2015’te Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nin yıkım kararıyla başlayan süreç, bu köklü tıp okulunun 2018’de İstanbul Üniversitesi bünyesinden ayrılmasıyla ve birçok binasının yıkımıyla devam etti. Belgesel filmleriyle tanıdığımız yönetmen Deniz Tortum babasının otuz yıl hekimlik yaptığı, çocukluk ve ilkgençliğinin geçtiği Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nin koridorlarına bu kez kamerasıyla tanıklık etti, “Maddenin Halleri” ile bir hastanenin, doktorların ve sağlık çalışanlarının gündelik hayatına odaklandı. Tüm dünyayı etkisi altına alan Covid-19 salgınının sarsıcı etkilerini yaşarken izlediğimiz belgesel mesleklerine tutkuyla bağlı tıp emekçilerinin ve iyileştirmeye çalıştıkları hastaların portreleriyle de dikkat çekiyor. “Maddenin Halleri” 39. İstanbul Film Festivali ve 57. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde aldığı En İyi Belgesel ödülünün yanısıra, 8. Engelsiz Filmler Festivali’nden de En İyi Film ve En İyi Yönetmen ödülleriyle ayrıldı. Yönetmen ve yeni medya sanatçısı Deniz Tortum’dan “Maddenin Halleri”ni dinliyoruz.
2015’te Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nin yıkım kararı sonrası soluğu orada alıyorsun. Maddenin Halleri’nin çıkış noktasında ne var?
Deniz Tortum: Yıkım kararı 2015’te çıksa da, iki-üç sene konuyla ilgili büyük bir gelişme olmadı. 2018’de Cerrahpaşa tüm protestolara rağmen İstanbul Üniversitesi’nden ayrıldı. Fakültenin sahip olduğu güç azaldı, kurum İstanbul Üniversitesi’nin geleneğinden koptu. Sonra da “yerinde yapılanma” amacıyla, yani hastanenin binaları yıkılıp yenilerini aynı yerde yapmak üzere yıkım başladı. Şu anda hastanenin yarısına yakını yıkılmış durumda. Yıkılan kısımlarda bulunan servisler prefabrik binalarda hizmet veriyor. Umuyorum ki yeniden yapılanma planlandığı gibi devam eder. Cerrahpaşa yerinde yapılanmaz ve taşınırsa, kurum kendi mekânından koparılırsa, geleneğini ve gücünü hiç uğruna kaybedecek. Ben de Cerrahpaşa hâlâ oradayken bir film yapma isteğiyle yola çıktım. Doktorlar 2015 yılında aralarında ne konuşuyor, 21. yüzyılın başlarında Türkiye’de ameliyatlar nasıl yapılıyor, tıp ne durumda, doktor-hasta ilişkileri nasıl gibi farklı katmanlardaki gözlemleri barındıran bir film oldu. Hastanenin yıkılması karşısında benim yapabileceğim en iyi şey buydu.
Cerrahpaşa’yla bir gönül bağın var, değil mi?
Babam ve annem doktor olduğu için hastanelerle çok içli dışlıydım. Çocukken haftasonları evde kimse olmadığından ben de vizitelere götürülürdüm. Onlar hasta bakarken hastanede kendimi eğlendirmeye çalışırdım. Bir yandan da evde konuşulan şeyler çoğunlukla tıpla ilgiliydi. Akşamları yemek masasındayken sık sık bir hastalık ya da bir hasta hakkında konuşulurdu. Sanıyorum tıbba dair edindiğim ilk bilgilerden biri “doktorların hiçbir şekilde net bir cevaba sahip olmadıkları”ydı. Yani tıbbın yoruma dayalı bir şey olduğunu, insan bedeninin de aslında ne yapılırsa yapılsın kendi yolunu kendisinin bulduğunu öğrenmiştim. Fizik gibi pozitivist bir bilimin aksine “bu ilacı verince etkisi şu olacak, şu ameliyatı yapınca şu sonuca ulaşacağız” gibi şeyleri yüzde yüz kesinlikte söyleyemiyorsunuz, bir belirsizlik var. Bu belirsizliği kabul etmek ve bununla yaşamakla ilgili bir meslek bu.
Bu tarif ettiğin şey belgeselciliğe benziyor mu?
Bu film de belirsizlik içinde bir yer bulma çabası. Yani cevabı bulduktan sonra yapılmış bir film değil. Hastaneyi anlamaya çalışırken ve orada olanlara hayretle bakarken ortaya çıkan bir şey. Hastanelerde ilginç olaylar bitmiyor, sürekli şaşırtacak bir şey oluyor. Bir de, tıbba ne kadar ailemden aşina olsam da, önceden hastanede günler, haftalar geçirmemiştim. Hastaneye her gün gidip gelmeye, orada vakit geçirmeye başlayınca daha fazla olaya tanık oldum. Mesela bu filmi çekmeden önce ameliyathaneye girmemiştim. Hastaneye aşina olsanız, sık gitseniz bile elinizi kolunuzu sallayarak girmenizin çok da kolay olmadığı yerler var. Ameliyathane bu yerlerden biri. Orada en büyük şok, başka bir insanı ameliyat öncesinde anestezi altında görmek olmuştu benim için. Filmde böyle bir an yok, filmin içinde yer bulmak için belki çok özel bir an. Ameliyat yaparken, masada yatan kişinin bir insan olduğunu sürekli düşünmemek, bir mesafe koymak için, hastanın ameliyat edilen bölgesi hariç her yeri örtüyle kapatılıyor. Hastanın yüzü dahil hiçbir yerini görmüyor doktorlar, ki sadece ameliyata odaklanabilsinler, önlerinde bir insanın yattığı farkındalığı dikkatlerini dağıtmasın.
Son yüz yıldır hep “ilerleme” ve “büyüme” ekseninde toplumsallığı düşündük, fakat sürekli büyüdüğümüz bir tasavvur artık mantıklı değil. Yeni bir toplumsallık kuracaksak, direngenlik bunun temeli olabilir.
Kaç tane ameliyat çektin?
Emin değilim, 15 tane çekmişimdir. Filmde gördüğümüz ise bir fıtık ameliyatı. Laparoskopik kamerayla, hastanın karnı kesilmeden bir kamera ve pençeyle vücuda girilip kameranın görüntüsü referans alınarak yapılan bir ameliyat.
Elinde kamera tutan bir filmci olarak bu ameliyatların kamerayla yapılmasını nasıl buluyorsun?
O sahnede ben kamerayla bir ameliyathanenin içinde dolaşarak etrafa bakıyorum. Doktorsa başka bir kamerayla bir bedenin içinde dolaşarak o bedenin mekânsallığını anlamaya çalışıyor. Bu sahneyi çekerken bu ilişki aklımdaydı. Ben bir kamera kullanıyorum, doktor da bir kamera kullanıyor. İkimiz de farklı ölçeklerde de olsa temel olarak bir mekânı anlamaya ve o mekâna müdahale etmeye çalışıyoruz. İnsanın içini görüntüleyen kameraları daha önce de kullanmıştım. İlk filmim Zayiat’ın (2013) son sahnesi bir dakikalık endoskopik kamera görüntüsüyle, ana karakterin midesinde ve bağırsaklarında dolanan bir sahneyle bitiyordu.
Zayiat’ın konusu neydi?
İlk sahnesinde bir adam Boğaz’a düşüyor. Filmin geri kalanında ise ana karakter kaybolan babasını arıyor. Bu arayış neredeyse kimse bir sonuca ulaşmak istemezmiş gibi ağır aksak gidiyor. Biz de ana karakterle şehirde dolaşıyoruz, sokaklarda kimseyi bulamayınca da en son kahramanın bağırsaklarında aramaya devam ediyoruz…
Cerrahpaşa dünyaca ünlü tıp insanlarını yetiştirmiş bir eğitim yuvası, çok yoğun bir hasta trafiği var. Ancak, siyasal iktidarın ve tıp endüstrisinin hedefine girdikten sonra köhneleştirildi, bunu fiziki olarak özellikle yaşadı. Maddenin Halleri bu süreci belgeliyor. Cerrahpaşa’nın içinde bulunduğu bu zor koşullar sana ne düşündürdü?
Kendine has özel bir geleneği olan, farklı açılardan zengin bir kurum. Fakat özerkliğini kaybetmeden devletin desteğine ihtiyacı var. Daha fazla maddi destek alması gerekiyor, bunu da hak eden bir yer. Ama sadece maddi imkânlar bir kurumu değerli kılmaya yetmiyor, bir gelenek gerekiyor, bu yüzden Cerrahpaşa önemli. Maddi olanakları olan özel kurumların bambaşka yapısal problemleri olabiliyor. Para kazanma ve hastanelerin performansını artırma gibi kaygılar devreye girdiğinde tıbbın ve sağlık hizmetinin temelleriyle ters düşülebiliyor.
İmkânlar eksikken bile hastanenin ayakta durabilmesi çok önemli. Filmin aklının arkasında dönen sorulardan biri de direnme gücünü nasıl buluruz, farklı şekillerde bir aradalıklar nasıl yaratabiliriz sorusu. Toplumun geleceğini nasıl kurmaya çalıştığımız sorusuyla da biraz alâkalı bu. Son yüz yıldır hep “ilerleme” ve “büyüme” ekseninde toplumsallığı düşündük, fakat sürekli büyüdüğümüz bir tasavvur artık mantıklı değil. Bu soru daha ziyade iklim krizi ekseninde düşündüğüm bir şey. Yeni bir toplumsallık kuracaksak, direngenlik bunun temeli olabilir. Direngen çok güzel bir kelime gerçekten. (gülüyor)
Ameliyatları çekerken, şu an bir insanın karnına elini sokan son doktor neslini çekiyor olabilirim diye düşünüyordum. Cerrahinin temeli bu aslında: İngilizcedeki “surgery” kelimesi “elle yapılan iş” anlamına geliyor. Fakat bu olgu, yirmi-otuz sene ileriden baktığımızda çok acayip bir fikir olarak gelebilir bize.
Ameliyatlarda artık dijital teknoloji çokça kullanılıyor, ama yine de kadim tıp bilgisi ve hekimlik tecrübesi işin esası değil mi?
Filmi çekerken bende uyandırdığı hayret duygusundan bahsetmiştim. Ameliyatları çekerken şu an bir insanın karnına elini sokan son doktor neslini çekiyor olabilirim diye düşünüyordum. Cerrahinin temeli bu aslında: İngilizcedeki “surgery” kelimesi “elle yapılan iş” anlamına geliyor. Fakat bu olgu, yirmi-otuz sene ileriden baktığımızda çok acayip bir fikir olarak gelebilir bize. Kaybolması mümkün olan bir bilgi olduğunu düşünerek çektim. Böyle olur mu olmaz mı, bilmiyorum, fakat şu an teknolojinin gittiği yere baktığımızda olmayacak bir şey değil.
Film 2015-18 arasını belgeliyor. Covid-19 pandemisiyle sarsıldığımız bir zamanda izlediğimiz için seyircinin de işi zor. Bu dönemde filmi izleyiciyle buluşturmaya nasıl karar verdiniz?
Bu filmi salgın döneminde izlemek nasıl olur? Bu çok düşündüğüm bir şeydi salgından sonra. Filmdeki isteğim sağlık çalışanlarının gündelik hayatına bakmaktı. Hastanenin karmaşasını, şenliğini ve acısını görmekti. Fakat olağanüstü bir durumda değil, gündelik hayat içerisinde. Yani acilde bir ölüm kalım ânında değil, fakat doktorlar odasında yorgunluk atılırken. Bunu, bu gündelikliği ve sıradanlığı önemli buluyorum, özellikle sağlık çalışanlarının hayatını daha iyi anlayabilmek için. Covid-19 salgınını düşününce, nispeten hasta bakımı daha belli olan, acil operasyonlar gerektirmeyen, takibe, kontrole, disipline dayalı, belli kurallarla hastaları belli şekilde kabul ederek tedavi etmeye çalıştığınız, fakat imkânların da yetersiz kaldığı bir sistem var. Salgın muhtemelen hastanenin gündelik hayatını çok değiştiren, çok daha sert ve güvensiz yapan bir şey, ancak pandemi sürecinde hastanelerde bulunmadığım için sadece duyduklarımdan tahmin yürütebiliyorum.
Maddenin Halleri’nin bir meselesi de hastanedeki zaman olgusu. Yaşam ve ölüm sarkacı filmin zamanla ilişkisine önemli katkılar yapıyor.
Bireyin sonu hayatın sonu değil, birbirimize eklemlenen varlıklar olduğumuzu unutmamamız ya da bunu tekrar keşfetmemiz gerekiyor. Sadece insan da değil, bu ilişkiyi hiyerarşik olmayan bir şekilde keşfetmemiz gerekiyor belki de, insan, bakteri, taş, kedi… Bir yandan da zamanla ilgili bir şey bu. Bir madde farklı hallerde, sıvı ya da katı olabilir. Fakat bu zamanla ilgili bir soru, aynı anda ikisi de olamaz. Filmin başında kadavra sahnesi var, nitekim bir insan kadavra da olabilir, hayatta da olabilir. O sahnede kadavra ve öğrencileri ayıran tek şey zaman. Ya da bir hastane, dimdik ayakta da olabilir, fotoğraflarda yaşayan yıkılmış bir yer de olabilir. Bir şeye baktığınızda tüm bunları üst üste görebilirsiniz. Benim için filmin hüznü buradan geliyor, ama bir yandan da güzel bir şey. Bu döngüyü kabullenmek, bilincin kendi bedenimizin dışında yaşamına devam eden bir şey olduğunu bilmek gibi.
Dünyanın şiirsel belgelerini üretme, arşivlerden yepyeni fikirler bulma, imajlar üzerine çok ilginç şekillerde kafa yürütme… Belgesel sinemanın çok daha özgür bir alan açtığını fark edip o heyecanla belgesel filmler üretmeye başladım.
Belgeselin kurgu safhası nasıl geçti? Neticede kurgu da başka bir ameliyat masası sayılır.
Filmin 2015’teki çekimlerinde bir kurgu öngörmemiştim. Bir merak ve heyecanla çekmeye başlamıştım. Kendime koyduğum kurallar vardı: Sağlık çalışanlarını çekeceğim, gündelik hayatlarını takip edeceğim ve sıradan olan şeylerin peşine düşeceğim. Bir ay boyunca pek çok farklı yerde, ameliyathanelerde, doktor odalarında, mitingde, hastanenin dışında, acilde pek çok şey çektik… Bir ay sonunda ilk çekim aşaması bitti, birkaç ay görüntülere bakmadım. Belki de buradan bir film çıkmaz ya da belki bir kısa film çıkabilir diye düşünüyordum. Görüntülere bakıp hızlıca bir kaba kurgu yapınca, filmin dili ve yapısı kendini göstermeye başladı. Filmin nasıl bir şekilde başlayıp nasıl evrilebileceği biraz ortaya çıktı. Bu temel üzerine 2016 ve 2017’de çekimlere devam ettik. Kurgu süreci çok uzun sürdü. 2018’de Sercan Sezgin’le çalışmaya başladık, filmin kurgu yapısına ve anlatısına çok şey kattı. Belgesel yapmanın bir zorluğu da çok fazla olanak ve çok farklı şekillerde filmi kurma potansiyeli barındırması. Bu yüzden kurgu çok uzun sürebiliyor. Anadolu Turnesi’nde (2018) de böyleydi. Can Eskinazi’yle yönetmenliğini yaptık, toplam iki buçuk sene kurgu üzerine uğraştık. Bitti dediğimiz yerde takılıp bir sene daha “acaba kaçırdığımız bir şeyler var mı” diye çalışmıştık. Belgesel için çektiğiniz görüntülerin ne anlama geldiğini anlamanız, o görüntülerde nelerin saklı olduğunu keşfetmeniz de uzun süreler alabiliyor.
Maddenin Halleri’nin kurgu mesaisi devam ederken Selyatağı’nı çekiyordunuz. İki filmi ortaklaştıran unsurlar ne sence?
Hisleri birbirine benziyor. İki film de biraz oyunbaz, eğlenceli, bazı ciddi şeyleri daha hafife almaya çalışan, farklı şekillerde bakmaya çalışan filmler. Aynı zamanda insanı seven, şefkat duyan filmler olduklarını umuyorum.
Selyatağı’nı bir fabl gibi kurmuşsun…
Filmi yazarken hep bir fabl olarak düşünüp yaklaşıyordum. Belki de Yuva filminin (Emre Yeksan, 2018) yarattığı dünyadan, sorduğu sorulardan ötürü. Filmde, güvenlik güçleri bir ormanı ve çevre köyleri boşaltıp ormanın kesimine başlamaya çalışıyor. Bu sırada ormandaki yaşlı bir ağaçtan bir uyku salgını yayılmaya başlıyor, yavaş yavaş herkese bulaşıyor ve etraftaki tüm insanlar ağacın gölgesinde uyumaya başlıyor. Neredeyse kış uykusuna dalmış, birbirini ısıtmak için de üst üste uyumuş insanlar. Filmin basit ama üstüne düşününce ilginçleşen, derinleşen bir şey olmasına çabaladım. Neredeyse didaktik olan, fakat didaktikliği muğlak olan bir hikâye. Ağaç filmde “biçtim ekinimi hazır harmanım” diyor. O deyişin muğlaklığını seviyorum. Ağacın ekini olmak ne demek? Biz genelde doğayla olan ilişkiyi hep insanın kurduğu egemenlikler üzerinden düşünüyoruz. Fakat biz kimin ekiniyiz? İnsanın egemen olmadığı bir dünya hayali nasıl olur?
Bireyin sonu hayatın sonu değil, birbirimize eklemlenen varlıklar olduğumuzu unutmamamız ya da bunu tekrar keşfetmemiz gerekiyor. Sadece insan da değil, bu ilişkiyi hiyerarşik olmayan bir şekilde keşfetmemiz gerekiyor belki de, insan, bakteri, taş, kedi…
Selyatağı’nın en önemli özelliği de VR teknolojisiyle çekilmesi…
Evet, 360 derecelik bir film. Dört tane kamerayla, bir noktadan etrafa bakarak, 360 derecelik görüntü sunacak şekilde çekildi. İzleyici de sanal gerçeklik gözlüğüyle filmi izlediğinde önüne, arkasına, sağına, soluna bakabiliyor, mekanı 360 derece olarak deneyimliyor.
Filmlerin arasında nasıl bağlar kuruyorsun? Bir çarpışma, ilişki olduğunu söyleyebilir misin?
“İyicil” ve “direngen” kavramları yaptığım filmleri iyi yansıtıyor sanki. Maddenin Halleri de, Anadolu Turnesi de böyle biraz. Bu dünyanın taşında, yani hayret olmayacak yerlerde güzellik bulma çabası benimki. İşle, emekle, teknikle, dedikoduyla, sıradanlıkla, teknolojiyle, gelecekle, arşivlerle ilgili sanırım parçası olduğum filmler.
Doktor anne-babanın çocuğu olarak sinemaya ilgi duyman, sinemacı olman nasıl oldu?
Video kasetlerden çok şey izlerdim, televizyona ve sinemaya da düşkündüm. Çocukken muhtemelen sinemada beni en çok çeken şey özel efektlerdi, dünyayı dönüştürüyordu bunlar benim için, Terminatör 2 mesela. Ortaokuldayken annemle bir Haneke filmine denk gelmiştik. Babamla da Kubrick filmleri izlemiştim. Sinemanın düşünsel bir mecra olduğu, entelektüel ve duygusal olarak çok geniş bir dünya olabildiği ilk kez o sıralar aklıma düşmüştü ve bu beni çok etkilemişti. Ama annemin göz doktoru olmasıyla ilgili şunu söyleyebilirim: Göz muayenesinde kullanılan aletlerde bir balon resmi olurdu, bir netleşir, bir bulanıklaşırdı. Bayağı büyülü bir imgeydi benim için, bu yüzden her fırsatta annemden beni muayene etmesini isterdim. (gülüyor)
Belgesele nasıl merak saldın?
Yirmili yaşlarımın başında belgesel sinema çok ilgimi çekmiyordu. Belgesel hakkında fikrimi değiştiren filmler, deneysel belgeseller oldu: Peter Hutton’ın manzara filmleri, Peggy Ahwesh’in formdan forma giren filmleri, Harun Farocki’nin, Peter Watkins’in filmleri… Bir de o sıralar Türkiye’de kurgu-dışı filmler üreten film kolektifi Küçük Sinemalar başlamıştı, Can Eskinazi ve Ekrem Serdar’ın günlük filmleri çok etkilemişti beni. Dünyanın şiirsel belgelerini üretme, arşivlerden yepyeni fikirler bulma, imajlar üzerine çok ilginç şekillerde kafa yürütme… Belgesel sinemanın çok daha özgür bir alan açtığını fark edip o heyecanla belgesel filmler üretmeye başladım. Bir yandan belgesel sinemanın üretim biçimleri çok belirli olmadığı için de heyecan duyuyordum. Seti nasıl kuracağınıza, çekimleri nasıl yapacağınıza, senaryoyu nasıl yazacağınıza, kurguyu nasıl bağlayacağınıza dair bir izlek yok. O yüzden her şey size kalmış. Kendi kurallarınızı sürekli kendiniz oluşturuyorsunuz. Bu senenin Altın Portakal belgesel seçkisi de öyle: Ah Gözel İstanbul, Miss Holokost Survivor, Mimaroğlu, Hayalimdeki Sahneler… Gerçekliğin peşinde kendi formunu ve üretim biçimini yaratmaya çalışan heyecan verici bir sinema.
Kamera-göz ilişkisiyle bitirelim; nasıl bir ilişki kuruyorsun kamerayla göz arasında?
Görme teknolojilerinin tarihiyle kurduğumuz düşünce sistemleri arasında bir bağ olduğu tezi bana ilginç geliyor. Sanat tarihçisi Jonathan Crary kartezyen düşüncenin varlığını camera obscura teknolojisi üzerinden okumaya çalışıyor. Tabii ki spekülatif bir sav bu, fakat bir yandan da çok şiirsel. Kartezyen düşüncede, önceden olmayan bir beden-zihin ayrımı oluşuyor. “Düşünüyorum, öyleyse…” ya da başka bir şekilde söylersek “düşündüğüm için varım”… Zihinle dış dünya ayrılıyor, akılla vücut birbirinden uzaklaşıyor. Jonathan Crary bu ayrımın ortaya çıkışını neredeyse şiirsel bir şekilde camera obscura’ya bağlıyor. Camera obscura içine girip oturduğunuz bir oda büyüklüğünde bir kamera. Ufak bir delikten dış dünya ters bir şekilde içerideki duvara yansıyor. Siz dünyayı direkt değil, bir yansıma olarak görüyorsunuz. Neredeyse bir zihnin içinde varoluyorsunuz. O zamanın düşünürleri için bu oda zihni simgelemeye başlıyor, zihin ve dış dünya birbirinden bir duvarla ayrılmış bir şey olarak hayal ediliyor ve insan hakkında bu teknoloji üzerinden fikirler yürütüyorlar. Yani bir görüntü üretme teknolojisi, insanın varlığı, yapısı hakkında nasıl düşündüğümüzü değiştirebiliyor. Benzer bir şekilde, laparoskopik kamera insan bedeni hakkındaki düşüncemizi nasıl değiştiriyor olabilir? Gerçekten dünyada ilk kez bağırsaklar arasında seyahate çıkabiliyoruz ve insanın içini kendi gözlerimizle göremeyeceğimiz şekilde görebiliyoruz. Bu çok şaşırtıcı bir şey. Şu an mesela insanın damarlarının içinde dolaşmak nasıl bir şey, bilmiyoruz, fakat bundan 15-20 sene sonra böyle bir görüntüye çok alışmış olabiliriz, bu mesela düşünce şeklimizi nasıl değiştirecek?..