Bunca zaman sonra sizin için deprem bölgesinde genel manzara ana hatlarıyla nasıl?
Demet Parlar: Genel manzarayı “Az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik, bir de baktık ki bir arpa boyu yol gitmişiz” diye tanımlayabilirim. Koskoca bir yılda hem çok şey yapıldığını hem hiçbir şey yapılmadığını görmek mümkün. Başta altyapı sorunları olmak üzere acil yapılması gerekenler ihmal edilirken, sağlıklı bir çevrede yaşamak, eğitim, ulaşım, sağlık gibi temel insan haklarını sağlamaya yönelik çalışmalar yok denecek kadar azken, hızla yapılan her şey, TOKİ’leşme tarzı bir inşaat sürecine hazırlıktı. Örneğin, depremin ilk günlerinden itibaren deprem yıkıntılarının, molozların hiçbir yasa, yönetmelik, uyarı gözetilmeden, sivil toplum örgütlerinin, Türk Tabipleri Birliği’nin, Çevre Mühendisleri Odası’nın uyarılarına, önerilerine kulak asılmadan hunharca bir hızla kaldırıldığı bir süreç yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor.
Temel biyolojik ihtiyaçları ve insan haklarını gözeten, sağlıklı barınma hakkı, sağlık hakkı, sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı, eğitim, ulaşım ve güvenlik sağlamak gibi hem yaşamı hem geri dönüşü kolaylaştıracak çalışmalarsa ya hiç yapılmadı ya da çok geç ve çok yetersiz yapıldı. İnsanlar esir kamplarını andıran konteyner alanlarında, su sıkıntısı ve elektrik kesintileriyle, çocukları yeterli eğitim alamadan, iyi beslenme olanaklarından yoksun koşullarda barınmak durumunda şu anda.
Urbicide, “kentkırım” kavramı hem ekokırımı hem kültürel kırımı içeren değerli bir kavram. Biz Antakya’da, tüm uyarılarımıza ve çırpınmalarımıza rağmen, böyle bir sürece, tam bir kentkırıma maruz kaldık. Yerel yönetim tarafından hiçbir kontrol mekanizmasının işletilmediği, tamamen şirketlerin ve müteahhitlerin elinde, depremin yıktığı bu kadim şehrin bu sefer de, deyiş yerindeyse, ideolojik yıkıma maruz kaldığı bir süreç bu.
Tüm enkaz kaldırma çalışmaları sanki kasıtlı olarak, nasıl yapılmaması gerekiyorsa tamamen öyle yapıldı. Asbestin ve diğer kimyasalların Çevre Bakanlığı’nın, Çalışma Bakanlığı’nın yönetmeliklerine göre tespit edilmesi, ayrıştırılması ve kaldırılması gerekiyordu. Kendi yönetmeliklerini uygulamaları yeterliydi, fakat hiçbiri uygulanmadı.
Levent Büyükbozkırlı: İlk haftalardan itibaren öncelik apar topar enkaz kaldırmaya verildi. Tüm enkaz kaldırma çalışmaları sanki kasıtlı olarak, nasıl yapılmaması gerekiyorsa tamamen öyle yapıldı. Örneğin, ayrıştırma sadece ekonomik ayrıştırma, demir-beton ayrıştırması olarak yapılıyor. Halbuki asbestin ve diğer kimyasalların Çevre Bakanlığı’nın, Çalışma Bakanlığı’nın yönetmeliklerine göre tespit edilmesi, enkaz alanında ayrıştırılması ve kaldırılması gerekiyordu. Kendi yönetmeliklerini uygulamaları yeterliydi, fakat hiçbiri uygulanmadı. Daha ilk haftalarda bunu anlatma çabasındaydık. Molozların kaldırılmasını, döküm alanlarını izledik, fotoğraflarını çektik. Deprem sonrası Samandağ’a atanan kayyum valiyle birkaç kere görüştük, taleplerimizi ilettik. Dilekçeler yazdık, suç duyurularında bulunduk, davalar açılmasını takip ettik…
Depremden 13 ay sonra, yıkıntıların kaldırılmasının ötesinde hakikaten bir şey görünmüyor, çok sarsıcı bir durum! Depremin ardından, geçen sene içinde bölgeye dört defa gittim. Mayıstan bugüne geçen dokuz-on ayda enkaz halindeki yapıların hemen hemen tamamı temizlenmiş, sadece temelleri kalmış. Bundan sonrası için temellerin sökülmesi ve güçlendirme yapılmayacak orta hasarlı binaların yıkımı söz konusu. Devasa döküm alanlarında ekonomik kazanca yönelik ayrıştırmalar yine aynı aymazlıkla devam ediyor.
Bunun ötesinde, hakikaten yapılan neredeyse hiçbir şey yok. Mesela ulaşım büyük bir dert. Yollar hemen hemen hiç yapılmamış, bata çıka ilerliyorsunuz. Çocuklar bu yüzden de eğitim bakımından çok sıkıntı çekiyor. Sağlık koşulları felâket durumda. Yaşam koşullarının çok zor olduğu konteyner alanları çoğalmış. Ama, konteynerler özellikle yalıtım yönüyle gerekli şartları sağlamıyor. Hatay’da epey kuvvetli yağışlar oluyor, her yağmurda konteynerlerin içini su basıyor. Şiddetli yağmur olduğunda Hatay’dan ölüm haberleri bile aldık. Konteynerlerde yaşayan beş kişi su baskınından dolayı hayatını kaybetti. Çadırdan farkı yok konteynerin. “Konteyner kentler”in yer seçimleri hatalı, zemin etütleri yapılmadan, şehir plancıların ve mimarların görüşleri dikkate alınmadan, merkezi bir kararla dere yataklarına, tarım alanlarına kondurulmuşlar.
İnsanların psikolojik durumları çok kötü, hâlâ toparlanabilmiş değiller. Kadınlar ve çocuklar ciddi anlamda şiddet ve istismara maruz kalıyorlar. Konteyner alanları buna müsait; kendinizi korumanız çok zor.
Eğitim başlı başına önemli bir sorun. Mesela deprem sonrası Hatay’da hiç yeni okul yapılmamış.
Parlar: Göçü tetikleyen ve en az barınma kadar önemli bir sorun eğitim. Örneğin, Antakya’da yeni bir okul yapılmaması bir yana, depremin ilk günlerinden itibaren sağlam iki okuldan biri olan Necmi Asfuroğlu Anadolu Lisesi’ne Hatay Valiliği, bir diğeri olan Nevzat Şahin Ortaokulu’na Emniyet Müdürlüğü taşındı. Şu an Valilik okul idaresinin ısrarıyla okulu boşaltmış durumda, ama Nevzat Şahin Ortaokulu’nun bir kısmını Emniyet Müdürlüğü kullanmaya devam ediyor. Yeni okul yapılmadığı için iki, üç okulun öğrencileri tek binada çok sıkışık ve zor koşullarda eğitim almaya çalışıyor. Konteyner yerleşim alanlarında açılan konteyner sınıflarda eğitim devam ediyor. Çalışma ve barınma koşulları çok kötü olduğu için birçok öğretmen tayin istedi, veliler yeni gelenlerin de kalacağına güvenmekte zorlanıyormuş. Eğitimdeki sıkıntılar nedeniyle, benim tanıdığım üç aile evlerinin sağlam olmasına ve iş olanakları bulunmasına rağmen göç etmek zorunda kaldı.
Çocukların güvenliğiyle bağlantılı bir başka problem daha var. Okulu uzakta olan çocuklara verilen servis hizmeti yetersiz ve düzensiz olduğu için çocuklar sıklıkla otostop yaparak okullarına gitmeye çalışıyor. Çocuklarda uyuşturucu bağımlılığının, şiddet eğiliminin arttığını duymak da insanı derinden etkiliyor. Konteyner alanlarda çocukların eğitimlerinin yetersiz ve kalitesiz olması, spor ve oyun alanlarının olmaması veya yetersizliği, kütüphane ve etüt salonlarının yokluğu hem konteynerlerde hem de genelde deprem bölgesinde çocuklarda psikolojik sorunlara, şiddet eğiliminin artmasına, gençlerde uyuşturucu kullanımı, bağımlılık ve çeteleşmelere yol açıyor. Konteyner alanlar aslında ilk aylar için önerilen geçici barınma alanları, ama yıkım o kadar büyük ki insanlar en az üç-dört yıl daha bu konteyner alanlarda yaşamak zorunda kalacak gibi görünüyor.
Beton ve asfalt zeminde plastik malzemeyle yapılmış konteynerlerde barınmak zorunda kalanlar özellikle yazın aşırı sıcaktan, kışın soğuktan ve su basmalarından, damların su akıtmasından, özel alan yokluğundan, temiz suya erişim zorluğundan, sigortaların kalitesizliğine bağlı yangın riskinden şikâyetçiler. Hepsinin çözümü var aslında ve bunlar çok temel ve basit ihtiyaçlar.
Siz aynı zamanda Antakyalısınız, değil mi?
Parlar: Evet, üniversiteden itibaren İstanbul’da yaşamaya başladım, ben, kız kardeşim bir kuzenim hariç bütün ailemiz Antakya’da yaşıyordu deprem öncesinde. Deprem sonrası ağabeyim ve erkek kardeşim aileleriyle birlikte Antakya’da kaldılar, ailemizin diğer fertleri farklı şehirlere yerleştiler, ama geri dönme umutlarını koruyorlar.
Ailenizden kayıp oldu mu?
Antakyalı olup ailesinden kaybı olmayan yoktur, ne yazık ki oldu. Ayrıca, Antakyalılar bir büyük ailedir. Dostlarımızdan, komşularımızdan da çok büyük kayıplarımız oldu. Yuvamızı, şehrimizi kaybettik.
Konteynerler özellikle yalıtım yönüyle gerekli şartları sağlamıyor. Her yağmurda konteynerlerin içini su basıyor. Konteynerlerde yaşayan beş kişi su baskınından dolayı hayatını kaybetti. Çadırdan farkı yok konteynerin. “Konteyner kentler”in yer seçimleri hatalı, zemin etütleri yapılmadan, dere yataklarına, tarım alanlarına kondurulmuşlar.
Deprem sonrasında hekim olarak mı bölgeye gidip geldiniz, yoksa raporu hazırlamak üzere gözlemler ve tespitler için mi?
Hem ekoloji aktivisti hem hekim olarak hem de tabii bir Antakyalı olarak üç kimliğimle Türk Tabipleri Birliği’yle ve İklim Adaleti Koalisyonu’ndan arkadaşlarımla çalıştım. İki gruptan dostlarım yalnız Antakya’da değil tüm deprem bölgesinde depremin ilk günlerinden itibaren bulundular. İnsan sağlığı, doğa ve kent sağlığı zaten birbirinden ayrılmaz bir bütün, deprem bölgesinin iyilik halini sağlamak için bütüncül bir bakışla doğa ve insan için çalışan iki büyük aile içinde olmak depremin yaralarını iyileştirmeye yardımcı oldu, oluyor.
Büyükbozkırlı: Depremin hemen sonrasında Ekoloji Birliği ve İklim Adaleti Koalisyonu’ndan aktivistler geniş bir tur yaparak Maraş, Malatya, Adıyaman, Antep üzerinden Hatay’a gelmişlerdi. Ben ağırlıklı olarak Hatay’daydım. Raporların ikisinin de hazırlanmasına değil, okumasına, düzeltilmesine katıldım.
Parlar: Antakya’da ilk gittiğimde bir baktım Levent (Büyükbozkırlı) tek başına arabasına atlayıp gelmiş. Onu orada görünce çok şaşırmıştım, “N’apıyorsun burada, hangi gruplasın?” dedim. “Ne yapabileceğimi göreyim, en azından gıda dağıtımına yardımcı olabilirim diye geldim” dedi ve öyle çalıştı.
Sizi ilk harekete geçiren ne olmuştu?
Büyükbozkırlı: İlk gidişim ekolojik sebeplerle değildi, deprem sonrası sağ kalanlar için ne yapabilirim, nasıl destek olabilirim diye gittim. Orada daha çok sol görüşlü partilerin organizasyonları, yerel dernekler vardı. Yola çıkarken hiçbir şey belli değildi, ama vardığım zaman birlikte çalışabileceğim grupları bulmuştum.
Antakya’dan başka nerelerde gözlemleriniz oldu?
Esas olarak Karaçay Koordinasyon’la birlikte enkaz döküm alanlarının tespitini yaptık. Antakya’nın yıkıntı atıkları Altınözü yolunda Narlıca’da yerleşim yerine yakın geniş bir vadiden aşağı, zeytin ağaçlarının üstüne dökülüyordu. Samandağ’ın yıkıntı atıkları ise Mileyha sulak alanının hemen yanındaki Deniz Stadyumu’nun önüne dökülüyordu. Bu stadyumun içinde bir de çadırkent kurulmuştu. Deprem sonrası kurtulan insanların hemen karşısında enkaz döküm sahası oluşturulmasının, bu insanlarda hem psikolojik bir işkenceye hem de yıkıntı tozları nedeniyle solunum yolu hastalıklarına yol açacağı hiç hesaba katılmamış. O dönemde önce Samandağ Deniz Stadyumu’nda, ardından Samandağ’ın diğer yerlerinde yaşam alanlarının olduğu yerlere molozlar yığıldığı için halk örgütlendi, bilinçli bir şekilde bu uygulamayla mücadele etmeye başladı ve jandarmayla karşı karşıya geldi. O bölgede halk, Arap Alevileri olarak gözardı edildikleri, dışlandıkları için zaten muhalif. Mart ve nisan aylarında molozlara karşı mücadele eden halka destek vermek için Karaçay Koordinasyon’la birlikte çalışmalar yaptık. Başta asbest olmak üzere yıkıntı atıklarından çıkan kimyasal tozlarının zararlarını anlatmak için Samandağ’ın mahallerinde halka sunumlar yaptık, bildiriler dağıttık. Samandağ’da farklı alanlardan uzmanları bir araya getirerek yıkıntı atıklarına karşı mücadeleye yönelik bir panel organize ettik. Ulaşım zorluklarına karşın halkın bu panele katılım ve ilgisi oldukça yüksekti. Ardından, Samandağ’daki örgütlenme tecrübesini Antakya ve diğer deprem illerine aktarmaya ve yıkıntı atıklarıyla mücadelede olabildiğince ortaklaşmalarını sağlamaya çalıştık. Başta Malatya-Mamurek olmak üzere, molozlara karşı hak arayışında olan kişilerle zoom üzerinden toplantılar yaptık ve Mayıs başında bu bölgeleri ziyaret ederek Samandağ’daki mücadele pratiği hakkında bilgileri paylaştık.
O dönemde, 126 ve 136 sayılı gibi Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri çıkmaya başlamıştı. 126 yerleşim alanlarına el konmasıyla, acele kamulaştırmalarla ilgili, 136 da bunun sanayi bölgeleri kurulması versiyonu. Bu konularla ilgili bildiriler hazırlayıp dağıttık.
Deprem bölgesine mayıs başında geçen seneki son gidişim yıkıntı atıklarının, molozların döküldüğü alanların tüm deprem illeri için bir envanterini çıkarmak ve yukarıda da bahsettiğim gibi farklı bölgeler arasında dayanışmayı oluşturmak içindi. Antakya’yla başladık, daha sonra Samandağ’a geçtik, Hatay bölgesini taradıktan sonra Islahiye üzerinden Antep, Adıyaman, Doğanşehir, Malatya-Mamurek, Elbistan, Nurhak’la devam ettik. O bölgelerdeki meslek ve çevre örgütleriyle, sendika temsilcileri ve avukatlarla görüşmeler yaptık. Malatya’daki döküm alanlarından biri olan Mamurek’te köylü halkın direnişine destek olmaya çalıştık. Sonuç olarak her yerdeki gözlemimiz aynı: Molozlar dere yataklarına, tarım alanlarına, meralara, ormanlık alanlara, zeytinliklere rastgele dökülüyor.
Parlar: Vadilere de döküyorlar. En son Asi Nehri’ne dahi döktüler.
Büyükbozkırlı: Yerleşim yerlerine çok yakın bu alanlar. Sadece doğa katliamı değil, insanlar da zararlı tozlardan etkileniyor. Enkaz kaldırmada, taşımada, dökümde çalışanlar tamamen korunmasız, ne maske var ne başka bir önlem. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın Asbestle Çalışmalarda Güvenlik Önlemlerine Yönelik Yönetmelik’i var. Son derece detaylı, okuduğunuzda hayran kalırsınız. Ama uygulamada esamesi okunmuyor.
Parlar: Ayrıca, Tabipler Birliği’nin ve Çevre Mühendisleri Odası’nın raporlarında bu süreçte ortaya çıkabilecek zararlar konusunda depremin üzerinden bir ay geçmeden uyarılar yapılmış, nasıl yapılması gerektiğine dair önerilerde bulunulmuştu.
Her yerdeki gözlemimiz aynı: Molozlar dere yataklarına, tarım alanlarına, meralara, ormanlık alanlara, zeytinliklere rastgele dökülüyor. Sadece doğa katliamı değil, insanlar da zararlı tozlardan etkileniyor. Enkaz kaldırmada, taşımada, dökümde çalışanlar tamamen korunmasız, ne maske var ne başka bir önlem.
Sorun bilgi eksikliği, bilinçsizlik değilse, eleman yetersizliği mi, acele etmek mi, bu hoyratlığın nedeni ne?
Büyükbozkırlı: Enkaz kaldırmayı aceleye getirmek isterseniz, bu işi kesinlikle hiçbir teknolojiyle sağlıklı bir şekilde yapamazsınız. Bir kere bu yaklaşım en başından hatalı. Deprem bölgesinde acil olan iş enkazların kaldırılması değil. Acil olan, ilk günlerde tabii ki insanları sağ kurtarmaktı. O aşamada devlet yoktu ortada, onu geçiyoruz. Ama bir hafta-on gün sonra, acil olan, sağ kurtulanlara nitelikli geçici barınma imkânını sağlamaktı. Gıdasıyla, hijyeniyle, barınmasıyla hayatta kalanlarla ilgilenmeniz gerekiyordu. Enkaz kaldırma acil değildi ve aceleye getirmesi hatalıydı. Enkazların içinde başta asbest olmak üzere, çok çeşitli zararlı kimyasallar, elektronik atıklar var. Havaya karışan hiçbir toz zararsız değil. Her enkaza, yıkılmak üzere olan binalara gidilip asbest tespitinin yapılması gerekiyordu. Bu öyle zor bir şey değil.
Parlar: Bunun temel nedeni bence politik tercih, yani neoliberal politikalar. İnsan sağlığını, şehri, toplumsal hayatı yeniden toparlamayı değil, sermayeyi önceleyen, bir an önce inşaata başlamayı hedefleyen bir acelecilik ve telaş var. Örneğin, molozları buldukları en yakın yerlere, ilk “boş” alanlara döktüklerini gördük. Yeşilköy’de vadilere döktüler, Çevlik yolu üzerinde ormanların ve akarsuların kenarlarına döktüler. Narlıca’da acımasızca zeytin ağaçlarının, zeytinliklerin üzerine, Samandağ’da dünya çapında bir kuş cenneti olan, çok özel kuş türlerinin barındığı Mileyha’ya ve okulların, çadır kentlerin yanına döktüler. O dönemki İçişleri Bakanı niyetlerini açıkça dile getirmişti, “Antakya’nın yüzde 80’i yıkıldı. Enkaz kaldırıldığında buranın yüzde 80’i arsa haline gelecek” demişti. İki bin yıllık kadim şehrimizi ne yazık ki arsa olarak görüyorlar. Bu problemi aslında Türkiye’de hemen her yer kentsel dönüşüm adı altında yaşıyor.
Enkazın kaldırılması, molozların tahliyesi depremden etkilenen diğer şehirlerde de benzer şekilde mi oldu, yoksa Antakya’nın toplumsal yapısına özel bir hoyratlık da söz konusu mu?
Büyükbozkırlı: Özellikle Antakya’ya farklı şekilde hoyrat davranıldığını düşünmüyorum. Molozların dere yataklarına, değerli tarım arazilerine, yerleşim yerlerinin çok yakınlarına dökülmesi, yani aynı plansızlık, programsızlık, aynı acelecilik her yerde var. Ama Alevi köylerinin olduğu yerlerin döküm sahası olarak daha çok tercih edildiği de dikkati çekiyor. Malatya’nın bir köyü olan Mamurek de öyle bir yerleşim, enkaz döküm alanı olarak belirlendikten sonra, köyün tarım alanları üzerine yıkıntı atıklarının dökümüne başlandı. Köylüler molozları taşıyan kamyonların önünde durarak tarım alanlarının zehirlenmesine ve sağlıklarının tehdit edilmesine karşı çıktılar. Dava açarak da bu uygulamaya engel olmaya çalıştılar, basında seslerini olabildiğince duyurmaya çalıştılar.
Parlar: Bu politik anlayıştan hiç kimse muaf değil. Mesela, Narlıca Alevi köyü değil, oraya da, zeytinliklerin olduğu koca bir vadiye döküm yapıldı. Ama genel olarak Arap Alevilerine karşı haksızlık ihtimalini daha yüksek gördüğümüz örnekler var. Mesela, Antakya’nın köyü, şimdi mahallesi olan Dikmece’de ve Gülderen’de ağırlıklı olarak Alevi mahallelerinin imara açıldığını görüyoruz. Aleviler olmazsa Antakya Antakya olmaz ki. Zaten Ermeni, Yahudi ve Hristiyan Antakyalılar deprem öncesinde çeşitli politik ve sosyal nedenlerle çok azaldılar, gittiler veya gitmek zorunda kaldılar. Artık renklerimizden daha fazla kayıp vermek istemiyoruz.
Büyükbozkırlı: Antakya’yı ayrı kılan bir şey de en büyük yıkımın orada olması. Maraş-Elbistan’da mesela, çok fazla ağır hasarlı bina var. Ama Antakya gibi büyük oranda enkaz haline gelmiş bir yer görmedim.
O dönemki İçişleri Bakanı niyetlerini açıkça dile getirmişti, “Antakya’nın yüzde 80’i yıkıldı. Enkaz kaldırıldığında buranın yüzde 80’i arsa haline gelecek” demişti. İki bin yıllık kadim şehrimizi ne yazık ki arsa olarak görüyorlar. Bu problemi aslında Türkiye’de hemen her yer kentsel dönüşüm adı altında yaşıyor.
Biraz önce sadece ekonomik ayrıştırma yapıldığını söylediniz, yani ekonomik değerine, yeniden kullanım değerine göre mi ayrıştırılıyor yıkıntı atıkları?
Evet. Demir özellikle çok önemli. Samandağ valisiyle konuştuğumuzda bunu açıkça gördük: “Oradaki demiri ben mutlaka alacağım” dediğini net olarak hatırlıyorum. “Ayrıştırmayı burada, geçici alanda yapmayın” dedik. Bir geçici alanda ayrıştırma yapıp oradan kalıcı alana götürüyorlar. Tam felâket yani. Yıkıntı atıklarını taşıyan kamyonların üzeri açık ve enkaz taşıma sırasında yoğun toz yayıyorlar, üstelik kamyonlardan sarkan demirler ciddi kaza riskine de yol açıyor. Taşıma sırasındaki tozumayı engellemek için brandayla örtülmesini talep ettiğimizde bunu bile bütçe kısıtları nedeniyle reddettiler. Enkaz alanlarında delgiler çalışırken etrafa toz yayılıyor. Halbuki çalışmaya başlamadan önce duşlama şeklinde yukarıdan, basınçlı olmayan sulama yapılması gerekir. Yani enkazları püskürtecek, parçalayacak, toz kaldıracak basınçlı bir sulama değil, fıskiye şeklinde yukarıdan damlacıklarla enkazın ıslatılması. Öte yandan, Hafriyat Toprağı ve Yıkıntı Atıklarının Kontrolü Yönetmeliği’nde şöyle yazılı: “Bir afet olmadan önce, ilin, ilçenin en büyük idari amirinin, yani valinin, kaymakamın yönetiminde kriz masası oluşturulur, eylem planı yapılır ve yıkıntı atıklarının nasıl yönetileceği, nerelere döküleceği belirlenir”. Ama ne Hatay’da ne başka illerde bu görevler yerine getirilmiş. Samandağ valisiyle görüşmemizde ona hataları, zararlı maddeleri sıraladık. Onun bize iki görüşmemizde de söylediği hep şu oldu, “Halk enkazları görmek istemiyor. Bir an önce kalkmasını istiyor, bana baskı yapıyorlar, o yüzden enkazı bir an önce kaldırmam gerekiyor.” Bu kesinlikle bir gerekçe olamaz. “Bize biraz zaman verin, uzmanlarla görüşelim, onların önereceği yerlere dökülsün molozlar” dedik, dinletemedik. Hatay’da nereye baksanız cennet gibi. Enkaz kaldırmayı aceleye getirerek doğru bir çözüm üretmeniz mümkün değil. Denize mi dökeceksiniz, nehre mi, tarım alanına mı, meraya mı, ormana mı? Makûl bir uzaklıkta bunları dökebileceğiniz bir alan yok. Şehir plancılar, mimarlar, mühendisler, tabipler gibi uzmanlarla birlikte bir komite oluşturup, halkı da bilgilendirerek döküm alanlarını belirlemek ve kentte yaşayan halktan bu alanlara yönelik görüş almak gerek.
Parlar: Molozları kaldırırken abartılı acelecilikleri yüzünden eski Antakya’ya ve hafıza mekânlarımıza çok zarar verdiler. Mesela Japonya’da Kobe depreminden sonra, moloz kaldırma işi dört yıl sürmüş. Ne yazık ki “Hâlâ molozlar duruyor” yakınmasını Antakya’da birçok insandan duydum, duyuyorum. Ama molozların kaldırılmasında acele edilmesinin sakıncaları insanlara anlatılabilirdi. Bunun hem kendileri hem çocukları, torunları için, tedavisi olmayan mezotelyoma gibi kanserlere, KOAH gibi ciddi solunum hastalıklarına yol açacağını bilseler böyle bir şeyi istemezlerdi tabii. İnsanlar öylesine yoksun bırakıldı ki, haklı olarak bir an önce eski normal yaşamlarına dönmek istiyorlar, eski şehirlerine, evlerine kavuşmak istiyorlar. Bu neoliberal acelecilik devam ettikçe bizim de Sur gibi kimliğimizi kaybetme endişemiz, sağlığımızı kaybetme endişemizle birlikte büyüyor. Sur gibi, Sulukule gibi olmak istemiyoruz.
Enkazların aceleyle kaldırılmasının önemli bir sebebi de yıkılan binalarla ilgili kanıtları yok etmek olabilir mi?
Büyükbozkırlı: Belki de. İnsanlar binalarıyla ilgili hak arayışına giriyor, müteahhitlere veya kamuya karşı dava açıyor. Dava açacaksanız, binanızdan numune alınması gerekiyor, elinizde kanıt yok, yıkıntı atıklarının yeri bile belli değil. Malatya-Mamurek’te, bölge bölge bir tasnif yapıldığını görmüştük, bina bazında ne kadar ciddi takip edildiğini bilemiyorum. Ama Antakya’da, Elbistan’da, büyük yıkımların olduğu yerlerde böyle bir çaba yok. Evlerini kaybedenler bu olanaklardan mahrum bırakıldı.
İklim Adaleti Koalisyonu molozlar konusunda suç duyurusunda bulundu, öyle değil mi? Kime karşı, kimleri sorumlu tuttunuz?
Parlar: Depremden kısa bir süre sonra, 12 Mayıs’ta İstanbul’da İklim Adaleti Koalisyonu’ndan sekiz kişi molozların kaldırılma sürecindeki ihmal ve yanlışlıklarla ilgili 11 ildeki tüm kaymakamlar, valiler, belediye başkanları hakkında suç duyurusunda bulunduk, aynı gün basın açıklaması da yaptık.Bugün Antakya’dan suç duyurusundan bulunanlarla birlikte, 30 kişinin suç duyurusu Hatay İl İdare Mahkemesi’nin önünde. Yargı süreci maalesef çok yavaş ilerliyor, gene de zararın neresinden dönsek kârdır diyerek umutla davamızın sonuçlanmasını bekliyoruz.
Antakya’da ağırlıklı olarak Alevi mahallelerinin imara açıldığını görüyoruz. Aleviler olmazsa Antakya Antakya olmaz ki. Zaten Ermeni, Yahudi ve Hıristiyan Antakyalılar deprem öncesinde çeşitli politik ve sosyal nedenlerle çok azaldılar, gittiler veya gitmek zorunda kaldılar. Artık daha fazla kayıp vermek istemiyoruz.
Büyükbozkırlı: Dilekçelerimizi önce Çevre Bakanlığı’na ve Çalışma Bakanlığı’na elden verdik. Gördüğümüz bütün uygunsuzlukları, usulsüzlükleri sıraladık ve yönetmelikleri hatırlattık. Sorularımıza karşılık olmayan, kaçamak sözlerle yanıtlar geldi. Bu yanıtları da dava dilekçelerinde kullanarak suç duyurusunda bulunduk. Çağdaş Hukukçular Derneği’nden avukatlar dönüşümlü olarak bölgeye gidiyordu, onlardan hukuki destek alarak dosyayı birlikte hazırladık. 6 Şubat anmaları sonrasında yayınladığımız bilgi notunda da belirttik, “Depremin üzerinden bir sene geçti, bundan sonra bari yönetmelikler uygulansın” dedik. Böyle basit bir talepte bulunduk. Yıllarca sürecek bir iş bu, daha binaların temelleri kazılıp kaldırılacak, orta hasarlı binaların bir kısmı yıkılacak. Epey moloz işi var.
Sizin tespitlerinize göre, esas olarak yasalarda, yönetmeliklerde bir eksiklik yok, sorun uygulamada, öyle mi?
Parlar: Kesinlikle. Kâğıt üzerinde bilgi var, raporlamalar var, afete dirençli kentler konusunda yapılmış çalıştaylar, kongreler var. Yanılmıyorsam 2005’te, valilik ve belediyenin ev sahipliğinde Antakya’nın deprem riskiyle ilgili çok önemli uluslararası bir toplantı yapılmış. Deprem olduğunda bölgede yardımlaşmanın nasıl organize edileceğine varana kadar her şey konuşulmuş. Ama ne bu değerli toplantı sonrasında ne de öncesinde, örneğin 1999 Kocaeli Depremi uyarısına rağmen, afete dirençlilikle ilgili hiçbir çalışmanın yapılmadığı, hiçbir önlem alınmadığı çok açık. İmar afları bunun en güzel göstergesi değil mi?
Şubat ayında, Ekoloji Birliği ve İklim Adaleti Koalisyonu’nun birinci yıl raporunu tanıttığınız basın toplantısında “Anayasal haklarımız olan sağlıklı bir çevrede yaşama, eğitim, ulaşım, barınma gibi temel ihtiyaçlara yönelik olarak hem merkezi yönetimin hem de yerel yönetimin çalışmaları çok yetersiz. Devlet devlet olduğunu, yurttaş yurttaş olduğunu unutmuş” diyorsunuz. Size “yurttaş yurttaş olduğunu unutmuş” dedirten ne? Haklarının bilincinde olmamak mı, umursamazlık ya da ümidi kesmek mi?
Parlar: Hepsi aslında. İmar afları hiçbir zaman eleştirilmedi, bu tür uygulamalar belediye meclislerinde bütün partilerin onayıyla kabul ediliyor. Gelecekte olabilecek büyük kayıpları, büyük zararları görmezden gelmek, yalnızca günlük çıkarlara, şimdinin ihtiyaçlarına göre karar vermek gibi bir zihniyet problemimiz var. Ayrıca, yurttaş olmamızı unutturan en önemli nedenlerin, örgütlülük bilinci ve kültürü olmayan bir toplum olmamızın yanı sıra, suskunluğumuzla beslediğimiz, giderek otoriterleşen atmosfer olduğunu düşünüyorum. Örgütlülük derken, toplumsal fayda için farklılıklarımızla bir araya gelip ortak meselelerle ilgili düşüncelerimizi tartışmak, konuşmak, ortaklaştığımız noktalarda hep birlikte karar vericiler üzerinde bir baskı grubu oluşturmaya çalışmak, böylece bilimin ve uzman görüşlerinin, halkın, doğanın ihtiyaçlarının dikkate alınmasını sağlamak demek istiyorum.
Ne yazık ki “Hâlâ molozlar duruyor” yakınmasını Antakya’da birçok insandan duydum, duyuyorum. Ama molozların kaldırılmasında acele edilmesinin sakıncaları insanlara anlatılabilirdi. Bunun hem kendileri hem çocukları, torunları için, tedavisi olmayan mezotelyoma gibi kanserlere, KOAH gibi ciddi solunum hastalıklarına yol açacağını bilseler böyle bir şeyi istemezlerdi tabii.
Örneğin, Anayasa’nın 56. maddesi “Herkes sağlıklı bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Sağlıklı çevreyi korumak devletin ve yurttaşın görevidir” diyor. Direnişin çok güçlü ve haklı olduğu Akbelen’de bile, sorun yalnız İkizköy’ü değil, öncelikle civar köyleri, ayrıca Milas’ı, Bodrum’u Ören’i etkileyebilecek büyüklükte olmasına rağmen, buralardan Akbelen’e dayanışma için gelen insan sayısının yetersizliği, merkezi ve yerel yönetimlerden hesap soramadığımızın, sağlıklı çevreyi korumak gibi Anayasal güvence altındaki sorumluluğumuzu yerine getirmedeki isteksizliğimizin, bilinçsizliğimizin, dolayısıyla yurttaş olduğumuzu unuttuğumuzun göstergesi benim için.
Kısa vadeli, anlık maddi çıkarların öne geçmesi ve kayıtsızlık mı, yoksa korkular mı daha çok rol oynuyor bunda?
Kimileri için korku, kimileri için çıkarlar ve kayıtsızlık, kimileri için ikisi de de diyebilirim. Temel neden korku sanırım. 1980 sonrası yaşanılanların toplumsal hafızamızda yarattığı önyargılar, bilinçdışı endişeler ve korkuların yanı sıra, son yirmi yılda giderek artan baskı ortamı korkuları besliyor. “Örgütlülük” lafından korkan bir toplumuz, “politik” kelimesinden de korkuyoruz. Halbuki her şey politik, apolitik olmak bile politik bir duruş değil mi? Rahatsız edici olan, belli bir ideolojiye veya bir kimliğe tutunup kendi partisinden, kendi inanç ve kimliğinden insanların, toplulukların yanlışlarını görmezden gelmek, kabullenmek, hatta savunmak. Ormanlarımızın, tarım alanlarımızın, meralarımızın büyük bir kısmının madenler için ruhsatlanması, Muğla, İkizköy, Avdan örneklerinde olduğu gibi zeytinliklerimizin zeytin yasasına rağmen kamulaştırılarak enerji şirketlerine verilmesi gibi, başta çocuklar, göçmenler, LGBT+ bireyler gibi kırılgan gurupların yaşadığı haksızlıklar gibi, Hatay halkının seçtiği milletvekilinin Anayasaya aykırı bir şekilde hapiste tutulması gibi, AİHM kararlarına uyulmaması gibi Anayasa’ya, insan haklarına aykırı bir çok uygulamaya ses çıkarmıyoruz, tepki göstermiyoruz, hak savunucularının yanında olmuyoruz, olamıyoruz.
Geçenlerde, Hatay milletvekillerinden birinin eylül ayında verdiği bir soru önergesine yanıt olarak Hatay’da yapılan harcamalarla ilgili AFAD kaynaklı bir belge aktarıldı bazı Whatsapp gruplarına. AFAD’ın açıklamasına göre, 15 Kasım 2023 itibarıyla, Hatay için 122,5 milyar lira bağış toplanmış, bunun 65 milyar lirası afetzedelere kira vb. nakdi ödemeler, çadır, konteyner alınması için harcanmış. Devlet bütçesinden yapılan ödenekler ve harcamalar meçhul, harcamaların büyük bir kısmı gelen bağışlardan kullanılmış. Devlet bütçesinden deprem bölgelerine henüz hiçbir katkı sağlanmamış! Bağışlardan yapılan harcamanın da tam içeriğini bilmiyoruz, bu açıklanmamış. Sayıştay raporlarıyla ilgili birçok eksiklikler olduğunu görüyoruz. Muhalefet partileri de yolsuzlukları, haksızlıkları yeterince kamuoyuna duyuramıyor. Mecliste sayılarının yetersiz olması ve yandaş medyanın yanlı propagandası başat mazeretleri. Evet, doğru, ama demek ki bu koşullarda soru önergeleri vermek, grup toplantıları sonrası basın toplantıları yapmak gibi yöntemler eskimiş durumda, farklı bir siyaset anlayışına farklı bir muhalefete ihtiyacımız var.
Büyükbozkırlı: Devletin neoliberal sistemde dönüşmesiyle, devlet ile sermaye tamamen iç içe geçti. Türkiye genelinde durum böyle, deprem bölgelerindeyse bir sene sonra, çok acı bir şekilde gözlemlediğimiz gibi, insanlar halen toparlanabilmiş değil. Ve artık bunun kasıtlı olduğu görüşüne geldik. Bir felâketten sonra, insanlar kısa sürede toparlanırlarsa haklarını kuvvetli bir şekilde aramaya başlarlar. Çünkü haksızlığa uğramışlar, çok acı çekmişler, dolayısıyla çok öfkeliler, bu etkilerle bütün enerjilerini hesap sormaya, haklarını aramaya yöneltirler. Ama insanların yollarını yapmaz, eğitim sorunlarını çözmez, hâlâ gıda sorunuyla, barınma derdiyle boğuşarak kafalarını kaldıramaz hale getirirseniz, onları muhtaç duruma düşürürseniz, bir sene sonra hâlâ bütün enerjilerini hayatta kalmaya harcarlarsa, ne molozu görürler, ne kendi sağlıklarını takip edebilirler, ne de haklarını arayabilirler. Enkazı da apar topar kaldırırsanız geriye dönüp haklarını zaten arayamazlar. Bir senenin sonunda böyle bir noktada insanlar. Depremin birinci yılı anmaları için Hatay Deprem Dayanışması’na ziyaretimiz sırasında bir arkadaşımız “Hep birlikte suç duyuruları yapalım, davalar açalım, mahkemeleri kilitleyelim” diye önerdi. Acı bir şekilde şöyle karşılık verdiler: “Gündelik dertlerden kafamızı kaldıramıyoruz ki, mahkemeyle uğraşalım.”
Anayasa’nın 56. maddesi “Herkes sağlıklı bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Sağlıklı çevreyi korumak devletin ve yurttaşın görevidir” diyor. Direnişin çok güçlü ve haklı olduğu Akbelen’e bile dayanışma için gelen insan sayısının yetersizliği, sorumluluğumuzu yerine getirmedeki isteksizliğimizin, bilinçsizliğimizin, dolayısıyla yurttaş olduğumuzu unuttuğumuzun göstergesi.
Parlar: Adliyeye gitmeye kalksalar, yol yok, yeterli ulaşım aracı yok. “Çocukları bırakıp nasıl gideceğiz? Üstelik dolmuşa, otobüse verecek para da bulamıyoruz”demişti kadınlar. Bazı hukuksal mücadeleler, yerel direnişler oldu Dikmece’de, Yeşilköy’de, Samandağ’da. Ama bunlar maalesef yeterli toplumsal destek göremedi. Mesela, bir yıl önce, nisan ayında Dikmece’de tarım alanlarına ve zeytinliklere acele kamulaştırmayla el konması ve TOKİ yapılması sürecinde bir yürüyüş yapıldı. İklim Adaleti Koalisyonu’ndan ve Akbelen’den dostlarımızla biz de katıldık, ama toplam beş yüz kişi kadardık. Orada beş bin kişi, elli bin kişi olabilseydik, sürecin durdurulma ihtimali çok daha yüksek olurdu.
Büyükbozkırlı: Akbelen’de de aynı şey oldu. Direnişe destek olmaya gelmeyen komşu köyler Cumhurbaşkanlığı kararıyla kamulaştırıldı. Gerçi birkaç gün sonra bu karar geri alındı, ancak bu konuda rahatlamış değiliz.
Enkaz kaldırma ve moloz sorunundan söz ederken, ulaşım sorununa sık sık değindiniz. Elektrik kesintileri olduğunu, temiz suya erişimin ciddi bir sorun olduğunu birinci yıl anmaları sırasında taşınan dövizlerden de biliyoruz. Genel olarak altyapı açısından durum nasıl?
Büyükbozkırlı: Antakya’nın içi zaten yaşanır durumda değil. Dikmece yolları gidip gelen büyük kamyonlar yüzünden tamamen bozulmuş. Dikmece Antakya’nın epey dışında ve hayli tepelik bir yerde, TOKİ bloklarını dikmek için çok anlamsız bir arazi. Tarım alanlarında sekiz-on katlı TOKİ blokları yükseliyor ve yerleşim yerlerine doğru ilerliyorlar. Bir gün telefonunuza bir mesaj geliyor ve “Tarlanız kamulaştırılmıştır” deniyor. Kamulaştırma haberini SMS mesajlarıyla alıyorlar. Hiçbir resmi kurum muhatap olmuyor. Köylü karşısında sadece jandarmayı görüyor. Direndikleri anda jandarmadan cop yiyorlar. Kamulaştırılan yerler zeytinlikler, tarım alanları…
Parlar: Dikmeceliler kamulaştırmaları ya telefonlarına gelen mesajlarla ya da E-Devlet’ten öğrenmişler. Tam bir emrivaki, mülkiyet hakkı ihlâli. Dikmece’de aşağımahalleden başlamışlar. Burası zeminin yumuşak ve sulu olduğu, çok sayıda kuyu olan bir bölge olduğu için mahallenin adı Kuyucak. Dikmecelilerin deprem öncesinde zemini kötü olduğu için imar izni alamadığı bir bölgeden söz ediyoruz.
AFAD’ın açıklamasına göre, 15 Kasım 2023 itibarıyla, Hatay için 122,5 milyar lira bağış toplanmış, bunun 65 milyarı afetzedelere nakdi ödemeler, çadır, konteyner için harcanmış. Devlet bütçesinden yapılan harcamalar meçhul, harcamaların büyük bir kısmı gelen bağışlardan kullanılmış. Devlet bütçesinden deprem bölgelerine henüz hiçbir katkı sağlanmamış!
Yani tarım için çok elverişli, yapılaşma içinse hiç uygun olmayan araziler tarımdan alınıp TOKİ bloklarına veriliyor. Dikmeceliler bu durumu nasıl karşılıyor?
Parlar: Deprem öncesi, tarlasının yanına küçük bir ev yapmak istediğinde imar izni alamadığı için bazı yeni evli genç Dikmeceliler başka yerlere taşınmak zorunda kalmış. Ama şimdiki durumdan hiç memnun değiller, çünkü tarım alanları bütünüyle ellerinden gidiyor. Her yer kocaman beton bloklarla dolmuş, inşaatlar devam ediyor. En son gittiğimizde görüntü gerçekten korkutucuydu. Henüz zeytinlik alanlara girmiş değiller ama inşaat alanları zeytinliklerin dibine kadar gelmiş, küçük küçük kemirmeye başlamışlar. Bazı yerlerde inşaat malzemelerini koymak için köklerinden koparılıp çıkarılmış onlarca zeytin ağacı gördük.
Dikmece gibi kente uzak köylerde tarlaların ortasından yükselen TOKİ binaları Antakyalıların gidip yerleşmek isteyeceği yerler mi?
Büyükbozkırlı: Değil elbette. Köylülerin yaşam alanları gasp edilerek buralara TOKİ blokları yapılmasının hem Dikmece köylüleri hem de bu binalara yerleşecek Hataylılar için makûl bir sebebi olabileceğini düşünmüyorum.
Parlar: Biten TOKİ konutları kurayla veriliyor, dolayısıyla kiminle komşu olacağınızı bilmeniz mümkün değil. Antakya’da komşuluk ilişkileri, mahalle kültürü çok önemli. Bu nedenle kimse kendi yaşam alanından ve alışkın olduğu, ortak kültür ve değerleri taşıdığı insanlardan ayrı olmak istemez. Yani Antakyalılar gitmek istemeyecekler, gitmek zorunda olanların da mutsuz olacakları kesin. Üstelik verimli tarım arazilerinin, zeytinliklerin yok edilmesi ilerde yalnızca Hatay bölgesinde değil tüm Türkiye’de bir gıda krizi riskini yaratmaz mı?
Elektrik ve su temininde durum nasıl?
Parlar: Temiz suya erişim çok yaygın bir problem. Antakya’nın kanalizasyon altyapısı tamamen çökmüş. Onarılan altyapıların bir kısmı yerinde dönüşüm nedeniyle ciddi hasar görmüş, çalışmalar devam ettiği için hasar görmeye devam ediyor. Özellikle gönüllü gruplar bir ara suyun arıtılmasını sağlamaya çalışıyordu. Hat-Su başkanıyla görüşmede kontrol ve bakımda sorunlar yaşanabileceği için bunun da uzun vadede sağlıksız olduğu, onun yerine kuyu açmak için destek vermenin daha doğru olacağını öğrendik. Sonuçta, kullanım suyu olarak da içme suyu olarak da temiz suya erişim sorunu hâlâ çözülebilmiş değil. Bu büyük bir insan hakkı ihlâli. Dikmeceliler köylerindeki suyun TOKİ inşaatına verildiğini, önceden temiz suları varken şimdi kendilerine bağlanan sudan böcekler, yılanlar çıktığını anlatıyor.
Türk Tabipleri Birliği (TTB), Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) ve Hatay Deprem Koordinasyonu’nun hazırladığı raporda elektrik kesintilerinin gıda saklama koşullarını etkilediği belirtiliyor.
Parlar: Özellikle konteyner alanlarda yazın soğutma, kışın ısınma için, çoğu zaman yemek yapmakta elektrik kullanılıyor. Çok fazla yüklenmeye ve kalitesiz malzeme kullanımına bağlanıyor elektrik kesintileri. Hatta zaman zaman can kayıplarına da yol açan yangınlar olabiliyor. Ayrıca, inşaat atıklarını taşıyan büyük araçlar o kadar aceleci ve hoyrat davranıyorlar ki, onlar da elektrik direklerine, hatlarına zarar verebiliyor. Elektrikler kesilince buzdolaplarının çalışamaması nedeniyle gıdalar hızla bozulabiliyor tabii. Bu durum süt ve peynirin saklanmasını zorlaştırdığı için bu ürünlerin fiyatları çok arttı ve ihtiyaç sahipleri süt alamaz oldu. Benzer sorun konteynerlerde hizmet vermeye çalışan aile sağlığı merkezlerinde de var. Orada elektrik kesintileri aşıların saklandığı buzdolaplarını işlevsiz kılarak soğuk zinciri bozuyor ve aşı israfına, uygulamada yetersizliklere neden olabiliyor.
Hukuksal mücadeleler, yerel direnişler oldu Dikmece’de, Yeşilköy’de, Samandağ’da. Ama maalesef yeterli toplumsal destek göremedi. Mesela Dikmece’de tarım alanlarına ve zeytinliklere el konması ve TOKİ yapılması sürecinde bir yürüyüş yapıldı. Toplam 500 kişi kadardık. Orada 5 bin kişi, 50 bin kişi olabilseydik, sürecin durdurulma ihtimali çok daha yüksek olurdu.
Ulaşım, elektrik ve temiz su gibi altyapı sorunları konteyner alanlarının tasarımındaki sorunlarla ilişkili de olabilir mi? Konteyner alanların örneğin merkezle, okullarla, sağlık merkezleriyle bağlantısı gözetilmiş mi?
Büyükbozkırlı: Konteyner alanları Hatay’da kentin Türkiye yönündeki tek giriş yolu çevresinde sıralanmış. Kent girişinde oluşan yoğun trafiğin konteyner alanların böyle yerleştirilmesinden kaynaklandığına mimar arkadaşımız dikkat çekti. Konteynerlerin şehir plancılarla ya da halkla görüşerek bilinçli bir şekilde yerleştirildiği görüşünde değiliz.
İsteyen kişi ya da aile kendisine tahsis edilen konteyneri ihtiyacına uygun bir yere, örneğin tarlasının kenarına, yıkılan evinin yakınına koyabiliyor mu?
Büyükbozkırlı: Hayır. Mesela Samandağ’ın çok köyü var, köylüler, “Bize konteyneri verin, biz kendi tarlamızda yaşayalım”diyor. Tarlasını, hayvanlarını bırakıp konteynerin olduğu bölgeye gitmek konteyner kompleksinin içerisinde tamamen hapsolmak demek. Kentte, apartmanda yaşayan kendini buna mecbur hissediyor olabilir. Ama köyde yaşayan, tarlası olan için anlamsız bir durum. “İlla ki benim gösterdiğim yere geleceksiniz, benim kontrolüm altında olacaksınız” deniyor.
Parlar: Molozların kaldırılmasındaki plansızlık ve acelecilik konteyner alanlarının yer tespitinde de görülüyor. Buraları sıkça su basması plansızlığın en çarpıcı örneklerinden. Ayrıca, konteyner alanları tarım arazileri üzerine yapıldı. Ve o araziler artık geri dönüşümsüz olarak kaybedildi. Beton dökülmeksizin de konteynerler yerleştirilebilirdi. Böyle bir zahmete girilmemiş. Ya da belki de bu arazilerin ileride imara açılması işlerine geldiği için konteyner alanlarını bu şekilde kurmayı tercih ettiler. Ulaşım olanağı da olmadığı için birçok kişi konteyner alanı yerine ağır hasarlı evinde veya çadırlarda yaşamak zorunda kalıyor.
Konteyner alanlarındaki yaşam koşullarıyla ilgili sizin gözlemleriniz neler oldu?
Büyükbozkırlı: Dışarıdan birisi giremiyor. Devlet her şeyi kontrol etmek istiyor. Taciz şikâyetleri var. Hijyen koşulları hiç iyi değil, salgın hastalıklar olduğuna dair bilgiler aldık.
Bir de konteynerlerin verilmesinde ayrımcılık yapıldığı şikâyetleri var. Konteynerlerin dağıtılmasında öncelik Türkiye vatandaşı Sünnilere verilmiş, daha sonra Aleviler, ardından göçmenler geliyor. Yedi-sekiz yıl önce savaştan kaçarak Suriye’den gelen göçmenlerin savaş anılarını tekrar yaşatacak şekilde, Adıyaman’da kentin 40 kilometre ötesinde izole edildikleri, ayrımcılığa maruz kaldıkları belirtiliyor.
Konteynerlerle ilgili sorunları kadınların yaşadığı zorluklarla ilişkilendirebiliriz. Bu kadar zor ve sağlıksız koşullarda genel olarak evin ekonomisi, geçimi, çocukların bakımı ve eğitimi, yaşlıların bakım yükü hep kadınların üzerinde. Hem çocukların hem de kendilerinin yaşadıkları travmalarla, psikolojik sorunlarla uğraşmak zorundalar. Üstüne üstlük bir de şiddete, istismara maruz kalıyorlar. Yani kadınlar için tam bir cehennem.
Parlar: Aynı şey çocuklar, ergenler, yaşlılar, bütün kırılgan gruplar için geçerli. Sosyal alan yok, nefes alabilecek bir yer yok. En büyük sıkıntılardan biri özel alan yokluğu. Bunun yarattığı ciddi psikolojik sorunların olduğunu, aile içi şiddet olaylarının arttığını bölgede görev yapan psikolog ve psikiyatristlerden duyuyoruz.
Tarım alanlarında sekiz-on katlı TOKİ blokları yükseliyor ve yerleşim yerlerine doğru ilerliyorlar. Bir gün telefonunuza bir mesaj geliyor ve “Tarlanız kamulaştırılmıştır” deniyor. Kamulaştırma haberini SMS mesajlarıyla alıyorlar. Hiçbir resmi kurum muhatap olmuyor. Köylü karşısında sadece jandarmayı görüyor.
TTB’nin raporunda sağlıklı gıdaya erişememekten çocuklarda gelişim bozukluğundan söz ediliyor. Baştan beri konuştuğumuz koşullardan kaynaklanan sağlık sorunlarına dair sizin ne gibi gözlemleriniz oldu?
Parlar: Yetersiz gıdanın yarattığı ileriye dönük fiziksel ve psikolojik sorunlar, hava kirliliğine bağlı solunum ve kalp hastalıkları, kanser riski, hijyenik koşulların bozukluğu nedeniyle enfeksiyon ve özellikle yazın salgın hastalık riski… Tüm bu risklere rağmen genel olarak sağlık hizmetlerine ulaşımda büyük problemler var. Hâlâ aile sağlığı hizmeti yeterince verilemiyor, gebe takipleri, aşılamalar doğru düzgün yapılamıyor. Aynı şekilde üçüncü basamak sağlık hizmeti verebilecek hastane sayısı çok yetersiz. Yeni açılan şehir hastanesinde çalışan doktorların ailelerinin kalacağı yer olmadığı için bir kısmının istifa etme noktasına geldiğini duyuyoruz. Sağlık çalışanları, çocukları, aileleri için sağlıklı yaşama ortamı sağlamazsanız, tabii ki çalışmak istemez insanlar. Dolayısıyla, deprem bölgesinde sağlık çalışanı yetersizliği de söz konusu.
Stres, metabolik hastalıklardan psikolojik hastalıklara kadar birçok rahatsızlığın hazırlayıcısı. Hem çocuklar hem erişkinler çok büyük bir travma yaşadı ve bu halen şehrin “mahzun ve garip” bırakılması nedeniyle artarak devam ediyor. İlk başlarda iyileşmeye dair daha büyük bir umut vardı. Ama süreç çok hoyrat ve yavaş devam ettiği için insanların umutları da büyük ölçüde zedeleniyor. Merkezi ve yerel yönetimden yeterince şefkat, destek ve ilgi görülmediği için travmanın iyileşme süreci sekteye uğruyor, yavaş ilerliyor.
Depremlerde toplam ne kadar can kaybı olduğunu biliyor muyuz?
Büyükbozkırlı: Bilmiyoruz. Murat Kurum’un ağzından kaçırdığı 130 bin sayısı var.
Parlar: Sadece Antakya’da ve Defne’de yıkılan binaların durumunu görünce, salt yakın çevremizdeki kayıpları da düşününce 100 binin üzerinde can kaybı olduğunu tahmin ediyoruz.
Depremlerin ardından arama-kurtarma çalışmalarından başlayarak, aradan geçen bir yıl boyunca yapılması gereken hemen her şeyin gelişigüzel, eksik, yanlış, hoyratça yapılması burada bir kasıt olduğunun kanıtı gibi…
Parlar: Özellikle Arap Alevilerinin olduğu bölgelerin buna maruz kalması, temel insan haklarından mahrum bırakılması nedeniyle hukukçu arkadaşlarımızdan İsmail Hakkı Atal Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne doğrudan başvuruda bulunmak üzere bir dilekçe hazırladı ve bu dilekçe Antakya ve çevresinde imzaya açıldı. Dört yüz imzayla AİHM’e başvuru yapıldı. Normalde AİHM’e başvuru yapılabilmesi için iç hukuk yollarından geçilmiş olması gerekiyor. Dilekçede bütün hukuk yollarının tıkandığı belgelerle gösteriliyor. Bu çerçevede AİHM doğrudan başvuru hakkını kabul etti.
Konteyner alanları tarım arazileri üzerine yapıldı. Ve o araziler artık geri dönüşümsüz olarak kaybedildi. Beton dökülmeksizin de konteynerler yerleştirilebilirdi. Böyle bir zahmete girilmemiş. Ya da belki de bu arazilerin ileride imara açılması işlerine geldiği için konteyner alanlarını bu şekilde kurmayı tercih ettiler.
Arama-kurtarma çalışmalarından lojistik desteğe, sağlıktan eğitime, temel ihtiyaçların karşılanmasına gönüllüler, sivil toplum örgütleri büyük bir çabayla destek olmaya çalıştı. Siz bu süreçte yer alan örgütlenmeleri, çalışma yöntemlerini, örgütlerin birbiriyle ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu alanda tespit ettiğiniz yanlışlar, eksikler neler oldu?
Parlar: Depremin başından beri koordinasyonsuzluk genel bir problemdi. Sivil toplum örgütleri arasında ortak çalışmalar, işbirliği, bağlantılar çok zayıf ve yetersiz. Herkes, bölgedeki tüm STK’lar, gönüllüler çok çalıştı, ama çalışmalar birbirinden kopuk ve dağınıktı. 6 Şubat depremleri sonrasında ortaya çıkan ve hâlâ giderilemeyen büyük ihtiyaçlara rağmen yeterli bir koordinasyon, beraberlik yaratılabilmiş değil. 6 Şubat’ın birinci yılında anma etkinlikleri düzenlenirken böyle bir ihtiyaçla yola çıkıldı. Sendikaların, sivil toplum örgütlerinin, siyasi partilerin davet edildiği 6 Şubat Platformu kuruldu. Ama o platform 6 Şubat’ta iki eylem yapmak üzere anlaşmışken ikinci eylem noktasında ikiye, hatta üçe bölündü. Yerel platformlar, mahalle örgütleri, yerel dernekler ve dışarıdan Antakya’yı desteklemek üzere gelen gruplar, herkes 04:17’de sessiz matem yürüyüşünde hem fikirdi. Aynı gün düşünülen ikinci eylemde sorunlarımızı yüksek sesle ifade edip bunların çözümü için iktidara seslenmeye çalışacağımız bir yürüyüş yapalım dendi. Kadim Antakya Dostları, Hatay’ı Yeniden Yaşatacağız, Ortak Yaşam Antakya, Yeniden Antakya gibi dışarıdaki Antakyalıların ve Antakya dostlarının kurduğu yerel platformların ve derneklerin temsilcileri “4.17 anma etkinliğinde sizlerle birlikteyiz ama biz yürüyüşe katılmayız” dediler.
Neden?
Nedenini açıklamadılar. Yerel iktidarı ve merkezi iktidarı karşılarına almaktan çekindikleri için herhalde. Bir arada olmalarını beklediğimiz sol gruplardan bazıları da “Biz flamalarımızla katılmak, kendi kimliğimizle yürüyüşte var olmak istiyoruz” diye ısrar etti. Halbuki 45-46 bileşen olarak, daha ilk başta, tek bir başlık altında, “Hataylılar ve Hatay Dostları” olarak bu yürüyüşü yapma ve ortak sorunları dile getirme kararı alınmıştı. Birçok toplantı yapılmasına rağmen sonuçta uzlaşı sağlanamadı ve iki farklı saatte iki ayrı yürüyüş ve miting oldu. Bu tabii her iki yürüyüşün de dinamizmini, motivasyonunu, katılımını büyük ölçüde olumsuz etkiledi. Bu durum hepimiz için, herkes için önemli bir deneyim oldu. Antakya’yı, Hatay’ı onarma, iyileştirme sürecinde politik kimliklerimizi geride tutmazsak bir araya gelemeyeceğimizi, farklılıklarımızı kabul ederek birlikte olma, dayanışma kültürümüzü geliştirmeyi öğrenmemiz gerektiğini gösterdi hepimize.
Büyükbozkırlı: Sivil alandaki temel eksiklikler örgütlü toplum olmamaktan kaynaklanıyor. Korkmuş olmanın, sinmiş olmanın, çok baskı altında kalmanın önemli payı var. “Sesimizi çıkarırsak başımıza bir iş gelir” korkusu. Bir de tabii, sistemi, kapitalizmi eleştirirken zihinlerimizin de tahakküm altına alındığını pek fark etmiyoruz. Gündelik yaşantımızda da birbirimizden çok kopuk durumdayız. Komşuluk ilişkileri, aile ve arkadaşlık ilişkileri çok çabuk çözülüyor, atomize oluyor. Yalnızlaşmaya alıştık. Paranın hayatımıza hükmetmesine alıştık. Tüm bunlar toplumsal ve kültürel yapıları, oluşumları, ilişkileri çok zedeliyor. Gündelik hayatınızda bu kadar yalnızlaşmış, bu kadar paraya bağlı yaşarken, her şey metalaşmışken, bir afet olduğunda, ekoloji mücadelesi veya bir kent mücadelesi gündeme geldiğinde hemen Süpermen gibi bambaşka bir kılığa giremiyorsunuz. Ayrıca, kendinizi yalnız buluyorsunuz, örgütlü değilsiniz.
Bu kadar zor ve sağlıksız koşullarda genel olarak evin ekonomisi, geçimi, çocukların bakımı ve eğitimi, yaşlıların bakım yükü hep kadınların üzerinde. Hem çocukların hem de kendilerinin yaşadıkları travmalarla, psikolojik sorunlarla uğraşmak zorundalar. Üstüne üstlük bir de şiddete, istismara maruz kalıyorlar. Yani kadınlar için tam bir cehennem.
Dönüyor dolaşıyor, örgütlenmeye geliyor söz. Örgütlenme kültürü ve alışkanlığı yok. Üretmeye de kapalıyız. Katıldığımız toplantılarda talepler, beklentiler, temenniler dile getiriliyor. Ama “Hadi bir şey yapalım” diye işe başlama düşüncesinde değiliz. Talepleri çok iyi dile getiriyoruz, çok güzel yakınıyoruz. Ama bir şeyleri değiştirmek istiyorsanız üretmek durumundasınız. Yeni bir hegemonya üretmeniz, bir karşı duruş, karşı söylem geliştirmeniz lâzım. Bunlar kolay şeyler değil. Deneme- yanılmaya açık olmanız lâzım. Yine örgütlenmeye geliyoruz: Kırsalda örgütlenme, mahallede örgütlenme, farklı kesimlerle, sizin gibi olmayanlarla bir araya gelme. Ekoloji alanında benim eleştirel yaklaştığım bir konu bu. Mesela sayımızı az buluyoruz. Tamam bu bir sorun olabilir, ama hep kendimize benzeyen insanlarla bir araya gelme düşüncesindeyiz. Oysa benden farklı kişilerle ortak çalışmalar yapmalıyım. Farklı mücadele alanlarıyla bir araya gelmeliyiz. O yüzden deprem, yerel oluşumlarla bir şeyler üretmek, onlara destek olmak değerli bir tecrübeydi. Ama dışarıdan gelenler, sivil toplum, aktivistler bu örgütlenmede eksik kaldılar. Deprem bölgesinin örgütlenmesine yeterince destek veremedik. Onlara kalıcılık ve üretkenlik anlamında pek bir şey katamadık. Orada bir çekirdek oluşması çok önemli, ama o çekirdeği büyütmemiz lâzım. Kalıcı köprüleri yeterince kuramadık. 3-6 Şubat’ta anma etkinliğine gitmemiz de öyleydi: gayet güzel, anlamlı görüşmeler yapıyoruz, raporlar hazırlıyoruz. Ancak sonrasında gündelik hayatımıza geri dönüyoruz ve sürekliliği olan bir dayanışma ağı öremiyoruz.
Parlar: Küresel düzeyde neoliberalizmin yarattığı büyük bir doğa ve emek kırımı var. Ben Antakyalıyım; orası benim yuvam, bağlantılarımın devam ettiği bir yer. Ama bir bakıyorum, Akbelen’de inanılmaz bir hunharlıkla koskoca bir orman, 65 bin kızılçam acımasızca kesiliyor. O kadar büyük bir saldırı altındayız ki! İliç’e de, Elbistan’a, Kaz Dağları’na, Akbelen’e, Marmaris’e de en az Antakya kadar üzülüyorum, nereye bakacağımızı şaşırıyoruz.
Büyükbozkırlı: Sadece Türkiye’de değil, küresel olarak, artık sıradan insanlar demokratik bir toplumda yaşamadıklarını derinden derine hissediyorlar. Hukukun, sözde kazanılmış evrensel hakların dünyanın hemen her yerinde, Amerika’da, Çin’de, Avrupa’da işlemediğini görmek derin bir umutsuzluk, çaresizlik, yalnızlık hissi doğuruyor. Bunun sonucu olarak insanlar bilinçli ya da bilinçsiz şunu algılıyorlar: Ana babalarımızdan duyduğumuz gibi, 60’lı, 70’li yıllarda insanlar bir araya gelerek bir şeyleri değiştirebiliyordu. İllâ devrim yapmayı kastetmiyorum. Ama bugün insanlar yalnız ve demokrasiden kopuk hissediyorlar, bu çok negatif bir his. Bugün emek mücadelesi, ekoloji mücadelesi veya bir başka alanda olsun, 10 bin kişi bile karşı dursan, insanlar şöyle hissediyor: “Geçici bir kazanım elde edeceğiz, üç ay sonra daha saldırgan ve hazırlıklı bir şekilde gelecekler ve bizi ezip geçecekler.” Bu da yersiz bir endişe değil maalesef. Bugün 10 bin kişi de olsak, 100 bin kişi de olsak, 1970’lerin 100 bin kişisiyle şu anki 100 bin kişi nitelik olarak aynı değil artık. Neoliberal kapitalist sistem net olarak şunu söylüyor: “Artık senin bir değerin yok, fazlasın sen, gözden çıkarılabilirsin”. İklim krizinin gidişatı da böyle. Artık fazla nüfusuz, yok edilecek olanız, paramiliter güçler, devletlerin mafyalaşması, faşizme doğru kaymalar, küresel ölçekte bu yönde gidişat gözlüyoruz.Bu sistemin kalabalık yığınlara ihtiyacı kalmadı. “Çeneni kapat” deniyor, “sana attığımız sadakalarla, kırıntılarla yetin”.
Parlar: Ben bu kadar karamsar düşünmüyorum. Toplumsal hareketler hiç beklenmeyen bir noktada kırılabiliyor, beklenmedik değişiklikler olabiliyor. Böylesine kaotik bir dönemden çıkma şansını yaratabilmek için kitlesel bir siyasallaşma sürecini başlatmak gerekiyor. Nasıl mı? Bilmiyorum, bilebildiğim tek şey patriyarkal hiyerarşik yapılanmaların dışında farklı bir siyasallaşma ihtiyacımız olduğu. Bunu süreç içinde, er ya da geç birlikte bulabileceğimize inanıyorum. Kısacası, zorlukların yaratıcılığımızı artıracağı, karanlıkların beklenmedik fırsatlar yaratabileceği umuduyla, karamsar değilim.
Arap Alevilerinin temel insan haklarından mahrum bırakılması nedeniyle AİHM’e doğrudan başvuruda bulunmak üzere bir dilekçe hazırlandı, Antakya ve çevresinde imzaya açıldı. Dört yüz imzayla AİHM’e başvuru yapıldı. Normalde AİHM’e başvuru yapılabilmesi için iç hukuk yollarından geçilmiş olması gerekiyor. Dilekçede bütün hukuk yollarının tıkandığı belgelerle gösteriliyor.
Toplumsal, siyasal yeni örgütlenme yolları, araçları sizce ne olabilir?
Büyükbozkırlı: Öncelikle çevre aktivistlerinin meselenin sadece doğa olmadığını kavramaları lâzım. İdealist bir bakışla ilerliyoruz. Oysa meseleye tamamen materyalist yaklaşmak lâzım. Emekle ekolojinin bağını daha derinden kurmalı, doğal yıkımların her seferinde insan doğasında da tahribata yol açtığına yönelik kavrayış geliştirmeliyiz. Diğer taraftan, ekoloji mücadelesinde çevre örgütleri yalnız bırakılmamalı. Demokrasi ve meslek örgütlerine, sendikalara, çeşitli sosyal ve pozitif bilimlerden akademisyenlere, kent hakkı için çabalayanlara ihtiyaç var. Bunlar “çevrecilere destek oluyoruz” demeyecekler, bizzat mücadelenin parçası olacaklar. Ekoloji hareketinin ancak bu şekilde multidisipliner, çok katmanlı, çok yönlü çalışmalar yapan bir oluşumla yükselebileceğine inanıyorum. Örneğin, doğal yıkım alanlarıyla ilgilendiği kadar, başta madencilik olmak üzere doğayı tahrip eden kazıp çıkarma faaliyetleri sonrası oluşan milyonlarca ton zehirli atığın nasıl bertaraf edildiğini de takip edecek veya tarıma yönelik çalışmalarında gıda güvenliği ve tarımsal alanların korunmasının ötesinde, endüstriyel uygulamalarla tarımın bugün artık toprağın ve su varlıklarının kirletilmesinde, sera gazı salımlarında enerji ve madencilikle yarışır duruma geldiğini belgeleyecek, bunlarla mücadele edecek bir oluşum. Sürekli bilgi üreten, farklı yıkımların birbirleriyle ve kapitalist birikim süreçleriyle bağını kuran, kamuyu aydınlatan ve ekonomik kalkınma, gelişme, kamu yararı kavramlarını sorgulayan, egemen hegemonyanın kandırmacalarını deşifre eden, ekolojik toplumu hedefleyen karşı söylem geliştiren bir oluşum.
Tabandan örgütlenmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Mahalle örgütleri, kent ve demokrasi mücadelesi veren dernekler, kırla kent arasındaki ayrışmayı gidermeyi hedefleyecek yapılanmalar, belli alanlarda mücadele veren örgütleri bir araya getiren ve dayanışmalarını sağlayacak platformlar, kâr amacı gütmeyen ve sermaye birikimine katılmayan üretici/tüketici kooperatifleri, çevre örgütleriyle farklı alanlarda mücadele veren grupların –sendikalar, feminist mücadele, göçmen sömürüsüne karşı mücadele, LGBTİ+– emeğin sömürüsü ve demokratik haklar temelinde bir araya gelmeleri ve dayanışma içinde olmaları….
Parlar: Örneğin, seçimler de yurttaş olarak bize hesap sorma ve uyarma olanağı veriyor. Bu nedenle kendimize yakın bulduğumuz partinin bir önceki dönemde ister iktidarda ister muhalefette olsun ne yaptığına, söz verdikleriyle icraatlarının örtüşüp örtüşmediğine bakarak oy vermemiz gerekmez mi? Ama bu hesap sorma ve uyarma olanağını kullanmak yerine, tuttuğumuz parti ne kadar yetersiz ve yanlış uygulamalar yaparsa yapsın, gidip gene aynı partiye oyumuzu veriyoruz. Böylece bizim onlara verdiğimiz yetkileri, sağ ve sol ayırmadan söylüyorum, tüm partilerden seçtiğimiz milletvekillerinin çoğu büyük bir rahatlıkla, giderek pervasızca kamu menfaatlerinden çok kendi menfaatlerine yönelik olarak kullanabiliyorlar.
Siz yerel seçimden hemen sonra Antakya’daydınız; bölgedeki siyasal atmosfer, insanların ruh hali nasıldı?
Parlar: Siyasetten beklenti elbette 14 aydır çözülemeyen sağlıklı barınma, eğitim, ulaşım, temiz suya ve sağlık hizmetlerine ulaşım gibi temel ihtiyaçların giderilmesine yönelik icraatlar. Seçim sonrasında belirsizliği ve kaosu artıran itiraz süreci nedeniyle insanlar gergin ve üzüntülüydü. Antakya’da yaşayan bir yakınım “Antakya/Hatay ne oldu?” diye soranlara “Toz duman oldu” dememi istedi… Konuştuğum birçok insanın izlenimi Lütfü Savaş’ın çok yanlış bir aday olduğuydu. Böyle düşünenlerin bir kısmı CHP’yi Atatürk’ün emaneti bir parti olarak gördükleri için, bir kısmı da solda iyi bir aday göremedikleri için mecburen Lütfü Savaş’a oy verdiklerini anlattı. Bir de iki seçeneği de istemeyip geçersiz oy kullananlar vardı. Kişisel yorumumu da söylemek isterim; özellikle hem CHP hem de TİP yanlış aday seçimleri nedeniyle kendi elleriyle Hatay’ı AKP’ye hediye ettiler. Umudumuz yeni seçilen belediye başkanlarının parti kimliği gözetmeksizin Hatay’ı, en çok yıkım yaşayan Antakya, Defne, Kırıkhan ve Samandağ başta olmak üzere tüm ilçeleriyle ayağa kaldırmak ve iyileştirmek için şeffaf ve katılımcı bir biçimde çalışmaları, halkın sesini dinlemeleri.
Lütfü Savaş’ın çok yanlış bir aday olduğunu düşünenlerin bir kısmı CHP’yi Atatürk’ün emaneti bir parti olarak gördükleri için, bir kısmı da solda iyi bir aday göremedikleri için mecburen Savaş’a oy verdiklerini anlattı. Bir de iki seçeneği de istemeyip geçersiz oy kullananlar vardı. Hem CHP hem de TİP yanlış aday seçimleri nedeniyle kendi elleriyle Hatay’ı AKP’ye hediye ettiler.
Yıkım görmüş bölge için acilen yapmamız gerekenler sizce somut olarak ne olmalı?
Büyükbozkırlı: Hatay Deprem Dayanışması’ndan arkadaşlar hep gönüllüler üzerinden çalışıldığını söylediler. Oradaki dayanışmanın kuvveti de doğrudan yerellerin çalışmasından kaynaklanıyor. Ama gönüllüler de bu depremi yaşadı, ağır travmalara maruz kaldılar ve hâlâ bunların etkisindeler, maddi ve manevi olarak zor durumdalar. Onlara destek vermek, oraya gitmek önemli. Deprem sonrasında hep söyleniyordu ya, “Bir süre sonra siz burada olmayacaksınız, altı ay sonra biz kendi başımıza kalacağız.” Halbuki toparlanmak en az beş yılı bulacak. Bu abartılı bir süre değil. Bu süre boyunca bizlerin, ne yapacağımız kafamızda çok net belli olmasa bile oraya gönüllü olarak gitmemiz gerek. Lojistik işlerde destek olabiliriz, çocukların eğitimine katkı sağlayabiliriz. Psikolojik destek için meslek uzmanı, daha kalifiye kişiler gidebilir, bizler de bunun organizasyonunda yer alabiliriz. Eğitim çadırları, çocuk faaliyet alanları var, ama desteğe gelenler bir-iki hafta sonra geri dönüyor, yoğun bir sirkülasyon var. Çocuklar şaşkına dönüyor, öğretmenlerine uyum sağlayamıyorlar. Ayrıca, gönüllülerin kurduğu eğitim alanları ve kreşlere çocukların, öğretmenlerin ulaşımı bile bir sorun ve bunu da yine gönüllüler çözmeye çalışıyor, çünkü toplu taşıma ağı çok yetersiz. Ekonomik kalkınma hâlâ sağlanabilmiş değil. Depremin başında, kooperatif tecrübesi olan arkadaşlarla, kadın kooperatifleriyle görüştük, onların ürünleri büyük şehirlerde pazarlanabilir.
Parlar: Bu konuya iki eksende bakmak gerekiyor. İki eksenden biri Levent’in anlattıkları; yani devletin boş bıraktığı alanlarda gönüllülerin çabaları. Bu, kim ne kadar yaparsa yapsın yetersiz kalacak. Çünkü, örneğin eğitim çok büyük bir problem. Hiçbir gönüllü çabası, kurumsal olarak da olsa, yetmez. Gene alt yapı sorunları, temiz su konusu arıtmalarla, oraya pet şişe yollayarak çözülecek bir iş değil. Gönüllü çalışmalarını çok kıymetli buluyorum, ama milyonlarca deniz yıldızının karaya vurduğu yerde tek tek deniz yıldızlarını denize atan insanın yaptığı iş gibi… Evet o bir deniz yıldızı ve onlarcası ya da yüzlercesi için çok değerli bu eylem, ama geride milyonlarcası var. Devletin yapması gerekenleri biz STK’lar olarak, gönüllü insanlar olarak yapmaya çalışıyoruz, ama bu olmaz, olmuyor da, yetmiyor. Deprem bölgesi bunun olamayacağını bize bu bir yıl içinde gösterdi. Okulların açılması, hastanelerin, aile sağlık merkezlerinin yapılması, doktorlar ve öğretmenler için barınma olanaklarının geliştirilmesi, memurların ve orada hizmet verecek diğer görevlilerin teşvik edilmesini sağlayacak iyileştirmeler yapılması, altyapı ve ulaşım sorunlarının çözülmesi, güvenliğin sağlanması, istihdam olanaklarının yaratılması ve belki de en önemlisi sağlıklı bir çevrede yaşama hakkının korunması devletin, yani merkezi ve yerel yönetimlerin sorumluluklarında, onların yapması gereken işler; biz gönüllü çalışmalarla bu devasa açığı kapayamayız. Yerel dayanışma gruplarına, yöre halkına yalnız olmadıklarını hissettirmek, olabildiğince destek olmak elbette çok önemli… Bu devasa sorunlara ve sağlıksız ortama rağmen Antakya’da, Samandağ’da, Defne’de, bölgede yaşamlarını sürdüren dostlarımın, yakınlarımın umutlu kararlılığı oraya “ne yapabilirim?” sorusunu sorarak gelen herkese de güç veriyor, şehrin iyileşeceğine dair umudu büyütüyor. Bu nedenle özellikle birlikteliklerimizi güçlendirmek, dayanışma ağlarımızı genişletmek, bölgede hukuksal ve demokratik yollardan hak arayan dayanışma gruplarını yalnız bırakmamak, onlarla birlikte merkezi ve yerel yönetimlere Anayasa’yla belirlenmiş olan sorumluluklarını hatırlatmak çok değerli.