MARIANNE FAITHFULL (1946-2025)

Söyleşi: Yücel Göktürk
2 Şubat 2025
Marianne Faithfull (29 Aralık 1946 - 30 Ocak 2025)
SATIRBAŞLARI

Birkaç gündür Vagabond Ways’i dinliyoruz. Döne döne dinliyoruz, çok sevdik…

Marianne Faithfull: Çok teşekkür ederim. Bu albümle gurur duyuyorum.

Albüme adını veren “Vagabond Ways” kısmen otobiyografik bir şarkı galiba… Gerçi basın açıklamasında, 1970’lerin ortalarında İskandinav ülkelerinde çocuk doğurmaları uygun bulunmayan insanların devlet eliyle kısırlaştırılmalarına ilişkin bir “sağlık programı”ndan esinlendiğiniz söyleniyor ama, aynı zamanda otobiyografik bir ton da var; zaten siz de “geminin direğine kendi bayrağımı çektim” demişsiniz…

Evet, “Vagabond Ways” kısmen otobiyografik. Şarkının kahramanının başına gelenler, pekâlâ benim de başıma gelebilirdi. O, ben olabilirdim. Bir bakıma, benim hayatımla o insanın hayatı arasında paralellikler var. Ama, ben o değilim, o ben değil. Ama, yaşadığımız bazı şeyler hemen hemen aynı. Bazı şeyler ise çok farklı. Ben 14 yaşında doğum yapmadım mesela…

“Ateşkes”i iki halk arasındaki ilişki olarak da, iki insan arasındaki ilişki olarak da dinleyebilirsiniz. Ben terörizm aleyhtarıyım. Bunun lamı cimi yok. Öte yandan, IRA, silahlı mücadele veren bir örgüt. Bunun da lamı cimi yok. Fakat onların bakış açısını da anlayabiliyorum. Bu da böyle.

Kısmen otobiyografik bir şarkı. Fakat, o kıza büyük bir yakınlık duyuyorum. Bir gazetede okudum onun başına gelenleri. İki yıl önceydi sanırım, New York Herald Tribune’de… Olay İsveç’te geçiyor. İsveç’te, diğer İskandinav ülkelerinde ve Amerika’da devlet eliyle yapılan bir kısırlaştırma programı vardı. 70’lerin başından 1975’e dek yapılan bir uygulamaydı. Aynen şöyleydi –gazetede şöyle deniyordu: “Karanlık simalar, alkolikler, uyuşturucu bağımlıları, avare tipler.” Gazetedeki haber aynen böyleydi. Ve şarkıda sözü edilen genç kız, bu tanıma tıpatıp uyuyordu. Dolayısıyla, söz konusu kısırlaştırma programına alınmış ve kısırlaştırılmıştı. Bir film gibi. Ama, gerçek bir hayat öyküsü. O kız kısırlaştırıldıktan sonra, bir süre sonra alkol ve uyuşturucular nedeniyle hayatını kaybetti.

“Geminin direğine kendi bayrağımı çektim” ifadesini biraz açabilir misiniz?

Sanıyorum, “korsan gemisinin bayrak direğine, kurukafanın yanına kendi renklerimi çektim” demiştim. Düşüncelerimi çok dolaysız bir şekilde dile getiriyorum. Ne düşünüyorsam, onu söylüyorum.

Sizin asal renginiz hangisi?

Kırmızı. Benim asal rengim kırmızı… Ve mavi… Ve yeşil. Kırmızı, mavi, yeşil, benim renklerim bunlar.

Albümdeki ikinci şarkı, “Incarceration of a Flower Child” (Bir çiçek çocuğunun kapatılması), Roger Waters’ınmış… Size vermiş.

Evet. Şarkı Roger Waters’ın. Ama o vermedi, ben istedim. (gülüyor) Ondan bir şarkı istedim, özellikle o şarkıyı değil. O da “Incarceration of a Flower Child”ı verdi. Menajerimle Roger Waters eski arkadaşlar. Birlikte Roger’lara yemeğe gitmiştik, Roger’ın karısı Priscilla da benim eski arkadaşımdır. Yemeğin başında, Roger’a, hazırladığım albüm için bir şarkı verip veremeyeceğini sormuştum. O da veremeyeceğini söyledi. Zaten böyle bir teklifin biraz uygunsuz kaçtığını düşünerek üstelemedim. Yemeğin sonunda, “aslında, tam senlik bir parçam var galiba” dedi, “ama eski bir şarkı, hadi gelin dinleyelim isterseniz”. Bir demo kasetindeydi şarkı. Sadece Roger ve gitar, bas gitar. 1968 ya da 69’da yaptığı bir şarkıymış.

Çiçek çocukları çok önemli bir olaydı. Hayatın plastikleşmesine, büyük tekellere, çevre kirliliğine karşı bir tavırdı. Ve bence çok muteberdi. Fakat, fazla erken bir hareketti. O günün dünyasından otuz yıl öndeydi, otuz yıl ilerideydi.

O şarkıda çok şaşırtıcı bir söz var, doğru mu anladık, emin değiliz. “1970’te hava soğuyacak” diye bir dize…

Evet, “1970’te hava soğuyacak”

Çok şaşırtıcı değil mi? 1968-69’da, “1970’te hava soğuyacak” demek. Çiçek çocuklarına hitaben bunu söylemek…

Evet, müthiş bir öngörü.

‘68-69’da yazılmış bir şarkıyı, üstelik “1970’te hava soğuyacak” diyen bir şarkıyı, 1999’da gün ışığına çıkarmak, otuz yıl sonra söylemek nasıl bir duygu?

Müthiş. Tek kelimeyle müthiş bir şey. Enfes bir şarkı. Ne zaman yazılmış olsa harika bir şarkı. Ama, 68-69’da yazılmış olması bambaşka bir şey, insanı büyülüyor.

Londra’daki evinin terasında, 1964

Otuz yıl sonra geriye dönüp baktığınızda, çiçek çocuklarını, “flower power” hareketini nasıl görüyorsunuz, nasıl değerlendiriyorsunuz?

Böyle bir konuda yorum yapmaya yeterli bulmuyorum kendimi. Sosyal konularda uzmanlığım yok. Ne söyleyebileceğimi bilemiyorum. Müsaade edin, biraz düşüneyim… (otuz-kırk saniyelik bir sessizlik) Sanıyorum, daha doğal bir hayat yönünde çok güçlü bir hareketti, çok önemli bir olaydı. Ve maalesef fazla erken bir hareketti. Otuz yıl erken bir hareketti. Şimdi hiç de garip gelmiyor. Ama otuz yıl önce çok garipseniyordu. Hayatın plastikleşmesine, büyük tekellere, çevre kirliliğine karşı bir hareketti. Ve bence çok geçerli, çok muteber bir şeydi. (derin bir iç çekiyor) Fakat, vakti tam olarak gelmemişti, o günün dünyasından otuz yıl öndeydi, otuz yıl ilerideydi.

Siz kendinizi bir çiçek çocuğu olarak tanımlıyor muydunuz o zamanlar?

Hayır, kendimi hiçbir zaman çiçek çocuğu olarak addetmedim.

Kendinizi nasıl tanımlıyordunuz?

Liberter olarak. Özgürlükçü olarak.

Üçüncü şarkı, “File It Under Fun From The Past”… O şarkıyı dinlerken aklımıza kitabınız geldi. Otobiyografinizde geçmişinizle barıştığınızı söylüyorsunuz. Bu şarkıda da, geçmişte olup bitenleri “mazideki eğlenceler dosyası”na kaldırdığınızı söylüyorsunuz…

Evet, geçmişimle barıştığımı söyleyebilirim. Kitabın bana böyle bir faydası oldu, geçmişimle barışmamı sağladı. Aslında, başlangıçta böyle bir maksadım yoktu. Kitabı başka insanlar için yazmaya başlamıştım. Geçmişimi hiçbir zaman berbat bir dönem gibi görmedim. Hatta, geçmişimi çok güzel bir dönem olarak düşünüyorum. Ama başkaları aynı kanıda değil. Dolayısıyla, kitabı daha çok o insanlara hitap ederek yazmaya başlamıştım. Fakat, sonuçta bana önemli bir faydası dokundu.

Kitap nasıl karşılandı, ne tür tepkiler aldı?

Olumsuz bir reaksiyon gelmedi. Kitapta adı geçen insanlarla kitap yayınlandıktan sonra görüştüm. Bob Dylan’la, tabii ki Keith’le, hatta Mick’le de… Hemen herkesle görüştüm, kimseden olumsuz bir tepki almadım.

Mick Jagger ve Marianne Faithfull

Keith Richards ne dedi?

Çok hoş şeyler. Ama, bunları nakletmem doğru olmaz, çok özel bir şey. Ama şu kadarını söyleyebilirim: Beni iğneledi durdu. Çok şekerdi. Keith hep çok şekerdir zaten.

Mick Jagger’ın yorumu nasıldı?

Onun okuyup okumadığını bilemiyorum. Büyük ihtimalle okumamıştır. Keith’in okuduğunu biliyorum ama. Keith’in kitabı beğendiğini de biliyorum. Beğenmemesi için bir sebep yok zaten, çünkü çok iyi bir Keith portresi var kitapta. Ama, işin gerçeği de o: Keith çok iyidir.

Dördüncü şarkı “Electra”… “Kim bu kadın” diyorsunuz. Kim hakikaten?

Aslına bakarsanız, bütün şarkılarım, bir bakıma kendim hakkındadır. Elektra, bildiğiniz gibi, bir eski Yunan tragedyasıdır…

“Electra”da, “babamın gözleriyle bakıyorum” diye bir mısra var…

O şarkı çok boyutlu, derin bir şarkı. Kolay kolay telefonda ve birkaç cümlede anlatılabilecek gibi değil. Şarkının kahramanı, aynaya bakıyor, kendi imgesini ve babasını görüyor, babasının gözlerini… Özetle, böyle. Ama, bunun ardındaki mânâ, birkaç dakikada anlatılabilecek gibi değil, çok boyutlu bir şarkı…

Freudyen bir boyut da var mı?

Freudyen bir şarkı yazmak gibi bir niyetimiz yoktu. Frank’le (McGuiness) birlikte, habis ruhlu bir kadın hakkında orijinal bir şarkı yazmak istedik. Elektra’yı bir sembol olarak aldık. Habis ruhlu erkekler hakkında bir sürü şarkı vardır, “Midnight Rambler” gibi mesela. Biz, habis ruhlu bir kadın hakkında güçlü, güzel bir şarkı yapmak istedik.

Gerek kitabınızı yazarken –çünkü kitabınızda da Elektra’yı bir sembol olarak kullanıyorsunuz, hatta doğrudan “Elektra kompleksi”nden söz ediyorsunuz–, gerekse terapi gördüğünüz günlerde Elektra kompleksi kavramı üzerinde düşünmüş müydünüz?

Hayır, hayır. (gülüyor) Hiç düşünmedim. Mitoloji referanslı terapi, Freudyen olmaktan ziyade Jung ekolüdür. Benim gördüğüm terapi ise, Freudyen prensiplere sahip olmakla birlikte, “şimdi ve burada” dedikleri bir yaklaşımla uygulanıyordu. Dolayısıyla, geçmişin incelenmesinden ziyade, “şimdi”nin incelenmesiydi. Öte yandan, benim temel sorunum uyuşturucu madde bağımlılığıydı. Ve “şimdi ve burada” denilen terapi yönteminin amacı da bu bağımlılığı “şimdi ve burada” ortadan kaldırmaktı. Bu nedenle, geçmişim değil, “şimdi’’m terapi altındaydı. İyi ki de böyleydi, yoksa Freudyen bir psikanalizi kaldıramazdım doğrusu. Ama, böyle bir şeye de ihtiyacım olduğunu sanmıyorum. Benim ihtiyacım, uyuşturucu bağımlılığından kurtulmaktı. Terapi üç yıl sürdü, şükürler olsun, üç yıl içinde meretten kurtuldum. (gülüyor) Çok zor oldu ama… Olabileceği kadar da zor olmadı açıkçası. Freudyen bir psikanalize girseydim, keçileri kaçırırdım herhalde.

Brecht’ten etkilenmemek mümkün değil. Politik bir insan değilim derken, politik görüşüm yok demiyorum. Herkes benim nerede durduğumu biliyor zaten. Ben sosyalistim. Daha doğrusu anarşistim. Ama bunu bas bas bağırmak bana doğru gelmiyor.

“Electra”da bir de Afrika referansı var. Afrika sizin için ne ifade ediyor?

Afrika’yı çok seviyorum. Pek fazla bilgim yok ama. Sihirli bir yer gibi geliyor bana, sihirli ve güzel. Sadece Fas’ı biliyorum, başka bir Afrika ülkesine gitmişliğim yok. Ha, bir de Mısır’a gittim, biraz da Mısır’ı biliyorum. Afrika, nasıl desem bilemiyorum… Çok… Çok “muktedir” bir yer. Her neyse… Aslına bakarsanız Afrika hakkında pek bir fikrim yok.

TV haberlerinde sık sık söz konusu oluyor…

Ben pek TV haberlerini seyretmiyorum… Çok iç bunaltıcı. Elbette kastettiğiniz şeylerden haberdarım, neyi kastettiğinizi anlıyorum… Şu kadarını söyleyebilirim: Bu toplumda, tarihin bu ânında, yeni bir binyılın eşiğinde, Afrika’da ve başka yerlerde hüküm süren yoksulluk, sefalet ve bütün o savaşlar insanlığın yüz karasıdır.

Beşinci şarkıya geçelim mi, “Wilder Shores of Love”a… Basın bildirisinde bir kitaptaki bir cümleden esinlenerek o şarkıyı yazdığınız söyleniyor…

Hayır, “Wilder Shores of Love” bir kitabın adı.

Yazarı kim?

Hatırlamıyorum… Yanımda değil şu anda. Anita vermişti bana, Anita Pallenberg… Çeşitli portrelerden oluşan bir kitap. Tarihin çeşitli dönemlerinde, yaşadıkları toplumların “norm”larından koparak, özgürleşerek diledikleri gibi yaşayan kadınlar hakkında bir kitaptı.

O kadınların kimler olduğunu hatırlıyor musunuz?

Bir dakika, biraz düşüneyim… Sarah Bernhardt… Isadora Duncan… İmparatoriçe Josephine, Bonaparte’ın sevgilisi… Normlara ayak uydurmayan, konformist olmayan kadınlardan bahseden bir kitaptı özetle… Ama, şarkının kitaptaki kadınlarla bir alâkası yok, sadece kitabın ismini aldım, güzel bir ifade olduğu için…

Bugünlerde neler okuyorsunuz, kitabınızda iyi bir okur olduğunuzu söylüyorsunuz…

Evet, öyleyimdir… Bugünlerde neler okuyorum?.. Bir dakika, böyle birdenbire sorulunca her şey uçup gidiyor zihnimden… (gülüyor) Basquiat’nın resimleri hakkında bir kitap okuyorum, Basquiat’nın resimlerini çok beğeniyorum, bakmaya doyamıyorum. Germaine Greer’in bir kitabını okuyorum, çok iyi bir kitap. VIII. Henry’nin Otobiyografisi diye bir kitap var elimde…

Mick Jagger en gözde yazarının Graham Greene olduğunu söylüyor, siz Greene’i nasıl buluyorsunuz?

Mick’in gözdesi Greene’miş, öyle mi?.. E, anlaşılır bir şey… Onunla aynı zevkleri paylaşmadığımız açık…

“Wilder Shores of Love”ı dinlerken Bob Dylan’ın son albümü geldi aklımıza…

Time Out of Mind’ı kastediyorsunuz, öyle değil mi?

Evet.

Çok doğal, çünkü iki albümde de aynı müzisyenler var. Ayrıca, Time Out of Mind’ın prodüktörü Daniel Lanois ve aranjörü Mark Howard şarkının düzenlemesini yaptı.

Yalnız müzik değil, sözler de… Time Out of Mind’daki “Love Sick”deki “l’m love sick / sick of love” (Aşk tuttu beni / aşk usandırdı beni) nakaratı özellikle. Kitabınızda da buna yakın cümleleriniz vardı…

Doğru, kitabı yazarken yalnızdım, yalnız yaşıyordum, uzunca bir süre de yalnız yaşadım. Ama geçen yaz birisine âşık oldum. Yani, aşktan usanmış değilim.

Time Out of Mind’ı nasıl bulmuştunuz?

Mükemmel. Albümün prodüksiyonu için Mark Howard’ı seçmemin sebebi de bu. Dylan’ın sesini çok başarılı bir biçimde işlemişlerdi. Benim sesim de bir bakıma Dylan’ınki gibi. Dylan’ınki gibi tuhaf bir ses. Dylan’ın sesini teknik olarak çok başarılı bir biçimde aksettirmişlerdi. Bu konuyu Dylan’a danıştım. O da Mark Howard ve Daniel Lanois ile çalışmak istememi çok yerinde buldu.

Time Out of Mind sizce de Dylan’ın en güzel albümü mü? Birçoklarına göre öyle…

Bence, en güzeli değil, ben öyle sınıflamalar yapmıyorum. Bence, “en güzellerden biri”.

Bize de, bugüne kadar yaptığı bütün albümlerin hülâsası gibi gelmişti.

Doğru, bence de öyle. Zamanın bu noktasında, kişiliğinin mükemmel bir ifadesi. Müthiş bir albüm. Ama “en güzeli” diyemeyiz, çünkü bakarsınız yarın aynı güzellikte bir albümle çıkagelir. Hatta belki de daha güzeliyle. (gülüyor) Benim gözdelerim başka albümleri.

Hangileri?

Highway 61 ve Blonde on Blonde. Ama, Time Out of Mind’a bayıldığımı söylemem gerekir. Ve tabii World Gone Wrong… Müthiş bir albüm o. Ben iflah olmaz bir Dylan fan’ıyım.

Altıncı şarkıya geçelim mi, “Marathon Kiss”e… Daniel Lanois yazmış…

Evet. Daniel’i yıllardır hayranlıkla izliyordum. Yalnızca düzenlemelerini değil, kendi albümlerini de çok beğeniyorum. Vagabond Ways’e el attığı için çok talihli buluyorum kendimi. Bilmem farkettiniz mi, Emmylou Harris’in tarzı var armonide. “Marathon Kiss” bence harika bir şarkı.

O şarkıyı dinleken Jimi Hendrix’in bir dizesi geldi aklımıza…

Hangisi?

“Excuse me while I kiss the sky” (müsaadenizle gökyüzünü öpeyim bir)…

Ah, evet.

Paralel bir duygu var gibi…

Sosyal bir esriklik duygusu, öyle değil mi? Tam öyle.

Kitabınızda, Jimi Hendrix’i ilk defa 1966’da, Londra’da Mick Jagger’la beraber seyrettiğinizi, Jagger’ın Hendrix için “dünyayı sarsacak” dediğini naklediyorsunuz. Sizin izlenimiz de öyle miydi?

Evet, dünyayı sarsacağından emindim.

En çok sevdiğiniz Jimi Hendrix şarkısı hangisi?

“And The Wind Cries Mary”.

“Marathon Kiss”de dikkatimizi çeken dizelerden biri de “Nobody sees the inside”dı.

Öyle değil mi? Herkes bazen böyle hissetmiyor mu? Gerçek de öyle zaten.

Oscar Wilde’ın enteresan bir sözü var: “Yalnızca sığ insanlar yüzeydeki görüntüyü ciddiye almaz”…

Buna katılıyorum. Ne görüyorsanız, gerçek odur. Genellikle.

“İçerde” başka gözlerin göremediği bir “öz”ün bulunduğu gibi bir ima var mı, “nobody sees the inside”da…

Elbette. Kimsenin göremediği bir “öz” var “içerde”, insanın kendisinden başkasının bilmediği bir öz. (gülüyor)

Ama, “dışardaki”, “içerdeki”nin tezahürü değil mi?

Bilmem. Her zaman değil galiba. Ama iç içeler. Biri ötekinin tezahürü veya yansıması olmasından ziyade, ikisi iç içe. Ama, “içerdeki”ni başka gözler göremiyor, ancak “dışardaki”ne bakarak hüküm veriyor. Bu da yanıltıcı olabiliyor. Pırlanta gibi birisi, dışardan bakınca berbat biri gibi gelebiliyor.

Yedinci parçaya geçelim mi? “For Wanting You”ya… O şarkıyı dinlerken, bir arkadaşımız, adı Ali, “deneyimli kadınların anlatacak çok şeyleri var” dedi, ne dersiniz?

(bir kahkaha patlatıyor, arkasından nidayla karışık)Sweet”!.. Evet, çok güzel bir şarkı. Elton John’la Bernie Taupin’in eserleri. Bernie’yle arkadaşız, ama Elton’la tanışmıyoruz, biraz garip ama, çünkü aynı çevrenin insanlarıyız, birçok ortak ahbabımız var, ama hiç tanışmadık, birlikte olmadık. Bernie’yle Los Angeles’ta bir AIDS’le mücadele kampanyasında karşılaşmıştık. “Haberin olsun” demiştim, “önümüzdeki günlerde senden bir şarkı isteyeceğim”. O da, “memnuniyetle” demişti. Vagabond Ways’i hazırlamaya başladığımda, Bernie’yi aradım, “evet” dedim, “vakit bu vakit”. Elton’la tanışmıyordumama, ikisinin birlikte yaptıkları bir şarkı olsun istiyordum.Çünkü o ikilinin yaptıkları şarkılara bayılıyorum.

Bernie, “nasıl bir şarkı istiyorsun güzelim” diye sordu. Ben de dedim ki, “biraz seks, biraz acı, çok değil ama, az acı (gülüyor), sado-mazo bir aşkın şarkısı”. Bernie de yazdı. Bir hafta, on gün sonra sözleri gönderdi. O sıra Elton Avustralya’da turnedeydi, on gün sonra da müzik geldi çıkageldi postadan. “For Wanting You’’nun müziği. Harikaydı. Harika.

“Deneyimli kadınların anlatacak çok şeyi var” dedirtecek bir şarkı diyebilir miyiz?

(bir kahkaha daha) Evet, belki… (gülüyor) Bilmem… (ciddi bir ses tonuyla devam ediyor) Sanırım, tecrübe, önemli bir… Bir… (tekrar gülmeye başlıyor) Bilmiyorum, hakikaten bilmiyorum.

Şarkıda, “We do what we must / law of love and lust” (Elimiz mahkûm uymaya / aşkın ve arzunun kanununa) diyorsunuz…

Evet, ama… Bunu ya biliyorsunuzdur, ya bilmiyorsunuzdur… Bildiğinize eminim. (gülüyor)

Sekizinci şarkıya geçelim mi, “Great Expectations”a… Şarkıyı dinlerken ister istemez Charles Dickens’ın Büyük Umutlar’ı geliyor akla…

Tabii, tabii. Şarkıyı yazarken benim aklımdaki de Büyük Umutlar’dı.

Charles Dickens hakkında ne düşünüyorsunuz?

Müthiş bir yazar. Beni o şarkıyı yazmaya iten şey, Paris’te seyrettiğim bir Büyük Umutlar uyarlamasıydı. Felaket kötü bir şeydi. Yeni bir versiyondu. İfrit oldum. Öyle ifrit oldum ki, eve gelir gelmez o şarkının sözlerini yazmaya koyuldum. Kayıtlar için Oxnard’a giderken, o sözleri de yanıma almıştım, çünkü çok iyi olduğunu düşünüyordum. Kayıtlar esnasında müziği de oluştu zihnimde.

Charles Dickens’ın tasvir ettiği toplumsal şartlar, bugünlerin dünyası için de geçerli mi sizce?

Kesinlikle. Sanki 19. yüzyılın son çeyreğini değil de, 20. yüzyılın son çeyreğini anlatıyor gibi. Ama, seyrettiğim o berbat filmde, ne bu bağlantı vardı, ne de Dickens’ın anlattığı insanlık durumu.

Dokuzuncu şarkıya geçelim mi? Ünlü Cohen bestesine, “Tower of Song”a… Basın açıklamasında, “niye albüm yaptığımın cevabı o şarkıdır” diyorsunuz…

Evet, benim manifestom “Tower of Song”. Sanatsal manifestom.

Leonard Cohen tribute albümü l’m Your Fan’de o şarkıyı Nick Cave söylüyor, Cave’in yorumunu nasıl buluyorsunuz?

Dinleyemedim, ama bahsini duydum.

Nick Cave’i nasıl buluyorsunuz?

Bir fikrim yok, hiç dinlemedim. Ama çok iyi bir müzisyen olduğunu biliyorum. Nick Cave fanı olan arkadaşlarım var.

Son şarkıya geldik, “After The Ceasefire”a…

Frank McGuinness’in şarkısı. Frank’in ve Daniel Lanois’nın…

“Aşka ve şavaşa dair bir şarkı” olduğunu söylemişsiniz…

Evet, aşka ve şavaşa dair bir şarkı.

“Strange idea of living in the past” (Geçmişte yaşamak, garip bir duygu) diye bir dize var… “İrlanda sorunu”na bakışınızın ifadesi olarak düşünülebilir mi bu? Ya da şarkının tamamı…

Frank McGuinness, İrlandalı, dolayısıyla İrlanda sorununu ve IRA meselesini yakından izliyor, üzerinde düşünüyor, tartışıyor. Ama şarkı yalnızca İrlanda’daki iç savaşa dair değil. Aynı zamanda bir ilişkiye dair, bir kadınla bir erkek arasındaki gönül ilişkisine… “Savaş”, o ilişkiye ilişkin bir mecaz. “Ateşkes” de… O şarkıyı iki düzeyde dinleyebilirsiniz. İki ulus, iki halk veya iki toplum arasındaki ilişki olarak da, iki insan arasındaki ilişki olarak da.

Sizin “İrlanda sorunu”na, oradaki “ateşkes”e ve barış görüşmelerine bakışınız nasıl?

Umarım barış gerçekleşir. Çok karmaşık bir mesele. Ben aslında bu konularda fikir beyan etmiyorum. İrlandalı değilim, İngilizim. Politik bir insan değilim. Kendime göre fikirlerim var elbette, ama bunları kendime saklamayı uygun buluyorum. Ama, İrlanda’daki bütün sıradan insanlar, barış istiyoruz.

Birinci çoğul şahıs kullandınız…

Ben İrlanda’da yaşıyorum.

IRA hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bir sempati duyuyorum tabii. Ama, bakın, benim “İrlanda sorunu” hakkındaki şahsi duygularımı dile getirmem pek akıllıca bir şey olmaz. Dediğim gibi, İrlanda’da yaşıyorum. (gülüyor) Ben terörizm aleyhtarıyım. Bunun lamı cimi yok. Öte yandan, IRA, silahlı mücadele veren bir örgüt. Bunun da lamı cimi yok. Fakat onların bakış açısını da anlayabiliyorum. Bu da böyle.

Kurt Weill’ın müziğinin, 1920’lerin, 30’ların haleti ruhiyesinin sizi büyülediğini söylemiştiniz…

İki albüm yaptım, Kurt WeiIl’in müziğiyle.

Ve Brecht’in sözleriyle… Brecht’i nasıl buluyorsunuz?

WeiIl’ın müziğine girince, Brecht’i ıskalamak imkânsız. Brecht’ten en az Kurt Weill’dan etkilendiğim kadar etkilendim. Etkilenmemek mümkün değil zaten.

“Politik bir insan değilim” demiştiniz, ama Brecht’ten etkilenen, Lennon’ın “Working Class Hero”sunu (İşçi Sınıfı Kahramanı) söyleyen bir sanatçısınız…

Politik bir insan değilim derken, politika üzerine konuşmak için gereken donanıma sahip değilim demek istiyorum. Politik görüşüm yok demiyorum. Herkes benim nerede durduğumu biliyor zaten.

Nerede duruyorsunuz?

Ben sosyalistim. Daha doğrusu anarşistim. (gülüyor) Ama bunu bas bas bağırmak bana doğru gelmiyor.

İngiliz İşçi Partisi’nin öncülüğünü yaptığı “yeni sol”u nasıl değerlendiriyorsunuz?

Politika benim uzmanlık alanım değil. Bu konuda yorum yapacak donanımda olmadığımı düşünüyorum. Bir fikrim var tabii ki, ama bunu kendime saklamayı daha uygun buluyorum.

Seçimlerde “yeni sol”a oy verdiniz mi?

Ben hayatımda hiç oy kullanmadım.

Thatcher’a karşı da mı kullanmadınız? “Yeni Sağ”a tepki duymadınız mı?

Çok güçlü bir tepki duydum. Ve yapmam gerekeni yaptım.

Ne yaptınız?

Ülkeyi terkettim. Artık Britanya’da yaşamıyorum. (gülüyor) İrlanda’da yaşıyorum. Yapmam gerekeni yaptım. Kendi tarzımca. (gülüyor)

Maalesef vaktimiz doldu galiba…

Evet, hemen her şeyi konuştuk herhalde…

Roll, sayı 33, Temmuz 1999

.

2002: KISSIN’ TIME VE İSTANBUL KONSERİ

Femme fatale Dylan

Sene 2002: Marianne Faithfull “Kissin’ Time” albümünü yeni yayınlamış, 15 Temmuz akşamı İstanbul Caz Festivali kapsamında Açıkhava’yı ziyaret edecek. Kendisini Paris’te yakalayıp “alo” diyoruz, yeni albümden giriyoruz, “femme fatale” hikayesinden çıkıyoruz; bavulunda hangi şarkılar olduğunu kurcalıyoruz ve dört dörtlük bir konserin sözünü alıyoruz…

Birkaç yıl önceki söyleşimizde, günün birinde Türkiye’de konser vermek istediğinizi söylemiştiniz. O gün geldi sayılır, neler hissediyorsunuz?

Marianne Faithfull: Çok heyecanlıyım, memnunum, meraktayım. İple çekiyorum. Bu konserin gerçekleşeceğine hiç ihtimal vermiyordum aslına bakarsanız.

İstanbul denince aklınıza ne geliyor, nasıl bir resim, ne tür imgeler, çağrışımlar doğuyor?

İskenderiye geliyor… Eski, antik dünya. Haçlı seferleri, Roma, Bizans, Türkler… Ve şimdi Türkiye… Hep gelmek istemiştim, ama bir türlü fırsat bulamadım.

“Strangers In The Night” çok romantik bir şarkı. Gerçi “Sex With Strangers” da romantik, ama farklı bir biçimde. Biri 1950’lerin haleti ruhiyesi, diğeriyse tam bugünün hissiyatı.

Pulp buradaydı…

Öyle mi!.. Nasıldı konserleri?

Çok iyiydi… Yeni albümünüzde de parmak izleri var…

Onlar hakkında sadece iyi şeyler söyleyebilirim. Harikaydılar; bu albüme katılmalarından büyük memnuniyet duydum, sanırım onların da hoşuna gitti.

Birçoklarına göre albümün hit şarkısı, Jarvis Cocker’ın elinen çıkan “Sliding Through Life On Charm”…

İnanır mısınız, yirmi yıldır vardı o şarkı aklımda, fakat adından öteye gidemiyordum; bir türlü sözleri bir araya getiremiyordum. En sonunda bu şarkıyı kim yazabilir diye düşünmeye başladım, Jarvis geldi aklıma, gönlüme göre ancak o yazabilir diye düşündüm. Çok yetenekli bir söz yazarı, “Sliding Through Life On Charm” bence de albümün en güzel şarkılardan biri…

Sizin gözdeniz hangisi?

Bütünü çok seviyorum. “Sliding Through Life On Charm”ın niye çok beğenildiğini tahmin edebiliyorum. Öncelikle, yazan ben olmadığım için. (gülüyor) İkincisi, gerçekten olağanüstü bir söz yazarı olan Jarvis’in benim hakkımda bir şarkı yazmış olması. Bu tuhaf bir durum. Nasıl becerdiğini aklım almıyor, sanki ben yazmışım gibi: O kadar içerden, o kadar yakından… Sözleri gördüğümde şaştım kaldım. Zihnimi okumuş gibiydi. Böyle bir şeyi ancak onun gibi biri yapabilirdi.

O şarkıdaki “Marianne eğer erkek olsaydı, insanın hayatını duvara nasıl işediğini gösterirdi hepinize” dizesi ıskalanır gibi değil…

Nefis, değil mi? O şarkıda bayıldığım üç dizeden biri o. Öteki ikisi “Ne fahişeyim ne metres, ben esin perisiyim” ve “ifrada kaçmanın ne olduğunu görmem lâzımdı”. Şarkının finalini de çok seviyorum: “Zaten üstünde olmak istemediğim heykelden zarafetle aşağı kaymak”... Her şeyi anlatıyor. Son derece dürüstçe vemeydan okurcasına. Tam hissettiğim gibi…

Kissin’ Time’ın en çarpıcı şarkılarından biri de Beck’le birlikte yaptığınız “Sex With Stangers”.

(gülüyor) O şarkıyla epey oynaştık. (gülüyor) Elbette, kelimesi kelimesine yorumlamamak gerekir, bunu söylememe bile gerek yok herhalde. Bugünün dinleyicileri geçmiştekinden çok daha rafine. (gülüyor)

“Sex With Strangers”ı dinlerken ister istemez “Strangers In The Night” da insanın dilinin ucuna geliyor…

Ya, gördünüz mü! (gülüyor) Öyle bir öge de var tabii ki. Ne tuhaf, bir dakika, kafamı toparlayayım. Çok güzel bir analoji bu. “Strangers In The Night”ı çok severim. Bu albümün seksi olmasını istiyordum, gerçekten çok istiyordum. Beck sözlere bayıldı. Ne yapması gerektiğini derhal kavradı.

“Strangers In The Night”la “Sex With Strangers” arasında nasıl bir haleti ruhiye farkı var sizce?

“Sex With Strangers” çok daha karanlık bir şarkı. “Strangers In The Night” çok romantik bir şarkı. Gerçi “Sex With Strangers” da romantik, ama farklı bir biçimde.

O fark, saat farkı mı?

Elbette. (gülüyor) “Strangers In The Night” 1950’lerin halet-i ruhiyesi değil mi? Ya da belki de erken 60’lar… “Sex With Strangers”sa tam bugünün hissiyatı.

“Kissin’ Time” da öyle mi?

“Kissin’ Time’’a bayılıyorum. Benim bir numaralı gözdem o. Gerçek zamanda, gerçek müzikle ve gerçek müzisyenlerle yapılmış bir şarkı.

“Düşünen adamın femme fatale’ıymış! Kıçımın kenarı! Peki “düşünen femme fatale”a ne dersiniz? Niye öyle denmiyor? Bir iltifatmış gibi, ama aslında hakaret.

“Kissin’ Time”ın yaratıcılarından Alex James (Blur), sizin sesinizi “blues’un ta kendisi” diye tarif ediyor…

Harika iltifat!.. “Kissin’ Time” yazdığımız ilk şarkıydı. İki yıl oldu ama, asırlar öncesiymiş gibi geliyor bana. Alex ve Damon (Albarn) gerçekten yürek dağlayan bir şarkı yapmak istemişlerdi.

Dr. John’dan esintiler var gibi…

Daha fazlası. Dr. John müthiş bir ruh. Çok da iyi dostumdur ayrıca. Strange Weather’da çalmıştı… Fakat yanlış anlamayın, “Kissin’ Time”ın Dr. John şarkılarının kalibresinde olduğunu iddia etmiyorum. Öyle olmadığını biliyorum. Dr. John, Dr. John’dur. (gülüyor) Bizim ulaşmak istediğimiz nokta oydu.

O şarkıda “kendimi sınıyorum” diye bir dize var. Bu, albümün tamamı için geçerli olabilir mi?

Şu andaki hayatıma dair bir sınama olduğuna kuşku yok. Bu tür şeyler, biliyorsunuz, insanın ağzından kaçar… En azından benim için böyle. Ancak yaşadığım şeyleri yazabiliyorum. “Kissin’ Time” birçok bakımdan bir tefekkür şarkısı. Birebir bana dair değil illâ, “Sliding Life On Charm” ise tamamen bana dair.

“Like Being Born” da öyle değil mi?

O bir aşk şarkısı. Yazdığım ilk aşk şarkısı.

Babanızı ve annenizi anlattığınız bölümler, Oscar Wilde’ın güzel bir sözünü hatırlatıyor: “Bütün kadınlar eninde sonunda annelerine benzer; bu onların trajedisidir. Hiçbir erkek annesine benzeyemez; bu da onların trajedisidir…”

A, evet, bunu hatırlıyorum. Harika bir epigram. Ama bütünüyle katıldığımı söyleyemem. Kısmen annemiz, kısmen de babamız gibiyiz. Bu da zaten şarkıya yansıyor. Ama “Like Being Born” sadece annemi, babamı anlattığım bir şarkı değil.

Giderek annenize benzediğinizi düşündüğünüz oluyor mu hiç?

Anneme hep çok benzemişimdir; annem gibi yetiştirildim, fiziksel olarak da annemi andırırım. Ama zaman geçtikçe babama benzemeye başladım gibi geliyor bana.

“Bu da sizin trajediniz” denebilir mi?

Babam müthiş bir adamdır. Annem de harikadır, ama iflah olmaz bir alkoliktir. Dolayısıyla, ikisi arasında bir tercih yapmak durumunda olduğumda, babamdan başka bir seçeneğim yoktu.

Demin “yazdığım ilk aşk şarkısı” dediniz. Gerçekten öyle mi?

Aynen öyle. Ve bundan büyük gurur duyuyorum.

Bu çok şaşırtıcı; bunca yıl ve ilk aşk şarkısı…

Evet öyle. (gülüyor) Çok zaman aldı, ama sonunda yazdım işte. Demek 25 yıl beklemem gerekiyormuş.

Gerçek bir insana hitaben mi yazdınız?

Evet. Bu kadar uzun zaman sonra bulduğum aşka…

Kim bu şanslı adam, ismini söylemenizde mahzur var mı?

O bende kalsın. Özel hayatımı kendime saklı tutmak tutmak istiyorum.

“Song For Nico”ya geçelim isterseniz. O şarkı nasıl doğdu?

Nico’nun çok hüzünlü bir hayatı oldu. Ama bunun haricinde, çok güzel şeyler yaptı. Ne zamandır ona ithafen bir şarkı yazmak istiyordum. Çünkü şarkıları, şarkıcılığı hak ettiği takdiri görmüyor. Ayrıca, tahmin edebileceğiniz gibi, yıllarca benim için “ne trajik bir hayat” dendi durdu. “Marianne Faithfull trajedisi.” Bundan çok usandım, madem öyle dedim, buyrun size gerçek bir trajik hayat. Evet, benim hayatım epey inişli çıkışlı oldu. İnişleri hiçbir zaman reddetmedim, ama bütününe baktığımda harika bir hayatım oldu. Harika bir annem ve harika bir babam oldu. Çok şanslıydım. Üst orta sınıftan, hali vakti yerinde bir ailenin kızıydım. Başıma açtığım belalar oldu, sonra bunlardan sıyrıldım. İşte buradayım, şimdi sizinle konuşuyorum, İstanbul’a gitmeye hazırlanıyorum.

“Broken English”ten birkaç şarkı allahın emri. “Rich Kid Blues”dan da bir şarkı olacak. İstanbul’a çok güzel şarkılar getiriyorum, hiç merak etmeyin.

The Guardian’da yeni albümle ilgili yapılan bir değerlendirmede, “Song For Nico”ya ilişkin şöyle deniyor: “Bu şarkı, kahramanının masum olduğunu ısrarla tekrarlıyor…”

Tabii, ben ona inanıyorum. İnsanlar her zaman davranışlarının bilincinde olmuyor. Otomatik olarak davranıyorlar. Benim şarkım Nico’nun hayat öyküsünü anlatıyor. Babası İkinci Dünya Savaşı’nda askerdi, Rusya cephesinde hayatını kaybetti. Nico gayrimeşru bir çocuk olarak dünyaya geldi, o günün Almanya’sında bu cidden çok kötü bir durumdu. Annesi ona bakacak durumda değildi, feci bir yoksulluk içindeydiler. Nico çok güzel bir kızdı, o şartlardan kurtulma fırsatını bulduğunda kurtuldu ve Nico oldu. Onun niye bu kadar kötü biri olarak telakki edildiğini hiçbir zaman kavrayamadım. Yanlışı neydi? Kendisinden başka kimseye bir zararı dokunmadı. Ama, etrafındaki insanların ona bir sürü kötülüğü oldu.

Yazının devamı şöyle: “Masumiyet herkes için zorlu bir kavram…”

Ben şahsen hayatımda sadece tek bir tane tamamen kötü olan insan tanıdım. Ondan bile pek emin değilim, insanlar mutsuz, gergin, doyumsuz, ama kötü değil. Nico’nun berbat bir talihi vardı. İnsanların evrilmesi, bilinçlenmesi zaman alıyor. Bunu kendi hayatımdan biliyorum. (gülüyor)

Söz konusu yazıda bir de şöyle bir yorum var: “Şarkı, Faithfull’un hiçbir zaman prim vermediği türden, ikna edici olmayan bir duygusallık taşıyor.”

Bilmiyorum, belki de öyledir. Kendimi öyle görmüyorum… Belki de melodi o duyguyu veriyor. Gerçekten sentimental bir melodi. Dave Stewart yazdı müziğini. Sözleri ona gösterdiğimde yüzü allak bullak oldu. Çok sevdiğim bir insandır, ama ataerkil bir tarafı var. Onu bertaraf etmek için duygusallığa yüklendi belki de.

Peki, “masumiyetin zorlu bir kavram” oluşuna ne diyorsunuz?

Benim kullandığım masumiyet kavramı Blake’in masumiyet anlayışı. Hepimiz masumuz, masum olarak doğuyoruz. Sonrası malûm. (gülüyor)

“Song For Nico” bir başka zorlu kavramı da akla getiriyor: “Femme fatale.” Romancı Will Self, sizin “düşünen adamın femme fatale’ı” olduğunuzu söylüyor. Siz bu kavramı ve bu yakıştırmayı nasıl yorumluyorsunuz?

Bu femme fatale fikri bence ahmakça bir şey. Erkeklerin kendilerini denetleyemediğini, kendilerine hükmedemediğini, iradelerini kontrol edemediklerini ima ediyor. Buna inanmıyorum. Üstelik bir iltifat olarak söyleniyor, ben de femme fatale muamelesi görüyorum. Öyle olduğumu sanmıyorum. Femme fatale aynı zamanda metres’vari bir varoluşu, hatta bir tür lüks fahişeliği ima ediyor. Kesinlikle öyle olmadığımı biliyorum. “Düşünen adamın femme fatale”ıymış! Kıçımın kenarı! Peki “düşünen femme fatale”a ne dersiniz? Niye öyle denmiyor da, “düşünen adamın femme fatale’ı” deniyor? Bir iltifatmış gibi, ama aslında hakaret.

O şarkıda Alain Delon’dan da bahis var…

Evet, “orospu çocuğu” diyorum. Çünkü aynen öyle düşünüyorum.

Onunla Motosikletli Kız’da oynamıştınız…

Evet, ama o herife tahammül edemiyorum. Nico’ya yaptıklarını öğrenince iyice sıdkım sıyrıldı. O film bir boka benzemiyordu. Ondan önce Hamlet’te oynamıştım, çok iyi bir filmdi, onunla gurur duyuyorum.

Motosikletli Kız ilk gösterildiğinde neredeyse bütün eleştirmenlerden kırık not almıştı. Ama zaman içinde bir kült film haline geldi. Sebebi ne sizce?

Popüler kültür esrarengiz bir şey. Ama kült film olması Motosikletli Kız’ın boktan bir film olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Yine de yönetmeni Jack Cardiff adına sevindim. Zaten o filmde bir cevher varsa, bunda en az pay sahibi olan Alain Delon’dur.

En son lntimacy’de oynadınız, o nasıl geldi?

Patrice Chereau’nun filminde oynamış olmaktan gurur duyuyorum. Çok iyi bir işti o film.

Filme konu olan hikâyelerin yazarını, Hanif Kureishi’yi nasıl buluyorsunuz?

Çok yaratıcı bir kafa. Romanlarını çok beğeniyorum. Onun yazdığı şeyler insanları şoke ediyor, ama bana sorarsanız, olağanüstü bir yazar. Birçokları gibi ben de onu Benim Güzel Çamaşırhanem’le tanıdım. Harikulâde bir filmdi.

“Song For Nico”da Brian Jones’u da anıyorsunuz…

Nico onu çok severdi. Keşke birlikte mutlu olabilselerdi. Brian çok hüzünlü bir hikâye, ona girmeyelim şimdi.

Courtney Love, Rolling Stones’un ideal dizilişinin şöyle olduğunu söylüyor: Mick Jagger, Marianne Faithfull, Keith Richards, Anita Pallenberg.

(gülüyor) Kim siker Courtney Love’ı!

Nasihat almak için sizi aradığı doğru mu?

Yok canım, ne nasihati? Benimle tanışmak istedi. Onunla benzeştiğimizi düşünüyor her nedense. Tanıştığımızda çok farklı olduğumuzu anladı. Çok, ama çok mutsuzdu. Dürüstçe söylüyorum, ona çok şefkat duydum. Ve çok basit şeyler söyledim, nasihat sayılamayacak şeyler. İçkiyi bırak, smack’i bırak, kendine çekidüzen ver, falan filan.

Courtney Love ve Marianne Faithfull, 2021

Ona da femme fatale muamelesi yapılıyor…

Hiç alâkası yok. Cobain’in intiharına sebep Courtney değildi. Sebep, o çocuğu ölümüne çalıştırmalarıydı. Cobain şöhretten hoşlanmıyordu, ama o kadar üzerine gittiler ki… Altın yumurtlayan tavuktu çünkü. Cobain ona sunulan şeyleri istemiyordu. Müzik yapmasının sebebi şan, para ve star hayatı değildi. Karısı ve çocuğuyla sakin bir hayat yaşamak istiyordu. Courtney femme fatale filan değildi. O gün de değildi, bugün de değil.

Yoko Ono için de hep aynı şey söylenegeldi…

Yoko, son derece zeki, entelektüel bir kadın. John onunla olmak için deli oluyordu. Bu tür yorumlara hiç kulak asmıyorum. Kurşunun üzerinde adın yazıyorsa, yapacak bir şey yok. Bunu bir kadına mâletmek gerzeklik. Ataerkil bir zihniyet bu. Her şey bir yana, ben Yoko’yu çok severim.

Madem söz eskilerden açıldı, öyle devam edelim. Dylan’ın İrlanda konserine gittiğinizi okuduk… Nasıldı?

Hah işte: Femme fatale olan Dylan! Bana göre öyle.

Yeni albümünü dinlediniz mi?

Dinlemez olur muyum? Her yaptığını takip ediyorum. Yine olağanüstü bir iş çıkarmış ortaya.

En çok hangi şarkıyı sevdiniz?

Son şarkıyı. “Sugar Baby”yi. Benim için yazılmış olanı.

Geçen seferki söyleşimizde, en çok sevdiğiniz Hendrix şarkısının “And The Wind Cries Mary” olduğunu söylemiştiniz. İstanbul konserinde onu söylemeyi düşünür müsünüz?

Hayır, hayır. Onu hiçbir zaman söyleyemem. Bana yazılmış bir şarkıyı söylemek istemem.

“Sliding Through Life On Charm”ı söylüyorsunuz…

Evet, ama “And The Wind Cries Mary” Jimi’nin şarkısı. “Sliding Through Life On Charm” benim için yazıldı, ama o sonuçta Jarvis’le birlikte yaptığımız bir şarkı. Benim hakkımda yazılmış bir şarkıyı söylemem istemem, eğer ben yazmamışsam. Aslına bakarsanız, kendim hakkında da pek yazmam. Sadece kendi hakkımda şarkılar yapsaydım, sıkıntıdan patlardım. Bazen yazıyorum tabii, ama kendiliğinden çıkarsa. O da çok seyrek oluyor zaten.

İstanbul konserinizde hangi şarkılar olacak? Londra’da Rick Kid Blues’dan Kissin’ Time’a, Faithfull tarihinde gezinmişsiniz. İstanbul’da da öyle mi olacak?

Yeni albümdeki şarkılar olacak tabii. Ama eskileri de ihmal etmeyeceğiz. Broken English’ten birkaç şarkı allahın emri. Rich Kid Blues’dan bugüne kadar hiç söylemediğim bir şarkı olacak. İstanbul’a çok güzel şarkılar getiriyorum, hiç merak etmeyin.

Roll, sayı 66, Temmuz 2002

.

2008: EASY COME, EASY GO VE SİNEMA

Doğum günü pazar günü

2008’de bu sefer yüz yüze görüşüyoruz Marianne Faithfull’la, o hengame içinde ayaküstü de olsa. Mart başında üç gece üst üste Babylon’da çıkmış, sonra kendini İstanbul sokaklarına vurmuş…

Basın toplantısında PJ Harvey’i andınız. Yeni albümünü, White Chalk’u nasıl buldunuz?

Çok beğendim, yine güzel şarkılar yazmış, performansı da çok güzel.

En çok hangi şarkıyı sevdiniz?

Birkaç tane favorim var. “The Devil”ı ve “Grow Grow Grow”u çok sevdim.

Sizin de yeni albümünüzün eli kulağında, öyle değil mi?

Evet. Stranger Weather’dan (1987) beri Hal’le (Willner, prodüktör) yaptığımız ilk albüm bu. Ama, Stranger Weather gibi değil, çok farklı. Benim için harikulâde bir tecrübe oldu. New York’ta canlı kayıt yaptık, çok tempoluydu, grup dört dörtlüktü. Sekiz günde 18 şarkı kaydettik.

Pazar günü doğan çocuk adil, bilge, iyi kalpli ve neşeli olurmuş. Ben de pazar günü çocuğu olmanın hakkını vermek için elimden geleni yapıyorum.

Double albüm mü olacak?

Galiba. Önümüzdeki eylül ayında çıkacak.

İsmi kesinleşti mi?

Evet, Easy Come, Easy Go (Haydan gelen huya gider) olacak.

Ne düşünerek öyle koydunuz?

Albümdeki şarkılardan birinin adı. Ayrıca, bir albüm için de güzel bir isim.

Gözdeleriniz hangi şarkılar?

Bir çırpıda söylemek zor, hepsi çok taze. İlk aklıma gelenler “Many Changes”, “Black Coffee”, “Children of Stone”, “The Crane Wife”… Folk şarkıları var, klasikler var, örneğin “Solitude”… Tahmin edebileceğiniz gibi, şu an bir sürü şarkı dolanıyor zihnimde.

Songs of Innocence and Experience (Masumiyet ve Tecrübe Şarkıları) turnesi nasıl gidiyor?

Çok iyi gidiyor, bir buçuk yıldır devam ediyor. Zorlu bir iş, ama ne yapalım, bu hayat böyle. (gülüyor)

“Rock and Roll Circus”ı bir defa çok zevkle izledim, o da Yeni Delhi’de. Çok makaslanmıştı, Hintçe altyazılıydı. O bağlamda her şey başka türlü görünüyordu.

Turnenin adını William Blake’in şiirine borçluyuz, değil mi?

Evet, “Songs of Innocence” ve “Songs of Experience”dan geliyor. Bu tür kararları tek başıma almıyorum, ama turnenin isminin kimliğime uyduğunu düşünüyorum.

Blake şiirleri içinde bir gözdeniz var mı?

“The Little Black Boy”u (Küçük Siyah Oğlan) çok severim.

“Holy Thursday”?

O da şaheser. Aslında hepsi öyle.

David Bowie’nin Hours albümünde “Thursday’s Child” (Perşembe Çocuğu) diye bir şarkısı var.

David perşembe günü doğmuş herhalde.

Çarşamba günü doğmuş, ama kendini perşembe çocuğu addediyor. Siz Pazar günü çocuğusunuz. O ünlü kadim tekerlemeye göre, en talihli çocuk pazar çocuğu. Pazartesi çocuğu nur yüzlüdür, salı çocuğu…

Tepeden tırnağa zarafettir.

Çarşamba çocuğu kederlidir. Perşembe çocuğunun…

Yolu uzundur.

Cuma çocuğu sevecen ve müşfiktir. Cumartesi çocuğu…

Geçimini sağlamak için didinir.

Pazar günü doğan çocuk ise adil ve bilge…

Ve…

İyi kalpli ve neşelidir.

Ne hoş! Ben de pazar günü çocuğu olmanın hakkını vermek için elimden geleni yapıyorum. (gülüyor)

David Bowie’yi sever misiniz?

Elbette! Harikadır David. Ama, hiç görüşemiyoruz. Onu çok takdir ederim, hakiki ustalardandır. Lou Reed’i de çok severim. Iggy’yi de tabii…

Berlin sahneleniyor bugünlerde.

Evet, seyrettim. Harika. Hal’in (Willner) de parmağı var o işte.

Turneye dönersek, Harry Nilsson’ın ünlü şarkısını da söylüyorsunuz, “Don’t Forget Me”yi…

Evet, onu ilk defa An Evening in the Weimar Republic’de söylemiştim. Ağırlıklı olarak Brecht ve Weill şarkılarından oluşan bir kabareydi. Çağdaş şarkıyazarlarından, benim çağdaşım anlamında çağdaş, bir tek Harry Nilsson’ın şarkısı vardı, “Don’t Forget Me”. Bu turneye çıkarken onu da yanıma almak istedim, öyle güzel bir şarkı ki…

Bir dizesi “When we are old”… (Yaşlandığımızda…)

“And full of cancer” (Ve kanserle sarıldığımızda)… Çok sevdiğim bir dize. Öte yandan, gördüğünüz gibi, karşınızdayım. (gülüyor)

Korkutmuştunuz bizi.

Şimdi çok iyiyim. Çok talihliydim, teşhis erken kondu.

The Rock and Roll Circus’ta söylediğiniz “Something Better”ı da turnenin programına dahil etmişsiniz. Bu akşam onu da söyleyecek misiniz?

Söyleyeceğim tabii. Eskisinden daha iyi söylüyorum. Sesim çok daha güçlü çünkü. Ayrıca, Rock and Roll Circus’ın çekimlerinde kafam dumanlıydı, hepimizin kafası dumanlıydı. (gülüyor) “Something Better” çok güzel bir şarkıdır.

“It’s absurd to live in a cage” (Bir kafeste yaşamak saçma)…

“There’s got to be something better” (Daha iyi bir şey vardır mutlaka)…

Bu yıl filmin kırkıncı yılı.

O kadar olmadı.

Çekimleri 1968’de yapıldı.

Ben o zaman hiç beğenmemiştim.

Ama şimdi kült oldu.

Tabii. Michael Lindsay-Hogg çok iyi bir yönetmen; Rock and Roll Circus’ın yıllar içinde kült haline gelmesi onun sayesinde. Bir sürü ilginç buluşu vardı. O filmi bir defa çok zevkle izledim, o da Yeni Delhi’de. Çok makaslanmıştı, Hintçe altyazılıydı. O bağlamda her şey başka türlü görünüyordu. (gülüyor)

2001’de yaptığınız bir söyleşide, “Şimdiye kadar oynadığım filmler ıvır zıvır şeylerdi. Hamlet (1969) haricinde” diyorsunuz.

Hamlet hakikaten güzeldi.

Sonra da Motosikletli Kız’ı (1968) ekliyorsunuz, “onu da zaman içinde sever oldum” diyorsunuz.

Eh, evet. Sanırım insanlara zevk veren bir filmdi. Ben de zevk veren bir haldeydim. Ama ahım şahım bir film değildi doğrusu. Bana yeniden sinema oyunculuğu yapma aşkını geri veren film, Patrice Chéreau’nun çektiği Intimacy’ydi. (Hanif Kureishi’nin aynı adlı romanından uyarlanan “Mahremiyet”, 2001) O filmden hakikaten büyük zevk aldım. Intimacy’den sonra oyunculuğa daha çok ağırlık verdim.

Tesadüf eseri, dün gece Irina Palm’ı seyrettik. Performansınız harikaydı. Avrupa Film Akademisi’nin sizi “En İyi Oyuncu” ödülüne aday göstermesi boşuna değilmiş.

Onu kazanamadım ama, Norveç Film Festivali’nde Liv Ullmann ödülüne lâyık görüldüm. Bundan ziyadesiyle gururlandım, çünkü Liv Ullmann benim favori, favori, favori oyuncumdur. Irina Palm’a gelince, harika bir senaryoydu (Martin Herron – Philippe Blasband), çok iyi, çok ilginç bir fikri vardı. Fakat yanlış istikametlere gidebilirdi, öyle bir risk söz konusuydu. Ama kasting çok iyiydi. Sam Gabarski de çok iyi bir yönetmen.

Miki Manojlovic büyük alkış hak ediyor.

Yaa! Yaa! Acayip iyiydi! Ama herkes çok iyiydi. Benim oğlum rolündeki Kevin Bishop harikaydı. Ve o kötücül kadın rolündeki Jenny Agutter! O harikulâde bir oyuncu! Irina Palm’da çok şanslıydım. Müthiş yetenekli oyuncularla çalıştım.

Miki Manojlovic’i Emir Kusturica’nın oyuncusu olarak tanıyoruz…

Hep de Kusturica’nın oyuncusu olacak. Ama başka şeyler de yapıyor. Onu son gördüğümde Dostoyevski’nin Kumarbaz’ında oynamaya hazırlanıyordu. O oyunu görmeyi çok isterim doğrusu. Miki o rol için biçilmiş kaftan. Kastingi ben yapsaydım, o rolü ondan başkasına vermezdim.

Oyunculuğu dışında nasıl biri?

Futbol hastası. Mutlu bir evliliği var.

Sizin futbolla aranız nasıl?

Hiçbir alâkam yok, sıfır. (gülüyor) Miki gerçekten harika bir adam. Çok cömert. İşlerinde iyi olan insanlarda hep aynı özellik vardır: Pozcu, yapmacık, kibirli değillerdir. Miki de öyledir, cool’dur.

Miki, Mick Jagger’ı çağrıştırıyor. Daily Mail’in haberine göre, rahatsızlığınız sırasında sizi hastaneden aramış ve 35 yıl sonra ilk defa konuşmuşsunuz. Doğru mu bu?

Hayır, hiç olur mu öyle şey! Biz görüşüyoruz. Arada bir karşılaşıyoruz. Birbirimize düşman filan değiliz. Ameliyatımdan sonra arayıp halimi hatırımı sorması çok nazik bir davranıştı. Bana ulaşmak için epey uğraşmış.

İlk oynadığınız film Jean-Luc Godard’ın Made in USA’iydi, değil mi?

Evet. O çok hoşuma giden bir filmdi.

Jenerikte “Marianne Faithfull: Kendisi” yazıyor. 1966’da, Marianne Faithfull’un “kendisi” kimdi, nasıl biriydi?

Küçücük bir kızdı. Bir kafede oturmuş “As Tears Go By”ı söylüyordu. (gülüyor)

Godard’ın o film için sizi düşünmesine ne demeli?

Bende, benim bilmediğim bir şeyi görüyordu demek ki. Çok akıllı bir adamdır Godard. Made in USA de çok iyi bir filmdir.

Godard filmleri içinde en çok sevdikleriniz hangileri?

O kadar çok var ki. Ama, Pierre le Fou (Kaçık Pierre) bir başka…

Roll, sayı 128, Nisan 2008

.

Ayrıca bkz.
Marianne Faithfull’un adeta bir tarih resmigeçidi olan otobiyografisinden iki sayıya yayılan bir Roll derlemesi:
Kızkardeşim hayat: Roll, sayı 29, Mart 1999
Mühim olan o bir tutam hindistan cevizi: Roll, sayı 30, Nisan 1999

A Secret Life ve Brecht üzerine:
Roll, özel sayı 3, Mayıs 1998

Görkem Daşkan’ın Türkçesiyle şarkı sözleri:
Roll, sayı 52, Nisan 2001

İstanbul konseri öncesinde Kissin’ Time ve ötesi:
Roll, sayı 63, Nisan 2002

Irina Palm ve oyunculuk üzerine:
Roll, sayı 122, Eylül 2007

Easy Come, Easy Go üzerine:
Roll, sayı 136, Ocak 2009

^