10 Mayıs 2016’da, kasvetli bir Paris banliyösünde, Océane adlı 18 yaşındaki bir genç kız canına kıyışını sosyal medyada yayınladı. Bir buçuk saati aşan Periscope yayınında hayattan ve dünyadan niçin vazgeçtiğini anlattı, ardından kendisini tren raylarına bıraktı. Kayıtlara “ilk sosyal medya intiharı” olarak geçen bu trajik vakanın öncesini, ânını ve sonrasını, Hindistan asıllı Britanyalı yazar Rana Dasgupta edebiyat dergisi Granta’nın Halet-i ruhiye (State of mind) konulu 140. sayısında Bir intihar üzerine notlar (Notes on a suicide) başlığıyla yazmıştı. Bu yazıyı İlk sosyal medya intiharı (The first social media suicide) başlığıyla 29 Ağustos 2017’de yayınlayan, 3 Nisan 2018’de yineleyen The Guardian’dan naklediyoruz.
“İnsanların ölümünü gördüm” diyordu Océane, ölümünden hemen önce yaptığı Periscope yayınlarından birinde. “Açıkçası, insanı şok eden bu olmuyor. Çalıştığım huzurevine bir kadın gelmişti, sadece iki hafta yaşadı. Geldiğinde bir şeyi yoktu. Ona ne bok verdiler, bilmiyorum: Hemşireler ilaç basıp duruyordu. Sona doğru artık ne dediği anlaşılmıyordu, sürekli salyası akıyordu. Bana ‘Öleceğim, öleceğim’ deyişini hatırlıyorum. Ben de ‘Korkmayın, her şey düzelecek, ben buradayım, isterseniz odanıza her gün gelip sizi görürüm’ demiştim. Ertesi gün sabah 8’de oradaydım, ama ölmüştü. Beni en çok rahatsız eden onu odada tüm gün öylece bırakmaları ve stajyerlerin ‘Hadi gidip bakalım!’ deyip durmaları oldu. ‘Ölüler sizin eğlencelik seyriniz değil’ dedim. Sonra morgdaki adam geldi ve kadını dışarı taşımasına yardım ettim.”
Océane insanlar arasında gözlemlediği basmakalıp ve umursamaz ilişkilerin altında eziliyordu. Sosyal medyadaki boş flörtleşmelerden, ümitsiz popülerlik artistliklerinden ikrah ediyordu. Alkol veya uyuşturucunun suni canlandırıcılığı hiç ilgisini çekmiyordu (ama sürekli sigara içiyordu). Kimsenin anlamlı bir meşgale bulamıyor göründüğü Paris banliyölerinin körelmiş varoluşu onu bunaltıyordu (son konuşmasını yaparken arkasındaki duvarda “New York-Paris-Londra-Hong Kong” yazılı bir poster asılıydı).
Online izleyicilerinden birinin sorusu üzerine “Yarı Türküm, yarı Leh” demişti. “İnsanların milliyet sorma manyaklığını anlamıyorum. Hep soruyorlar: Kaç yaşındasın? Adın ne? Nerede oturuyorsun? Kökenin ne? Buradaki insanlar çok, çok, çok, çok aptal.”
Égly: Dışlanmışlık ve hapsedilmişlik imgesi
Océane Égly adlı bir kasabada yaşıyordu. Oralı olmayanların bölgesel çöp alanını kullanmak haricinde uğramadığı ıssız bir yerdi. Sokak tabelaları bir çöküntü bölgesinin tüm işaretlerine sahipti: antikacı, mezarlık, cenaze levazımatçısı, evsizler için sosyal merkez. Apartman bloklarının pencereleri beyaz kepenklerle kapatılmıştı; ilan panolarında bir terör saldırısı ânında ne yapılacağına dair talimatlar asılıydı (sağlam bir nesnenin arkasına saklanın, telefonunuzu sessize alın).
Égly, Paris bölgesi demiryolu ağının –Réseau Express Régional ya da kısaca RER– bitimine yakın bir yerdedir. Burası banliyö varoluşunda öylesine mahzun bir yer edinmiştir ki, Fransızca rap müziğinde dışlanmışlık ve hapsedilmişlik imgesi olarak sürekli işlenir.
“Beni ne mutlu eder?” diyordu, müzmin feveranlarından birinde. “Hiçbir şey. Mesele de bu. Beni artık hiçbir şeyin mutlu edemeyeceği noktaya geldim. Sabah yataktan çıkmaya bile takatim yok. Tek bir insanın senin yaşamını tamamen zehirleyebileceğini fark ediyorsun.”
Dünyanın en önemli kent merkezlerinden birine bu kadar yakın olan kasabaların, kafayı yedirten seyreklikte sefer yapan ve başkente ulaşması bir saati bulan trenleri kullanmak zorunda kalana dek, nasıl olup da insana uzak bir yer gibi görünebildiğini anlamak zor. Ama sonra kasvetli ve çorak manzara bir miktar açıklama sunuyor –ve insan Fransız iş dünyasını, siyasetini ve kültürünü yöneten yüksek sosyete Paris seçkinlerinin neden bu kadar uzak ve kendini beğenmiş göründüğünü anlıyor. Banliyö yaşamının bu denli simgesi haline gelen araba yakma eylemlerinin sembolizmi gayet isabetli netice itibarıyla: Mobilize ana akıma –hayat ritmleri çift katlı trenlerin sağırlaştırıcı dur-kalklarıyla bozulmayan herkese– karşı bir isyan bu eylemler.
Başka türlü bir şey
Océane’ın dağılmış ailesiyle ilişkisi sıkıntılıydı, dolayısıyla genel olarak dünyaya karşı umursamaz olmak gibi bir lüksü de yoktu. “Artık babamla konuşmuyorum” demişti. “Pisliğin teki.”
Océane’ın babası hıncını judo minderinden ve kum torbasından çıkaran, güçlü, tensel arzuları yoğun biriydi; epey kapsamlı kullandığı internetteki varlığı, onun elle tutulmaz veya uzak şeylere karşı sabırsız bir adam olduğunu gösteriyor. İki ayrı ilişkisinden iki kızı vardı –kızları birbirlerine yakın değildi–, yalnız yaşıyor ve yakışıklılığını giderek yitiriyor olmasını dert ediyordu.
Sessizce oturduğu dakikalar boyunca sık sık iç çekiyordu, “Je suis trop blasé.” Bu sözlerde hiçbir üstünlük iması yok: sadece boşluk, hissizlik, kayıtsızlık.
Bir gece kulübü işletiyordu. Olağan DJ tarifesinin yanısıra –broşüründe vaat ettiğine göre–seks oyuncakları, striptizciler, jakuziler içinde çıplak gençler, rengarenk ışık banyoları ve yetişkinlere yönelik içerik üreten Amerikan medya şirketi YouPorn için filme alınan bunun gibi daha bir sürü “harikalar” içeren fantezi partileme türü American Borderline gibi şovlar düzenleyen bir mekândı bu.
Kim bilir, belki de bu tarz gençlik fantezilerine tepki olarak, Océane kendine has otantik bir gençlik versiyonuna tutunmuştu. Bakıcılık işinde hakiki bir şeyler bulmuştu; daha lisedeyken ilkyardım diploması almıştı. İki saat süren son yayını sırasında belki de tek samimi şevk ânı, “hiper kıyak” diye tanımladığı huzurevindeki işini anlatışıydı.
Yayınlarında ara ara gözüken, ona sürtünüp mikrofona mırlayan bir kedisi de vardı. (Kedi ekranda belirdiğinde izleyicilerden biri şaka yollu “kocaman bir pussy’in var” diyordu [İngilizcede hem kadın cinsel organı hem de kedi anlamında, ç.n.], bir başkası “dikkat, pussy’ni görebiliyoruz!” diyerek katılıyordu goygoya. O anda, intiharına yalnızca 10 dakika vardı. Océane iç karartıcı bir yorum deryası önünde sessizce oturuyordu.)
Fransa, Batı için, her türden duygusal ihtirasın yerini alacak olan transandantal romantik aşk fikrini icat eden ülkedir nihayetinde. Bu Fransız genç de dünyanın veremediği manevi tatmini romantizmde bulabileceğini umarken yalnız değildi. Son üç yıldır tek bir ilişkisi olmuştu. Ama erkek arkadaşının onu sevmediğini ve kendi derin iç dünyasının onda hiç yankı bulmadığını hissetmişti. Bu onu dağıtmıştı. Hayatını geri alma umuduyla adamdan ayrıldı. Kısa bir süre sonra –son videosunda anlattığı üzere– onunla tekrar yolu kesişti ve şiddetli fiziksel istismara maruz kaldı. Ve o noktada, onu evrene bağlayan pamuk ipliği koptu. Yaşayan bir ölüye döndü.
10 Mayıs 2016’da, öğleden sonra 4:30’da, sansasyonel bir olayla –bir tanım yapmamıştı– yayında olacağını duyurmuştu. “Yapacağım video” diyordu, “sansasyon amaçlı değil. İnsanları uyandırma, düşündürme amaçlı. Ne kadar şok edici olsa da bir mesaj vermek istiyorum.”
“Usandım”
“Beni ne mutlu eder?” diyordu, müzmin feveranlarından birinde. “Hiçbir şey. Mesele de bu. Beni artık hiçbir şeyin mutlu edemeyeceği noktaya geldim. Sabah yataktan çıkmaya bile takatim yok. Tek bir insanın senin yaşamını tamamen zehirleyebileceğini fark ediyorsun. İlişkimiz beni mahvetti. O bunu anlayamıyor, çünkü hiç empati kuramıyor, yani başkalarının acısı ona hiç dokunmuyor. Durumu düzeltmek, insanların seni duymasını sağlamak için bir şeyler yapmaya çalışıyorsun, ama işe yaramıyor, bu yüzden… Bugün öğleden sonra göndereceğim mesajla nihayet anlamasını umuyorum. Bu dünyada insanları şok etmiyorsan seni fark etmiyorlar ve (vermeye çalıştığın mesajın, ç.n.) hiçbir şeyin üzerinde hiçbir etkisi olmuyor.”
Ruhsuz bir şekilde, ölümünden üç gün sonraya denk gelen 19. doğumgününden söz etti: “Bu haftasonu doğumgünüm için bir şey yapmam lâzımdı. Ama olmayacak, yani bu şey yüzünden gidemem.”
Sessizce oturduğu dakikalar boyunca sık sık iç çekiyordu, “Je suis trop blasé.” (Fransızca bezdim, yıldım, usandım anlamında, ç.n.) Bu sözlerde hiçbir üstünlük iması yok: sadece boşluk, hissizlik, kayıtsızlık.
Océane sabah 58, öğlen 37 dakika yayın yaptı. Bu sürenin çoğunda, yüzünde aşırı bir heyecandan ziyade vakur bir ifadeyle, kırmızı kanepesine oturmuş vaziyette kameraya konuştu. Bu oturumlarda ne olacağını veya neden olacağını söylemedi.
Bir mesaj göndermek
“Sending out a message” (Bir mesaj göndermek) girişimi, görünen o ki, Océane’a yeni bir enerji ve amaç duygusu vermiş. Ayrıntılı bir plan yapmış –olaylar ilerledikçe iyice düşünülüp tasarlandığı belli olan bir plan.
10 Mayıs 2016’da, öğleden sonra 4:30’da, sansasyonel bir olayla –bir tanım yapmamıştı– yayında olacağını duyurmuştu, kullanıcıların izlerken bir yandan da yorum yazabildikleri bir sosyal medya uygulaması olan Periscope’u kullanarak. Aynı gün, yine Periscope üzerinden yapacağı iki ön oturumda takipçilerine sesleneceğini söylemişti. Bunların hepsinden önce, hiç eksik-gedik kalmadığından emin olmak için iki test oturumu yaptı.
“Yapacağım video” diyordu, kendisini sosyal medyanın genel kendini pazarlama kültüründen ayrıştırmaya çalışarak, “sansasyon amaçlı değil. İnsanları uyandırma, düşündürme amaçlı. Her ne kadar şok edici olsa da bir mesaj vermek istiyorum ve bunun yaygınlaştırılmasını istiyorum.”
İronik biçimde, kullandığı taktik klasik bir sosyal medya prensesi taktiğiydi: Büyük bir sansasyon duyurusu yap, ama ne olacağına dair hiçbir şey söyleme. Ama Océane, şokun aynı zamanda gerçekliğe bir geri dönüş üretebileceğini de umuyordu. “Mesaj iletmenin tek yolu bu. Mesajın alınmasını sağlamak için sadece bu yol kaldı… İnsanları provoke etmezsen anlamıyorlar… Ama gerçekten çok, çok şok edici olacak, bu yüzden dürüstçe söylüyorum, bunu izleyen çocuk varsa –cinsellikle ilgili bir şey olmayacak– lütfen izlemeyi bırakın.”
“Burası çok soğuk”
Océane sabah 58, öğlen 37 dakika yayın yaptı. Bu sürenin çoğunda, yüzünde aşırı bir heyecandan ziyade vakur bir ifadeyle, kırmızı kanepesine oturmuş vaziyette kameraya konuştu, sürekli sigara sarıp art arda içti. Bir noktada posta kutusundan mektuplarını almak için evden çıktı (bir makyaj malzemesi kargosuydu, fakat kolinin içindekiler çalınmıştı, içi boş paketi kameraya gösterdi), ama bunun dışında görüntü hiç değişmedi.
Yayına yüzlerce insan bağlanıyordu. Herkesin kendine göre bir fikri vardı: Bazıları onu dokunaklı buluyordu (“Dünyanın ihtişamı yalnız bir kadının kırılganlığıyla başlar”), kimi de bu fırsatı manevi tavsiyeler vermek için kullanıyordu (“İslâm’ı seç, göreceksin, her şey düzelecek. Allahuekber!”).
Bu oturumlarda ne olacağını veya neden olacağını söylemedi; olan biten her şey kontrolündeymiş gibi görünüyordu ve şimdi videolar izlendiğinde hissedilebilen evham (“Burası çok soğuk. Çok üşüdüm.”) o an hiç de öyle görünmüyordu.
Saat 4’te üçüncü yayını için tekrar online oldu. Söyleyecek bir şeyi olduğunu söylemişti ve şimdi söyleyecekti. İzleyenlere, birkaç ay önce eski erkek arkadaşının ona tecavüz ettiğini ve onu dövdüğünü söyledi. Océane erkek arkadaşının kim olduğuna ve nasıl bulunabileceğine dair bilgiler verdi.
Bunlar olurken oturum kaotik bir hal almaya başladı: Neler olup bittiğini görmek için yayına yüzlerce insan bağlanıyordu. Herkesin kendine göre bir fikri vardı: Bazıları onu dokunaklı buluyordu (“Dünyanın ihtişamı yalnız bir kadının kırılganlığıyla başlar”), kimi de bu fırsatı manevi tavsiyeler vermek için kullanıyordu (“İslâm’ı seç, göreceksin, her şey düzelecek. Allahuekber!”).
Océane ısrarlı bir gülümsemenin arkasına çekildi –çaresizlik dünyasının gerçekliğinin iç karartıcı kanıtlarla ispatlandığına dair alaycı bir gülüş elbette. Ama bu gülüş gerçek bir ergen zaferinin de ilanıydı: Bunları söylediğinize pişman olacaksınız.
Océane sessizliğe gömüldü, akan yorumları okuyor ve ara ara göz deviriyordu. Artık binden fazla kişi izliyordu ve çoğu mesajını kaçırmıştı. Yorumların tonu kabalaştı: İnsanlar onun dış görünüşüyle dalga geçiyor ve ne yapmak üzere olduğu konusunda bayağı yorumlar yapıyordu; bu esnada bazıları da Océane belki söylemeye çalıştığı şeyi tamamlar umuduyla durmaları için bunlara yalvarıyordu. Kimileri suskunluğunu çeşitli yöntemlerle bozmaya çalışıyordu: “Hadi, konuşsana gerizekâlı” veya “Memelerini göster” ya da “Hayalim gerçek oldu, çenesi düşük olmayan bir kadın. Benimle evlenir misin?”
Zafer tebessümü ile veda
Océane ısrarlı bir gülümsemenin arkasına çekildi –çaresizlik dünyasının gerçekliğinin iç karartıcı kanıtlarla ispatlandığına dair alaycı bir gülüş elbette. Ama bu gülüş gerçek bir ergen zaferinin de ilanıydı: Bunları söylediğinize pişman olacaksınız.
Banliyö treni ona tam 4:29’da, tarifeli sefer saatinde çarptı. Olaydan sonra insanlar onun çığlığını duyduklarını söyledi, ama uyduruyor da olabilirler. Telefonu kamera yere bakar vaziyette düşmüştü ve çekim kapkaranlıktı, ama mikrofon hâlâ kayıt yapıyordu.
4:30’dan hemen önce, halen yayın halindeki telefonunu aldı, kedisiyle vedalaşıp evden çıktı ve sadece birkaç saniye uzaklıktaki tren istasyonuna yürüdü. O istasyona yaklaşırken takipçilerinin ruh hali de değişiyordu:
– Bu kızın bir hayatı yok, niye hayatını çıkıp Periscope’ta anlatıyor ki?
– Kız bir fahişe.
– Görün bak, kendini öldürecek.
– Millet, niye böyle şeyler söylüyorsunuz? Korkunçsunuz! O bir insan. Onun başına gelenler sizin annenizin ya da kızkardeşinizin başına da gelebilirdi.
– Öldür kendini.
– Salak kendine bir şey yapacak.
– Égly’nin neresindesin?
– Nereye gidiyor yahu?
– Biri durdursun, kendini öldürecek.
– Şu kızı durdurun ya.
– Bunun sonu kötü bitecek.
– Bu işin sonu çok kötü olacak.
– Hassiktir, sanırım atlayacak.
– Atlama.
– Evet ya, beni korkutuyor!
– Millet, hesabından yerini görebiliyor musunuz? Polisi arayın.
– Bu kız çaresizlik içinde, kesin bir bok yiyecek.
– Bir herif için kendine kıyma.
– Aha bir tren, hassiktir.
– Hay sikeyim.
– Siktir.
– Trenin altına atladı.
– RIP. (Huzur İçinde Yat.)
Banliyö treni ona tam 4:29’da, tarifeli sefer saatinde çarptı. Olaydan sonra insanlar onun çığlığını duyduklarını söyledi, ama uyduruyor da olabilirler. Telefonu kamera yere bakar vaziyette düşmüştü ve çekim kapkaranlıktı, ama mikrofon hâlâ kayıt yapıyordu. Ölmüş müydü? Kandırmaca mıydı? Dakikalar geçti ve herkes arka plandaki seslerden durumu anlamaya çalıştı.
– İtfaiyecileri duyabiliyorum.
– Ölmedi.
– UMARIM HAYATTADIR.
– Lanet olsun, korkunç ya.
– Onun için dua edelim.
– Çok ileri gitti.
– Eski sevgilisinin numarasını, adresini ve Facebook hesabını vermişti.
– Şimdi yayını keserler, yoksa bu çok büyük olay olacak.
– Kötü ruhların onu ele geçirdiği ortadaydı, herkes söylüyordu.
– Onu buldular, millet.
– Kranial koma.
– Kafanı göster seni pis fahişe, korkuyor musun?
– Kranial travma.
Tam bu noktada telefonunu buldular. Yayının son karesinde, ekrana düşen bir paramedik görüntüsü “durdur” düğmesine bastı. Bu görüntü sarsıcı bir gerçekliğe dönme etkisi yarattı. Hâlâ olup bitenin kandırmaca olduğunu düşünenler için insanlar sosyal medyadan diğer tren istasyonlarındaki bilgi ekranlarının fotoğraflarını paylaşmaya başladılar; “hat üzerinde yaşanan ölümlü bir kaza neticesinde tren seferlerinde gecikme yaşanacağı” duyuruluyordu.
“Bir hayalet, bir büyücü”
Océane kendisini öldürmeden otuz saniye önce, canlı yayını izleyenlerden biri şöyle bir yorum yapmıştı: “Yakından Nabilla’ya benziyor.” Bu anların video görüntüleri Periscope’un ana şirketi Twitter tarafından tamamen silindiğinden, Océane’nın ölü yüzünde insanlara Fransa’nın hoppa televizyon starı Nabilla Benattia’yı düşündürecek ne olduğunu görmek imkânsız şu an.
Ama önceki saatlerde sergilediği soğuk tavırları düşününce, benzerlik zorlama görünüyor. Gerçekten de, son yayınında toplanan gençlerin çoğu onda bir şey görecek olsa, görecekleri en son şey bir “televizyon yüzü” olurdu herhalde. “Biraz çirkinsin” diyorlardı. Ve hatta –konuşmayı kısa kesip sadede gelmesini istediklerinden olacak– “öldür kendini”. “At kendini pencereden.”
Sosyal medya daha önce sadece gerçekten ünlü olanların erişebildiği etki alanını ve gücü herkes için erişilebilir kılmıştı. Bir anda herkes –daha önce yalnızca ünlülerin yapabildiği şekilde– yaşamını tüm dünyaya canlı yayınlama ve libidinal titreşimlerin geri dönüşüne göre kendi değerini ölçme imkânına sahip olmuştu.
(Tahminlerinin ne kadar isabetli olduğunu bilemezlerdi; gerçekten de, yalan güvencelerle onları savuşturuyordu. “Merak etmeyin” diyordu, güven içinde kanepesinde otururken, “Zemin katta oturuyorum. N’apayım? Sokağa mı atlayayım?”)
Öyleyse tam da sonunda, neden biri ona bir an bakıp Nabilla’yı gördü? O esnada yayını iki saatten fazladır sürmekteydi, insanlar nasıl biri olduğunu görmüşlerdi. Belirli detayları merak edip soruyorlardı: “Boyun kaç?” “Nerelerinde piercing var?” “Dövmelerini göstersene.” (Başparmakta bir kalp, önkolda tasarımını kendi yaptığı kırmızı bir gül. “Karnımdaki dövmeleri göstermiyorum.”) Neden onu görmeyi bırakıp yerine başka birini gördüler?
Son saniyelerde izleyiciler yabancı ve asap bozucu bir şeyin izlenimine kapıldılar. “Onun sihrini içimde hissetmeye başlıyorum” diyorlardı, şaka da yapmıyorlardı. “Bize büyü yapacak.”
Yabancı bir ruh fışkırmaya başlamıştı ondan –ve belki de 18 yaşındaki kendisinden ziyade, bu yeni varlıktı birine Nabilla’yı anımsatan şey. Ölümüne anlar kala, Égly istasyonunda telefonuna bakarken, izleyicilerinde ani bir endişe uyandırdı –o âna kadar öylesine narince bezgin olmasına rağmen. “Görmüyor musunuz? İnsan falan değil işte? O bir hayalet. Dünya dışı bir varlık. O bir büyücü!”
Ün başka, şöhret başka
Genç kadının yüzünde hangi doğaüstü gölgeyi görmüşlerdi? Yaşarken ona hiç uğramamış olan, ama kısa bir an için ölümünü taçlandıran ve –medyanın intiharından nemalandığı birkaç gün boyunca– Nabilla Benattia ile paylaştığı şey, günümüzün tuhaf nekromansisi miydi? Daha iyi bir sözcük istediğimizden olsa gerek, “ünlü olmak” dediğimiz, kötü ruhların insanı ele geçirmesi miydi?
Tek gerçek ehemmiyet, yalnızca medyatikleşme ile sağlanıyordu; öyle ki, hoşnutsuzluk bile, eğer bir anlamı olacaksa, beğeni almak ve paylaşılmak zorundaydı. Oysa, büyük oranda sorun şuydu: Ne kadar yaygınlaştırırsanız yaygınlaştırın, hoşnutsuzluğunuz kimsenin umurunda değildi.
Sosyal medyaya böylesine batmış bir kuşak için ünlü olmak uzak veya alışılmadık bir şey değildi. Herkeste olan bir hünerdi. Okul çağındaki genç kızlar büyüyüp ünlü olduklarında bunun getireceği yüklerle –paparazziler, aşırı zenginlik, film starı erkek arkadaşlar– nasıl başedeceklerini konuşuyorlardı. Ve bu şaşırtıcı değildi. Ne de olsa sosyal medya daha önce sadece gerçekten ünlü olanların erişebildiği etki alanını ve gücü herkes için erişilebilir kılmıştı.
Bir anda herkes –daha önce yalnızca ünlülerin yapabildiği şekilde– yaşamını tüm dünyaya canlı yayınlama ve libidinal titreşimlerin geri dönüşüne göre kendi değerini ölçme imkânına sahip olmuştu. Aniden ünlülerin özel yaşamla ilgili şikâyetleri herkeste başgösterdi, herkes aynı güvensizlikten mustaripti: İnsanlar bunun (ünümün, ç.n.) arkasında benim kendi narin ve çaresiz insanlığımdan başka bir şey olmadığını görmüyorlar mı?
Océane da herkes gibi bir sinir yumağıydı. Diğer birçok genç gibi o da sık sık imajını medyadaki hâkim imaja uydurmaya çalışıyordu: Twitter’da, Los Angeles’ta bir çatıda çektirdiği, uzaktan Hollywood tabelasının görülebildiği, mini etekli, güneş gözlüklü, zafer işareti yaptığı fotoğrafları vardı (“Gerçek bir film starısın” diye yorum yazmıştı arkadaşları nezaketen).
Bu onun diğer herkesin online gösteriş çabalarını yargılamasını engellememişti, ama meselenin özündeki paradoks da buydu zaten. İnternetteki gösteriş ve yüzeysellik nümayişini inceleyen sosyal medya kullanıcıları, dünyada samimi duygulara ve görüşlere sadece kendilerinin sahip olduğu fikrine kapılıyorlar. “Fake” insanlar (Türkçede de aynen kullanılabilen, sahte/yapmacık anlamında, ç.n.) Océane’ın parçası olduğu Fransız gençlik kuşağının İngilizceden ithal ettiği ve aslında kişinin kendisi hariç herkesi tanımlamak için kullandığı bir ifade. Facebook, Instagram, Periscope… hep fake insanlarla doluydu. “O zaman ben niye kullanıyorum?” diyen hiç çıkmıyordu ama.
Paris saldırılarının failleri de kendi imhalarını göze almışlardı: Onlar da intihara meyilliydi. Hepsi gençti ve Paris veya Brüksel’in radikalleşmiş gettolarında büyümüşlerdi. Hepsi umutsuzluk içindeydi ve en kritiği de hepsi Avrupa ile pazarlıklarında sahip oldukları tek değerli varlığın kendi varoluşları olduğuna karar kılmıştı.
Océane bu sosyal medya platformlarında epey aktifti –bir sürü Twitter hesabı vardı, öyle ki sosyal medyayı yine sosyal medyadan eleştiriyordu. Tek gerçek ehemmiyet, yalnızca medyatikleşme ile sağlanıyordu; öyle ki, hoşnutsuzluk bile, eğer bir anlamı olacaksa, beğeni almak ve paylaşılmak zorundaydı.
Oysa, büyük oranda sorun şuydu: Ne kadar yaygınlaştırırsanız yaygınlaştırın, hoşnutsuzluğunuz kimsenin umurunda değildi. Ünlülerin büyük çoğunluğu –bir hiç olanların bile ünlü olduğu bu yeni dünyada– ünlü olmanın o en temel niteliğinden yoksundu: “Şöhret” değillerdi. Yarım yaratıklardı –ünsüz ünlüler, adı bilinmeyen süperstarlar– ve dört başı mamur benzerlerinin aksine, onların düşünce ve duyguları sonsuz bir kakofoni içinde kaybolup gidiyordu. Bu yüzden hiç bitmeyen bir strateji ve entrika enflasyonu vardı, çünkü mesajı “Samimiyet!” olanlar bile, seslerini duyurmak için kendilerini şov yaparken buluyorlardı.
Nabilla’ya benzemek
Erkek arkadaşıyla yaşadıklarından beri Océane’ın özel hayatı zehirlenmişti. Ruhsal durumunu tanıdığı biriyle paylaşmış olduğuna dair hiçbir işaret yok. İçini dökmeye karar verdikleri ise internetteki geniş, anonim kitle oldu. Ama bunun bir anlam ifade etmesi için gerçekliğin sıradışı bir şekilde infilak etmesi gerekiyordu. Medyada spektaküler etkiler yaratan terör saldırısı gibi bir şey olması gerekiyordu ve muhtemelen kendisini de beraberinde götürecekti. Yani: Onu kısa bir süreliğine de olsa, dertli ruhu ana akım medya tarafından incelenen dört dörtlük bir ünlüye dönüştüren bir ölüm planı.
Ün meleğinin onun can çekişen bedenine neden Nabilla Benattia’nın yüzünü vermiş olabileceğine dair sebepler yok değil. Nihayetinde Nabilla bir ünlüydü: Başarının kirletmediği, en saf haliyle bir ünlü. Océane’dan beş yaş küçük olan Nabilla, Les Anges de la Téléréalité (Realite TV’nin Melekleri) adlı bir televizyon şovuyla gündeme gelmiş ve post-prodüksiyon melek kanatlarının önünde süzülürken tek bir şey için, yani sansasyon için yaratıldığını ispatlamıştı (hiçbir Fransız kadın Twitter’da onun kadar takipçiye sahip değil). Medyayı ve sosyal ağları kasıp kavuran boş, ama hoş aforizmalar üretme konusunda öyle yetenekliydi ki, insan onun günümüzün bir tür dahisi olduğunu teslim etmek zorunda kalıyordu. Aptalı oynamak bir stratejiydi.
Ama Nabilla’nın da karanlık bir yönü vardı. Realite TV’deki erkek arkadaşını bir tartışma sırasında göğsünden bıçakladığı için hapis yattı ve iyi bilinen öfke patlamaları, ününün ne kadar süreceği konusunda güçlü korkulara sahip olduğuna işaret ediyordu. Yargılandığı duruşmada “İyi değilim” diye yazmıştı bir arkadaşına. “Geleceğe dair bazı hayallerimden vazgeçmek zorunda kaldım ve kendimi öldürmeyi denedim… Ömrümüz gelip geçiyor. Her şeyden usandım. Ne yapacağımı bilmiyorum. Artık sona geldim.”
Dolayısıyla, “Yakından Nabilla’ya benziyor” sözünün arkasında aslında epey isabetli bir tespit yatıyor olabilir mi? Océane’da fora olan şeyin yalnızca ün değil, ünlü olmanın “daima ölmek üzere olmak” şeklindeki gizli özü olması mümkün mü?
Herkesin bir ünlü olduğu sosyal medya dünyasında, insanlar yalnızca starlığın yaşam gücünü –güzelliği, başarıyı ve seksi– devralmıyorlar. Bu anonim süperstar saflarına ayrıca sirayet eden şey, ölümün içerden bilgisi de aynı zamanda. Tüm gerçek ünlülerin keşfettiği üzere, medya bir parazit gibi insan enerjisinden besleniyor, onları mecalsiz bırakıyor ve yavaş yavaş canlılar âleminden koparıyor.
Océane’ın ölümünü takip eden günlerde, sosyal medyada insanların profil resimlerine onun fotoğrafını koyması bir akım oldu.
Océane’ın kendini trenin önüne atmasından on saniye önce biri şöyle yazmıştı: “Üstüne patlayıcılar bağlamış, polisi arayın.” Sansasyonel bir olay beklemesi söylenmiş bazı insanların bunu bekliyor olması şaşırtıcı değil.
Militan İslâm, Fransa gençliği arasında, yalnızca Müslümanların radikalleşmesiyle değil, İslâm’ın sunduğu aktivist gücünü arzulayıp sonradan Müslüman olanlarla da yayılıyor. Fransa’nın “sonradan Müslüman”larının ciddi bir kısmını, bu dine hapishanelerde, gettolarda ve çetelerde geçenler temsil ediyor; IŞİD’e katılan Fransızların dörtte biri yine bu saflardan geliyor.
Charlie Hebdo, Bataclan ve öbür mahalle
Égly’nin 20 kilometre uzağında büyümüş olan, İslâm Devleti IŞİD’e biat ettiğini açıklayan Amedy Coulibaly’nin Charlie Hebdo saldırısının bir gün ertesinde Paris’te peşpeşe üç ayrı silahlı saldırı düzenlemesinin üzerinden yalnızca 18 ay geçmişti. Aralarında Bataclan Tiyatrosu’ndaki bir rock konserine katılan 89 gencin de bulunduğu 130 Parislinin öldürüldüğü silahlı ve intihar bombalı saldırıların üzerindense sadece altı ay geçmişti.
Ama belki de tüm bu olup bitenler arasında gerçekten de analojiler vardı. Océane’ın ölümü de kendisinin yanısıra başkalarını imha edecek bir tür patlama olarak tasarlanmıştı. Kendi adlarına, Paris saldırılarının failleri de, unutmayalım ki, kendi imhalarını göze almışlardı: Onlar da intihara meyilliydi. Bu insanların hepsi gençti ve neredeyse tümü Paris veya Brüksel’in radikalleşmiş gettolarında büyümüşlerdi. Hepsi Avrupa’da içinde yaşadıkları gerçeklik konusunda umutsuzluk içindeydi ve en kritiği de hepsi Avrupa ile pazarlıklarında sahip oldukları tek değerli varlığın kendi varoluşları olduğunda karar kılmıştı.
Yani “Müslümandılar, bu yüzden gerçekliği ve kendilerini imha etmek istediler” diye bir şey yok. Bundan ziyade, gerçekliği ve kendilerini imha etmek ve bu esnada da, bir tür şövalyelik ve asalete kavuşmak istemeleri ve bundan dolayı radikal İslâm’ın şiddetli gücünü benimsemeleri söz konusu.
Tekelci çağımızın istatistiklerine aşina olsak da, onun manevi etkilerine pek aşinalığımız yok. 20. yüzyıl ortasının Batı toplumları hayret verici bir konsensüse ulaşmışlarsa eğer, toplumsal fazlanın paylaşımını sıradışı şekilde genişletmeleri sayesindedir –önceki servet birikimlerinin (savaşla) imhasının ve “emeğin” “istihdama” dönüşmesinin elzem olduğu bir genişleme.
Bugün, Batı toplumları bu ilerlemeleri geriye sarar ve tekrar 19. yüzyıldaki düzenlemelere doğru kayarken, o çağın marazlarının da geri dönüyor olması şaşırtıcı olmamalı. Bu maraz en çok, ömürleri boyunca, çoğunluğun toplumun refahından aşama aşama yeniden dışlanması hariç hiçbir şey görmemiş olan ve kendi anne-babaları veya nine-dedeleri gibi “başarılı” olabileceklerine dair pek az umutla yetişkinliğe adım atan gençleri etkiliyor. Aslında, artık yaşlanan kuşakların her şeyi kendilerine ayırdıkları ve gençliğe kendi günahlarının yükünden başka hiçbir şey bırakmadıklarına dair güçlü bir hisse sahipler.
“Ülkeyi domuzlar yönetirken…”
Maraz, işin neredeyse hiçe dönecek kadar enformelleştirildiği ve otomatikleştiği Paris banliyölerinde özellikle akut bir hal alıyor; en çökkün bölgelerde genç kadınların dörtte biri ve genç erkeklerin yarıya yakını işsiz. Ama orada da işsizlik, sözde bir evrenselciliğin Batı dünyasındaki en pekişmiş iktidar sistemlerinden birinin üzerini örttüğü Fransa’da gerçekleşmekte olan daha geniş bir toplum-dışılaşma sürecinin yalnızca bir semptomu.
Bu mahallelerde duvarları kaplayan ve çok çalışmaya, temiz yaşamaya ve mutlu bir aileye dayalı düzgün bir hayat vâzeden mesajların –eski devrimci slogan liberté, égalité, fraternité ile birlikte– sürekli sökülmesi şaşırtıcı değil. Bazıları için her türlü onurlu yaşam biçiminin önünde artık Fransa’nın kendisi engel haline gelmiş durumda. Océane’ın mahallesinden bir rap grubunun sözlerinde olduğu gibi, “Dur de rester halal quand des porcs gouvernent” (“Ülkeyi domuzlar yönetirken helâl kalmak zor”).
Bugün Fransız gençliğinin bir çıkış bulma fikrinin pençesine düşmüş olmasının sebebi bu. Radikal İslâm’ın yayılışı elbette bunun dramatik bir ifadesi: 900’den fazla gencin Suriye ve Irak’ta IŞİD için savaşmak üzere Fransa’yı terkettiği, binlercesinin ise ülke içinde cihatçı ağlara katıldığı düşünülüyor. Ama militan İslâm Fransa gençliği arasında, yalnızca Müslümanların radikalleşmesiyle değil, İslâm’ın sunduğu aktivist gücünü arzulayıp sonradan Müslüman olanlarla da yayılıyor.
Océane’ın ölümünü takip eden haftalarda, ona adanmış bir sürü rap şarkısı dönmeye başladı internette. Océane’ın rap’çiler için esas kıymeti ölü olmasıydı. Kendisini öldürerek, kendilerinin asla gerçekleştiremeyecekleri fantezilerinin bir parçasını gerçekleştirmişti.
Fransa’nın 200 bini bulduğu tahmin edilen “sonradan Müslüman”larının ciddi bir kısmını, bu dine hapishanelerde, gettolarda ve çetelerde geçenler temsil ediyor; IŞİD’e katılan Fransızların dörtte biri yine bu saflardan geliyor. Yani Müslümandılar, bu yüzden gerçekliği ve kendilerini imha etmek istediler diye bir şey yok. Bundan ziyade, gerçekliği ve kendilerini imha etmek ve bu esnada da, bir tür şövalyelik ve asalete kavuşmak istemeleri ve bundan dolayı radikal İslâm’ın şiddetli gücünü benimsemeleri söz konusu.
Tarih boyunca genç insanların yetişkinliği çaresizce kabullenmek yerine görkemli bir kendini imhanın hayalini kurduğu birçok moment olmuştur. Ama gerçekte ölen beklentiler olur. Çok daha fazla genç aynı çaresizliğin pençesine düşmüş olmasına rağmen hayatın doğal savunma mekanizmaları ile bu nihai eylemden geri durmuştur. Ama işte hayatta kalanlar da hasarsız atlatmış değildir. Gidenlerin ardından bir nevi kıskançlık hissederek, yaşam ile ölüm arasındaki ince çizgide yaşar giderler. Onlarınki kültürel bir intihardır ve gerçekten “hayatını yaşayanlarla” kendilerini özdeşleştirme becerilerinin bir kısmını yitirirler.
Rap şarkıları
Océane’ın ölümünü takip eden günler ve haftalarda, ona adanmış bir sürü rap şarkısı dönmeye başladı internette. Rap’çilerin çoğu, “ünleri” sadece yatak odasından ibaret olan ve yalnızca kendileri tarafından bilinen, işsizliklerini ve günübirlik işlerini kahramansı bir ikinci kimlikle –gangster, hakikat anlatıcısı ve ozan– telafi eden genç erkeklerdi. Hiçbiri ölen genç kızı tanımıyordu, ama onun intiharı kendi adlarına da bir şey anlatıyordu. Sesleri kent agresyonuyla hırçınlaşmış olsa da, duygusal sözleri kalbe dokunuyordu. “Ah sevgili Océane, sana adandı bu dizeler / Meleklerin yanına gittin, ne yaparım sensiz ben?” diyordu bir tanesi. Onun hiç sahip olmadığı duyarlı sevgiliymiş gibi şarkılar yazdılar ve onu kurtarmak için orada oldukları hayalini kurdular.
Ama Océane’ın hayatta olduğu zamana atıf yapan bu yardım tekliflerinin şüpheli bir yanı vardı. Belki de, bu şarkıcıların hayatta olan insanlara pek az sevgi besliyor görünmesiydi bunun sebebi. En büyük hakaretlerse elbette Océane’ın eski sevgilisine yönelikti; öylesine evrensel bir ahlâksızlık abidesiydi ki, rap’çiler ondan tecavüzün yanısıra “pedofili” ve “ensest” sözleriyle bahsediyordu: “Eski sevgilin yüzünden çok erken gittin / Seni enseste maruz bıraktı, nefretimi ifade edecek söz yok.”
Ama elbette diğer herkesin de suçu vardı. Örneğin, Océane’ın yayınını izlemiş olanlar, ahlâken tamamen yozlaşmıştı onlara göre. Bir rap’çi, Océane’ın uğradığı erkek istismarına dair hikâyesinin kadınlar hakkındaki konuşma şeklinin üzerinde hiçbir etki yapmadığını gösterircesine, “Aslında bunların çoğu orospu ve gerçek bu” diyordu. Kadınlar da tıpkı erkekler gibi aşağılıktı; hepsi evrensel bir çürümenin parçasıydı. “İnsanlar değişti” diyordu aynı rap’çiler başka bir şarkıda. “Halimiz ne olacak korkuyorum… İnsanların ellerinin böyle kirli olduğunu bilseydim / Yemin ederim hayatımı bir hayvanla paylaşırdım.” İnsan dünyası sonsuz ölçüde ve tedavisi mümkün olmayan şekilde bozulmuştu.
Bu da bizi tekrar esas meseleye getiriyor: Océane’ın bu rap’çiler için esas kıymeti –ve böylesine kutsallaştırılmasının sebebi– ölü olmasıydı. Hayattayken olduğu kişiden hiç etkilenmiyorlardı, ne de hayata dair genel bir koruyuculuktu motivasyonları. Hayır: Onları etkileyen şey, düzelmesi mümkün olmayan bir dünyayı geride bırakma konusunda spektaküler bir karar almış olması gerçeğiydi. Kendisini öldürerek, kendilerinin asla gerçekleştiremeyecekleri fantezilerinin bir parçasını gerçekleştirmişti –sık sık o eylemin kıyısına kendilerinin de geldiğini ifade ederek onun intiharını kendilerine mâletmeye ve böylece bu eylemin görkemine kendilerini de dahil etmeye çalışıyorlardı.
Bunlar aşırı, ama en nihayetinde anormal olan duygularını ifade eden zavallılar mıydı sadece? Muhtemelen. Ama kendi yaşam tarzlarını daha ünlü şahsiyetlerden aynen kopyalayan amatör rap’çiler oldukları ve, ruh halleri dahil, orijinal olmadıkları da bir gerçek. Sadece kendi sıkıntılarını ifade ediyor değillerdi; bugün Fransız rap’inin özünü oluşturan ölümle kafayı bozmuş bir çaresizlik dünyası anlatısını da papağan gibi tekrarlıyorlardı.
Océane’ın ölümü sosyal medya platformlarında canlı yayınlanan ilk intihardı. Ama internette videolarını izleyerek geçirdiğim saatler boyunca, bir kere olsun, onun başka yönlerden sıradışı olduğunu hiç hissetmedim.
“Ben öldüğümde”
Dünyanın kokuşmuşluğu, hayatın çekilmezliği, ahir zaman savaşları: Bunlar Paris banliyölerindeki rap’çilerin şaşmaz temaları ve birçok durumda tek şairane çözüm her şeyden vazgeçmek. Bu rap’çilerin en ünlüsü olan La Fouine, kendi ölümüne dair, merkezinde birinin mezarı başında tüm dünyayı pişmanlık içinde hayal etmesinin tatmin ediciliği olan Quand je partirai (“Ben öldüğümde”) adlı bir şarkı yaptı: “Öldüğüm gün bazı şerefsizler başsağlığı dilemeye gelecekler / Ödenmemiş faturalar birikirken neredeydiler?”
Öte yandan, beyaz bir rap’çi –ve Fransa’nın en zengin rap’çisi– olan Orelsan, dümdüz intihar notundan bir şarkı yapmıştı: “Bugün varoluşumun son günü olacak / Gözlerimi son kez kapayacağım, son kez susacağım / Bu kızgınlıklara çok zaman çare aradım / Ama şimdi görüyorum, her şey ne kadar yalın.”
Océane’ın normalliği, sıradanlığı
Ama Fransız rap’inin dışına baktığımızda görürüz ki, bu gençlik kültürüne çok daha evrensel düzeyde bir çıkış fantezisi sirayet etmiştir. Sanki böyle düşüncelerin sadece kendilerinde olmadığını kanıtlamak istercesine, Océane’a ağıt yakanların çoğu dizelerine tanınmış pop şarkılarından nakaratlar karıştırarak kendi yalnızlıklarının kasvetini küresel ünün mührüyle tasdik ediyordu. Bunların kimisi Fransız popstar Caroline Costa’nın (yetenek şovunda üne kavuşan bir başkası) hit olmuş bir şarkısından nakaratlar ödünç aldı; şarkı –belli olmayan sebeplerle– artık orada olmayan biri hakkındaydı, ama yine gücünü ifadesinden alıyordu, aşktan veya özlemden değil, varoluşun boşunalığından.
Océane’ın ölümü günümüz sosyal medya platformlarında canlı yayınlanan ilk intihardı. Ama internette videolarını izleyerek geçirdiğim saatler boyunca, bir kere olsun, onun başka yönlerden sıradışı olduğunu hiç hissetmedim. Onda, en çok gençlerde yaygın olsa da, bugün pek çok insanda –ve muhtemelen kendimde– ortak olan özellikler gördüm: bastırılmış, ciddi, ara ara komik, kesintisiz elektronik tiklerle dikkati dağınık, hafiften şuursuz. Birçok yönüyle Océane tamamen normal görünüyordu. Ve interneti onun kullanma şeklinin de, zaman içinde daha alışılageldik hal olacağını hissettim.
Çeviren: Serap Güneş