Memleketin hali malûm. Bir başka malûm da “memleket” sözcüğünün bir sevgi ifadesi olması. Peki, bu hal ile o sözcük nasıl birlikte varolabilir? Bu haliyle bu memleketi sevmek mümkün mü? Gitmek mi zor, kalmak mı zor? “Yarayı sevmeye çalışmak” nedir? Bakırköy Belediye Tiyatroları’nın “Seni Seviyorum Türkiye” oyunu doksan dakika boyunca seyirciye bu soruları düşündürüyor. Günümüz Türkiye’sinden beş kişi bir çamaşırhanede karşılaşıyor ve bir durum muhasebesi ve yüzleşme süreci başlıyor. Ve bütün bunlar şurada düğümleniyor: Memleketimizi seviyoruz, peki neden seviyoruz? 31 Ekim ve 1 Kasım’da Turhan Tuzcu Sahnesi’nde, 11 Kasım’da Köln’de sahnelenecek “Seni Seviyorum Türkiye”nin yazarı Ceren Ercan’ı ve başoyuncu Alican Yücesoy’u dinliyoruz.
Oyunda son beş yıldır yaşadığımız baskıdan ve sıkışmadan bahsediyorsunuz. Hikâye bir çamaşırhanede geçiyor ve bir yüzleşme yaşanıyor. Çamaşırlarımıza sinmiş olan kir, galiba sırtımızdaki yük. Bu kir meselesiyle seyirciye neyi yansıtmak istediniz?
Alican Yücesoy: Oyunun yönetmeni Yelda Baskın’ın ve tüm ekibin tercihi kesin tanımlamalar yapmaktan yana değildi. Durumu ortaya koymak ve seyirciyle beraber bugüne dair sorular soracağımız zemini oluşturmaktı. Oyun klasik tiyatro anlayışından biraz farklı. Mesele, olanı algılama biçimimiz üzerine özgürce fikir üretebilmemiz için bir alan açmak aslında. Arayışlarımız da bu noktada ortaklaşıyor. Oyun bize tam olarak bir şey düşünmemizi söylemiyor ya da bir yargı üretmiyor. Tamamen boş alanlar bırakıyor, üzerine beraber düşünelim diye.
Ceren Ercan: O kadar çok şey gördük, yaşadık ki bu süreçte peşpeşe… Uzak, yakın sevdiklerimiz, bu dönemin muhalifleri öyle hukuksuzluklara maruz kaldılar ki… Bu olan bitene tanık olmanın yükü çok ağır. Tepki üretilebilecek alanlar da gün gün daraldı. Yan yana gelemez oldu insanlar. Hele son seçim sürecinden sonra herkes olan biten üzerine düşünmeyi de, konuşmayı da kesti. Bu sessiz tanıklıklarımızla hepimiz kirleniyoruz, hepimiz aynı kamburu sanki dışardan görünmüyor gibi saklıyoruz. Şu an çoğumuzun şuur altında bir sabah adaletin yerini bulacağına, her şeyin ve hepimizin o anda temizlenip paklanacağımıza dair bir umut var, ama işte o iş öyle bir sabah uyanınca hop diye olmayacak.
Ülkeyi sevmek, bunu ifade etmek, sanki siyaseten taşıyamayacağım bir yük, bir bagaj gibiydi. Etrafımdaki herkesin benzer hislerle kendisini “istenmeyen” hissettiğini seziyordum. Yaramızı sevmeye çalışsak, ona “seni seviyorum” demeye çalışsak, nasıl bir çatışma yaşarız kendimizle diye sordum.
Oyun boyunca “gitmeli mi, kalmalı mı” diye bir tartışma var. Birkaç yıldır gündelik hayatımızda çokça tanık olduğumuz, ama son döviz kriziyle birlikte sönümlenmeye yüz tutan bu tartışmanın oyuna girmesi nasıl oldu? Siz bu konuya nasıl bakıyorsunuz?
Alican Yücesoy: Bir süredir bu ülkede yaşayan insanların bir kısmı bir karar verdi. Kimi “gidiyoruz”, kimi “kalıyoruz” dedi. Bu oyun kalanların hikâyesi. Özgürlüğümüzün kısıtlandığını düşünüyoruz bir kısmımız, bir kısmımız da müthiş bir özgürlüğe sahip olduğunu düşünüyor. Bir kısmımızın izlediği pek çok yayın kuruluşu artık hayatımızda bile değil ya da var olan, sevdiğimiz yazarları okuyamamakla cezalandırıldık. Bazılarımız için gitmek talebinden daha doğal hiçbir şey olamaz. Yadırganacak ya da yargılanacak bir tarafı yok. Tartışabiliriz bunun üzerine, birbirimize sarılıp “gitme” diyebiliriz, ama yargılayamayız. Bunları yıllar sonra yeniden başka bir gözle göreceğiz. Gitme-kalma meselesini çok düşündük. “Gitsek mi acaba, bu ülke bizim ülkemiz değil mi acaba, burada gerçekten azınlık mı olduk?” hissi. Bu, çamaşırhanede gördüğünüz beş kişi için de böyle. Onlar da bizim gibi.
Ceren Ercan: Gitme isteğinden çok gitmeye iten, “bu ülke senin değil”, “Türkiye sen değilsin” söylemiyle ilgilendim. Oyunun adındaki ironi de o aslında. Toplumsal kutuplaştırılma ile birlikte yaşam alanları daraldığı için gitti insanların büyük kısmı. Adaletsizlikler kadar bir varoluş sorunu da etken. Gitmeyi tercih edenler ya da zorunda kalanlar, “bu ülkenin kültürüne, gerçeklerine uzak oldukları”nı iddia eden popülist siyasetle ülkesiz bırakılmaya çalışıldı. Asıl sorun bu.
Oyundaki beş karakterin hikâyeleri doğal olarak birbirinden farklı. Ama ortak duyguları endişe, korku ve yalnızlık. Bu ortaklık beraberinde şu soruyu getiriyor: Peki, nasıl bu hale geldik? Ve bundan nasıl kurtuluruz?
Alican Yücesoy: İnanın bilmiyorum. Şu an cevap aramaya değil, bu soruyu olabildiğince çok sormaya ihtiyacımız var. Hepimizin ortak sorusunun bu olması gerektiğine inanıyoruz. Çünkü cevabı bulamıyoruz. Asıl sorunumuz bu bence. Bu ortak soruyu sormanın yolunu bulmamız lâzım. Bu oyunu değerli yapan bu benim için. Sanırım seyircide uyandırdığı his de bu. O ortak sorunun peşine düşmek. O soruyu sormak için fitili ateşlemek. Seyirci dışarı çıktığında başlayacak aslında oyun.
Ceren Ercan: Geçenlerde bir tanıdığımın iki yaşındaki çocuğunun doğum gününe, benim yaşlarımda, birbirinden farklı hayat tarzına sahip 100’den fazla insanın gittiğini öğrendim. Çok şaşırdım başta ama, onların yaratmayı başardığı alternatif hayat alanına bağladım bunu. İnsanların birbirlerine benzemelerine gerek kalmadan yan yana gelecekleri bahçelere ihtiyaçları var bu dönem. Siyasete karşı herkes müthiş boş vermiş ve umutsuz görünüyor. Bunu içinde bulunduğumuz ânın toplumsal gerçekliği olarak kabul etmek zorundayız. Yine de yalnız olmadığımızı hissettiren alternatif alanları var edip yan yana gelebilmenin imkânlarını aramaya devam etmeliyiz. Her zamankinden fazla ihtiyacımız var aidiyet hissettiren bahçelere.
İnsanların sabah uyandıklarında neyle karşılaşacaklarını bilmedikleri bir dönemdi Ortaçağ. Sabah sizi birileri “cadı” diye yakalayabilir, yakabilir. Böyle bir hale geldik. Buradan kendi Rönesans’ımıza evrilmemiz lâzım.
Oyun bize “neyi kaybettiğini hatırla” diyor. “Sokak mı, vatan mı, millet mi, kişiliğin mi, işin mi?” Peki, bu ortak sorunun söylenmesi bugünlerde bu kadar zorken, bir belediye tiyatro çatısı altında böyle bir oyuna nasıl cesaret ettiniz?
Alican Yücesoy: Anormal bir şey yok bunda aslında. Burada yaptığımız bütün oyunlarla ilgili genel olarak şunu duyuyorum. “Bunu belediye tiyatrosunda nasıl yapıyorsunuz?” Doğrusu şu olmalı aslında: Neden kurum tiyatroları bu konulara eğilemez? Biz Bakırköy Belediye Tiyatroları’nda “evinize hoş geldiniz” diye açarız perdeyi, öyle bir anonsla başlar oyun. Bu sözü tamamen benimsiyoruz. Bunu yapmak istiyoruz, yapılması gerekenin bu olduğuna inanıyoruz. Bunların sahneye taşınması lâzım. Tiyatro yapma şeklimiz böyle. Başka bir üslup getirmek gibi bir derdimiz de var. “Nasıl böyle bir oyuna cesaret ediyorsunuz?” sadece politik olanla ilgili bir soru değil. Sanatsal anlamda da böyle, alışılmışın dışında olan, risk alan bir oyun. Çünkü üslup arayışı olan bir oyun. Ama zaten kurum tiyatrolarının yapması gereken şey bu; görevi bu, işi bu. Başka türlü düşünerek tiyatro yapılamaz ki.
Oyundaki karakterler çeşitli “kaybedenler”. Çevremizde de birçok insan işini kaybetti, sokağını-mahallesini kaybetti, kimileri ülkeden gitmek zorunda kaldı. Antidepresanlar arşa çıktı. İnsanlar manen-madden ayakta durmakta zorlanıyor. Ve korkuyor. Hakkını aramaktan, sokağa çıkmaktan, ilişki kurmaktan, tartışmaktan, sosyal medyada yazmaktan… En çok da yalnız kalmaktan. Öte yandan, birbirimizle dertleşmekten bile korkuyoruz. Siz bu durumu nasıl görüyorsunuz?
Ceren Ercan: Tek ihtiyacımız gerçek bir sohbet. Her şeye inat bunu becermenin yolunu bulmak zorundayız.
Alican Yücesoy: Birbirimize çok yukarıdan baktık. Uzunca bir süredir herkes bir diğerini ötekileştirmekle meşgul sadece. Genel olarak toplumsal bir kompleks içinde olduğumuzu düşünüyorum. Dev bir kompleks ama bu, öyle böyle değil. Türkiye’nin Dünya Kupası’na katılma sloganını hatırlıyor musunuz? Almanlarınki şöyle: “Başarabiliriz.” Polonya’nınki “Futbol birleştirir”. Diğerleri de benzer şeyler. Bizimki ne? “Biz bitti demeden bitmez.” Yahu alt tarafı futbol oynayacaksınız, ne oluyoruz?
Özgür bir basından bahsetmek mümkün değil, birçok şeyden haberdar değiliz. Ne oldu meclisin önünde kendini yakan adama? Haberdar olduğumuzda da, bir iş cinayetinde mesela, “e, n’olacaktı ki” gibi bir yere bağlandık.
Oyunda anlatılan ülkenin sosyal, siyasal iklimi. Bu iklimde umutsuzlukla nasıl başa çıkılır? Siz nasıl başa çıkıyorsunuz?
Ceren Ercan: Umuda değil, umutsuzluğa sarılarak. İçi boş bir yerden umut bezirgânlığı yaparak tevekküle yönlenmek yerine, umutsuzluğu işaret edip harekete geçiren bir rahatsızlık hissi, öfke üreterek. Birçokları alternatif dinlerin diliyle tam tersini söylese de…
Alican Yücesoy: Sanatla uğraşanlar çok şanslı bu coğrafyada. Hayata katlanmanın daha iyi bir ilacı olamaz. İyi ki bu işi yapıyorum, aksi halde balataları yakmıştım. Şu anda özgür bir basından bahsetmek mümkün değil, birçok şeyden haberdar değiliz. Ne oldu meclisin önünde kendini yakan adama? Haberdar olduğumuzda da, bir iş cinayetinde mesela, “e, n’olacaktı ki” gibi bir yere bağlandık. Yine de umutluyum, bu ülkeden hiç bu kadar umutlu olmamıştım. Çünkü bundan daha kötü olamayız. Paramparçayız, tuzla buz olduk. Kim nedir, ne değildir? Biz ne yaşıyoruz? Belirsizlik hali. Bundan daha büyük bir şey Ortaçağ’da oldu. İnsanların sabah uyandıklarında neyle karşılaşacaklarını bilmedikleri bir dönemdi Ortaçağ. Sabah sizi birileri “cadı” diye yakalayabilir, yakabilir. Böyle bir hale geldik. Buradan kendi Rönesans’ımıza evrilmemiz lâzım.
Oyunun adının “Seni Seviyorum Türkiye” konması nasıl oldu, arkasındaki fikir neydi?
Ceren Ercan: Ülkeyi sevme meselesi hep bir kördüğümdü bende. Bir küskünlük. Bunun üzerine ilk İstenmeyen diye bir oyun yazmıştım, Gezi sürecine odaklanan bir oyundu. Kendini istenmeyen hissetmek, kırgınlıklar, her devrin mağduru olan bir azınlıktan olmak… Ülkeyi sevmek, bunu ifade etmek, sanki siyaseten taşıyamayacağım bir yük, bir bagaj gibiydi. Etrafımdaki herkesin benzer hislerle kendisini “istenmeyen” hissettiğini seziyordum. Tam da en uzaklaştırıldığımız yerde, yaramızı sevmeye çalışsak, ona “seni seviyorum” demeye çalışsak, nasıl bir çatışma yaşarız kendimizle diye sordum kendime. Bu çatışmanın üzerinde düşünmeye ve seyredilmeye değer olduğuna karar verdim.
12 Eylül sonrasının ilk kuşağısınız. Nasıl büyümüştünüz, şimdi etrafınızdaki insanların nasıl büyüdüklerini gözlemliyorsunuz?
Alican Yücesoy: Bursa’da bir mahallede büyüdüm. Güzeldi. Bayramda mantarlı tabanca alırdık mesela, hepimiz bunun mantarlı tabanca olduğunun bilincindeydik. Gerçek tabanca özlemi ile almadığımızın bilincindeydik. Şimdi videolar görüyorum, küçük çocukların elinde taramalı tüfekler var, elindeki kılıçla kafa kesenler var. Korkunç. Böyle büyümedim. Bu bakımdan güzeldi. Öte yandan, ekonomik ve politik karamsarlıkla ve hiç özgür olmadığımı düşünerek büyüdüm. Ama şimdi bakınca, o zamanlar ne kadar özgür olduğumu görüyorum.
Umuda değil, umutsuzluğa sarılarak. İçi boş bir yerden umut bezirgânlığı yaparak tevekküle yönlenmek yerine, umutsuzluğu işaret edip harekete geçiren bir rahatsızlık hissi, öfke üreterek. Birçokları alternatif dinlerin diliyle tam tersini söylese de…
Ceren Ercan: Annem bana hamileyken babam bir 12 Eylül mağduru olarak içerdeymiş. Annem görüş günleri yaşadığı stresin bana o günlerden kalan bir iz olarak aktarıldığını söyler hep. O dönem hep susmak, saklanmak, kendimizi gizlemekle geçti, “evde konuşulanları okulda konuşma” uyarılarıyla ve ülkede yaşanan her adaletsizliğe karşı sorumluluk üstlenme hissi gibi ağır yüklerle. Aynı zamanda da “başını belaya sokma” uyarılarıyla. Bu çelişkiyle büyüdüm. Şu an nasıl büyüyor insanlar… Sanırım bu süreçte neye dönüşeceğiz diye kaygılanıp dururken dönüştüğümüz şey “Helâl Amerika”! Herkes girişimci yetişiyor. Herkes birisi olmalı, herkes zengin olmalı, herkes başarmalı. Yapabilirsin! Sen neden yapamayasın ki! Tam bir Amerikan rüyası pompalaması. Aileler, dolayısıyla çocuklar bugün buna teslim.
Oyunun finalinde bir ritüel var: Su ve temizlenme arzusu. Belki de bir ferahlanma ânı. O sahne neyi temsil ediyor?
Alican Yücesoy: O bir arınma hissi aslında. Gerçekten ihtiyacımız var yıkanmaya, temizlenmeye. Bu tabii bir öneri sadece. Ama yine de serbest okuma yapmaya açık bir final. Oyunun sevdiğim tarafı da bu, farklı okumalara açık olması. Ama ben de sizin gördüğünüz yerden görüyorum; bir tür arınma. Buna ihtiyacımız var.
Yazan: Ceren Ercan
Yöneten: Yelda Baskın
Koreografi: Melih Kıraç
Dekor ve ışık tasarım: Cem Yılmazer
Kostüm tasarım: Selin Ölçen
Müzik tasarım: Okan Kaya
Dramaturg: Ceren Ercan
Reji asistanları: Emre Sırımsı / Ercan Koçak
Afiş, broşür tasarım: Ethem Onur Bilgiç
Oyun fotoğrafları: Emre Mollaoğlu
Oyuncular: Alican Yücesoy, Damla Karaelmas, Defne Şener Günay, Emre Koç, İrem Sultan Cengiz