TALİP ÖZKAN (1939 - 2010)

Jérôme Cler
27 Mayıs 2022
SATIRBAŞLARI

Paris 10. Bölge, Parmentier Caddesi, altıncı kat: Yıllarca, pek çoğumuz için bu adres “ulvi bir nokta” oldu –zamanın durduğu, Paris’in hayhuyunun, geriliminin, yoruculuğunun silinip gittiği bir mekân. Paris’te nadir görülen, olağandışı bir işaret, bu mekâna ilk defa adım atanlara altıncı katta karşılaşacaklarının bir ipucunu verebilir: Parmentier Caddesi’nin bu ucunda sağlı sollu dut ağaçları sıralanır, İpek Yolu buraya kadar uzanmış sanki, ya da bu Paris kaldırımları dut ağacından yapılma sazlarıyla burada sürgünde yaşayan sanatçıya Acıpayam kırlarını çağrıştırmayı istiyormuş gibi…

“Bin Yayla”da Deleuze’ün hız ve yavaşlığın iç içeliğinden bahsederken ne kastettiğini anlamak için Talip’i zeybek oynarken seyretmek yeterliydi.

Talip’le 1988’de tesadüfen, insana tesadüf diye bir şey yoktur dedirten cinsten bir tesadüf eseri tanıştım. İki yıl İspanya’da yaşamış olduğum için, o dönem flamenko gitar çalıyor ve büyük bir merakla farklı farklı geleneklerden “saz” icracılarını dinliyordum: Dariush Tala’i’den İran tarı, Munir Bachir’den Irak udu ve Anadolu sazı. Geleneksel müziklere düşkün bir Fransız için o zamanlar Anadolu sazına ulaşabilmenin başlıca üç kaynağı vardı: Ezoterik gelenekleri ve Alevi âlemini temsil eden ve Jean During ile Irène Mélikoff’un özenli çabalarıyla Ocora Radio France’ın bir albümünü yayınladığı Âşık Feyzullah Çınar; Alain Gheerbrant’ın ‘50’li yıllarda gerçekleştirdiği kayıtları bir araya getirdiği ve biri tamamen Âşık Veysel’e ayrılmış double albümü ve yine Ocora-Radio-France’ın çıkardığı, Talip’in kendine has saz sanatının ruhunu ortaya koyduğu göz kamaştırıcı albümü l’Art vivant de Talip Özkan. Bu albümü ilk dinlediğimde “fazla virtüoz” bulduğumu hatırlıyorum; onun elleri arasında sazın kaçınılmaz olarak mükemmel ses verdiğini o zamanlar ne bileyim.

Köylüleri, onların dünyasını saygıyla anması bize verdiği eğitimin bir laytmotifiydi. TRT için repertuar hazırlayan memur müzisyenlere karşı köylülerin tarafındaydı.

1988 kışının sonlarında, tar öğrenmeye ve bana ders verecek bir hoca bulmaya niyetlenmiştim. Bir arkadaşım Paris’te yaşayan Ermeni bir tar icracısıyla beni tanıştırmayı teklif etmiş ve bu ustayla Fontaine au Roi sokağında l’Anatolie adlı küçük lokantada buluşmak için sözleşmiştik. Ne var ki tar üstadının mazereti çıkmış ve arkadaşımla ikimiz başbaşa kalmıştık. Lokantaya girdiğimizde, masalardan birinde Talip Özkan’ı görünce çok şaşırmıştım, yüzünü albümünün kapağından hatırlıyordum… Fransa’da yaşadığından bile haberim yoktu. “Siz Talip Özkan’sınız, değil mi?” diyerek yanına gittim. “Evet.” Ona övgülerimi sunduktan sonra, ders verip vermediğini sordum –kendimi düşünerek değil, aklımda büyük bir sazı olan ve bu aleti çalmaya hevesli bir arkadaşım vardı. Talip şöyle cevap verdi: “Öğrenecek olan sizsiniz; düşünüp taşınarak olmaz bu iş, girişmeniz lâzım.”

Ortak hikâyemiz böyle başladı. İki gün sonra, o altı katı ilk defa çıkıyordum. Küçük bir sazım vardı, bir cura, İspanya’dayken “tesadüfen” bulmuştum. Daha ilk derste, Talip bana Hüseyni makamı ve 5 zamanlı bir ezgi çaldırdı… Ve çok kısa sürede, beni aksak ritmlerin evrenine, önce 5/8 ve 7/8’lerin, sonra da 9’lukların engin dünyasına götürdü.

Cömertlik, diğerkâmlık, maddiyatçılıktan uzaklık

1988-92 arasında, her hafta iki kere o altı katı tırmandım –asansör birkaç yıl sonra yapılacaktı… Tepeye vardığınızda, sağa kıvrılıyordunuz, Talip’in kapısı koridorun sonundaydı. Çoğu zaman, kapıyı çalmadan önce, içeride devam eden ve bölmeye cesaret edemediğim dersten gelen seslere –saz, tambur, ud– kulak veriyordum. Sonra kapıyı tıklatıyordum, birkaç saniye sonra, Talip ya da öğrencilerden biri gelip açıyordu. Eşikten adım attığınız anda, bütün aciliyet duygusunu, telaşı bir kenara bırakmanız, o ânın tadını çıkarmayı, dinlemenin zevkine varmayı öğrenmeniz gerekiyordu. Dersler müzikal aktarımın iki temel boyutunu iç içe geçiriyordu: Usta ile öğrencisinin ilişkisi ve nüfuz etme. Talip öğrencisiyle doğrudan ve istisnai bir ilişki kuruyor, onu dinliyor, hatalarını düzeltiyor ve ona bir repertuar oluşturuyordu: “Ders” adını verdiğimiz seans, bir önceki derste verilen parça üzerinden öğrencinin ne kadar ilerlediğini sınayarak başlıyor, bazı teknik detaylar üzerinde çalışarak ve Talip’le birlikte çalarak devam ediyor, bir sonraki ders için yeni bir parçanın yazılmasıyla sona eriyordu.

Özellikle ilk aylarda, her bir öğrenci için, Talip “melodik iskelet” dediği transkripsiyonları yazardı –bu da, verdiği derslerin ne kadar “kişiye özel” olduğunun bir göstergesidir. Seçtiği parçalar her zaman öğrencinin ihtiyacına, kapasitesine, yeteneğine uygun olurdu. Artık bütün çalışma bu “iskeleti” ete büründürmeye yönelikti, yani “köylülerin deyişlerini taklit etmeye”. Değişmeyen tavsiyelerinden biri, vokal süslemelere, ses oyunlarına nüfuz edip bunları saz üzerinde taklit edebilmek için mümkün olduğunca çok ezgi dinlememizdi. Zeybek çalmaya gelince, klarinet ya da zurnayı örnek almamızı, onların süslemelerini, oyunlarını ve cümlelerini saza uyarlamamızı isterdi. Öğrenci “ileri” seviyedeki gruba yetişince, dersler TRT partisyonları üzerinden yürürdü ya da daha da iyisi Talip çalar, öğrenci de notaya dökerdi.

Kişisel hoca talebe ilişkisinin ötesinde, öğrencinin –özellikle de Türkiyeli değilse!– orada uzun süre vakit geçirmesi, diğerlerini dinlemesi, çay demlemeyi, kahve yapmayı öğrenmesi, bu müziğe olduğu kadar, bu dile, pek de “Parizyen” olmayan bu yaşama sanatına yavaş yavaş nüfuz edebilmesi için elzemdi. Böylece birçok “ders” bütün öğleden sonraya yayılırdı. Kalkıp gitmeye karar vermenin ne kadar zor geldiğini hatırlıyorum, dışarıdaki dünya öylesine uzaklaşırdı, silikleşirdi… Ayrıca, yarım saat üzerinden standart ders ücreti –çoğu zaman da çok pahalıdır– vermeye alışkın bütün Fransız müzisyenler için Talip’in “metodu” keskin bir kopuş, yargıların, değerlerin sarsılması anlamına geliyordu. Cömertlik, diğerkâmlık, maddiyatçılıktan uzaklık… 1989’da, Talip haftada iki gün ders için ayda 500 Frank (yaklaşık 80 Avro) alıyordu; Paris’te o çatının altında geçirilen onca saat için elbette çok azdı bu miktar…

Bu “nüfuz etmeye” uzun sohbetler eşlik ediyordu; Talip müzik hakkındaki, ritmler hakkındaki teorilerini anlatıyor, bunların bozkırda yaşayan göçerlerin, Oğuz boylarının dünyalarıyla bağlarını izah ediyordu. Bize Gök Oğuz, Gagavuz, Moldavya müziklerini incelemek, Türk müziklerinin temelindeki eski Türkik kökleri araştırmak gibi araştırma konuları öneriyordu –Bartók’un Türk ve Macar müzikleri arasında ortak bir töz araması gibi biraz…

En büyük müzisyenden en alt seviyedekine, herkese aynı şekilde kendisini verirdi: Hem mesela ders almak için Köln’den kalkıp gelen Hasret Gültekin’i ağırlar, hem de göçmen ailelerin küçük çocuklarına sonsuz bir sabırla solfejin temellerini öğretirdi.

Talip bu sohbetlerde ayrıca, derlemeler yaparken Anadolulu köylülerle yaşadığı hikâyeleri, bazı köylülerin saz çalmadaki ustalığı karşısında nasıl da cesaretinin kırıldığını anlatırdı. Köylüleri, onların dünyasını saygıyla anması bize verdiği eğitimin bir laytmotifiydi. TRT için repertuar hazırlayan memur müzisyenlere karşı köylülerin tarafındaydı.

Talip her şeyden önce “öğretmendi”. Öğrencileri de çok çeşitliydi. Okulların tatil günü olan çarşambaları, genellikle en genç öğrencileri gelirdi; çoğu atölyelerde çalışan ebeveynleriyle birlikte. Ayrıca, epey ikinci üçüncü kuşak göçmen öğrencisi vardı, ya öğleden sonra işlerinden iki saat izin alıp ya da akşamları ikili, üçlü gruplar halinde gelirlerdi. Talip onları sırayla çalıştırır, hepsine alaturka solfej eğitimi verir, hatta bazılarına nota yazmayı öğretirdi. Bir aralar, Sarcelles’de yaşayan Süryani-Keldani cemaatinden birçok gencin ellerinde kendi yörelerine ait ya da en sevdikleri şarkıcının kasetleriyle Talip’e gelip bunların transkripsiyonunu yapmasını ya da kendilerine ders vermesini istediklerini hatırlıyorum…

Bir de tabii, Talip’in özel ilgisini esirgemediği, ya çok daha ileri seviyede oldukları için ya da başka bir müzik geleneğinden gelen eğitimini tamamlamış müzisyenler oldukları için ayrıcalıklı öğrencileri vardı. Kendisiyle birlikte üçlü, dörtlü saz çalmak için bir araya getirirdi onları. Ya da bazı “seçilmişleri” gece dokuzdan sonra, evde yalnız kaldığında ve kafası rahatken çağırırdı; işte en güzel anlar bunlardı, gecenin kalbinde Talip çalardı, saz ve daha çok da tambur. Sabahın üçünden, dördünden önce uyumak gibi bir adeti olmadığı için bu geceler de uzar giderdi. Esas olarak o zamanlar, onu dinlerken, sol elinin sapın üzerinde kayışını, sağ elinin farklı tavırları ustalıkla verişini seyrederken, üstadın sanatının kaynağının derinliğine vakıf olurdunuz.

En büyük müzisyenden en alt seviyedekine, herkese aynı şekilde kendisini verirdi: Hem mesela ders almak için Köln’den kalkıp gelen Hasret Gültekin’i ağırlar, hem de göçmen ailelerin küçük çocuklarına sonsuz bir sabırla solfejin temellerini öğretirdi. Sabrı ve kendini verişi, bazı öğrencilerinin kişisel sorunları karşısında bir terapistin ilgi ve dikkatine dönüşürdü…

Kaçış hatları

Talip ender rastlanan bir kentli, “çok efendi” bir insandı, incelikli bir Türkçe konuşurdu. Dile düşkünlüğü, uyakların, kelimelerin çokanlamlılıklarına dayalı oyunların bol olduğu âşık edebiyatına yatkınlığı onun mizah duygusunu da besliyordu; zira gülmek onun en temel pedagojik kaynaklarından biri ve onu harekete geçiren yaşam enerjisinin ifadesi, hayatın dinamosuydu. Talip’in mizahı çok çocuksu, küçük ayrıntılarda gizli basit oyunlara dayanıyordu. Ve her şeyden önemlisi, Talip bir kudret kaynağıydı, deyim yerindeyse, doğanın bir gücüydü. 2 Ağustos doğumlu, tam bir aslandı… Gençliğinde epey güreş yapmışlığı vardı; Acıpayam ve Kızılhisar yörüklerinin enerjisini hâlâ bedeninde taşıyordu. Göçebe çadırlarında büyümüş hakiki bir yörük olduğunu söylediği ninesinin hikâyelerini büyük keyifle anlatırdı; hayatının ilk ritmlerini, ilk ezgilerini çocukluğunda onun kucağında öğrendiğini söylerdi.

Acıpayam ve Kızılhisar yörüklerinin enerjisini hâlâ bedeninde taşıyordu. Göçebe çadırlarında büyümüş hakiki bir yörük olduğunu söylediği ninesinin hikâyelerini büyük keyifle anlatırdı; hayatının ilk ritmlerini, ilk ezgilerini çocukluğunda onun kucağında öğrendiğini söylerdi.

Hepimiz gibi, o da “birden fazla” kişiydi: Geceleyin, tamburu eline aldığında, ondaki Osmanlı asaletini görürdünüz. Bazen fazla “Türkçü” bir söylem tutturur, ama hemen ardından, milliyetçi ideolojiye sıkışanları şiddetle kınardı… Cumhuriyetçi ve Kemalistti, bir yandan da 1976’da terkettiği ve ona fazlasıyla dar gelen Türkiye ile hesaplaşıyordu… Sünni olarak doğmuştu, Acıpayam’da, ama yorumladığı Alevi ezgilerine ve onların temsil ettiği değerlere derinden bağlılık duyuyordu; müzik onun için bu ayrımların elbette çok ötesindeydi. Onunla tanıştığım dönemde, her pazar bir grup Sefarad Yahudisi dostunun toplantılarına gidip saz ve tambur çalıyordu; bana kendisini Musevilerle Musevi, Hıristiyanlarla Hıristiyan hissettiğini söylemişti. Esasında bu farklılıkların dışında ya da ötesindeydi, kendisini İslâmiyetten ziyade Türklerin dünyasına, şaman göçebelere ait görüyordu. Büyük bir solist ve muhteşem bir şekilde doldurduğu sahneye bağlılığına rağmen, mütevazı öğretmen varoluşunu konser sanatçılığına tercih etmişti. “Sazın kralı” olarak anılmakla duyduğu gurur, öğretmenin tevazusuyla buluşuyordu… Onda büyük bir ustanın gurur ve vakarıyla sıradan bir köylünün çekingenliğinin tuhaf karışımını görebiliyordunuz. Öğrencileri ve içlerinden daha sonra dostu olmuş olanlar için, çok güçlü bir kişiliğin kimi birbiriyle tezat halinde gözüken bu özellikleri “ortak maceranın” gündeliğini oluşturuyordu.

Benim esas maceram ise ustamın yolunu tersten kat etmek olacaktı. O Acıpayam’da doğmuş, sonra İstanbul ve İzmir’de müzikte sesini duyurmuş, nihayetinde Paris’e yerleşmişti; onun “kaçış hattı” böyleydi. Bense, Paris’te büyümüş, Talip’le tanıştıktan sonra, İstanbul’a, sonra İzmir’e ve oradan da etnomüzikolog olarak çalışmalarda bulunduğum Acıpayam ve Çameli’ne uzanmıştım. Bu kesişen yol, bu çifte “kaçış hattı” aramızdaki dostluğu benzersiz kılmıştı.

“Zaman en büyük güreşçidir”

“Kaçış hattı”: Talip Saint Denis’de, Paris 8 Üniversitesi’nde doktora tezini savunurken, Gilles Deleuze de aynı üniversitede emekli olmadan önceki son derslerini veriyordu. Deleuze ile Talip arasındaki bağ, ikisinin hiç gerçekleşmeyecek olan buluşması sık sık aklıma gelirdi. Özellikle de Bin Yayla’daki kavramlardan hareketle: Nakarat, kaçış çizgisi, göçebebilim… Deleuze’ün hız ve yavaşlığın iç içeliğinden bahsederken ne kastettiğini anlamak için Talip’i zeybek oynarken seyretmek yeterliydi.

Dostlarından, Acıpayam’ın köylülerinden, çevresindeki müzisyenlerden, kadınlardan bahsederken Talip’in ağzından en sık duyduğunuz övgü sıfatları “asil” ve “ağırbaşlı” idi. Bir ideali özetleyen iki sıfat.

Benim açımdan Talip Hoca’nın bir “model” olarak bana sunduğu en önemli şey olumlayıcı gücüydü, hayata eveti, kini reddedişi… İçimizden biri kederli ya da kaygılı olduğunda şöyle derdi: “Takma kafana! Kafaya takmamak lâzım, zaman en büyük güreşçidir.” “Eski toprak” olduğunu söylerdi, “yorgunluk” kelimesi ona yabancıydı. Kapısının üzerine, Nietzsche’nin kendisi için önerdiği gibi yazabilirdi: “Kendi evimde oturuyorum, hiçbir zaman hiç kimseyi taklit etmedim, ve kendisiyle alay etmeyen bütün ustalarla alay ettim.

Çeviren: Siren İdemen

Bir+Bir, sayı 4, Haziran 2010

ROLL SAYFALARINDA TALİP ÖZKAN

Köylü nasıl çalıyorsa

Talip Özkan: Yedi-sekiz yaşlarımda saz çalmaya başladım. Ailemde enstrüman çalan yoktu, ama hepsinin sesi çok güzeldi. Hatta anneannem çok güzel uzunhavalar söylerdi. Denizli’nin Acıpayam kazasında oturuyorduk. Yöresel bir ustamız vardı, bütün gençlere saz öğretirdi, adı Çıng Hasan –çıngı kelimesi çengiden bozmadır. Ondan sonra kendi kendime geliştirdim. O yaşlarda yöresel ezgilerin gırtlaklarına hayrandım. Lise son sınıfta Pamukkale Festivali’ne Ankara Yurttan Sesler ekibi gelmişti. Rahmetli hocamız Muzaffer Sarısözen de başlarında. Sarısözen hoca “liseyi bitirir bitirmez derhal Ankara’ya gel, seni radyoya alacağım, benim sizin yöreden elemanım yok” dedi. Nitekim sözünü tuttu, usûlen bir imtihandan sonra radyoya girdim. Aynı zamanda DTCF’nin Fransız Filolojisi’ni kazanmıştım. 1957-58 yıllarında radyo çalışmalarına başladım.

Sarısözen hocaya bizim yöreden Kızılhisar zeybeğini çalmıştım. Çocukken dayımdan öğrenmiştim. Zaten yörede çok çalınıp oynanan bir zeybektir. O yaşlarda zurna ve klarnetten çıkan yöresel sesleri saza yerleştirmiştim. Benim tarzım biraz da odur… Derleme yaptığınız kişilerden etkilenmenin şekli var: Köylü nasıl çalıyorsa öyle çalacaksınız. Eğer halk sanatını korumak istiyorsanız, onu iyi bilmek zorundasınız. Usta, çağdaş bir çalgıcı bu eserlerden kompozisyonlar yaratabilir, yan yana getirebilir. Ama kafadan atarak değil, bilerek.

Rakı sofrasında dostlarla çalarken süratli şeyler çalmam. Daha ağır şeyler çalarım, erenlerin eserlerini tercih ederim. Konserlerde süratli çalarken birden yavaşlayabilirim. Türkiye’de bu tarz kompozisyona alışık değil kulaklar.

Avrupa’daki bazı konserlerimde küçük bir türküyü geniş kapsamlı bir kompozisyonun içinde çalarım. İkisini bir eser gibi sunarım. Açış mesela, ta bozlaklara gitmiştir, hemen arkasına da bir âşık deyişi eklerim. Türkü biter, yine bozlak açışına devam ederim. Öyle bitiririm açışı. Yer yer en sonda ritme girer, oyun havası çalarım. Öyle bir oyun havası yoktur aslında. Olsa iyi olurmuş derler. Girdim mi beş-altı eser çıkarmalıyım. Avrupalı da öyle tatmin oluyor. Azeri türküler konserlerde cankurtaran oluyor, sürat açısından. Koca Arap zeybeği Türkiye’nin en yavaş zeybeğidir. Oynayan adam yürüyor mu, düşünüyor mu, anlamazsınız. Ama çok geniş bir armoni vardır…

Plakları örnek olması, konserlere yol açması ve biraz tanınmak için yaptım. Ultra bir Talip Özkan plağı değildir onlar. Güzel çaldım, o ayrı konu. Çok değişik yörelerden virtüozâne örnekler getirdim. Sabahın köründe dört saatte bitirdim kayıtları. O saatte viski istedim Fransızlardan, “oğlum, ben içmeden çalamam, bir şeyler getirin” dedim. Koşuşturdu çocuklar, marketlere baktılar, dükkânlar kapalı. Bira varmış, bira getirdiler, dört saatte küçük örneklerle kaydettik plağı.

Rakıyla beraber yemek gerekir, mideyi şişirir, uyku hali olur, sese tesir eder. Sahnede zorluk çekersiniz. Ama konser bittikten sonra viskiyi arayan kim! Rakı gelsin! Hayatımda en rahat ettiğim zamanlar, konser sonrasında rakı içtiğim zamanlardır. Bir oh çekerim ki…

Roll’dan kısaltarak, sayı 12, Ekim 1997
Söyleşi: Ulaş Özdemir – Derya Bengi

^