SIRRI SÜREYYA ÖNDER'İN GÖZÜYLE GEZİ DİRENİŞİ

Sırrı Süreyya Önder
7 Mayıs 2025
30 Mayıs 2013, Gezi Parkı (Fotoğraflar: Muhsin Akgün)
SATIRBAŞLARI

Direnişlere ve sokak mücadelelerine dair cümlelere başlarken kurulabilecek en tehlikeli kalıp şudur: “Dışarıdan bakıldığında…” Bugünlerde, hayatı boyunca kendini solun, demokrasinin, özgürlüğün yanında görmüş insanların böyle bir kalıbı kullanma lüksü yok. İşte tam da bu yüzden herkesle beraber benim de ta başından beri kendimi içinde olduğum Gezi Parkı eylemine, Tahrir denli ihtişamlı olan Taksim’e ve isyanın kendini gösterdiği Ankara’ya, Dersim’e, Eskişehir’e, Adana’ya dair bir şeyler söylerken bunu dünya örnekleriyle karşılaştırarak yapmak işin kolayına kaçmak oluyor.

Aşağıdan gelen böyle bir dalganın bir kez ortaya çıkışı, bizim kuşak için bir hayali yeniden ve daha geniş tecrübelerle yaşamak anlamına geliyor. Ama bu hayali “okuyup yazmak” 2000’lerin getirdiği teknolojiye ve iletişim pratiklerine bakmadan mümkün gözükmüyor.

Siyaset üstü” değil, “siyasetler arası”

Medyada boy gösteren birçok milletvekilini ve yazarı ne ismen ne de sima olarak tanıyan çocuklardan, gençliğinden itibaren sol pratiğin ya da radikal demokrasi pratiğinin içinde olmayı kafasına koyanlara, birçok insanın kolektif aklının örgütlediği bir eylem bu. Konuyu “siyaset üstü” gibi bir kavramla ifade etmek, basit ve siyasetten kaçan bir argüman bence. Tam da bu genç kuşakların “gayrı siyasi” eğilimler içinde olduğunu düşünmek gibi. Bu, politik bir direniş. Sıradan bir protesto veya çevreye yönelik bir vicdan hareketi olarak ele almak yanlış.

Burada örgütlenen bir öfke var ve özneler artık birbirlerine yalnızca pratikteki tanışıklıklarıyla değil, ağlarla bağlı. Ama bu ağlar geleneksel ve kendini her gün yenilemekte olan siyasal pratiğin yerini almış da değil. Sanıyorum, ilk aşamada “biz kimiz” sorusunun karşılığı, “siyaset üstü” bir “biz”den ziyade, “siyasetler arası”, seküler yaşam temelinde, hak ve özgürlükler etrafında birleşen bir “biz”e denk geliyor.

Hak ve özgürlüklerin kapitalizmin olduğu bir ortamda varolamayacağı “teorik bir bilgi” sahibi olunmadan da artık fark edilmiş durumda. Seküler yaşama dair kaygılarsa, kendilerini ne asker tankına ne de İslâmileşen bir yaşantının kollarına bırakmaya hevesli olan, açık bir biçimde kendi özgürlüklerini kendileri inşa etmek isteyen kitlelerin.

“Biz kimiz?” sorusunun karşılığı “siyaset üstü” bir “biz”den ziyade “siyasetler arası”, seküler yaşam temelinde ve hak ve özgürlükler etrafında birleşen bir “biz”e denk geliyor.

Bu bağlamda, İstanbul özelinde konuşursak, hem 1 Mayıs alanını iyi tanıyanların, hem de Taksim’e yalnızca haftasonları ya da boş günlerinde İstiklâl’i şöyle bir dolaşmak için gidenlerin sahip çıktığı Taksim’in ve Gezi Parkı’nın –ki bence halkın alanları olduğu için bu iki alan arasında ayrım yapmaya çok da gerek yok– tarihsel rolü, medyanın iki tarafa dair karşılıklı önyargıları beslemesiyle oluşan havayı dağıtması oldu. Birçoğu mizah dergilerinden ve internet forumlarından siyasal anlayışlarını edinen çocuklar, ellerinde Lenin’in, Negri’nin, Zizek’in kitapları olan çocuklarla –burada çocuklar kelimesi bir yaş belirteci değil– bir araya gelip bir şeyler yapıyorlar. Bir tentenin kurulmasından mutfağın dönmesine, insan zincirleri boyunca taşınan malzemelere, insanların Kartal’dan Taksim’e taşıdığı erzaklara baktığımızda göreceğimiz asıl şey, toplumsal bir kalkışma, bir dayanışma hali.

Başbakanla görüşmeye gidenlerden biri “Gezi Parkı idrar kokuyor” demiş; hayatında bu kültürü tatmamış, oraya gelmeyi bile kendine zulüm gören insanlar için Gezi Parkı fiziksel koşulları dışında bir şey ifade etmiyor. Zaten bu tür insanlar Gezi Parkı meselesini çoğunlukla hükümeti nasıl da sevdiklerini göstermek için kullandılar. Oysa Gezi Parkı’nda durum farklı.

Çokluk

Bu bir kent mücadelesi ve tarihsel anlamda “birilerine yaranmak” amacı gütmüyor. Yani bu, Türkiye’deki “bildiğimiz politikanın sonu”. Elbette, partiler ve flamalar var ve alanın kazanılmasından alandaki örgütlenmenin yürütülmesine birçok konuda muhteşem katkılar sundular; ama, hepimiz biliyoruz ki, orada olan, gecelerini oraya bağlayan herkes artık ortak bir kültürün ve bakış açısının parçası. Belki de uzun zamana yayılan gelenekleri olan bir hareketin, beraber hareket etmeye alışmış bir hareketin diğer hareketlerle bir arada durması dahi bizim açımızdan büyük bir şanstı.

Eylemin Taksim Meydanı ve Gezi Parkı ile sınırlı kalmaması, bu çokluk durumunun kapsayıcılığını bazı illerde azaltır mı diye endişe edenler olabilir. Ancak, diğer eylemlere, başka şehirlerdeki kalkışmalara bakınca da, gördüğümüz çokluk kavramını karşılayabilecek bir birliktelik. Her ne kadar AKP’ye yakın medya bu işi CHP seçmenine indirgemeye çalıştıysa da, tarihimizin gördüğü en büyük politik blok dipten gelen bir akıntıyla oluştu. Hükümet ve temsilcileri hariç herkes farkında ki, bu ayaklanma ya da direniş yukarıdan gelen bir emirle değil, dayanışma duygusuyla başladı. Bu kadar güçlü, bu kadar istikrarlı olmasının sebebi bu. Faiz lobisinin sosyalist gruplarla aynı yerde ne işi olabilir? Medya ayağına daha sonra değineceğim, ama sanıyorlar mı ki, o meydandaki insanlar onları öldürmeye çalışanları yücelten kanalları affedecek? Farkında olmadıkları nokta şu: Bu kitle, aralarındaki farklılıklar ne olursa olsun, kendisine gaz bombası atanların sırtlarını sıvazlayanların, kendilerini marjinalize edenleri övenlerin isimlerini, yüzlerini asla unutmayacak. İktidara yakın kurumlarda çalışıp istifa etmek isteyen yazılımcılar için bazı yazılım şirketleri kadro açma kampanyası başlattı. Bu bile, basit anlamıyla, onların ekonomik ağına alternatif bir ağ oluşabileceğinin bir işareti. Elbette bu, anti-kapitalist anlamda, bize tek seferde çok şey söylemiyor, ama ileride yaratabileceğimiz paralel ekonomik modellerin çok şeyi değiştirebileceğini açıkça gösteriyor.

Biz

Belki de “biz”le ilgili biraz daha konuşmamız gerekiyor. Çünkü burada, büyüleyici “biz” olduk. Elbette, simgeleşen isimler ve gruplar oldu, ama ayağı kırılan sevgilisini hastaneden kucağında dışarı çıkarırken sloganlar atan çocukların, sırayla gaz yiyen, ama bundan bir an olsun şikâyet etmeyenlerin, alanlarda barışan küslerin hikâyesi ihale koparmak için haysiyetlerini ortaya serenlerin hikâyelerinden her zamanki gibi daha büyük bir yer tutuyor bizim defterimizde. Özellikle, polisin saldırdığı anlarda elde edilen tecrübeyi asla unutmamalıyız.

Kolektif tartışma ve hareket etme konusunda hız kazandık. “Örgütçülük” değil, ortak bir “örgütlenme” halinin aktif olması başarılı olmamızı sağladı. Üstelik radikal bir demokratik anlayış yaratıldı.

Hem ahlâki hem siyasi bakımdan çok şey öğrendiğimiz bu direnişe “apolitik” demek tam da bu nedenle yanlış geliyor bana. Michel de Certeau’nun açısından bakacak olursak, bu eylemin yakın tarihimizde gördüğümüz en politik şey olduğunu, devletin “rutinimizi” sağlayamadığında deliye döndüğünü gördük. Artık eve gideceksek bile uğrayabileceğimiz bir nokta var ve bu noktaların artması gerekiyor. İnsanlar artık birbirlerini küresel kahve zincirlerinde tanımak zorunda olmadıklarını anladılar. Kapitalizmin akvaryumlarından tamamen kurtulduk demiyorum, ama cam kürenin dışındaki yaşamı da keşfetmediğimizi kimse söyleyemez.

Belki de kolektif tartışma ve hareket etme konusunda hız kazandık. Örneğin, parktaki besin ve sağlık merkezlerinin örgütlenmesi noktasında “örgütçülük” değil, ortak bir “örgütlenme” halinin aktif olması gerçek anlamda başarılı olmamızı sağladı. Bu, sanıyorum, son zamanlarda başımıza gelen en önemli şey. Üstelik radikal bir demokratik anlayış yaratıldı. Saatlerce süren tartışmalar, her ne kadar alışılmış karar mekanizmalarında ve yukarıdan gerçekleşen yönetim süreçlerinde “lanetlenmiş” olsalar da.

Onlar

Şimdi “biz” kısmından uzaklaşıp “onlar”a gelelim. “Onlar” derken, hükümet ve arkasına takılan sermaye kuruluşlarını ve medyayı kastettiğim aşikâr. Verdikleri zararı tek başına kolluk kuvvetlerinin “orantısız kuvveti” üstünden yorumlamak, her anlamıyla dev bir riyakârlığı sineye çekmek olacaktır. Polisin “halkın polisi” olduğuna dair dev yanılgının özellikle alanda bulunan ve devletçi gelenekten gelenlerce yıkılması, polisin holdinglerin, medya binalarının ve hükümetin önünde nöbet tutmaktan ve ayaklanan insanları öldürmekten başka bir işlevinin artık kalmadığının anlaşılması, onlara verilebilecek derslerin sadece birincisiydi. Ama ötesi de var.

Emir-komuta zincirine dahil olan kimseye güvenemeyeceğimiz de, başbakanın siyasetinin kendi “benliğinin” etrafında “zikr’eden” bir siyaset olduğu da bütün dünyaya aktarılmış oldu. Bazı gazetelerde, sanırım bu kalkışmaya fazlasıyla bozulmuş kimi insanlar, “bu emperyalistlerin işine gelir” diye yazıyordu. Türkiye’nin yakın dönem neoliberal politikalarına baktığımızda, Suriye’ye olan emperyal ilgiye baktığımızda, Somali’ye yönelik fazlasıyla emperyal ilgiye baktığımızda bizim gördüğümüz emperyalizmi göremeyen kimi gözler nasıl olup da Türkiye’ye bakıp emperyalizmi görüyor? Ya o gözlerde bir sorun var, ya o akıllarda. O akıllarda sorun olduğu konusunda hepimizin anlaştığına eminim.

Boykot hareketleri çok büyük önem kazandı. Sanıyorlar mı ki, o meydandaki insanlar onları öldürmeye çalışanları yücelten kanalları affedecek? Elbette bu, anti-kapitalist anlamda, bize tek seferde çok şey söylemiyor, ama ileride yaratabileceğimiz paralel ekonomik modellerin çok şeyi değiştirebileceğini açıkça gösteriyor.

O meydanda ne “keşke darbe olsa” diyenler vardı ne de de NATO müdahalesi falan isteyenler. Zaten bu eylemin bu kadar büyümesi, Türkiye’nin kendi medyasının bu olayda yine tarihsel rolünü yerine getirip üç maymunu oynamasıyla gerçekleşti. Kimi gazete ve TV’lerdeki cesur arkadaşlarımız elbette ellerinden geleni yaptılar, ama bizim medyanın vicdanı patronun cüzdanında katlı durduğundan Reuters muhabirinin sorduğu soru bile hepimize “işte gazetecilik bu” refleksi verdirdi. Ama bu biraz da bizim kaygan iletişim reflekslerimizden kaynaklanıyor. Yıllardır Özgür Gündem orada durmuyor muydu? Yıllardır Evrensel, Birgün orada durmuyor mu? Hayat TV, IMC TV gibi kanallar neden buradalar? Alandaki en anlamlı pankartlardan biri, “Kürtler yıllardır neden iki anten kullandı, şimdi anladınız mı?” idi. Biz kendimize ait yeni bir yaşam, yeni bir çalışma modeli yaratmamız gerektiğini bu direnişte bir kez daha tecrübe ettik. Üstelik, bu tecrübede bu sefer Kürtler yalnız kalmadı. Bu noktadan sonra vicdani retçilerin, sosyalistlerin, Kürtlerin, LGBT bireylerin, kadınların kendilerini ifade edecekleri bu alana daha büyük bir özgüvenle sarılacaklarını göreceğiz.

Peki, ya onlar ne olacak? Onlar elbette izlenmeye devam edecekler. Belki aralarından birkaç cesur isim çıkıp sözlerini söyleyecek ve işinden olacak, ama anaakım medyada bu ülkenin sermaye yapısı ve dünyanın sermaye yapısı dahilinde özgürleşmeden kolay kolay bahsedemeyiz. İstanbul’u görüp Filistin’i, Diyarbakır’ı görmezden gelmek tek başına dünya medyasına da meşruiyet kazandırmaz, yalnızca araçsal ve propaganda bakımından yararlı olduğu anlamına gelir. Kendi iletişim ağlarımızı kuracak gücümüz olduğunu kanıtladık. Birçok insan farklı dillerde yurtdışına haber geçti. Gelişen teknolojiyle korkak medya patronlarından hem daha zeki hem daha cesur iletişimcilerimiz olduğu kanıtlandı. Sanıyorum ki bu, sermayeye karşı elde ettiğimiz en büyük değerdir.

Direnişin bir prekarya boyutu olduğu da aşikâr. Beyaz yakalıların ve orta sınıfın direnişe katılması, plazalardan taşan eylemler, bana kalırsa, Türkiye için sınıf mücadelesinin bu yeni boyutunun da asla inkâr edilemeyecek biçimde tekrar ortaya çıkışının en açık göstergesi. Bu, plaza sahiplerinin en korktuğu şeydi. Artık insanlar patronlarına karşı çıkarken ellerinde geçmiş direnişlerinden edindikleri tecrübeler olacak. O alanın en büyük önemi, sendikaların ya da sol grupların ulaşamadığı prekaryanın tamamına erişebilmesi oldu. Bir GSM firması çalışanı gömleğini ve pantolonunu çıkarıp tişörtü ve şortuyla sabaha kadar alanda çatıştıysa, burada devrimci bir yönelim vardır ve sermaye açısından en büyük tehdit budur.

Boykot hareketleri çok büyük önem kazandı. Daha bir ay önce çok mühim bir ihale aldığı bilinen Doğuş Grubu başta olmak üzere birçok medya devinin yıkılışına, bazı “yalancı prens ve prenseslerin” medyaca yaratılmış hanedanının yıkılışına tanık olduk. Adalet ve Kalkınma Partisi gidip Twitter’ın yanlış yazılmış hallerinin domain’lerini satın alacak noktaya geldi. Sermayelerinin genişliğinin önemi yitip gitti. Vizyonlarının arasında sıkışıp kaldılar.

Uluslararası televizyonlarda “rezil olduk” deniyor ya, evet, rezil oldular, ama bunun başlıca sebebi kendi beceriksizlikleriydi. AKP bu olaya bir “kriz yönetimi” olarak baktı. Ama Türkiye bir şirket değil, biz de onların hissedarları değiliz. Kaybettikleri paralar bizim cebimizden çıkmıyor ve birkaç büyük patronun ne kadar kaybettiği gerçekten o alandaki öğrenim kredisi borcunu ödemeye çalışan çocukları hiç, ama hiç ilgilendirmiyor.

“O”

Belki de “biz” ve “onlar” bölümünden sonra “o” ile bu meseleyi tamamlamakta fayda var. Zira, başbakan AKP’nin tamamına atfedilemeyecek bir özne. Ve bu özne, parça tesirli bir bomba gibi üstümüze her daim kendini fırlatmaya hazır durumda. Alanı marjinalize etmesinin yanısıra, oynadığı iletişim oyunlarıyla 90’ların Amerikan iletişim stratejilerini anımsatan stratejileriyle bu “kriz”i yöneteceğini sandı. Naomi Klein’in bahsettiği “şok doktrini” işlemedi, çünkü ilk kez biz proaktif davrandık ve iktidarı hazırlıksız yakaladık.

Böyle bir şeyi beklemiyorlardı, çünkü bizi tanımıyorlardı. Halkını tanıdığını iddia edip sadece ekonomik verileri tanıyanların, otoriterliğin tahtında yükselenlerin olası sonu herkes için malûmdur. Başbakanın uğradığı hayal kırıklığı için kendisinden özür dileyecek değiliz. Etrafında sürekli ellerini önlerinde kavuşturup kendisine “evet efendim, sepet efendim” havası çekenler özür dilemeli. Arkasında bir danışman ordusu barındıran bir insanın her şeyi bu kadar kötü yönetmesi sadece kendi kusurundan kaynaklanıyor olamaz.

Biz bu durumu üslûp problemine indirgeyemeyecek kadar politiğiz. Gerçekten bu insanlar yalnızca “bize iyi davran” demek için mi sokağa çıktılar, ya da mesele yalnızca ağaçlar mı? Sonsuz otoritarizm, görünmez bir ekonomik buhran ve neoliberalizmin işgalciliğinin hiç mi payı yok? Roboski’nin hiç mi payı yok? 4+4+4’ün hiç mi payı yok? Akılla izanla bağdaşmayan kürtaj yasağının hiç mi payı yok? İnsanları böylesine yıpratan biri elbette vakti geldiğinde yıpranacaktı. Sokaklardaki yazılamalara, meydanlardaki sloganlara yansıyan öfkeyi belediye işçilerinin boyalarıyla silmek artık mümkün değil. İnsanların ölmesine neden olan emirlerin altında imzası bulunanlar, siyahların küresel mücadelesi üstünden “biz zenciyiz” pozları kesemezler. Zira, bugün gördüğümüz tek siyahlık, otoriter rejimin üyelerinin gözlerine yansıyan karanlıktır.

Sırrı Süreyya Önder
Express, sayı 136, Gezi Direnişi özel sayısı, Haziran 2013

^