydı. Dünyanın elde rahatlıkla taşınan ilk makinesinin mucidi Jacques Bolsey’in geçen yüzyılda Rusya-İsviçre-ABD ekseninde bereketli olduğu kadar çalkantılı yaşamına büyük torununun sürdüğü izler sayesinde temas etmeye çalışıyoruz. Yönetmen Alyssa Bolsey olağanüstü arşiv malzemesini büyük dedesinin dönem dönem tuttuğu günlüklerle birleştirerek bizi yalnız yedinci sanatın büyülü dünyasına sürüklemekle kalmıyor, bir dönemin ruhuna nufuz etmemize de imkan tanıyor. Beyond the Bolex adlı 95 dakikalık belgesel seyircinin günümüz görüntü avcılığının köklerini de keşfetmesini sağlarken hâlâ üretilmekte olan Bolex makinesi sahibi olmaya da heveslendiriyor.
Escher, Journey into Infinity — Mazinin engin yaratıcılıkla harmanlanmış hayatlarından biri daha Selanik Festivali sayesinde yörüngemize girdi: Escher, Journey into Infinity adlı belgesel Hollandalı grafik sanatçısı M.C.Escher’i yakından tanımamızı sağlarken kendisine sanatçı demeyip matematikçi sıfatını uygun gördüğünü de öğreniyoruz. Yönetmen Robin Lutz, 80 dakikalık filmde Escher’in günlükleri, mektupları, notları ve yazılarından yola çıkarak adeta kendisini birebir konuşturuyor ve eserlerini ortaya çıkardığı dönemden çok sonra, özellikle saykodelik kültürünün hakim olduğu yıllarda nasıl popülerlik kazandığını hatırlatıyor. Filmin muzip yaratıcısı geleneksel biyografik belgesel şablonuna uygun davranmasına rağmen Escher’in eserlerini animasyon maharetiyle canlandırmaktan da geri durmuyor.
Gloria’s Call — Sürrealist kadın ressamlar hakkında bilmek istediklerimizin kısa bir özeti de çıktı karşımıza Selanik’te. En başta Leonora Carrington olmak üzere, Leonor Fini, Meret Oppenheim, Jane Graverol gibi sanatçıların erkek egemen dünyalarda cengaverce mücadele ederek varoluşlarına mevzunun uzmanı Gloria Orenstein aracılığıyla vakıf olduk. Yönetmenliğini Cheri Gaulke’nin üstlendiği Gloria’s Call adlı ABD yapımı 17 dakikalık belgesel konuya adım atmak için birebir.
Worlds of Ursula K. Le Guin — Yine erkeklerin ön planda olduğu bir evrende ortaya çıkıp klişeleri altüst etmeyi başarmış bir öncünün yıldızı Worlds of Ursula K. Le Guin adlı filmde bir kez daha parıldadı. Yalnız fantastik edebiyatın değil, artık Amerikan, hatta dünya edebiyatının önemli yazarları arasında sayılan Le Guin yıllar boyunca önyargılara direnmiş, uzun soluklu kariyerinde aynı zamanda feminist bir ikona da dönüşmüştü. Arwen Curry’nin zarafetle yönettiği 68 dakikalık belgesel yazdıklarının arkasındaki kadını yakından tanımak için birebir.
The Advocate — The Advocate adlı belgeseli seyrederken Filistin davasını İsrail hukuk (?) sistemine karşı bir kadının adeta tek başına savunduğu hissine kapılabilirsiniz. Yahudi avukat Lea Tsemel elli yıla yaklaşan adalet mücadelesinde İsraillileri kızdırmaya devam ederken birçok Filistinli için yegane dayanak noktası olmayı sürdürüyor. Yönetmenliğini Rachel Lea Jones ile Philippe Bellaiche’in paylaştığı 110 dakikalık belgesel Selanik’te hem büyük ödül Altın İskender’i kaptı, hem de FIPRESCI ödülüne layık görüldü. Animasyonla destekli yapım belgesel estetiğinin hakkını verirken kahramanına hayranlık duymamıza yol açıyor. Tsemel siyasi açıdan İsrail’in zaaflarını çeşitli vesilelerle ortaya çıkarırken ülkedeki muhalefetin önde gelen savaşçılarından biri olma vasfını koruyor.
A Dog Called Money — Kendine has duruşuyla müzik dünyasında alternatif bir yere sahip olan ozan müzisyenlerden PJ Harvey ise A Dog Called Money ile Selanik’teydi, peşinden İstanbul Film Festivali’ne uğradı. Seamus Murphy’nin yönettiği düşündürücü film PJ’in aynı zamanda fotoğrafçı olan Seamus ile Kosova, Afganistan ve Washington DC’ye ilham aramak için gerçekleştirdikleri yolculuklara bizi dahil ediyor. Birbirinden çarpıcı görüntüler bir yana, PJ’in ortaya çıkardığı yeni eserleri canlı olarak kaydettiği bir performansa da cömertçe misafir ediliyoruz.
Marianne & Leonard: Words of Love — Normalde meşhur erkek kahramanına çok daha fazla vakit ayıran emsallerine göre Marianne & Leonard: Words of Love sanki daha çok aşka, hedonizme ve kadınlara methiye niteliği taşıyordu. Leonard Cohen ile Marianne Ihlen arasında, çok uzun yıllara dayanan çetrefilli ilişkinin mümkün olduğunca yakından izini sürerken Hidra adasında Grek mitlerini oraya çıkaran Ege enerjisinin gücüne de kesinlikle ikna olduk.
Leonard, kadınlarla erkeklerin birbirlerini ruhen ve bedenen o ana kadar görülmemiş bir yakınlık ve serbesti içinde tanıma imkanı sağlamış olan 68 ruhuna şükranlarını ifade etti. O yıllarda naif doğasını yitirmemiş Hidra adasında hürriyetlerini doya doya yaşayarak büyüyen birçok çocuğun daha sonra toplum yaşantısına uyum gösterememiş olmaları filmin üzücü detaylarından. Fakat Nick Broomfield’in maharetle yönettiği 97 dakikalık filmin iki kahramanına saygıda kusur etmezken seyircinin sinemadan adeta bir katarsis yaşamışçasına çıkmasına yol açıyor.
Carmine Street Guitars — New York bohem hayatının merkezlerinden sayılan Greenwich Village’a seyirciyi misafir eden Carmine Street Guitars’dan çıktığınızda da bir çeşit katarsise uğramış olmanız zor değil. Jim Jarmusch’un önayak olmasıyla Ron Mann tarafından çekilmiş şirin belgesel öforik dünyadan bir süreliğine de olsa uzaklaşma lüksünü yaşatıyor. El yapımı ahşap elektrik gitar üreticisi Rick Kelly’nin birbirine bağlı atölye ve dükkânına uğrayanlar arasında Bill Frisell, Marc Ribot ve tabii ki Jim Jarmusch gibi meşhurlar, Bob Dylan’ın gitaristi Charlie Sexton veya Patty Smith’in ekibinden Lanny Kaye gibi nispeten arka plandakiler de var. Reçine, talaş ve vernik kokularından mest olurken budaklı veya damarlı ahşaptan orijinal bir gitara sahip olmak istemez misiniz? Üstelik McSorley’s Bar gibi New York’un asırlık binalarından çıkma tarihi malzemeye sahip olarak geri dönüşümcü ruhunuzu da tatmin edebilirsiniz. Ron’a ilham vermiş olan Jimi Hendrix muhabbetinden, Lou Reed’e ayrılmış özel bölüme, kentsel dönüşümün tehdidini her an üzerinizde hissteme riskini de göze alarak müzikseverlerce mutlaka izlenmesi gereken küçük bir cevher.
4 Levels of Existance — Saykodelik müziğin Grek yansımaları hakkında Aphrodit’s Child’ın ötesine geçmek isterseniz 4 Levels of Existance biçilmiş kaftan. Iliana Danezi’nin yönettiği geleneksel estetiğe uygun yapım 21. Selanik Belgesel Festivali’nde Yunanistan Film Eleştirmenleri Birliği PEKK ödülüne layık görüldü. Zamanında epey sevildikten sonra kült haline gelen grubun tek albümünün peşinde zevkle sürükleniyoruz. Albümdeki şarkılardan biri Kanye West ve Jay-Z’nin dikkatini çekip Rihanna’nın bir parçasında sample vazifesi görünce olay çığırından çıkıyor ve grubun tekrar biraraya gelip hasret gidermesi kaçınılmaz oluyor…
Greek Rock Revolution — Komşudan nispeten agresif ve çağdaş rock tınılar dinlemek isterseniz Greek Rock Revolution size yol gösterecektir. Daha çok bir reklam kampanyası imajını taşıyan Miguel Ángel Cano Santizo’nun yönettiği 96 dakikalık belgeselde 1000mods, Tuber, Naxatras, Puta Volcano, Villagers of Ioannina City, Planet of Zeus ve Nightstalker gibi Yunanistan’ın popüler rock gruplarıyla tanışacak, coğrafyanın etnik renklerine çoğunun nasıl sırt çevirdiğine belki şaşıracaksınız. Türkiye’de daha çok 90’larda parlayan, komşuda ise kesinlikle iktisadi kriz ve işsizlikle bağlantılanan yeni rock sahnesi, bazı dinamiklerde fazla cilalı hissini verse de keşfetmeye değer.
Diamonds in the Night Sky — Yunanistan’ın caz ambiyansının titreşimlerini teninizde hissetmek isterseniz Diamonds in the Night Sky size kesinlikle yardımcı olacaktır. Yine geleneksel belgesel diline sahip, eli yüzü düzgün 85 dakikalı yapımın yönetmeni filmin konusunu oluşturan Jazz FM radyo istasyonundan geçmiş müzik emekçisi Meletis Miras. 90’larda tamamıyla amatörce başlamış caz müziği yayınlarının yavaş yavaş nasıl bir markaya dönüştüğünü, müzik aşkıyla birbirine kenetlenmiş ekibin mucizelere nasıl imza attığını göreceksiniz. Ülkede caz müziğinin nabzının attığı müessese haline gelen radyo istasyonu, yerel cazın gelişimine, müzikseverlerin sadece caza eğilen bir dergiye sahip olmalarına, konserler hatta festivaller düzenlenmesine önayak olacak, kapandığı zaman onu minnetle anan kalabalık bir cazsever ordusu bırakacaktır…
Animus Animalis — Tabii ki festivalde dehşet verici belgeseller de vardı. Mesela hayvan haklarını ön plana çıkarmaya yönelik, John Berger ilhamlı Why Look at Animals bölümünden The Hidden Side of Animal Transport.
Daha çok AB’nin bir propaganda filmi olabilecek çiğlikteki belgesel bizi Avrupa’dan bilhassa Türkiye ve Lübnan’a ihraç edilen hayvanların canlı taşımacılığına dahil etti. Tırlara sıkıştırılmış hayvanların özellikle Kapıkule sınır kapısında günlerce aç susuz beklemesine dair görüntüler seyirciyi kesinlikle zorlayan cinsten. Şayet Kurban Bayramı yaz aylarına denk geliyorsa içinden çıkılması zor bürokrasinin faturasını en çok hayvanların kendileri ödüyor.
Avrupa ülkeleri yoğun baskıdan sonra AB kaynaklı hayvanların teslim edileceği noktaya kadar sorumluluklarının devam etmesini kanunen kabul etmiş durumdalar, fakat mevzu Ortadoğu ülkelerine gelince kontrollerin usulüne göre yapılması iyice zorlaşıyor. Aslında Müslüman diyarlarda helal et kesiminin gerçekleşebilmesi için bu hayvanların canlı olarak taşındığını öğreniyoruz, oysa yönetmen Manfredd Karremann’ın kamerasına konuşan Türkiyeli bir yetkili, seyirci olarak çeşitli örneklerine maruz kaldığımız vahşi muamelelerin dinle pek bir alakasının olmadığını teyit ediyor.
Avustralya’dan yola çıkıp günlerce açık denizde seyahat eden koyunların gemide doğmuş, hayatta kalma ümidi hiç olmayan kuzularını, hiç temizlenmemiş ortamlarda kendi dışkılarının üzerinde yaşamaya çalışan hayvanları, leşlerle iç içe, yolculuk şartlarına dayanamayarak telef olanların üzerine basarak seyahat edenleri izliyoruz, Okyanus’un ortasında herhangi bir kontrolün mümkün görünmediği noktalarda dışkılarının, hatta leşlerinin suya boca edilmesi de cabası. Sık sık dünyayı saran etle bağlantılı hastalıkları veya geçtiğimiz aylarda Türkiye limanlarında epeyce bekletilen Rahmeh vakasının hatırlamamak ne mümkün!
Neyse ki aynı bölümde yüreğimize su serpen Animus Animalis (A Story About People, Animals and Things) adlı estetik yapıt odu. Genç sinemacı Aistė Žegulytė’nin yönettiği büyüleyici film insanın hayvanlarla ilişkisini avcılığı geleneksel olarak sürdüren bir köy üzerinden aktarıyor. Bir tahnitçi, bir geyik yetiştiricisi ve bir müze görevlisinin peşinden giderken canlı olanla ölü olanın arasındaki ayırım gittikçe flulaşıyor. Hayvanları sevdiğimiz kadar onların etinden yararlanmaktan vaz geçemediğimize dair sapıklığımız, birbirinden esprili sekanslarla yüzümüze çarpılıyor. Bir oya gibi işlenmiş Litvanya yapımı film, senaryosuyla düşündürttüğü kadar montajıyla eğlendirip bizi adeta bir masal diyarına sürüklüyor.
Sharkwater Extinction — Sharkwater Extinction ise deniz ve okyanusların eski efendileri köpekbalıklarının hazin vaziyetine bizi bir kez daha gark etti. Geçtiğimiz yıllarda özellikle Çin mutfağında kullanılan, olağanüstü güçler atfedilmiş köpekbalığı yüzgeçlerinin ticaretine bir nebze de olsa sekte vurulabilmişti. Ekolojist yönetmen Rob Stewart mevzuya eğilen üçlemesinin son halkasını gerçekleştirirken sualtında şüpheli biçimde ölmüştü. Yılda 100-150 milyon köpekbalığının avlandığı, son 40 yılda popülasyonlarının %90 azaldığını belgeselde belirten Rob, sualtı ekosisteminin, dolayısıyla tüm yerkürenin büyük bir tehdit altında olduğunu son kez ifade etmiş oldu. Birbirinden muhteşem sualtı görüntülerine doyacağınız 84 dakikalık belgeselde gezegenin bütün doğal kaynaklarına tamah etmiş insanlığa başka uyarılar da var. Ambalajında köpekbalığı ihtiva ettiği yazmayan birçok ürün yediğinizin farkında mısınız? Peki köpekbalığı etinde artan deniz kirliliğine orantılı olarak yüksek dozda zehirli madde barındığını biliyor musunuz? Köpekbalığının hayvan maması imalatçıları ve kozmetik endüstrisi tarafından hammadde olarak bolca kullanıldığını da unutmamak lazım!
The Time of Forests — Sarı Yelekli değil de Yeşil Montlular olarak nitelendirebileceğimiz Fransa’nın ormancıları ise devletin doğayı basit bir yatırım alanı olarak görmemesi gerektiğini bir kez daha yüksek sesle ifade ediyor. The Time of Forests adlı belgesel bizi Fransa’nın bazıları yaşlı, bazısı genç ormanlarına sürüklerken hantal devlet politikaları yüzünden ülkenin akciğerlerine vurulmuş darbelere dikkat çekiyor. Tabii olarak yetişmiş ormanlardaki yaşam çeşitlililğine kontrast olarak insanın monokültür halinde ektiği ağaçlı bölgelerde geziniyor, ikisinin arasındaki canlılık farkına inanmakta zorlanıyoruz. Yönetmen François-Xavier Drouet, ormanlarla iç içe yaşayan köylülerden, ağaçların bakımından sorumlu görevlilere, coğrafyanın son kalan yaşlı ormanlarına gözünü dikmiş açgözlü işadamlarından sorumsuz bürokratlara geniş bir spektrum sunuyor. Geleneksel bilgi birikiminin yok olmaya başlaması, gübre ve zırai ilaçların ölçüsüz kullanımının altını da çiziyor. Fakat Drouet bunu yaparken ormanın insana verebileceği huzuru hatırlatmaktan da imtina etmiyor…
Isis, Tomorrow, The Lost Souls of Mosul — Dünyadaki kaotik durum, insan hakları filmlerine her zaman geniş yer ayıran Selanik Belgesel Festivali’nde tabii ki bu sene de unutulmadı. Irak’ta IŞİD’in kontrolünden yeni çıkmış Musul’a vardığımızda büyük bir yıkımla karşılaştığımız kesin. Ya babalarının günahlarını bedelini ödemek zorunda kalan, geride kalmış çocuklar ve ayrıca kadınlara ne demeli? Francesca Mannocchi ile Alessio Romenzi’nin kotardığı Isis, Tomorrow, The Lost Souls of Mosul adlı belgesel dağınık yapısına rağmen seyirciyi düşündürtüyor. Saflıkları erken yaşta ellerinden alınmış birçok çocuk şimdi de toplumun önyargılarına maruz kalıyor, mütemadiyen kötü muamele gördükleri gibi gelecekle ilgili en ufak bir umut parıltısı göremiyor. Sefil şartlarda yaşama tutunmaya çalıştıkları mülteci kampları intikam naraları atan dünyaya şimdilik tek alternatif.
War’s Don’t End — Benzer bir dinamik Avrupa’nın en ileri diyarlarından sayılan Norveç’te karşımıza çıktı. II. Dünya Savaşı sırasında Nazi ordusunun işgal ettiği ülkede tecavüzlerden pek bahsedilmese de Alman askerlerle ilişki kurmuş kadınların laneti günümüze kadar sürüyor. Dheeraj Akolkar’ın sessiz ve derinden akan su misali War’s Don’t End adlı belgeselinde Nazi genleri taşıdığı iddia edilen çocukların hayatı boyunca bu damgayı üstünden atamadığı ortaya çıkıyor. Liv Ullmann’ın üst sesiyle takip ettiğimiz beş karakter maruz kaldıkları ayrımcılığı, aşağılanmayı, kötü muamele, hatta işkenceyi yalnız topluma değil, devlet politikasına da atfediyor. Girdikleri ulusal ve uluslararası hukuki mücadelede şimdilik başarıya ulaştıkları söylenemese de, belgeselin savaşların doludizgin devam ettiği gezegenimiz ve barış içinde yaşadığını iddia eden toplumlar hakkında söylediği şeyler mühim.
Reconstructing Utøya — Norveç’in ve Batı dünyasının zamanında terörist demeye çekindiği Utøya saldırganı Anders Breivik’in icraatı da unutulmadı Selanik’te. 2011 yılındaki saldırıda 69 genç insanın Norveç İşçi Partisi’nin yaz kampında katledilişini olay anında orada bulunan dört genç aracılığıyla adeta birebir yaşıyoruz. Yönetmen Carl Javér bomboş bir hangarda 12 gönüllü genç insanın desteğiyle de tanıkların her birinin gözünden tekrar canlandırılmasına bizi dahil ediyor. Reconstructing Utøya adlı çarpıcı film travması kolay kolay atlatılamayacak dinamiği kahramanlarına zor da olsa bir kez daha yaşatırken olası bir katarsise de yol açıyor.
Rider’s of Destiny — Endonezya’da at yarışları sektörünün binicilikte yaş sınırını ne kadar düşürdüğünü bilmek hepinizi şaşırtacaktır. Beş yaşından itibaren at sırtına binmeye alıştırılmış çocukların piyasası dokuz yaş civarına geldiklerinde fazla büyümüş sayıldıklarından sektör onları püskürtüyor. Aralarında bazıları eğitimine yarıştığı sürece devam etmeye çalışsa da filmin kahramanlarından bir tanesi yalnız yazma değil konuşma hususunda bile zorluk çekiyor. Michael Niermann’ın Rider’s of Destiny’de duygu sömürüsüne düşmeden aktardığı hazin dinamik yoksulluk içindeki bir toplumun çaresizliğine de işaret ediyor. Çocuk da olsa bir jokeyin kazancı babasınınkinden çok daha yüksek olunca, aileler duruma eyvallah demekten başka çare bulamıyor. Hiç profesyonel olmayan şartlarda gerçekleşen yarışlarda çocuklar sık sık kaza kurbanı oluyor, sakatlananlar, hatta gerekli tıbbi destek verilmediği için ölenler bile oluyor. Acaba İstanbul’un Prens Adaları’ndaki fayton meselesinde olası bir kıyas alanı olarak hipodromlar, Endonezya’da olduğu gibi, ülke çapında gayet kârlı bir bahis piyasasını beslediği için mi tarafsızca sorgulanamıyor?
Crime + Punishment — New York polis memurlarının doldurmaları beklenen aylık gözaltı ve celp kotasının da coğrafyamızdaki bazı pratiklerle benzerlikleri bulunabilir. Crime + Punishment adlı belgeselde her ne kadar bu kotanın resmen var olmadığı iddia edilse de teşkilatta yükselmek için mevzubahis icraat olmazsa olmazlar sınıfına giriyor. İyi niyetli de olsa memur dışlanmamak için genelde toplumun kenarında yaşayanları ve özellikle Afrika kökenli vatandaşları emellerine kolaylıkla alet ediyor. Ne de olsa polislerin yargılanması çok ender görülen bir durum. Neyse ki filmde foyası çoktan meydana çıkmış olduğu için istifa etmek zorunda kalmış emniyet yüksek yetkilisi Bill Bratton’ın yenilgisine şahit oluyoruz. Kronikleşmiş bir dinamik sözkonusu olduğundan münferit başarılar yeterli olmasa da New York polis teşkilatının itirafçı 12 memuru sayesinde daha çok yol alınacak gibi duruyor…
Irving Park — Jonathan Agassi Saved My Life filmi Selanik’in programına dahil olduğunda kahramanını Amsterdam’dan sonra tekrar görüp sohbet etme ümidim vardı. Hevesim beklenmeyen dinamikler sonucunda suya düşmüş olsa da Irving Park filminde Agassi’yi görmüşten beter oldum. 60’lı yaşlarındaki dört gay Chicago’daki ortak evlerinde uyumlu bir şekilde yaşamaktadır. Mutlu bir aile tablosu çizen kahramanlarımızın aralarında köle-efendi ilişkisi vardır, fakat toplum içine çıktıklarında küçük burjuvalardan pek farklı bir imaj sergilemezler, hatta bir tanesi yerel seçimlerde aday bile olmuştur. Daha önce benzer konudaki filmiyle Selanik’te ödüllendirilmiş Yunanlı Panayotis Evangelidis bu sene Mermaid ödülünün hakkıyla sahibi oldu. Panayotis, teşhirci yanları inkar edilecek gibi olmasa da, kahramanlarının özel dünyalarına asgari rahatsızlık vererek giriyor ve 117 dakika boyunca bizi sado-mazo dünyasının kendine has koridorlarında gezdiriyor. Çoğu yıllardan beri HIV ilaçlarıyla gayet sağlıklı bir profil çizmekte, fakat konuya yakınlık duymayanların kolay kolay seyredebileceği pratikler içinde olmadıkları bariz.
Lemebel — Bedenini özellikle muhafazakâr toplumu şoke etmek için hoyratça kullanmış Pedro Lemebel de hayatını bıçak sırtında sürdürmüştü. Şilili performans sanatçısı ve yazar, Pinochet diktatörlüğüne karşı yaratıcılığını konuşturmuş, kuir sembolü haline gelmişti. Joanna Reposi Garibaldi’nin yönettiği, yer yer kahramanının onirik dünyasına bile nüfuz etmemizi sağlayan biyografik belgesel çeşitli arşiv görüntüleriyle de harmanlanmış. Lemebel adlı Şili-Kolombiya ortak yapımı film nevi şahsına münasır kişiliğine saygı duruşunda bulunurken Lemebel’in militan tohumlarının dünyaya saçılmasına aracı oluyor.
M — Menahem Lang ise İsrail’deki Bnei Barak’ta koyu Yahudi cemaatlerinin ipliğini pazara çıkarmakla meşgul. Yolande Zauberman’ın yönettiği M başlıklı film yer yer araştırmacı-gazetecilik ve reality show jargonuna kendini kaptırsa da, din görevlilerinin foyalarını ortaya çıkarttıkça seyirciyi perdeye kitliyor. Yalnız din adamlarının değil, cemaatlerin de özenle inkar etmeye çalıştığı çocuk tacizleri itirafçıların ve ailelerinin topluca lanetlendiği ve dışlandığı bir linçe dönüşebiliyor. Kahramanımız ailesinin bile kabul etmekte zorlandığı mazisini kurcalarken özellikle kendi mahallesinde karşılaştığı birçok erkeğin çocukken aynı veya başka din hocaları tarafından defalarca taciz edildiğini ortaya çıkartıyor.
Çok yoğun geçen 21. Selanik Belgesel Festivalinin sona ermesine yakın, film başlamadan hemen önce sinema salonunda ben koltuğuma yerleşmiş, yangın çıkışlarına yakın ayakta dikilmiş gönüllülerden bir genç kadınla tatlı tatlı sohbet ediyordum. Bana en çok hangi filmi beğendiğimi sorunca böyle bir karar almanın pek kolay olmadığını söyledim. Hayal kırıklığına uğrayacağım tedirginliğiyle “Ya sen?” diye sorunca Vida A Bordo demez mi? “Bravo” dedim hiç adetim olmamasına rağmen. Ne de olsa IDFA’da benim bir numaralı belgeselim olmuştu Uruguay’lı Emiliano Mazza De Luca’nın İngilizce adıyla Life on Board’u, böylesine şimdilik daha rastlamadım!