VEFATININ BEŞİNCİ YILDÖNÜMÜNDE MUSTAFA OLPAK

Söyleşi: Kelly Brewer, Deniz Yükseker
3 Ekim 2021
Mustafa Olpak
SATIRBAŞLARI

Sizi Kenya-Girit- İstanbul –Köle Kıyısından İnsan Biyografileri’ni yazmaya iten neydi?

Mustafa Olpak: İlkokul yıllarında rengimizin farklı olması ilgimi çekmişti. Zaman zaman birinci kuşağa ve asıl Kenya’dan kaçırılmış olan dedem ve nineme sorular soruyordum. “Biz neden böyleyiz, kimiz, nereliyiz”… Şu anda, Türkiye’de yaşayan ailemde en büyük benim. İkinci kuşak olan annem ölmeden önce anlatmak ve söylemek istediklerini sadece ve sadece ailede bana söylediği, bana anlattığı için bu kitabı yazdım. Biliyorsunuz, Afrika kökenlilerde hesap kesimi genelde üçüncü kuşağa düşer. Çünkü birinci kuşak bütün olayları doğrudan yaşayan kuşaktır. İkinci kuşak cumhuriyetle birlikte nüfus cüzdanı sahibi oldu. Bu yüzde, ikinci kuşak minnettar kuşaktır ve birinci kuşağın, yani kendilerinin özgeçmişini unutmak ister. İnsan olarak kayda değer bir varlık olduklarını devlet onlara hatırlatınca, bu minnettarlığı kendi özgeçmişlerini unutarak ifade ettiler. Üçüncü kuşak ise birinci ve ikinci kuşaklardan çok farklı, kendi özgeçmişini araştırmaya çalışan bir kuşak. Ancak üçüncü kuşağın, birinci ve ikinci kuşaklar yaşarken bunları yazmasının imkânı yok. Mesela ben annemden bilirim, kendi geçmişini inkâr ederdi. Zenci olmadıklarını, “koyu Arap” olduklarını söylerdi. Bu kitabı yazabilmem için birinci ve ikinci kuşakların yok olmasını beklemekten başka çarem yoktu.

Üçüncü kuşağın, birinci ve ikinci kuşaklar yaşarken bunları yazmasının imkânı yok. Annemden bilirim, geçmişini inkâr ederdi. Zenci olmadıklarını, “koyu Arap” olduklarını söylerdi.

İkinci kuşağın bunu inkâr etmesinin, duydukla minnettarlığın nedenleri neydi?

Osmanlı İmparatorluğu’nda Afrikalı kölelerin bir hüviyeti bile yok. Onlara insan gözüyle bakılmıyor. Yani alınıp satılan bir mal… Zaten İslâm da kölelik kurumunu içeriyor. Ancak ikinci kuşaklar bir varlık olduklarını anladılar. Buna karşılık, cumhuriyete bir minnet borçları olduğunu düşündüler. Müslüman olduklarını, Türk olduklarını, kesinlikle zenci olmadıklarını, “koyu Arap” olduğunu söylüyorlardı. Elbette ki bunun içinde korku ön planda. Köleliğin kaldırılmasından sonra, özellikle cumhuriyetten sonra, örneğin haremdeki zenciler yalvarıp yakarmışlar, “bizi bırakmayın, biz nereye gideriz” diye. Çünkü renklerinden ötürü gidecekleri hiçbir yer yok. Bildikleri bir yer, başka bir yaşam yok. Bu tip bir korkunun çok büyük etkisi var.

Siyah olmaktan ötürü bir farklılık yaşadınız mı Türkiye’de?

Ne ikinci kuşak olan annemler, ne birinci kuşak olan dedemler ne de bizim kuşak, Amerika veya İngiltere’de yaşandığı şekilde bir ayrımcılıkla veya dışlanmayla karşılaştı. Bunun bence nedeni, İslâm’da köleye iyi davranılması, köleye iyi bakılması, kölenin belli koşullarda, yani sekiz-on yıl sonra azad edilmesi ilkelerinin yer alması. Ancak buna karşın, ben çocukken –alay konusu değil ama– bizlere, siyahlara takılan bir isim vardı: Arap. Örneğin benim buradaki ismim hâlâ Mermerci Arap Mustafa. Arap Mustafa demedikten sonra kimse beni tanımaz. Ama bu bir dışlama anlamında değildir.

Sevgi Olpak: Sadece merak var zencilere karşı. Mustafa’yla evlendiğim zaman ve büyük kızıma hamileyken çok büyük ilgi oldu. Ben Aksaraylıyım. İzmir’e gelene kadar hiç siyah insan görmemiştik. İzmir’e taşındığımızda bir gün annem zenci bir dilenci görmüş, gitmiş kadının yanına, “rengi çıkıyor mu diye elini sür­müş. O zamana kadar siyah bir insan hiç görmemiş, çok şaşırmış. Komşuya sormuş, “bu boyanmış mı?” diye. Okumuş yazmışlığı da yok, Afrika gibi bir yerden, siyah bir ırktan da haberi yok. Yıllar sonra, ben Mustafa’yla nişanlanınca “her­halde çok büyük konuştum, o kadını küçük mü gördüm ne oldum, bak benim damadım siyah oldu” demişti… Sonra zaman geçti, o kadar ilgi var ki, Mustafa ile evlendiğimde, herkes merak ediyor, görmek istiyor. Ona Arap diyorlar, siyah demiyorlar. Yeni yeni siyahları görmeye başlıyorlar televizyonlarda. Kızıma hamileyken insanlar soruyordu, “hiç korkmuyor musun bebeğinin kayınvalidene benzemesinden?” Korkulacak bir şey zannediyorlar. Çocuk doğduktan sonra eve hiç gelmeyen insanlar hediyeyle geldiler. Bebeği görmek istemelerinin nedeni merak. Sonra da o kadar beğenildi, benimsendi ki çocuk, el üstünde tutuldu. Bırakın renginden dolayı küçük görülmeyi, göklere çıkarıldı… Mustafalar dokuz kardeş, hepsi de beyazlarla evli. Sadece bir kuzeni “ben siyah istiyorum” diye ısrar etti. Ona da Torbalı’nın bir köyünden Sudanlı bir kız aldılar.

Orada siyah nüfus var?

Mustafa Olpak: İzmir’in Torbalı ilçesinde, Osmanlı’nın son döneminde kölelikten azad edilen zenciler için kurulmuş bir köy var. Orada hemen hemen herkes siyah. Bunun bir nedeni, imparatorluktaki en büyük köle pazarınlardan birinin İzmir olması –diğeri İstanbul. İzmir’deki siyah insanlar, beyaz insanlarla kendi geçmişlerini görüşmek istemiyor. Mesela TRT’den gelmişlerdi Ayvalık’a, siyahlarla ilgili bir program yapmak için. “Afrikalılık diye bir şey yok. Nereden çıkardınız” demişler. Sonra ben gidince yanlarına konuşmaya başladılar… Zenciler bir beyazla kendi geçmişini konuşmaz… Bir gelinimiz Sudanlı, siz gidin, bir şey anlatmaz, “siyahım, Arabım” der. Ben gideyim, anlattıkları on tane kitap eder.

Köle kadınlarının kurduğu bir örgüt var, Godya. 1930-35’lere kadar işlevini devam ettirmiş. Ana görevi, birbirlerinden habersiz olan insanların nerede olduğunu araştırıp bulmak.

Türkiye’de köle kadınlarının kurduğu bir örgüt var, Godya diye. 1930-35’lere kadar bu örgüt işlevini devam ettirmiş. İki temel görevi varmış. Biri, yaşlı, bakımsız, hasta olan köleleri biriktirdikleri parayla sahiplerinden satın alıp kendi localarında misafir etmeleri, bakmaları. İkincisi, hatta ana görevi, birbirlerinden habersiz olan insanların nerede olduğunu araştırıp bulmak. Yani kim nerededir, kim kimin kardeşidir, anasıdır, babasıdır, bunları bulmak. Birebir şahit de oldum. Çocukken annemle İzmir’in değişik semtlerine giderdik, annem hangi semtte hangi siyahın olduğunu bildiği için onları ziyaret ederdik… Annem, “iyi misiniz, bir ihtiyacınız var mı” diye sorardı. Bu gelenek var Türkiye’deki zenci kuşaklar arasında.

Türkiye’de ayrımcılığa maruz kalmadığınızı söylediniz. Peki neden bu kadar korunaklı siyah cemaati?

1920’lerden sonra bile yoksul siyah insan beyazlara satılmış. Cumhuriyetten sonra bile… Satılma-alınma hep var. 1930-40’lara kadar İç Anadolu’nun birçok yöresinde çocuklar, besleme adı altında zengin ailelerin yanına verilirmiş. Bu bir gelenek hemen hemen.

Mustafa Olpak Ayvalık’taki mermer atölyesinde. (Fotoğraf: Saner Şen)

Eşiniz, bir kuzeniniz dışında ailede herkesin beyazlarla evlendiğini söyledi. Bu durum diğer siyahlar için de geçerli midir?

Kendi içlerinde evlenirler genellikle, ikinci kuşak olan annemler de öyle. Ben ve eşim annemden habersiz evlendik. Bazı şeyleri aştığı için, rengi sorun etmediği için, ancak üçüncü kuşakta görebilirsiniz siyah-beyaz evliliğini.

Ama kitapta annenizin beyaz bir erkeğe kaçtığını yazıyorsunuz…

Anneminki milyonda bir denilebilecek bir olay. Onun anlatmaya çok utandığı bir konuydu, biz de başkasından dinledik. Annem Ayvalık’ta büyümüş, çok yoksulluk çekmiş. Besleme olarak terzilik yapan bir beyaz ailenin yanına yatılı olarak verilmiş. Annemin annesi ise Ayvalık’ta sütannelik yaparak kendine bakabiliyordu. Dedem de bir türlü alışamadığı için denizlere açılıyordu. Gittiği zaman üç-beş yıl gelmediği oluyordu. Annem o koşullarda büyüdüğü için kendisini koruma altına alabilecek birini istemiş. Ve ilk gördüğü kişi olan babama zorla kaçmış. Bir evin balkonundan diğerinin balkonuna ip gererek babamın odasına girmiş. Babam yapacak hiçbir şeyi olmadığı için annemi almış.

Dedem ve küçük teyzemi, odada yalnız kaldıkları zaman Afrika dansı yaparken gördüm. İnatla kendi içlerinde geleneklerini sürdürmeye çalıştılar.

Ev işinde çalışan kölelerle tarla işinde çalışan köleler arasında bir ayrım var mıydı?

İslâm’da, ev hizmetçiliği olsun, tarla işçiliği olsun, nihayetinde köle. Hangisi olursa olsun, kimliği yok, söz hakkı yok, sahipli bir köle… Yani o hiçbir şey değiştirmiyor. Ev köleleri genellikle kadınlar. Zaten Godya örgütünü kuranlar kadınlar. Çünkü onların genellikle yerleri belli oluyor, ev hizmetçiliği yaptıkları için. Onların gözlemleri, gelen gidenlerden aldıkları haberler daha farklı oluyor. Ama statü olarak kesinlikle bir farkları yok. Ninem kırk yıl padişahın sarayının içinde olmasına rağmen İngilizce, Fransızca, Rumcayı çok iyi konuşup yazabilen biriydi. Türkçeyi ise hiç konuşamazdı.

Siz ninenizle hangi dilde anlaşıyordunuz?

Rumca çat pat… Biz aslında Giritçe biliriz. Giritçe ile Rumca hemen hemen aynıdır, şive farklılığı vardır. Nine ve dedemizle büyüdüğümüz için hareketlerle, mimiklerle ne istediklerini bilebiliyorduk.

Müslüman ailelere satıldıkla için mi müslüman olmuşlar, aslında farklı dinleri mi vardı?

Bence kesinlikle öyle. İsimleri de farklıymış. Yani, Nuriye ve Ahmet değil.

Siz biliyor musunuz isimlerini?

Hayır. Ancak dedem ve küçük teyzemi, odada yalnız kaldıkları zaman Afrika dansı yaparken gördüm. İnatla kendi içlerinde geleneklerini sürdürmeye çalıştılar.

Ama size bile göstermiyorlardı…

Evet, bir utanç… Bizlere alay konusu olmaması için, geçmişlerinden utanç duydukları için, ancak kendi geleneklerini de ısrarla sürdürmek istedikleri için…

Türkiye’de hâlâ bir siyah cemaati olduğunu söyleyebilir misiniz?

Çook. Türkiye’de siyahlar üç milyonun üzerinde.

1920’lerden sonra bile yoksul siyah insan beyazlara satılmış. Anadolu’da maddi varlığı biraz iyi olan binlerce ailenin yanında bir siyah vardı. Bir beyaz eşya, bir buzdolabı misali olması gereken bir şey.

Sahiden mi?

Evet.

Peki birbirlerinin farkındalar mı?

Evet. Şehirler arasında, örneğin İstanbul’dakiyle İzmir’deki arasında iletişimin varlığından söz edemem. Ama İzmir il sınırları içerisinde oturan hemen hemen her siyah birbiriyle iletişim içindedir.

Son dönemlerde Türkiye’ye göç eden Afrikalılarla sizin durumunuzda olanlara karşı bir yaklaşım, tavır farkı var mı?

Bu Afrikalı göçmenlerin tarihi çok yakın. Tabii şu anda bir şey diyemem onlar için, özellikle İstanbul’da yaşayan Türklerin onlara ne gözle baktık­ları konusunda… Kaçak yolla gelmiş olmaları yüzünden veya bir-iki suça da karıştıktan sonra, mümkündür insanların onlara farklı bakmaları. Ancak Torbalı, Dalaman civarındakiler böyle işlere bulaşmadıkları için bize bakış kesinlikle öyle değil.

Sevgi Olpak: “Dışarıdan geldi, bizim işimizi ekmeğimizi alacak” gibi bir yargı da var insanlar arasında. Bir de Afrika, AIDS’in, fakirliğin, uyuşturucunun olduğu yer olarak gösteriliyor. O insanlar hiçbir şey yapmasa da, potansiyel AIDS hastası, potansiyel suçlu, uyuşturucuya bulaşan, kaçak her işi yapan insanlar olarak görülüyor. Ama bu basın yüzünden öyle.

Anadolu insanının hikâyesi benim kitabım. Anadolu insanı yıllarca yanında çanta gibi taşıdığı insanın kim olduğunu düşünecek. Anadolu insanı yakın tarihinin bu yönüyle de yüzleşmek zorunda.

Sohbete başlamadan önce, kitabınıza gösterilen ilgiye şaşırdığınızı söylemiştiniz. “Anadolu insanı köleliği unutmuştu, ama şimdi yüzleşmesi gerekiyor” dediniz. Sizce bu olgu niye unutuldu ve niye şimdi bir ilgi var?

Mustafa Olpak: Osmanlı İmparatorluğu’nda belki yüzyıllardır süren köle ticareti İslâm’ın içinde olan bir kurumdu. Köleler imparatorlukta hiçbir zaman insan olarak görülmedi. Anadolu’da maddi varlığı biraz iyi olan binlerce ailenin yanında bir siyah vardı. Bir beyaz eşya, bir buzdolabı misali olması gereken bir şey… Örneğin, benim çocukluk dönemimde, birçok beyaz televizyon dizilerinde ilk kez siyah bacıları, siyah insanları gördü. Ve o dizilerde bile siyah bacının yapması gereken hizmet. Küçük beyin her dediğini yapmak zorunda. O gelenek filmlerde devam etmişti.

Cumhuriyet döneminde de bu suskunluk devam mı etti?

Evet, devam etti. Ve imparatorluktan günümüze, belki 300-400 yıldır, benim kitabım doğrudan köle torunu tarafından yazılan ilk kitap. İlk defa bir zenci “benim dedem köledir” diyor… Siyahlar bir yardımcı, bir hizmetçi, hep olması gereken biri. Ancak, cumhuriyetten sonra bizim de onlar gibi bir insan olduğumuzu, bizim de onların sahip olduğu haklara sahip olduğumuzu görüyorlar ve bence hâlâ içlerine sindiremiyorlar. Onun için Anadolu insanının hikâyesi aslında benim kitabım. Anadolu insanı bu kitapla, yıllarca yanında çanta gibi taşıdığı insanın kim olduğunu düşünecek. Anadolu insanı yakın tarihinin bu yönüyle de yüzleşmek zorunda.

Sevgi Olpak: Aslında bu kitabın başka bir nedeni daha var. Biz ailece çok zorluk çektik 12 Eylül döneminde. İkimiz de 1980’de Tariş direnişlerine katıldık. Ben Çiğli İplik’te 22 gün fabrikada kaldım direniş sırasında. Kızımız Özgür yeni doğmuşken, Mustafa 1980 ilkbaharında tutuklandı. İkimiz de İzmir’de iş bulamadık. 12 Eylül döneminde Mustafa’nın bir kardeşi tutuklandı ve dokuz yıl cezaevinde kaldı. Çıktığında beyin ameliyatı olması gerekti. Bütün aile ona destek olmaya çalıştık. Bizim 12 Eylül dönemindeki sıkıntıları ve acıları üzerimizden atmamız zaten 10-15 yılımızı aldı. Dolayısıyla, Mustafa kitabı o dönemde yazamazdı.

Tariş’teki faaliyetlerinizden söz eder misiniz?

Mustafa Olpak: Tariş’te 1978’de işe başladık. Sevgi, Çiğli İplik Fabrikası’nın kreş bölümündeydi, ben önce Bornova Üzüm Fabrikası’nda, sonra da Alsancak Üzüm’de işçi olarak çalıştım. 1977’de, Devrimci Yol’un Karabağlar’da kurulan Halk Dayanışma Derneği’nin yönetiminde görev almıştım. Bu dönemde Sevgi’yle tanıştık ve evlendik. Tarişler’deki ilk direniş, ben çalışmaya başladıktan sonra Alsancak Üzüm’de başladı ve dokuz gün fabrikayı dışarıya kapattık. Tariş direnişleri dendiğinde ilk direniş budur. Daha sonra, 1980 başında bir sabah polis, Tariş’in tüm ünitelerine ülkücüler ve panzerler eşliğinde baskın yaptı. Bu dönemde ben Alsancak Üzüm’de, Sevgi Çiğli İplik’te direnişteydik. 1980 ilkbaharında Tariş Üzüm’de grev devam ederken yakalandım ve bir yıl ceza aldım, cezaevi sonrası ise işime geri dönemedim. Gazete ilanlarıyla fişlendik. Uzun süre hiçbir işveren bizlere iş vermedi. Mesleğimi değiştirmek zorunda kaldım, Sevgi’nin babasının mermer atölyesinde çalışmaya başladım. Daha sonra Ayvalık’a taşındık.

Kitabınız toplumsal tarihimizi bir aile içinden anlatıyor. Ayrıca, karı-koca olarak kimliğinizin önemli bir parçası siyasi mücadeleniz…

O mücadeleye girmemiş olsaydık, bu kadar açık görüşlü olmayabilirdik. Toplumsal mücadeleye girmemiş olan zenciler kölelik olgusuna girmiyorlar zaten. Bizim de “TC vatandaşıyız, bize ne” diye bir görüşümüz olsa, bu kitap olmazdı. Zaten biz olmazdık.

Express, sayı 52, Ağustos 2005

Osmanlı’da siyah köleler

Mustafa Olpak’ın kitabı Kenya-Girit-lstanbul’un önemi, Türkiye coğrafyasında Afrikalı kölelerle ilgili yazılan, anılara ve yaşanmışlıklara dayalı ilk kitap olmasından kaynaklanıyor. Olpak’ın kitabın ilk bölümünde Osmanlı’da kölelik kurumuyla ilgili verdiği bilgiler, bu konuda Türkçede yayınlanmış en önemli iki kitap olan Osmanlı’da Köleliğin Sonu 1800-1909 (Y. Hakan Erdem, Kitap Yayınevi, 2004) ve Osmanlı’da Köle Ticareti’ne (Ehud Toledano, Tarih Vakfı Yayınları, 2000) dayanıyor.

Osmanlı’da köleler birçok farklı bölgeden gelmelerine rağmen (özellikle Kafkasya ve Balkanlar), 19. yüzyıla bakıldığında, en önemli kaynak Afrika’dan yapılan köle ticaretiydi. Afrika’nın doğu kıyısında kaçırılarak köle yapılanların alınıp satıldığı Kızıldeniz’den geçen bir rotayla Sudan’da kaçırılanların Mısır üzerinden ticaretinin yapıldığı diğer bir rota, Osmanlı’nın köle “talebinin” önemli bir bölümünü karşılıyordu. Nitekim, 19. yüzyıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu’na her yıl 10 binden fazla köle girdiği tahmin ediliyor. Afrikalı köleler genelde kentli ailelerin yanında ev hizmetinde çalıştırılıyordu. Bu açıdan çoğu kadındı. Fakat Anadolu’nun batı kesimlerine, çiftliklerde ve inşaat işinde çalıştırılmak üzere getirilen çok sayıda erkek de vardı. Britanya’nın ısrarıyla köle ticaretine 19. yüzyılın ikinci yarısında son verilse de, imparatorluktaki birçok Afrikalının kölelik durumu 1900’lere kadar devam etti. O dönemde azad edilen köleler için Ege bölgesinde bazı köy yerleşimleri de kurulmuştu.

^