FRANSA’DA TÜRKİYELİ YURTTAŞLAR MECLİSİ: ACORT

Söyleşi: Alican Tayla, Hande Gülen
15 Şubat 2021
SATIRBAŞLARI

Türkiyeli Yurttaşlar Meclisi –ACORT (Assemblée citoyenne des originaires de Turquie) otuz yılı aşkın süredir Paris’te hem Türkiyeli hem de başka ülkelerden göçmenlere destek olan, göçmen kadınlara, lgbti+’lara güvenli bir alan sunmak için mücadele eden bir dernek. Fransızca ve Türkçe yayın yapan haftalık radyo programlarından yüzlerce gencin bir araya geldiği partilere, Fransa’daki Türkiyelilerle Ermeni toplumu arasında diyalog geliştirme girişimlerinden çocukların ödevlerine yardıma, erkek şiddetine karşı mücadeleden bedelsiz Fransızca derslerine, her yıl düzenlenen Türkiye Filmleri Festivali ve Küçük İstanbul müzik şenliklerine saymakla bitmez etkinlik için arı gibi çalışan küçük bir ekip. Aşırı sağ oylarına göz diken “merkez-liberal” cumhurbaşkanı Macron’un da katkılarıyla Fransa’da yeniden kabaran İslâmofobi ve göçmen karşıtı dalga geçtiğimiz kasım ayında ACORT’un dernek binası kapısına faşist bir grubun “İslâm = Ölüm” yazmasına kadar vardı. Derneğin emektarlarından Zeynep Saygı ve Ümit Metin’den ACORT’un geçmişini ve bugününü, Fransa’daki Türkiyeli göçmenlerin yaşam koşullarını ve Macron Fransası’nı dinliyoruz… 
Zeynep Saygı, Ümit Metin 

Geçtiğimiz Kasım ayında ACORT (Assemblée Citoyenne des Originaires de Turquie –Türkiyeli Yurttaşlar Meclisi) kapısına ve duvarına Islam = Mort (İslâm = Ölüm) yazılarak saldırıya uğradı. Bu saldırı Fransa’daki İslâmofobi, ayrılıkçılık tartışmaları ve Ermenilere yönelik saldırılarla aynı döneme denk gelmişti… Nasıl gelindi bu noktaya? Bekliyor muydunuz böyle bir saldırıyı?

Ümit Metin: 10 Kasım 2019’daki İslâmofobiye Karşı Yürüyüş’e katılmamızdan bu yana farklı kollardan saldırılara maruz kaldık. Bu yürüyüşten hemen sonra, Göçmen Kökenli Dernekler Hareketi Özgürlük ve Eşit Haklar Mücadelesi başlıklı bir kolokyum düzenlemiştik. İlk bölümde göçmen hareketi ile uluslararası insan hakları mücadelesi arasındaki dayanışma nasıl güçlenebilir sorusuna Türkiye örneği üzerinden cevap aradık. Le Front Uni des Quartiers Populaires’den (Yoksul Mahallelerin Birleşik Cephesi), Collectif Adama Traoré’den (polis şiddetiyle can veren Adama Traoré için adalet talebiyle kurulan kolektif), Tunusluların ve Faslıların ACORT muadili derneklerinden katılımcılar vardı. Amacımız farklı tarihsel süreçlerden geçmiş, Fransa’da farklı göç hareketlerinin içinde bulunan insanları bir araya getirmekti. Kolokyumun sonuç bildirgesi imzaya açık bir çağrı metni olarak yayınlandı ve tüm göçmen derneklerini ırkçılığa, Müslüman düşmanlığına ve radikal İslâm’a karşı birlikte mücadeleye davet ettik. Birkaç ay öncesinde ise, burada “kâğıtsızlar” denen kayıtdışı göçmenlerin hakları için Liberté, égalité, papiers (Özgürlük, eşitlik, evrak) sloganı altında düzenlenen yürüyüşe katılmış ve bildirilerine her yıl olduğu gibi imza atmıştık. Sağcı Les Républicains (Cumhuriyetçiler) partisinin 18. Bölge Paris temsilcisi bildirideki “devlet ırkçılığı” ve “polis şiddeti” ifadeleri nedeniyle ilk saldırılara o zaman başladı. ACORT’un “cumhuriyete karşı olduğu” ve buna rağmen belediye desteği aldığı söylenerek bir kampanya başlatıldı. Önce, aşırı sağcı dergi Valeurs actuelles’de haber olarak çıkmış. Biz daha bu haberi görmemişken, yine sağcı Le Figaro’dan bir gazeteci beni arayıp “devlet ırkçılığı hakkında ne düşünüyorsunuz”diye sorup görüş aldı ve Valeurs Actuelles’i aratmayacak bir yazı yazdı. Aslında, belediye seçimleri öncesi politik bir hesaplaşmanın ortasında kaldık. ACORT’un destek aldığı Paris belediye meclislerinde Les Républicains’in ardından iktidardaki merkez sağ partisi En Marche grubu da ACORT’un cumhuriyet karşıtı olduğunu söyleyerek bize tavır almaya başladı.
Valilik bir görüşmede bize “devlet ırkçılığı” ifadesini neden kullandığımızı sordu. Aslında haklılar, Fransa’da yaşanan “devlet ırkçılığı”ndan ziyade “yapısal ırkçılık”. Valilik görüşmesinde Fransa’nın “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” değerlerine bağlı olduğumuzu, tam da bu nedenle evraksız göçmenleri desteklemenin ACORT’un mücadelesinin temel amaçlarından biri olduğunu söyledik. Ardından, geçtiğimiz mayıs ayında, bütçemizin devlet tarafından karşılanan bir kısmının ödenmeyeceği bildirildi, sonra karar geri alındı. Aslında tüm bunlar şu anda da tartışılan “ayrılıkçılık karşıtı yasa tasarısı”nın bir ön çalışması. Gayet geniş ve muğlak çerçeveli bir yasa bu, Müslümanlarla dayanışma gösteren dernekler başta olmak üzere, tüm derneklerin varlığına yönelik bir tehlike oluşturuyor. Bu arada, Ermeni diasporasının resmi yayını olan Nouvelles d’Arménie dergisi bizimle bir röportaj yapmak istedi. Bu söyleşide derneğin amacını, faaliyetlerini, bugüne kadar neler yaptığımızı, İslâmofobiye karşı mücadele ederken başımıza gelenleri, Ermeni soykırımına bakışımızı anlattık. Geçen ekim ayında yayınlandı. Bir tarafta Fransızların Müslüman düşmanı kesimi, diğer tarafta da Ermenilere yönelik saldırılara karşı çıkışımız sebebiyle Türkiyeli milliyetçi-devletçi kesim ACORT’u hedef gösterdi. Bu yüzden bir saldırı bekliyorduk. Ancak, saldırı beklemediğimiz yerden geldi. 

Birbirine zıt gibi görünen, ama birbirine bağlanan bir nefret

Evet aslında tam olarak bunu anlatmaya çalışıyorum. İç içe geçmiş, birbirinin ardından gelen bir durum. Her iki milliyetçi, faşist tarafın da hedefi haline getiriliyoruz. 

Saldırıya ilişkin hukuki süreç nasıl ilerliyor? 

Şikâyette bulunduk. Paris’in 10. bölgesinde aynı gün birkaç yerde Islam = Mort yazıları yazılmıştı. Génération identitaire (Kimlikçi nesil) isimli radikal sağcı gençlerden oluşan bir grup bu. Çeşitli yerlerde benzer saldırılar yapıyor. En son République Meydanı’nda ırkçılığa karşı yürüyüşte “Beyazlara karşı ırkçılığa son” diye pankart açtılar. Bu manzara maalesef gittikçe yaygınlaşıyor ve daha da yaygınlaşacak gibi görünüyor, çünkü devletin önünü açmasıyla böyle davranmaya devam edebiliyorlar. 100 bin kişinin toplandığı bir meydanda bu pankart açılabiliyor. Polis müdahale etmiyor, eylemciler pankarta tepki gösteriyor, ancak pankart indirildikten sonra polis bu kişilerin ifadesini alıyor, ardından da bırakılıyorlar. 

Bir tarafta Fransızların Müslüman düşmanı kesimi, diğer tarafta da Ermenilere yönelik saldırılara karşı çıkışımız sebebiyle Türkiyeli milliyetçi-devletçi kesim ACORT’u hedef gösterdi. Bu yüzden bir saldırı bekliyorduk. Ancak, saldırı beklemediğimiz yerden geldi.

Saldırının ardından ACORT’a destekler de geldi, kimler destek bildirdi?

Bu süreçte Fransız sivil toplum örgütlerinin, sendikaların ve tüm sol partilerin desteğini aldık. İlk destek Ermenilerin diaspora örgütlenmesi olan Fransa Ermeni Örgütleri Koordinasyon Kurulu’ndan (Le Conseil de coordination des organisations arméniennes de France –CCAF) geldi. Aslında bu dernek daha önce bize karşı tavır almıştı. Çünkü Türkiyelilerle diyalog diasporanın bir kısmına göre soykırımın inkârını besleyen bir tutum. O nedenle, bugün destek veriyor olmaları bizim için çok önemli. Paris Belediye Başkanı Anne Hidalgo’dan da destek mesajı aldık. Sağın tepkisi ne olacak bilmiyoruz. Yeni Güvenlik Yasası ve İslâmofobi meselesiyle birlikte açık ve keskin bir kutuplaşma var. İçlerinde Sosyalist Parti’den başbakan olmuş Manuel Valls’in de olduğu, sağ ve soldan siyasi figürleri bir araya getiren Printemps républicain (Cumhuriyetçi Bahar) isimli hareket örneğinde olduğu gibi, Müslümanlarla ve Müslüman derneklerle dayanışma gösteren kurumlara karşı açık bir tutum var. Devletin ötekileştirme stratejilerini benimsediği bir dönemden geçiyoruz, bundan sonra yeni yasanın da imkân vermesiyle derneklere yönelik saldırıların devam edeceği açık. Herhangi bir suç duyurusu, soruşturma olmadan, sadece keyfi yorumlar üzerine iki dernek kapatıldı. İfade özgürlüğü üzerine ders yaparken Charlie Hebdo karikatürlerini gösterdiği için kafası kesilerek öldürülen Samuel Paty vakasından sonra İçişleri Bakanı Gérald Darmanin’in olayla ilgisi olmayan baskın ve soruşturmaları olayla ilgisi yok, ama ders alsınlar” diyerek savunması bu gerilimin ve benzer saldırıların giderek artabileceğini düşündürüyor… Gündelik hayatta kopuşların, kutuplaşmanın ve şiddetin öne çıkacağı bir toplum haline geliyoruz. 

Macron 2017 seçimlerinin ikinci turunda hemen hemen bütün kesimlerden aşırı sağa, faşizme baraj olmak için oy talep ederek seçilmişti. Ekonomik programından ya da başka vaatlerinden ziyade Fransa’nın büyük çoğunluğunun aşırı sağ tehdidine karşı seferber olmasıyla iktidara geldiği herkesin malûmu. Sizin dernekler ve kimliklere dair anlattıklarınız neredeyse aşırı sağ iktidardaymış hissi veriyor. Son üç yılı sivil toplum örgütleri özelinde nasıl gözlemliyorsunuz?

İslamofobiye karşı yürüyüş

Şu an Fransa’nın pek alışık olmadığı bir ortamda yaşıyoruz. İlk olarak François Hollande döneminde İşe Alım Sözleşmelerini çalışanlar aleyhine değiştiren bir süreç başlamıştı ve o tasarının arkasında duranlardan biri de Macron’du. Dönemin Çalışma Bakanı Myriam El Khomri’nin adını taşıyan yasalar yine o dönemde gündeme geldi. İnsanların sözleşmeli olarak çalıştırılmak istendiği, prekaryayı, yani güvencesizliği derinleştiren bir dönüşümdü. Polis şiddeti o süreçte yükselen itirazla beraber hızlandı. Macron ve çevresi ideolojik olarak bu yasaların arkasında duruyordu. Yani, Macron tüm bunlar bilinmesine rağmen, Le Pen’e karşı baraj oluşturmak için seçildi. Macron en başta “ne sağ ne sol” söylemiyle biraz daha geniş yelpazeden insanları hükümete aldı. Zaman içinde servet vergisinin kaldırılması gibi yasalarla ve protestoların şiddetle bastırılmasıyla iyice sağa kaydı. Macron’un Gérald Darmanin gibi, Nicolas Sarkozy’yle çalışmış, onun çevresinden kişilerle yeni hükümet değişikliği yapması tamamen sağa yöneldiğini açıkça gösteriyor. Darmanin hakkındaki tecavüz davalarına rağmen hâlâ İçişleri Bakanlığı koltuğunda. Irkçılığa karşı yürüyüşler, Sarı Yelekliler eylemleri başta olmak üzere, polis şiddetini her gün görüyoruz. Önceden Fransa’da haklar vardı, şimdi hakların yerini yardımlar aldı. Solun da dağılmış olduğunu hatırlatmak gerek. Çuvaldızı kendimize batırmamız lâzım, çünkü 2022 için çözüm olabilecek bir birleşme solda henüz sağlanamadı. Oysa son belediye seçimlerinde gördük ki, Marsilya’da, Strasbourg’da sol bir araya gelebildiği için kazanabildi. 

Zeynep Saygı: 2002’de de Jacques Chirac Marine’in babası Jean-Marie Le Pen’e karşı seçimi kazanmıştı. Le Pen’in ikinci tura kalması her zaman karşısındaki partiyi güçlendiren bir durum. Bu politik oyun da Fransa’da gayet iyi biliniyor. 2007 seçimlerinde ise ikinci parti olamadı belki, ancak Sarkozy de seçim kampanyasını aşırı sağın temel alanı olan iç güvenlik ve göç sorunu üzerine kurdu. Sağa kayma, ırkçı söylem Fransa’da yeni değil. Macron da birden ortaya çıkmış biri değil. Varolan bir söylemi takip ediyor. Milliyetçi ve göçmen karşıtı Fransa tahayyülü on yıllardır devam ediyor bir bakıma. 

Metin: Şu an Fransa’da iktidarın sürdürdüğü politika göç, mültecilik ve “terörizmi” birbirine karıştırıp sınırların kapalı tutulması, çok az sayıda sığınmacı kabul edilmesine dayalı. Macron hükümetinin çıkardığı iltica ve göçmenlik yasasıyla göçmenlik ve sığınmacı haklarının yok olması isteniyor. ‘80’lerden bu yana devam eden bir süreç bu aslında. Bu yasalar Le Pen’in aşırı sağcı, şimdiki adıyla Milli Birlik Partisi’nin (Rassemblement National –RN) daha da güçlenmesini sağladı. Kırk yılın sonunda görüyoruz ki, Le Pen’in partisi sıradanlaşmış, yıllardır kullandığı dili kabul ettirmiş durumda. Bu politikalar sayesinde eninde sonunda oyların kendisine geleceğini biliyor çünkü seçmenin taklittense aslını tercih edeceğini biliyor. 

2001 öncesinde azınlıklardan coğrafya ve tabiyetlbahsedilirdi; Türk, Cezayirli, Mağribli, Afrikalı gibi… Sonra “Müslüman topluluklar” kavramı öne çıkmaya başladıFransa’da Müslümanların Hıristiyanlardan daha kalabalık olacağından korkan bir kesim var. Sağ bu korkuyu kullanarak oy toplama çabasında.

Fransa’nın izlediği göçmen politikaları, Müslüman ya da Müslüman olarak kodlanan topluluklara nasıl tesir ediyor?

Saygı: Göçmen politikaları 2006’da Sarkozy’nin içişleri bakanı olarak atanmasıyla erozyona uğramaya başladı. 1981-2006 arası, biraz da AB’nin etkisiyle, insan hakları bazlı, çok-kültürlülük, çok-dillilik konularında yapıcı bir yaklaşım görüyorduk. Aşırı ve merkez sağın muhalefetine rağmen göç konusu kamusal alanda bu değerler çerçevesinde tartışılıyordu. 2007’de Sarkozy cumhurbaşkanı seçildikten sonra Göç, Entegrasyon ve Milli Kimlik Bakanlığı’nı kurdu. O dönemde sivil toplum örgütleri ve sol partiler bu politikanın yarattığı “göçmen eşittir suçlu” algısına karşı ciddi kampanyalar düzenledi ve halktan da geniş yankı buldu. Bugün olsa karşılık bulmaz… 2012-16 arası Sosyalist Partili Hollande’ın cumhurbaşkanlığı dönemi ise, tam anlamıyla bir hayal kırıklığıydı. Sarkozy’nin geçirdiği yasaların göçmenlerin hakları gözetilerek yeniden düzenlenmesi şöyle dursun, Hollande dönemi göçmen haklarının en çok ihlal edildiği ve gerilediği yıllar oldu. Öte yandan, 2015’in başında ve sonunda meydana gelen iki radikal dinci saldırı arasında Fransa, Suriye’deki savaşta taraf olacağını açıkladı. Tüm bunların sonucu Fransa’daki Müslümanların IŞİD yansıması olarak, bir iç düşman şeklinde hedef gösterilmesi oldu. Tabii bu hiçbir zaman açıkça dile getirilmedi. Göçmen hakları için çalışan Fransız derneklerine yönelik baskılar da o dönemden sonra artmaya başladı ve bugüne gelindi.

2015’te yaşananların ardından radikal İslâm tartışmaları Türkiyeli topluluğu nasıl etkiledi? 

Saygı: Fransa’da 2001 öncesinde azınlıklardan bahsederken coğrafya ve tabiyete gönderme yapılırdı; Türk, Cezayirli, Mağribli, Afrikalı gibi… 2001’den sonra “Müslüman topluluklar” kavramı ön plana çıkmaya başladı. Televizyonlarda insan hakları savunucularının ya da Fransa’daki çokkültürlülüğün inkârı konusunda analiz yapan akademisyenlerin sözleri şüpheyle sorgulanır oldu. Fransa’da gelecek yirmi yılda Müslümanların Hıristiyanlardan daha kalabalık olacağından korkan bir kesim var. Ne yazık ki, sağ siyaset, özellikle Sarkozy’den beri, bu derin korkuyu kullanarak oy toplama çabasında. Son on beş yılda “Müslüman göç” üzerinden tehlike algısı artarken, Fransa’nın “judeo-chrétien” (Yahudi-Hıristiyan) kimliğine ısrarla vurgu yapılması toplumsal barışı tehdit etmeye başladı. Radikal İslâm örgütlenmeleri de böyle bir ortamda, öteki olarak damgalanan, dışlanan ve özellikle de Fransa’nın sömürgeci tarihinden gelen göçmen topluluklarda “alıcı” bulur hale geldi. Bu radikalleşmenin sonuçlarını,  2015’te çok acı bir şekilde yaşadık. Charlie Hebdo ve Bataclan saldırıları, toplumun belleğine Fransa’nın 11 Eylül’ü olarak kazındı. Türkiyeli göçmenler açısından ise özellikle birinci kuşak, Müslüman azınlık kimliğine indirgenmekten memnun değil. Kendi sözleriyle “Araplarla karıştırılmaktan” hoşlanmıyorlar. Kendi ırkçılıklarıyla yüzleşenler de var tabii, ama azınlıktalar… bizim de içinde bulunduğumuz prekaryanın içinde banliyölerde büyüyen 72 farklı milletten ikinci ve üçüncü kuşak gençler ise ait oldukları sosyal sınıfın sorunlarını ve ayrımcılığı derinlemesine yaşıyorlar. Onlar için, çoğu zaman Müslüman kimliği sahiplenmek bir varoluş savaşına dönüşüyor ve aralarında radikalleşenler oluyor. İlginç olan, bu gençlerin bazılarının aileden gelen kültürel miraslarında İslâmın merkezi bir rol oynamaması. Alevi ya da solcu ailelerin çocukları arasında da Selefi gruplara katılıp radikalleşenler var.

Banliyölerde büyüyen 72 farklı milletten gençler ait oldukları sosyal sınıfın sorunlarını ve ayrımcılığı derinlemesine yaşıyor. Onlar için Müslüman kimliği sahiplenmek bir varoluş savaşıAlevi ya da solcu ailelerin çocuklarından Selefi gruplara katılıp radikalleşenler var.

60’larda başlayan ve sonra dalgalar halinde devam eden Türkiye’den göç sonucunda çok sayıda Türkiyeli bugün Fransa’da yaşıyor. Elbette çok farklı göçmenlik deneyimleri var, ama Türkiyeli nüfusun genel olarak hayat koşulları nasıl?

Saygı: Legal olarak Fransa’da bulunan Türkiyeli göçmen sayısının sonradan Fransız vatandaşı olanlar da eklendiğinde 600 bin civarında olduğu düşünülüyor. Öte yandan Fransa’daki kâğıtsız sayısı şu anda 300 ilâ 400 bin arasında sanırım. Onların kaçının Türkiye’den geldiğini bilmemize ise olanak yok, çünkü hukuki olarak “yoklar”.

Metin: İkinci kuşak göçmenler Fransa’da doğmuş, büyümüş, burada okumuş insanlar. Artık aslında göçle bağı kesilmiş kişiler. İlk göç dalgasıyla gelenler için durum tümden farklıydı. Onlar çaba harcadı, dil öğrendi veya öğrenmeden hayatı boyunca çalıştı. Kimileri Türkiye’ye dönecekti belki, burada kaldı. Bunun yanında, benim gibi küçük yaşta Fransa’ya gelmiş, “sahte ikinci kuşak” diyebileceğimiz insanlar var. Eğitim ve gündelik hayata dahil olmak bizler için önemliydi. Şimdiyse mahallelerde şiddetin küçük yaşlarda başladığını görüyoruz. 5-6 yaşlarında çocuklar polis gördüğünde taş atmak zorunda hissediyor. Eğitim pek bir şey ifade etmiyor. Çünkü kendilerinden önceki kuşağı, yani bizim kuşağı gördüler. Okula gidip diploma alan, ama sonrasında o diplomaya uygun bir iş bulamayıp asgari ücretle çalışan yakınlarını gördüler. Fransız toplumunun da göçmenleri dışlayan, gettolaştıran tutumlarıyla yaşadıkları yere yabancılaştılar. Eskiden göçmenlerin yaşadıkları mahallelerde gençlerin öfkelerini gözeten, onlara eşlik eden sol örgütler vardı. Ama bunların hepsi devlet tarafından yok edildi; hâlâ varlığını sürdürebilenlere sağlanan yardımlar kesildi. Bugün onun yerini “grand frère” (ağabey) dediğimiz, sözü geçen, çoğu Selefist kişiler aldı. Türkiyelilerin ayrı, Mağriplilerin ayrı camileri var ve onların etrafında örülen bir sosyal ağ var. Devlet saldırdığında ya da polis şiddetiyle karşılaştıklarında onları koruyan din eksenli bir kimlik edinip, dayanışma tarzı ekonomiyle hayatta kalan ya da bu ağların sağladığı imkânlarla geçinen birçok insan var. Türkiye’deki iktidar burada da aynı örgütlenme yollarını izliyor. Elçilik, dernekler, camiler aracılığıyla bir politika yürütülüyor. “Ya buralara dahil olursun ya da teröristsin” tavrı hakim. 

Camiler buralı derneklerin talepleri üzerine mi yapılıyor? 

Metin: Camiler ilk gelişlerden itibaren insanların kendi imkânlarıyla yapıldı. Topluluk belli bir sayıya ulaşınca Diyanet’ten imam talebinde bulunabiliyorlardı. Kendi imamlarını da Türkiye’den getirtebiliyorlardı. Dernekler de bu camiler etrafında örgütleniyordu, hâlâ benzer şekilde örgütleniyorlar. Mahallelerde, özellikle banliyölerde camileri merkez alarak geliştiler. Fransa’nın farklı şehirlerinde cami etrafında manav, market ve diğer alanlarla genişleyen mahalleler oluştu. Oralarda kendi içine kapalı, dışarıyla pek ilişkisi olmayan bir hayat gelişti. AKP ile birlikte yeni dernekler ve camiler açıldı. Varolan dernekler üzerinde de ciddi hakimiyet kurma çabası başladı. Mesela Rojava’ya saldırılar olduğu dönemde, içinde CHP-Fransa’nın bazı şubelerinin de bulunduğu 300 Türkiyeli dernek, parti ve oluşum: “Bu bir saldırı değil savunma önlemidir, bu savaş hareketini destekliyoruz” mealinde bir bildiri yayınladı. Ekim ayında Lyon ve çevresinde yüzlerce kişinin Ermenilere saldırması gibi olayların da kendiliğinden geliştiğini düşünmüyorum. Ya teşvik ediliyor ya da göz yumuluyor. Ayrıca ihbarcılık da ciddi bir sorun. Sosyal medya hesaplarından çekinen çok kişi var. 

Eğitim ve gündelik hayata dahil olmak bizler için önemliydi. Şimdiyse eğitim pek bir şey ifade etmiyor. Çünkü bizim kuşağı, okula gidip diploma alan, ama o diplomaya uygun iş bulamayıp asgari ücretle çalışan yakınlarını gördüler. Fransız toplumunun da göçmenleri dışlayan tutumlarıyla yaşadıkları yere yabancılaştılar.

Bugün  Fransa’da yaşayan Türkiyelilerin siyasal eğilim, meslek ve sosyal sınıflar açısından portresine bakacak olursak ne söylersiniz? 

Saygı: Fransa 1974’te işçi göçünü durdurdu. Bu nedenle son 45 senedir Türkiye’den göçün büyük oranını aile birleşimiyle gelenler oluşturuyor. Geri kalanı siyasi mülteciler, öğrenciler, sözleşmeli işlerle buraya gelen beyaz yakalılar ve kâğıtsız olarak gelip kalanlar. Siyasi dağılımı anlamak için Türkiye’deki seçimlerde yurt dışından çıkan oy dağılımına bakılabilir, ancak bu da gerçeği göstermez, çünkü siyasi mülteciler Türkiye seçimlerinde oy veremiyor. Alevi / Sünni, Kürt / Türk oranları ise tahmin edileceği üzere Türkiye’dekinden daha fazla. 2013 sonrasında, tıpkı 1980’lerde olduğu gibi, Türkiye’nin iç dinamiklerine bağlı olarak iltica ve “beyin göçü”nde artışlar gözlemliyoruz. Ve tabii adeta sürgün yaşayan Barış Akademisyenlerini de unutmamak gerekiyor. Meslekleri, daha kolay kategorize edebiliyoruz. ‘60’lardan ‘90’lara kadar yoğun olarak dikiş atölyelerinde görmeye alıştığımız Türkiyeli göçmen profili zaman içinde restoran ve inşaat sektörüne kaydı. Sınıflar arası geçişkenliğin zor yaşandığı ülkelerden biri olan Fransa’da göçmenler çoğunlukla kendilerine “uygun görülen” inşaat, mutfak, yaşlı/hasta bakımı veya temizlik gibi alanlarda çalışabiliyorlar. Erkekler, eğitimi ne olursa olsun, göç macerasının bir döneminde duvar ya da döner ustası oluyor. Türkiye’den yeni gelmiş bir göçmen kadına Fransa’da uygun görülen meslekler yaşlı bakımı ve temizlik sektörü. Türkiyeliler bu kaderden kaçmak için kendi iş yerlerini açma stratejisi geliştirdi. Çok sayıda restoran, bakkal ve küçük inşaat şirketleri var. Özellikle erkek çocuklar, Ümit’in anlattığı sebeplerle, eğitim sisteminden çıkıp doğrudan babalarının işini devralıyorlar ya da yan işlere kayıyorlar. İkinci kuşak genç kadınlarsa bu genellemelerin biraz dışında. Çoğunun eğitim seviyesi daha yüksek ve hayatlarını bağımsız olarak idame ettirebilmek onlar için önemli. Pek çok farklı iş kolunda çalışıyorlar. Kadınlar grubumuzda aktif olarak emek veren pek çok avukat, doktor, psikolog burada doğmuş ya da küçük yaşta gelip burada eğitim almış kadınlar.

1981 senesinde göçmenlerin oturma izni için yaptıkları açlık grevi eyleminden

ACORT’un dernek olarak 40 yılı aşkın bir tecrübesi var. Kuruluşundan bu yana geçirdiği değişimleri, yola çıkışından bugüne dek öyküsünü nasıl özetlersiniz?

Saygı: 1981’de Mitterrand’ın cumhurbaşkanı seçilmesinden kısa süre önce, 1980 Mart’ında kâğıtsızlar için açlık grevi örgütlendi. Göçmen hareketlerinin kaynama noktasına geldiği bir dönemdi. Mitterrand’ın seçilmesiyle göçmen hareketleri meşruluk elde etti. 1983’teyse büyük bir göçmen yürüyüşü düzenlendi: Irkçılığa Karşı Eşitlik İçin Yürüyüş. Fransa’nın çokkültürlülüğü yeni yeni kavramaya başladığı dönem olduğu söylenebilir. Solun ilk kez iktidarda olduğu, özgürlüklerden konuşulduğu, Avrupa Birliği’nin daha sonra ‘90’larda öne çıkacak “bir arada yaşam” söyleminin temellerinin atıldığı bir süreç. 1981’de göçmenlerin dernek kurmasına izin veren yasa çıktı. Daha önce göçmenler Fransız vatandaşı olmadıkları müddetçe dernek kuramıyorlardı. 

Metin: Resmi dernek başvurumuzun tarihi Ekim 1980. İzin ancak yasa çıkınca, yani bir yıl sonra verildi. ACORT’dan önce 1965’te Türkiyeli Öğrenciler Derneği kurulmuştu. Onu da belirtmek lâzım.

Saygı: Buradaki Türkiyelilerin hepsinin zamanında yolunun geçtiği bir dernekmiş. Sorbonne Üniversitesi’nin karşısında bir mekânları varmış. 

ATT-Ötekini Seviyorum

Metin Saint Michel’de Türkiye elçiliğine ait bir yer vardı. Türkiyeli solcu öğrenciler orayı işgal ediyor. O dönemde öğrencilerle işçilerin bir araya gelmesiyle bir hareket oluşuyor. Ardından, Türkiye’deki darbeden sonra gelenlerle Fransa’da bulunanlar bir araya gelmeye başlıyor ve ACORT (eski adıyla Türkiyeli İşçiler Derneği –Association des travailleurs de Turquie-ATT) kuruluyor. Ama ondan önce de Fransa’daki göç hareketiyle iç içe bir hareketti ATT. 1980’lerde Maison des travailleurs immigrés (Göçmen İşçiler Evi) isimli bir oluşum vardı. Orada Mağripliler, İtalyanlar ve bizler vardık. ATT Avrupa çapında bir hareketin parçasıydı. O yıllarda esas olarak Türkiye’ye yönelik bir dayanışma hareketiydi. Ben de o dönemde harekete dahil oldum. İdamlar oluyordu. Hem maddi destek sağlamak, hem de olanların duyurulması için çalışıyorduk. Aynı zamanda, kendi içimizde bir politik tartışma yürütüyorduk ve şöyle bir noktaya gelmiştik: “Artık politik olarak da Fransa’nın bir parçasıyız, Türkiye’deki bir siyasi hareketin militanı olmak durumunda değiliz, buradaki göçmen hareketinin içinde yer alacağız

ACORT’un ismindeki değişiklik ve “meclis vurgusu bu döneme mi tekabül ediyor?

Metin: 1992’de, “sahte ikinci kuşak” dediğimiz, yani Türkiye’de doğmuş, ama küçük yaşta Fransa’ya gelmiş ve Fransa’da eğitim görmüş gençler ATT’de aktif olmaya başladı. Gökkuşağı isimli Fransızca ve Türkçe, iki dilli radyo programıyla kendini gösteren, büyük buluşmalar, partiler düzenleyen yeni bir kuşaktı bu. O dönem Türkiye’den getirdiğimiz politik kimliklerle değil, burada deneyimlediğimiz kimliklerimizle varolmayı önemli bulmaya başlamıştık. Biz kimiz? Burada ne istiyoruz? Bu sorulara yoğunlaşmamız gerektiğini anladık. Hem ACORT içinde, hem de politik olarak ondan bağımsız bir alan açacak ve geleceğimize yönelik yeni bir örgütlenme biçimi tasarladık. İsmin ACORT olarak değişmesi “artık sadece işçi değiliz, pek çok kesimden insanlar olarak varız” demek içindi. Meclis kararların ortak alındığı, herkesi içeren ve politik bir ilişki sağlayan bir modeli temsil ediyordu. Kadınların, gençlerin ve herkesin otonom olabildiği, hareket içinde birlikte karar almanın önemli olduğu ve kişiler adına konuşan bir politika değil, tüm katılanların özgür ifadesini önemseyen bir değişim süreci geçirdik. Her zaman başaramasak da bu bizim idealimiz oldu. Aynı değerleri savunduğumuz farklı bağımsız grupları ortak mücadele etrafında bir araya getiren bir zemin olma politikamızı hâlâ sürdürüyoruz. Ortak değerler çerçevesinde herkes ACORT’da kendine yer bulabilir. 

Fransa’nın farklı şehirlerinde cami etrafında genişleyen mahalleler oluştu; kendi içine kapalı, dışarıyla pek ilişkisi olmayan bir hayat gelişti. AKP ile birlikte yeni dernekler ve camiler açıldı. Varolan dernekler üzerinde de ciddi hakimiyet kurma çabası başladı.

Zeynep senin yolun nasıl kesişti ACORT’la?

Saygı: 2006’daki 8 Mart yürüyüşünde ACORT Kadın Grubu’yla tanıştım. Beş yıldır Fransa’daydım ve hem kafa dengi, hem de neşesini yitirmemiş bu harika insanlarla tanışmak hayatımı aydınlattı. Gurbet ortamında bunun önemini ancak yaşayanlar bilir. O günden bu yana önce gönüllü, sonra da çalışan olarak buradayım. ACORT’u daha çok bir kadın derneği olarak görüyorum. Kadınlarla ve kadınlar için çok yoğun çalışmalar yürüten bir derneğiz. 

ACORT’un Kadınlar Grubu ayrı bir örgütlenme olarak mı işliyor? 

Saygı: Kadınlar Grubu ‘90’lardan beri aktif. 2003’te Paris’te eşinden şiddet gören Türkiyeli bir kadının boşandıktan sonra kâğıtsız kalması üzerine sınır dışı edilmesi nedeniyle bir eyleme başlıyorlar ve bu hareket diğer feminist dernekler tarafından da sahipleniyor. Bu girişim Fransız feminist hareketlerin göçmen kadınların yaşadığı çifte ayrımcılık konusunda uyanmasını sağlıyor. Hâlâ göçmen kadınların eşit haklara ulaşması doğrultusunda ve şiddete karşı çalışmaya devam ediyoruz. Fransa’ya evlilik yoluyla gelen kadınların ciddi bir yalnızlaştırılma sorunu var. Aile içi birleştirme statüsü üzerinden Türkiye’den buraya göç oldukça fazla. Evlenip gelen kadınların bazıları kendilerini beklemedikleri bir şiddet ortamında bulabiliyor. “Kâğıtlarını burada alırsın” denip turist vizesiyle gelen ve idari açıdan zor durumda bırakılan pek çok kadın var. Kulaktan kulağa yayılan bir şekilde birbirimize ulaşıyoruz. Ardından hukuki ve psikolojik destek, suç duyurusunda bulunma, evrakların toplanması gibi süreçlerin takibi geliyor. Geliri olmayan, dil problemi çeken ve güvencesiz kadınlar boşanmaları, şiddete maruz bırakılmaları gibi durumlarda “sosyal otellere” yerleştiriliyor. Yasal statü sorununu halledip iş bulana kadar buralarda kalabiliyorlar. O esnada biz diğer feminist derneklerle ve uzman sosyal görevlilerle temas kurmalarını sağlamaya çalışıyoruz. Dil, yasal statüsüzlük ve ötekileştirilmenin  üzerine şiddet de eklenince kadınların bağımsızlaşması önündeki engeller bambaşka bir boyuta varıyor. ACORT’da Fransızca dersleri, özsavunma atölyeleri, haklar konusunda bilgilendirme toplantıları, hukuki ve psikolojik yönlendirme gibi birbirini besleyen çalışmalarımız var. 

 


Boğaziçi Üniversitesi öğrencileriyle dayanışma açıklamasından

Mevcut yasalar göçmen kadınların temel hakları, şiddetin önlenmesi gibi konularda ne kadar etkili?  

Saygı: Göç yasaları giderek sertleşti. Daha önce evlenerek gelen kadınlar eşlerinin on senelik oturum kartı hakkından yararlanabiliyordu. Şiddet gören bir kadın bir senenin ardından ayrılabilir, boşanabilir ve oturum hakkını kaybetmeden Fransa’da istediği şekilde hayatını kurabilirdi. Artık yeni gelenlere önce bir senelik geçici kart, sonrasında da iki ya da dört senelik oturum hakkı veriliyor. Fakat şöyle bir kritik nokta var: Yasa ilk üç sene oturum kartını yenileyebilmek için eşlerin birlikte yaşamasını şart koşuyor. Şiddeti kanıtlayamadığın sürece, ki bazı durumlarda çok zor, ayrılırsan oturum hakkını kaybediyorsun. 2006’daki göç yasası düzenlemesinde şiddete maruz kalan göçmen kadınların bunu kanıtladığı takdirde devlet korumasına gireceğini garantileyen bir ibare var. Fakat rakamlara bakınca bu haktan yararlanabilen kadın sayısının yılda sadece 30 ile 40 arasında olduğunu görüyoruz. Sisteme giremeyen kadınların tamamının kâğıtsızlığa, yani kaçaklığa itildiğini tahmin etmek zor değil. Güya şiddetten korumakla yükümlü bir yasanın bu yolla şiddeti devam ettirmesi ve bu çıkmazın gayet de farkında olan erkeklerin oturum kartını bir şantaj malzemesi haline getirmesi söz konusu. Yabancı olduğun zaman, Fransa’da suç duyurusunu kabul ettirmek bile bir mesele. Polise gidince Türkiye’de olduğu gibi “elinde kanıt yok zaten, işlemler de uzun sürecek, istersen eşini arayalım, gözünü korkutalım” diyebiliyorlar. Dolayısıyla, bu aşamalarda kadınların bir dernek desteğiyle yol almaları büyük fark yaratabiliyor. 

Özellikle Hrant Dink cinayetinden sonra Ermeni toplumu ile Türkiyeli toplumu bir araya getirebilmek ve bir iletişim kurulabilmesini sağlamak için çeşitli girişimler olmuştu. Neler yaşandı o süreçte ve sonrasında?

Metin: 2001’de Fransa’nın Ermeni soykırımını resmen tanıdığını söyleyen yasa oylandı ve yasalaştı. Tasarıya karşı değildik elbette, sadece bu yasanın ötesine geçerek eski sayfaların yeniden açılması gerektiğini ifade eden bir konuşma yapmıştık radyo programında. Ardından Ermeni toplumunun kurumlarına giderek “Yasa çıktı, ancak Fransa’da yaşayan Türkiyelilerin ve Ermenilerin bir arada yaşaması için, biz de bir diyalog süreci yaratalım” dedik. Helsinki Yurttaşlar Meclisi’nin Fransa ayağıyla birlikte Yavaş-Gamats projesi etrafinda Fransa’daki Ermeni ve Türk gençleri bir araya getirebildik.  

Derneğin isminin Türkiyeli Yurttaşlar Meclisi olarak değişmesi artık sadece işçi değiliz, pek çok kesimden insanlar olarak varız demek içindi. Meclis kararların ortak alındığı, herkesi içeren ve politik bir ilişki sağlayan bir modeli temsil ediyor.

Saygı: 2006’da genel olarak sol profile sahip Türkiyeli ve Ermeni kadınları Jacques Kébadian’ın Kız Kardeşler filminin gösterimi için buluşturduk. Ermeni kadınlar yaşanan acının tanınmasını istiyor, gruptaki Türkiyeli kadınlardan bazılarıysa: “Sizi anlıyoruz, ama o dönemde savaş vardı, her iki taraftan da ölenler oldu” tavrında direniyorlardı. Zor, ama değerli bir ilk buluşmaydı, çünkü sonunda bir araya gelebilmiş ve konuşmaya başlamışlardı. Toplumsal dönüşüm kolay bir şey değil. Her şeyden önce farklı düşünenleri bir araya getirebileceğimiz bir zemin gerekiyor. Sanıyorum dernek olarak rolümüz bu zeminin sağlam durmasını sağlamak. Asıl dönüşüm ne yazık ki Hrant Dink’in katledilmesinden sonra yaşandı. Türkiye’de yüz binlerin bir anda sokağa dökülmesi ve “Hepimiz Ermeniyiz” pankartlarıyla yürümesi birbirimize, bir arada olmaya ne denli ihtiyacımız olduğunu bir kez daha gösterdi. Fransa’da da ilk kez Ermenilerin ve Türkiyelilerin birlikte yürüdükleri bir sessiz yürüyüş düzenledik. Sonrasında insanlar artık gönüllü ve istekli olarak bu diyaloğu geliştirmeye karar verdiler. Böylelikle Ortak Rüya Kolektifi’nin bir parçası olduk ve her sene düzenlediğimiz Hrant Dink anmalarıyla bu diyaloğu sürdürmek için elimizden geleni yapıyoruz. Diyaloğun tarihsel yüzleşmeyi mümkün kılacağına inanıyoruz.

^