6 Şubat depremlerinin ardından göç alan Mersin’in nüfusu geçen sene yüzde 40 arttı. Kentte neler yaşandı?
Beritan Onuk: İnanılmaz bir göç yaşandı. Gelen yaralıların tedavisi nedeniyle hastaneler kitlendi. Başta konut, su ve gıda olmak üzere yaşamsal risklerin ortaya çıkabileceği dile getirildi ve afet bölgesi ilan edilmesi talep edildi, ama olmadı. Belediye, sendikalar, meslek örgütleri ve demokratik kitle örgütleri ellerinden geleni yaptı, ancak tıpkı depremdeki gibi, kamu kurumlarıyla koordinasyon kurulamadı. Biz de Mimoza Kadın Derneği olarak gelen ailelerin ihtiyaçlarını öngörüp bir kaynak bulduk ve içinde gıda paketlerinin de olduğu yardım paketleri hazırladık. İlk etapta 200 aileye bunları ulaştırdık. Bu paketleri tek tek kendimiz hazırladık ve ellerimizle götürdük hepsini. O dönemde gece gündüz çalıştık.
Nasıl tespit ettiniz bu aileleri?
Belediyeye sorduk, partiler de çalışmaya başlamışlardı, onlara da sorduk. Meslek kuruluşları ve derneklere görüştük. Önceleri depremden kurtulanların yurtlarda, okullarda, otellerde, cemevleri ve taziye evlerinde, pansiyonlar ve yazlıklarda barınmaları sağlandı. Yaza doğru buraların boşaltılması gerekti. İşte o zaman insanlar umutsuz bir şekilde ev aramaya koyuldu. Umutsuz diyorum, çünkü ev kiraları fırsatçılar yüzünden inanılmaz arttı. Temmuz-ağustosta, depremler sonrasında gelenlerin neredeyse yarısı geri döndü. Kentlerini, evlerini barklarını kaybeden insanlar birkaç ay içinde ikinci kez göç etmek zorunda kaldı. Hatay’a gittiğimde dökmediğim gözyaşını Mersin’deki aile ziyaretlerinde döktüm.
Konuştuğumuz herkesin depremde hayatını kaybeden bir yakını veya depremzede bir tanıdığı vardı. Bir öğretmenin hikâyesini hiç unutmuyorum. Depremde 300’e yakın öğrencisini kaybetmiş. Tek tek saymış onları. Bir başka kadın dört çocuğunu birden kaybetmişti. Mersin’de anne ve babasının evinde kalıyordu eşiyle birlikte. Onlar Adıyaman’dan gelmişti.
Kiraların fırsatçılar yüzünden arttığını söylediniz. Nasıl bir artış oldu?
Mersin’de 5 bin liralık evlerin kirası birden 15 bin lira oldu. Kirası 20-25 bin lira olan evlerden bile söz ediliyordu. Her şeylerini kaybeden insanlar bu paraları ödemeye mecbur bırakıldı. İlk etapta 10 bin lira yardım etti devlet. Neye yeter ki bu? Kira yardımı da o zamanlar 5 bin liraydı sanırım. Görüştüğümüz insanların çoğu, özellikle Antakyalılar “geri döneceğiz” diyordu hep. Bazıları uygun kiralık ev bulamayıp hasarlı evlerine, kentlerine dönmek zorunda kaldı. Ellerinde para yok, burada iş bulsalar bile asgari ücretle ev kiralarını ödeyemez durumdaydılar.
Ne kadar sürdü yardımlarınız?
Bizim çalışmalarımıza tanık olan Pakistanlı bir kadın derneği destek vermek istedi. Onlarla iletişime geçtik hemen. Bu da yaza kadar yardımlarımızın devam etmesini sağladı. Başka bir kaynak bularak depremden sonra Mersin’e gelmiş 65 kadına alışveriş kartı verdik, bir marketle anlaşarak. Altı ay boyunca, ayda bin liralık bu kart tüm ihtiyaçları karşılamadı, ama kadınların “çocuğuma süt alabileceğime emin oldum” dediğini duydum. Memleketlerine dönenler kartlarını iade ettiler, geride kalanlar için.
6 Şubat’ta depremi nasıl hissettiniz?
Evimiz sekizinci katta, binanın sallanmasıyla uyandık. Normalde Mersin’de kimi zaman deprem olur, kısa bir süre sonra durur. Bu kez aralıklarla uzun sürdü. Depremin merkezi Mersin diye düşündüm önce. Akrabalara mesaj attım “Mersin’de deprem oldu” diye, meğer herkes hissetmiş. Cizre’dekiler bile depremi hissetmiş. Hemen internete bakmaya başladım. İlk gördüklerim, okuduklarım korkunçtu. Öğleden sonra yaşanan depremi de hissettik. Güvenli olduğunu düşündüğümüz müstakil bir eve geçti annem ve babam. Biz geceye kadar dışarda bekledik. Gözümüz hep telefonda, haberleri takip ediyoruz. Distopik bilimkurgu filmleri gibiydi, herkes dışarda, değişik bir sessizlik var ve herkes alışveriş derdinde, ekmek kuyrukları uzamış. İnsanda aç-susuz kalma korkusu alışverişi tetikliyor. İlk gün ve gece bu şekilde geçti. İkinci gün hareket geçme vaktiydi artık.
Kentlerini, evlerini barklarını kaybeden insanlar birkaç ay içinde ikinci kez göç etmek zorunda kaldı. Hatay’a gittiğimde dökmediğim gözyaşını Mersin’deki aile ziyaretlerinde döktüm.
Neler yaptınız?
İkinci gün toplandık dernekte, gönüllü oldum. Hatay’daki koordinasyona dahil olmak üzere yola çıkmaya karar verdik. Anadilim Kürtçe olduğu için aslında Adıyaman’a gitmeyi istiyordum. Hatay yakın olduğu için oraya gitmekte ortaklaştık. O gün iki yerin çok kötü olduğunu öğrenmiştik, Hatay’ın ve Adıyaman’ın. Daha sonra birçok arkadaşımız Adıyaman’a gitti. Biz beş kişi Hatay’a yola çıktık.
Mersin-Hatay normalde iki buçuk-üç saat sürüyor. Sabah 6’da yola çıktık, Hatay’a varışımız neredeyse 14 saat sürdü. İnanılmaz bir trafik vardı. Trafik organize edilmemişti, ambulanslara yol verilemiyordu. Antakya’ya ilerledikçe yıkımları görebiliyorduk. Büyük bir alanda yardımlar için bekleşen çok sayıda insan gördük. Benzin istasyonlarının tümü kapalıydı, bazılarının tavanları çökmüştü.
Defne’de korkunç bir manzarayla karşılaştık. Her yerde insanlar yıkıntıların başında can kurtarma telaşı içindeydi, fakat profesyonel ekipleri görmedik. Arama-kurtarma çalışmalarına dahil olmadım. Böyle bir deneyimim olmadığı için yararım olmaz, hatta tehlikeli bile olabilir diye geri durdum.
Arkadaşlarımızın organize olduğu alana vardık. Çekmece mahallesinde iki binanın arasındaki boş bir alanda gençlik ve kadın örgütlerinden, partilerden pek çok kişi vardı. Sabah için görevlendirmeler yapıldı, hızlıca organize olduk. Gece bazı arkadaşların nöbet tutmasına karar verildi ve çadırlarda toplu bir şekilde uyuduk. Gerçi buna uyku denemez, sabahı zor etik. Sabah etrafı görmek için parkın dışına çıktım.
Neler gördünüz, hissettiniz?
Kentteki yıkım beni Cizre’ye götürdü, 2015-2016 sokağa çıkma yasakları döneminde böyle bir yıkımı görmüştüm. Yıkılmış bir kente, kültüre tanık oluyordum yeniden. Her ikisi de insan eliyle olmuştu. Savaş olsa bu kadar yıkım olurdu ancak. Depremi afete çevirenler de, sivil yerleşim alanlarına havan topu atan da insandı. Binaları yapanlar, imar izinlerini çıkaranlar, zamanında müdahale etmeyenler, bir dizi ihmalkârlık bu sonucu ortaya çıkardı. İnşaatta o demirin kullanılmaması gerektiğini bilen ustabaşından imar izni verenlere kadar tüm aşamalar ve sorumlular için geçerli bu. Bazı şeyler onur meselesidir. Bütün sorumluluklar onur gerektirir. İhmalkârlığa göz yumulmamalıydı. Koordinasyon alanına dönerken hızlıca bu duygudan çıkmaya çalıştım, içimden “çok işimiz var, insanlara destek olmaya geldin, kendine gel” dediğimi hatırlıyorum.
Benzer tanıklıkları yaşamak neler hissettiriyor?
Çocukluğumuzdan beri o kadar çok acı olaylara tanıklık ettik ki. Ben büyüdüm, acılar ve travmalar değişmedi. Hatta gün geçtikçe “bu da mı olur” dediğimiz her şey oluyor. Üstelik gerçeklikler bizimle paylaşılmıyor. Ne 2015-2016 sürecinde kaç kişinin öldürüldüğünü, ne Covid’de kaç yaşamın sona erdiğini ne de depremde gerçekte kaç kişinin öldüğünü biliyoruz.
İsisas Davası’nın avukatlarından Deniz Özbilgin, “Kıbrıslı ailelere Türkiye’de ölümlerin sıradanlığını anlatamadık” demişti…
Anlatmak zor. Yıllardır içinde yaşıyoruz, biz bile hâlâ “nasıl olur” diyoruz. Türkiye’de ölümler sıradan, failler ise meçhul. Katliamlara, toplu ölümlere karşı mücadele bir ömür sürüyor. Tanıklık ettiğimiz veya mağduru olduğumuz yetmiyormuş gibi, mücadele ettiğimizde de “hain” oluyoruz. Depremde gözlediğim en acı şey, yakınının cenazesine ulaşamayan insanlar, tıpkı Cumartesi Anneleri gibi çocuklarını arayan aileler. Nerede o çocuklar, gençler? Yaslarını bile yaşayamıyorlar. Deprem doğa olayıdır, ama birkaç yıllık binaların yerle bir olması, zamanında yardımların gelmemesi veya cesetlerin çıkarılamaması doğa olayı değildir. Delilleri toplanmadan, bilirkişi raporları bitmeden kaldırıldı enkazlar. Neden?
Tüm bunları yapacaklarını biliyordum. Özür dilemeyeceklerini, istifa etmeyeceklerini, verileri şeffaf bir biçimde açıklamayacaklarını biliyordum. Çünkü kaybettiklerimize ve yasımıza saygı duymuyorlar. Çok uzağa gitmeye gerek yok, Taybet Ana (İnan) Silopi’de öldürüldü (19 Aralık 2015), cenazesi çocuklarının gözlerinin önünde yedi gün sokakta kaldı, ancak 23 gün sonra defnedilebildi. Yine o günlerde Cizre’de 10 yaşındaki kızı Cemile Çağırga’nın cansız bedenini günlerce derin dondurucuda saklamak zorunda kalan Emine Çağırga “ne zaman dondurucuyu açsam Cemile geliyor aklıma” diyor, tekrar ve tekrar aynı acıyı yaşıyor. Benim tüm akrabalarım, yakınlarım Cizre’de yaşıyor. Teyzemin kızı vuruldu, karnındaki yedi aylık bebeği öldü. Kim vurdu onu? Antakya’daki yıkımı görünce bir kez daha hatırladım tüm bunları.
Mersin’de 5 bin liralık evler 15 bin oldu. Kirası 20-25 bin olan evlerden bile söz ediliyordu. Her şeylerini kaybeden insanlar bu paraları ödemeye mecbur bırakıldı. Bazıları hasarlı evlerine, kentlerine dönmek zorunda kaldı. Burada iş bulsalar bile asgari ücretle kira ödeyemez durumdaydılar.
Koordinasyon alanına dönersek…
Kısıtlı imkânlara rağmen bulunduğumuz alanı bir müdahale alana çevirdik. Bir tarafa doktorlar sağlık çadırı kurdu. Bizler gelen tüm yardımları tasnif ettik. Özellikle hijyen malzemelerini bir yere topladık, adil bir biçimde dağıtmaya özen gösterdik. Dikkatimi çeken şey, özellikle ikinci el ürünlerin mevsim koşullarıyla ve temel ihtiyaçlarla alâkalı olmamasıydı. Kış ortasında parmak arası terlik bile gönderilmişti.
Bu süreçte gözlem yapma fırsatınız oldu mu?
Kendimi yaptığım işe o kadar kaptırdım ki, insanların o kadar çok şeye ihtiyaçları vardı ki, bildiğim anlamda gözlem yapacak zamanım olmadı. Sanki yıllardır hijyen malzemesi dağıtıyordum. Her gelen kadın arkadaşa hijyen paketi veriyordum. Hatta erkeklere de “çadırınızda kadınlar var mı” diye sorup veriyorduk. Bir sonraki gün gelenleri tanıyordum artık, kimin çadırında kadınlar var, biliyordum, ona göre verdim hijyen malzemelerini.
Tuvalet büyük bir sıkıntıydı. Bu nedenle tüm hijyen malzemelerine ihtiyaç arttı. İnsanlar su bulamadılar, öz bakımları için ıslak mendil kullandılar. Geleceğe ilişkin tedirginlik ve belirsizlik o günlerde bile vardı. Herkesin yüzünde, sesinde derin bir kaygı ve acı gördüm. Kapalı yerlere, çadırlara bile giremiyordu insanlar.
Hataylıların kentlerine ve kültürlerine bağlılıklarını gözlemledim orada kaldığım birkaç günde. “Kentimizi kaybettik, çok üzülüyoruz” diyorlardı, ama “ne olursa olsun kentimizi terk etmeyeceğiz” de diyorlardı sık sık. Enkaz başında bekliyorlardı gece gündüz. Kentteki yıkım ve can kaybı herkesi doğrudan etkilenmişti, neredeyse kimse bunun dışında kalamamıştı.
Bulunduğunuz alana kimler geldi, gönüllüler arasında neler yaşanıyordu?
Geceleri yaktığımız ateşin başında geçiriyorduk. Telaş hep aynıydı: Şu koliler geldi mi, sosyal medyaya baktın mı? Hepimiz sadece depreme odaklıydık. Diğer kentlerde onları izliyorduk. Genellikle yardımlar akşamları geliyordu, onları boşaltıyorduk, işimiz hiç bitmiyordu. İhmaller zincirinden bahsediyorduk sık sık, öfkeliydik hepimiz. Benim olduğum alana Karamürsel Belediyesi gelmişti, üç öğün yemek çıkarıyorlardı.
Öyle yoğun çalışıyorduk ki, dağıtılan yemekleri yemeye zamanımız yoktu. Günlerce ekmek arası peynir yedik, çoğu zaman bitiremiyorduk bile. Enteresan bir şey oldu, belediye sucuk-ekmek dağıtmaya başlamış, elinde iki tane sucuk-ekmek olan biri gelip hijyen paketi, ped, peçete ve ıslak mendil istedi. Ben ise onun elindeki sucuğa kitlendim ve “Sen bana bir tane ekmek kapıp gelsen, ben de sana paketini hazırlasam” deyiverdim o hengamenin ortasında. Hâlâ aklıma gelince gülümsüyorum.
Vanlı depremzedeler geldi depremin beşinci günü, benim sahadaki ikinci günümdü sanırım. 20-25 kişi toplanıp gelmişler. Onlar direkt arama-kurtarma ekiplerine dahil oldu. Depremin acısını bilen bu insanlar canla başla çalıştı. Profesyonel değillerdi, ama arama-kurtarmaya yardımcı oldular. Aralarında “ben o zaman kendi memleketime istediğim kadar yardım edemedim, onun için buraya geldim” diyen de vardı.
Altıncı gün Mersin’e geri döndüm. Hijyen büyük bir sıkıntıya dönüşmüştü. Temizlenemiyorduk. Kent kokmaya başlamıştı. Hava çok soğuktu. Aramızda hastalanan arkadaşlarımız oldu. Böyle bir durumda yardım ekiplerinin sık sık değiştirilmesinde yarar var zaten. Bir karar vermem gerektiğini düşündüm ve dönmeye karar verdim. Gerçi biz dernek olarak deprem bölgesinden –özellikle kadınlar ve çocuklar için– elimizi çekmemeye gayret ettik. Daha sonra bir günlüğüne Hatay’a aşevi kurmaya gittim.
Kadınların neredeyse tümünde travma sonrası stres bozukluğu, kaygı, depresyon ve uyku bozukluğu var. Hâlâ ne yaşadıklarını tam olarak anlatamıyorlar. Veya, sıradan bir olay gibi anlatırken, hatta rahatlamış gibi görünürken, birden kitlenip ağlamaya başlıyorlar.
Hatay’da şiddetin arttığına ilişkin duyumlarınız, gözlemleriniz oldu mu?
Hem duydum hem gördüm. Bizim sağlık çadırına bir erkek getirildi, dövmüşler, linç etmişler. Yanılmıyorsam Türkiye vatandaşıydı, Suriyeli değildi. Hırsızlık yaptığı gerekçesiyle lince uğramış. Zafer Partisi başkanı Ümit Özdağ’ın açıklamalarının kentte nefret söylemini tetiklediğini duyduk. Hatta, HDP vekilleri de jandarmada yaşanan ve ölümle sonuçlanan bir işkenceyle ilgili açıklamada bulunmuştu. Zaten son derece zor koşullarda hayata tutunmaya çalışan insanlar arasında ayrımcılık yapmak kabul edilemez. Türkiyeli veya Suriyeli, Sünni veya Alevi… Temel ihtiyaçlara, yaralarını sarmaya çalışan kentlere ve insanlara odaklanmak gerekirdi.
Kadınlar bu ayrımcılıktan, eşitsizlikten nasıl etkilendi?
Kadınların çadırda kalmaları, çocuklara, yaşlılara, engellilere yoğun bir bakım emeği vermeleri bekleniyordu. Erkekler daha çok dışardaki işleri yapma eğilimindeydi. Ben oradayken geçici yerleşim alanlarında kadına ve çocuğa yönelik şiddetin arttığını gözlemlemedim. Ancak, sonra farklı çalışmalar için alana gidip gelen, daha uzun süre kalan kadınlar bu tür örnekleri sık sık dile getirdi. Hemen hemen herkesin birleştiği konu, psikolojik destek evresine geçilememesiydi. Hâlâ temel ihtiyaçların karşılanmadığı, büyük bir belirsizliğin yaşandığı, özellikle kadınların yasal haklarını bile kullanamadığı bir atmosferden söz ediyoruz. Benim için bile 2023 hiç yaşanmamış gibi. Bir yıl geçti, hâlâ haberleri kaygı ve endişeyle izliyorum. Bir yıl geçti, ben bile depremin etkilerini çok sınırlı insanla konuştum. Depremi yaşayanlar o günü daha yeni yeni anlatabiliyor veya hâlâ anlatamıyor. Bir şey anlatırken fark ediyorum ki, o olay 2022’de olmuş, dün gibi… Halbuki arada koca bir sene var. Sanki hiç iyi bir şey olmamış, yaşanmamış gibi. Yaşanan aynı zamanda derin bir toplumsal travma, doğrudan ve dolaylı etkileriyle…
Depremden sonra göç edip Mersin’e gelen kadınlarla derinlemesine görüşme imkânınız oldu mu?
Ben dernekte rutin bir şekilde şiddete yönelik psikolojik destek verdiğim için bir başka arkadaşım onlarla doğrudan ilgilendi. Yaptığımız değerlendirme çalışmalarında konuşuyorduk ama. Kadınların neredeyse tümünde travma sonrası stres bozukluğu, kaygı, depresyon ve uyku bozukluğu var. Ne yaşadıklarını hâlâ tam olarak anlatamıyorlar. Veya, sıradan bir olay gibi anlatırken, hatta rahatlamış gibi görünürken, birden kitlenip ağlamaya başlıyorlar. Bu sene deprem bölgesinde yapılan anmalardan sonra tüm duyguların depreşeceğini düşünüyorum. Geriye bakıp bir yıllık bir muhasebeye girişebilirler. Bu süreçteki en doğru şey, depremden kurtulan insanların ne yapmak istiyorlarsa onu yapmalarına izin vermek.
Evlerinden çıkmayan kadınlar vardı. Özellikle eşlerini kaybetmiş kadınlar, herkesin eşinin olmadığını biliyormuş gibi baktığını söylüyor ve evden çıkmıyordu. Sonunda yabancı bir kentte yaşamak zorunda, gidebileceği konu komşusu yok, kimsesi yok.
Mozaik sanatçısı bir kadın örneğin, atölyesini kaybetmişti. Kentle birlikte yeteneğini kaybetmiş gibi, Hatay’a döneceği ve tekrar mozaik yapacağı günleri iple çekiyordu. Sık sık “bu Hatay’ın kültürü, başka nerede yapabilirim ki, döneceğim” diyordu bu yüzden. Orada çiçekçilik yapan bir kadınla konuştum, girişimci bir kadındı. Evini, dükkânını, her şeyini kaybetmişti. İşini severek yapıyormuş, “kendi işimin patronuydum” diye anlatıyordu o günleri. Mersin’e gelince geçinmek için her tür işi yapabileceğini, mesela evlere temizliğe gidebileceğini söyleyerek bize başvurdu. Bizden danışmanlık alan, Mersin’de yaşayan, ailesinin evinde kalan bir kadın, deprem sonrasında boşanma aşamasındaki eşinin yanına döndü. Çünkü ekonomik özgürlüğü yoktu ve korkmuştu.
Mekânsal anılar yok oluyor ve her zaman görmeye alışık olduğun hiçbir şey yok. Depremden sonra kentlerinden ayrılan ve şimdi geri dönenler bunu yaşıyor. Ve bu yaşadıklarını dile getirmek istiyorlar. Bu nedenle, depremden kurtulan herkesi öncelikle dinlemek gerek, yargılamadan ve didiklemeden. Çoğu zaman insan kendisini anlatarak iyileşir.
Kentlerin yeniden nasıl kurulacağı hâlâ bir muamma. Siz nasıl bir süreç öngörüyorsunuz?
Kesinlikle kentler kurulur. TOKİ kentlerinden bahsetmiyorum. Bir halk isterse kentini yeniden kurar, buna inanıyorum. Halk kentlerini kendi iradesiyle inşa ederse, bu iyileştirici de olur. Çünkü onlar için evinin, kentinin inşa sürecine katılmak, katkı sağlamak veya taleplerinin dikkate alınması, yarını inşa etmek ve yeniden başlamak demek.
Deprem yaşayan bazı insanların iyileşmesi çok zaman alabilir. Özellikle kayıplarına ulaşamayan insanların iyileşmesi… Kentler yeniden kurulursa, insanlar da kendilerine dönük onarıcı bir şeyler yaparsa, pek çok şey düzenli bir psikolojik destekle çözülür. Tabii bunların kentsel dönüşüm yasası çıkaranlarla, zeytinliklere el koyanlarla, anmada depremzedelere polis barikatı kuranlarla olması zor. Bu süreç uzar.
“Kentini kaybetmek” en çok söylenen sözlerden biri…
Kent yaşadığın, büyüdüğün yer demek, belleğin demek. Kent benliğin inşasında da çok önemli. Hele ev, insan için en güvenli yer, o yıkılmış, sevdiklerin yok artık. İnsanlar “kentimizi kaybettik” derken “kültürümüzü kaybettik” de demiş oluyor. Belleğin, anıların yok artık demek. İşte bu yüzden kentin nasıl inşa edildiği çok önemli.
Yasakların ardından Cizre’ye gittiğimde, kentin sokaklarında kayboldum, tanıyamadım. Mekânsal anılar yok oluyor ve her zaman görmeye alışık olduğun hiçbir şey yok. Antakyalı olup depremden sonra kentlerinden ayrılan ve şimdi geri dönenler bunu yaşıyor. Ve bu yaşadıklarını dile getirmek istiyorlar. Bu nedenle depremden kurtulan herkesi öncelikle dinlemek gerek, yargılamadan ve didiklemeden. Çoğu zaman insan kendisini anlatarak iyileşir.