SOMA KATLİAMININ BEŞİNCİ YILI

Seçil Türkkan
13 Mayıs 2019
SATIRBAŞLARI

Google Trends’in son beş yıllık verilerine göre, 301 madencinin hayatını kaybettiği Soma’da yaşananlara çoğunluk, madenci ailelerinin ve avukatların aksine “katliam” değil, “facia” demeyi tercih ediyor. Yine aynı grafik bize Soma Katliamı’na yönelik ilginin yalnızca duruşmaların olduğu dönemlerde arttığını söylüyor. Bugün geldiğimiz noktada duruşmalar bitmiş ve Soma A.Ş.’nin patronu Can Gürkan karar duruşmasından sadece on ay sonra tahliye edilmiş olduğuna göre, bu durum Soma katliamını artık yalnız yıldönümlerinde konuşacağımız anlamına mı geliyor? Ya da belki madenci Erdal Kocabıyık’a, başbakanlık müşaviri Yusuf Yerkel’in atabildiği tekmenin izlerini sistemin içinde tespit edersek, herkesin “tutabileceği” en yakın noktadan “konuşmayı sürdürmesi” bir ihtimal halini alabilir. Soma Davası’nın beş senelik tarihçesine yakın plan yapıyoruz.
Umut Parkı’nda “nöbet” hatırası

 

Soma Katliamı davasının son duruşmasının çıkışındayız. Burası 11 Temmuz 2018 itibariyle Manisa’nın Akhisar’ında daha büyük bir mahkeme salonu olmadığı için salon sureti olarak kullanılan kültür merkezinin önü aslında. Bir sahnesi var, seyirci koltukları, fuayesi de…

Her duruşma günü mahkeme salonu girişine dönüşen fuaye kapısında o gün de bir güvenlik arama noktası var: Annelere, babalara, eşlere, sevgililere, kardeşlere, dayı, amca, arkadaş, dost, komşu ve gazetecilere, avukatlara, kitle örgütü temsilcilerine, sendikacılara, milletvekillerine, danışmanlara ellerinde su şişeleriyle salona giremeyeceklerinin söylendiği, ailelerin isimlerinin yazılı olduğu listenin bulunduğu bir güvenlik noktası. Duruşmaların başladığı 2015’ten beri burası ayda bir böyle. Gelenlere türlü çeşitli zorlukların çıkarıldığı, moral bozucu bir yer, mahkemeye ilk adım atışın merkezi.

Karar duruşmasının asıl tarihi olarak 8 Temmuz belirlenmişti. “Kültür merkezinin” bulunduğu Umut Parkı, ilk duruşmalardan sonra unutmaya başladığı bir kalabalığı ağırladı. Aileler mahkeme heyetinden bir kişinin hastalandığı gerekçesiyle üç gün sonraya ertelenen duruşmayı beklemek için Umut Parkı’nda “adalet” nöbeti tutmaya başlamıştı. Ağaçlar altında, adalet için.

Temmuzun ortasında, aileler mahkeme salonuna girdikten on dakika sonra, hâkim duruşmanın üç gün sonraya ertelendiği kararını salona duyurmuştu. Salonda o an çığlıkların ortasında bir dünya kuruldu. O gün aileler kapıya çıkıp avukatlarıyla birlikte açıklama yaptıktan sonra, bir kez daha kilometreleri katedip geldikleri şehirden köylerine dönmek istemedi ve parktaki nöbet işte böyle başladı. Nöbetin nasıl tutulacağını kestiremediğimiz o bahçede, akşam pek çok kişi evlerine dağılınca ailelerle birlikte kalıp çaylarımızı içmeye başlamıştık bile. Ertesi sabah, sabah kahvesi öncesinde, Akhisar’da gazete arayacak, bulamayacaktık. Öğlen çekirdek çitleyip gazeteci arkadaşlarımızın söyleşilerini uzaktan açık hava sineması seyircisi olarak izlemeye başlayıp söyleşiler yapacak, sohbetler edecektik. Mahkeme kapısının önü aileleri ağırlayacak, akşam kapıya serilen döşeklerde yatılacak, mumlar yakılacaktı.

Biz nöbet alanındakilerle “içerde kalmayanları” ayıran bariyerlerin dibine, hoparlörleriyle “park etmiş” üç gençle konuşacağız ikinci günümüzde. Yaşları 14-18 arası. Biri hırsızlıktan hapse girmiş çıkmış, diğeri garsonluk yapıyor. Bir diğeri ne yaptığını söylemeyecek. İçerde olup bitenden de, Soma Katliamı davasından da haberleri yok. Katliamı biliyorlar bir tek. Bu, onların sorunu değil. Polis bariyerleri durduğu gibi durmuyor, dünyamızı da ayırıyor işte. Bariyerlerin sahibi olan polislerle bizlerin sandalyeleri –mecburen– sırt sırta, aynı güneşin alnında aynı gölgeden yararlanmaya çalışacağız Umut Parkı’nda.

O gün basın açıklaması yapacak aileler. Biz birkaç basın mensubu, masalarımızdan, çimenlerden kalkıp, kısa süreliğine komüncesine yaşamanın doğal akışıyla, içimizden birilerinden duyduğumuz saatte gideceğiz mahkeme salonu önündeki basın açıklamasına. Umut Parkı’ndaki bu ortaklaşa hayat, herkesin hızla ve mümkünse bir tık adaletle sona ermesini umduğu bir hal. Bunun sonu adaletle gelmeyecek; çığlıktan kurulan dünya, bu kez her günümüze yayılarak büyüyecek. Şimdi davanın ilerleyen safhalarına bağlanalım.

I. MECLİS AYAĞI VE “DEVLET BABANIN ELİ”: 79 saat 10 dakikalık toplantı

Şubat 2016’da yaptığımız söyleşide CHP Grup Başkanvekili ve Manisa Milletvekili Özgür Özel “İlk duruşmada kapıda oluşan üç kilometrelik kuyruğu burada görmeye devam etmezsek eğer, bu duruşmadan çıkacak sonuç aşağı yukarı bellidir” ifadelerini kullanmıştı. Üç yıl öncesinden gelen bu öngörüde neler saklı?

Özel ile konuştuğumuz günlerde, Meclis Soma komisyonunun tutanaklarını incelemiştik. AKP Aksaray milletvekili Ali Rıza Alaboyun, başkanlığını yürüttüğü ve ismi dikkat çekici bir biçimde iddialı olan “Manisa’nın Soma İlçesinde Başta 13 Mayıs 2014 Tarihinde Olmak Üzere Meydana Gelen Maden Kazalarının Araştırılarak Bu Sektörde Alınması Gereken İş Sağlığı ve İş Güvenliği Tedbirlerinin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırma Komisyonu”nun toplantılarından birinde, komisyonun işlevini yine aynı iddiayla açıklıyor:

“Soma kazası bağlamında, kazanın tamamının net bir şekilde resmini ortaya koymak olduğu gibi, bundan sonra bu tür kazaların yapılmaması için ne yapılması gerekiyor iş sağlığı ve iş güvenliği konusunda, bu konuda odaklandık.”

Tutanaklardan ulaştığımız sonuca göre, bu komisyon toplamda 79 saat 10 dakikalık toplantılarla 301 işçinin ölümünün sebeplerini ve alınması gereken önlemleri belirledi. Ortaya çıkan yaklaşık bin sayfalık rapor ise Meclis gündemine hiçbir zaman gelmedi. Üstelik komisyon çalışmaya devam ederken, Karaman Ermenek’te Has Şekerler Madencilik’e ait linyit ocağında 18 madenci boğularak hayatını kaybetti. Kasım 2016’da ise Siirt Şirvan’da 16 işçi Ciner Holding’e ait Park Elektrik’in bakır madeninde iş cinayetine kurban gitti. Ciner Grubu, Soma’da 301 işçinin öldüğü madenin de eski işletmecisiydi. Ermenek’te maden sahibi Saffet Uyar 13 yıl 9 ay hapis cezası alırken, Şirvan’da bugün tutuklu sanık kalmadı.

Tutanaklardan toplayarak ulaştığımız sonuca göre, bu komisyon toplamda 79 saat 10 dakikalık bir toplantıyla 301 işçinin ölümünün sebeplerini ve alınması gereken önlemleri belirledi. Ortaya çıkan yaklaşık bin sayfalık rapor ise Meclis gündemine hiçbir zaman gelmedi.

Sözler ve gerçekler

Biraz daha geriye sarıp 2014’e bakalım. 13 Mayıs 2014’te yaşanan katliamdan sonra, kasım ayında TBMM’de yapılan Plan ve Bütçe görüşmeleri sırasında, eski adıyla Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, “gerek Soma’da gerekse Suriye’deki olaylardan dolayı Güneydoğu’da bazı ilçelerde sorunların olduğunu” söyleyerek “patronların borçlarının ertelenmesi ve faizsiz kredi konusunda çalışmaları olduğu” haberini milletvekilleri ve kamuoyuyla paylaştı. Çelik, muhalefetin maden ocaklarında yaşam odaları yapılmasıyla ilgili önergesi üzerine ise “böyle spesifik düzenlemelerin yasayla yapılmasının doğru olmayacağınıbelirtti. Maden ocaklarından kısa sürede tahliyeleri sağlayacak bir düzenlemenin “torba” yasa tasarısı Genel Kurul’dan çıkmadan yönetmeliğe konacağının sözünü verdi. Bugünden bakınca yaşam odaları tartışmasını pek de hatırlamıyoruz gibi gözüküyor.

Plan ve Bütçe Komisyonu, 37 günlük mesaisinin ardından, “Soma’daki faciadan sonra madencilere yönelik düzenlemeler ve kamu alacaklarının yeniden yapılandırılmasını” da içeren “torba” tasarıyı kabul etti. Tasarıya göre, yeraltı maden işlerinde faaliyet gösteren kamu kurum ve kuruluşlarının sözleşmelerine ilişkin, “fazla çalışma ücreti, ücretli izin süreleri, çalışma süresi, ücret miktarı konularında yapılan değişikliklerden oluşan maliyet artışının fiyat farkı olarak ödenebilmesine ilişkin esas ve usûller Bakanlar Kurulu’nca belirlenir” yeniliği getirildi. Yani devlet, maden işletmecilerine çalışanlarının haklarını ödemeleri karşılığında destek verdi. Düzenlemenin yönüne bakılırsa, bu fotoğrafta işçi sağlığı ve güvenliğini iyileştiren herhangi bir düzenleme yapılmadı.

“Devlet elini ailelerin üzerinden çekmedi”

Yıllardır katliamda yakınlarını kaybedenlerle birlikte çalışan Sosyal Haklar Derneği kurucularından sendikacı Kâmil Kartal, ilk günden bu yana, kendi tabiriyle devlet babanın elini ailelerin üzerinden çekmediğini şu sözlerle anlatıyor: “İlk günlerde dini alet eden politikaların etkisiyle, evlere kapanan ailelerin dışarıya çıkışı altı ay sonra işçi ayaklanmasıyla geldi. Zira maden işçileri işten atılmışlardı. 2014’teki katliamdan sonra 2015’in ilk aylarında aileler dava açmaya razı oldu. Bu süreçteki hareketlenme ise AFAD üzerinden toplanan yardım paralarının ailelere kısım kısım aktarımına, kurban bayramlarında ailelere ikişer kurban parası ödenmesine, kritik davalardan önce yapılan ev dağıtım kuralarına kadar geniş bir skalada ilerledi, olası daha büyük tepkilerin önüne geçildi.”

Kartal’ın hızlıca özetlediği bu süreç aslında dört yıla yayılıyor. Bu süre zarfında, ailelerin davaya ya da adalete olan ilgisi yön değiştirdikçe, kamuoyu da konuya ilgisini kaybetti. Bu durumda sendikalara iş düşüyordu ve bu sınavda sınıfta kaldıklarını söylemek yanlış olmayacak gibi. Duruşmalara destek vermeyen sendikaların yer yer yeni örgütlenme modellerini de engellediği anlatılıyor. Fakat Soma’da bugün yeni bir çabanın filizlendiğini söylemek bu ortamda sevindirici: Merkezi Soma’da olan bir Bağımsız Maden İşçileri Sendikası çalışmalarına çoktan başladı.

Kömür ve İklim Değişikliği Raporu’na göre, Türkiye’nin atmosfere saldığı sera gazı 1990’da 214 milyon ton iken 2015’te 475,1 milyon tona çıktı.

İşçi profilinin değişimi

Özelleştirilen sahalarda “ilkel” bir teknoloji kullanılmayacaktı kuşkusuz. Buralarda makineleşmiş, “ileri” teknoloji var olacaktı. Bu da artık kirli enerjiyi terk etmeye başlayan “gelişmiş” ülkelerden kullanmadıkları devasa maden çıkarma araçlarını ikinci el olarak satın almamız anlamına geliyordu. Örneğin, Koç Holding’e ait Demir Export bu makineleri kullanan şirketlerden biri. Bu durum havzanın işçi profilini de değiştirecekti. Sendikacı Kartal’a göre, madenlerde bundan sonraki dönemde el becerisi biraz daha gelişmiş işçiler, yani meslek lisesi, sanat lisesi mezunları çalışmaya başlar hale gelecek.

Özelleştirmenin bir adım ötesi: Post-özelleştirme?

Soma hakkında bugünlerde düşünmemiz gereken bir diğer konu ise “enerji havzası” ilan edilmiş olması. Nüfusu 108 bin 213 olan Soma’da neredeyse tüm kömür havzaları özelleştirilmiş durumda. Kâmil Kartal, bu yaşananın özelleştirmeden öte bir durumu işaret ettiği görüşünde, çünkü bölgede devlet madenleri kendisi hiç işletmeden, yani bir altyapı kurmadan özelleştirir hale gelmiş durumda. Özelleştirmeler Kolin, Limak, Demir Export, Polyak gibi malûm holdinglere yapılıyor. Ayrıca, özelleştirilen alanlar kömür üretim sahasıyla sınırlı değil, buralarda tarım arazileri de var.

Özelleştirme bahsinde TMMOB Maden Mühendisleri Odası’na kulak vermek şart. Odanın maden sahaları için önerdiği Bütüncül Havza Yönetimi tamamen gözardı ediliyor ve maden sahaları şirketlere uzun süreliğine kiralanıyor. Birbirinden farklı değerlendirilen, ama temelde aynı yapıyı barındıran kömür havzalarında bütüncül bir üretim yapmama anlayışı yeni katliamlara davetiye çıkarıyor, işe risk yüklüyor. Akhisarlı bir avukat bölgeden “özelleştirmelere karşı dava açacak bir avukat bulamadıklarını” belirtiyor.

İklim değişikliği ve ithal kömür

Fotoğraf: Kazım Kızıl

Peki, kömür madenciliği dünyayı ne hale getiriyor? İklim ve enerji uzmanı Önder Algedik’in 2017 yılında hazırladığı Kömür ve İklim Değişikliği Raporu önemli bulguları ortaya koyuyor. Rapora göre, Türkiye’de kömür, petrol ve doğalgaz gibi fosil yakıtların birbirlerini dengeleyen enerji politikası sona erdi. 2010’dan sonra bu ilişki bozuldu ve artık üç yakıtın tüketimi artış yarışına girdi. Bu nedenle, fosil dışı enerjilerin payı 1990’da yüzde 18 iken 2015’te yüzde 12’ye düştü.

Rapor, 2016’da 6,3 milyar TL’lik kömür santrali yatırımına teşvik verildiğini ortaya koyuyor. Algedik “2016’da 2 milyar TL’lik bir teşvikin doğrudan veya dolaylı olarak kömür projelerine aktarıldığını bulduk” diyor. Raporun ortaya koyduğu bir diğer veri de Türkiye’nin atmosfere saldığı sera gazının 1990’da 214 milyon ton iken 2015’te 475,1 milyon tona çıktığı. 25 yılda gerçekleşen 261,1 milyon tonluk artışın 205,7 milyon tonu enerji sektörü kaynaklı. Kömürlü termik santralleri ise bu dönemde karbondioksit salımlarını 30,4 milyon tondan 80,3 milyon tona çıkardı. Bugün mevcut 16,7 bin MW’lık 62 santrale yeni santraller eklenirse, karbondioksit miktarının 225 milyon tona yükselmesi bekleniyor. Algedik, bu bulguların Türkiye’nin Paris Antlaşması’na uymadığını gösteren veriler olduğunu belirtiyor. Soma’dan çıkan yerli kömür ağırlıkla termik santrallerde kullanılıyor.

II. MEDYA VE KAMUOYU: Kamuoyu ilgisini kaybetti, çünkü…

Temmuz 2016’da, katliamdan iki yıl iki ay sonra, işin bir de medya ve kamuoyu kısmına bakmalı. Diken, Evrensel, Birgün gazetelerinin internet sitesi editörlerine “Katliam davasının haberlerini okuyor muyuz?” diye sorduk. Mayıs 2015’te başlayan bu kritik davanın haberleri artık daha az görünür hale gelmeye başlamıştı bile. Eski Diken editörü Nurbanu Kocaaslan “Davanın haberini takip ettiğimiz gün, DHA sitesinden didik didik arayıp konuyu bulmamız gerekiyor” diyerek anlatıyor “günlük” sürecini.

O günkü DHA (Doğan Haber Ajansı) ile bugünkü DHA’nın (Demirören Haber Ajansı) aynı olmadığını hatırlatalım. Evrensel’den Mehmet Özer ile Birgün’den Diren Deniz Sarı ise, Soma katliamı davalarının görüldüğü günler için haber merkezinde bir editörün canlı blog tuttuğunu anlattı. Üç editörün ortak derdi ise gündemin yoğunluğu altında ezilmek. Özer “Kamuoyunun bu davalardan beklentisi olmadığı için ilgilenmediğini düşünüyorum” diye ekliyor.

Bu aşamada, medyanın dönüşümü kritik bir açmazı barındırıyor. Hatasıyla sevabıyla, az muhabirle çok iş yapmaya çalışan ve genel olarak solda tanımlanabilecek basın kuruluşları bölgeye  muhabir göndermekte zorlanıyor. Zira bazı haber merkezlerinde “yetişkin / deneyimli” bir muhabir hem tüm sayfayı tasarlayan editör, hem haber yazan muhabir olabiliyor. Onu duruşmayı izlemek için göndermek ise, o gün, bu işin mecburen başkalarına kalmasına neden oluyor. Yani gazetecilerin “gündemin yoğunluğu altında ezilmesi”, “iş yükü” altında ezilmesini de otomatik olarak beraberinde getiriyor.

Ana akıma ya da havuz medyasına baktığımızda ise konu ajans muhabirlerinden alınan “rapor haberlerle” geçiştiriliyor. Duruşma sırasında eğer olağanüstü bir gelişme yaşanmadıysa (sanıkların Kasım 2017’deki bir duruşmada, ATV’de yayınlanan Müge Anlı’nın Tatlı-Sert programında hasbelkader geçen “Soma’yı FETÖ yaptı” ifadesini mahkeme heyetine sunması ya da ailelerden birinin mahkeme salonunda baygınlık geçirmesi gibi) konu “sol basın” dışında haber olmuyor.

Hak haberciliğini yürütmeye çabalayan medya kurumlarının zamanla ilişkisi uzayan duruşma sürelerine yetmiyor. Sabırlı muhabirler, yer yer çalıştıkları kurumlardan ekonomik koşullar ya da iş yükü nedeniyle mecburen “bıkıyor” ve ayrılmak zorunda kalıyor. Yargının yavaş ve adaletsiz işleyen zamanı ile medyanın zamanı birbirini tutmuyor. Öte yandan, günümüzde hak arayışlarının kurumların önünde ya da sokaklarda birer nöbete dönüşerek eyleme halini alması hem adalete olan inancı sınayıp duruyor, hem de hak mücadelelerini takip etmek isteyen insan ve kurumlarda “neyi takip edeceğine dair” bir tür kafa karışıklığı yaratıyor. Yani aslında şunu dedirtiyor: Ne çok adaletsizlik var!

Fotoğraf: Kazım Kızıl

III. MAHKEME SÜRECİ: Adaletin terfisi kendine işlerken

İki yıl boyunca “iyi akan”, yani mahkeme heyetinin tüm dosyaya hâkim olduğu, avukatların deyimiyle “olması gerektiği gibi” süren duruşmalar silsilesi hâkim Aytaç Ballı başkanlığında devam etti. Bu duruşmalardan birinde, mahkeme heyeti bugün artık tahliye olan sanık Can Gürkan’ın avukatı Kadir Çekin’den kendileri hakkında HSYK tarafından yürütülen gizli ibareli bir soruşturma olduğunu öğrendi.

Soruşturmanın içeriğini mahkeme heyeti de, biz de Adalet Bakanlığı’na bilgi edinme kapsamında sorduk, fakat “gizli bilgi” olduğu gerekçesiyle yanıtsız kaldık. Aynı süreci mahkeme heyetinin de yaşaması, bir Türkiye vatandaşının ve mahkeme heyetinin Adalet Bakanlığı nezdinde aynı seviyede görülmesi bu toprakların rejimine has bir durum olsa gerek.

Haziran 2017’de çıkarılan bir kararnameyle, Soma Katliamı davasını hangi işçinin hayatını nerede kaybettiğine kadar bilen, odalar dolusu dosyaya hâkim olan hâkim Ballı, İzmir Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığı’na “terfi ettirildi”. Anlıyoruz ki, bir terfi, sadece basit bir terfi değildir.

Bu terfi aileleri, ailelerin avukatlarını ve davanın özel ilgililerini derinden yıktı. Avukatlar olanları “yargı sürecine açık müdahale” diye niteledi.

Davanın 17 Ekim duruşmasında, yeni hâkim Salih Pehlivanoğlu ile tanıştık. Pehlivanoğlu’nun şöyle bir özelliği var: Afşin-Elbistan B Santrali Çüllolar Kömür Ocağı’nda 11 işçinin hayatını kaybettiği ve dokuz işçinin cesedinin çıkarılamadığı olayın davasında sanıklara yalnızca para cezası vermişti. Bu yaz kararnamesinde kendisinin nereye atanacağını büyük bir dikkatle izleyeceğiz, zira bir sonraki durağının herhangi bir Ağır Ceza Mahkemesi’nden daha üst bir mevki olması ihtimalinin ucu açık. Pehlivanoğlu’nun başkanlık ettiği ilk duruşmaya Soma Katliamı’na varana kadar tüm vardiyaların amiri olan Mehmet Ali Günay Çelik’in tahliyesi damga vurdu.

Bir mücadelenin Meclis’te, mahkeme salonunda ya da basında temsil edilmeyişi, var olmadığı anlamına gelir mi? Konuşmadıklarımız da gerçek değil mi?

1970’lerden kalma eski santral Yırca Köyü’nde faaliyetini sürdürüyor, bugün tarım topraklarına Organize Sanayi Bölgeleri kuruldu. Bu durum köylülerin kendi topraklarında bırakın tarımı, geçimlik tarım yapmalarını dahi imkânsız kılıyor. Öte yandan tütünün kökü kurutulalı çok oluyor.

IV. 11 TEMMUZ 2018: Her şeyin ve hiçbir şeyin toplamı

Soma Katliamı’nın son duruşmasında çıkan kararı bu gerçekler ve hislerle birlikte okumak gerekiyor. Kararın açıklanacağı ilk gün olarak belirlenen 9 Temmuz’da Akhisar Adliyesi’nin önü ne kadar kalabalıksa, hakkını yemeyelim, 11 Temmuz tarihinde de o kadar kalabalık gözüküyordu. Dev-Maden-İş Sendikası ve Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu adalet arayışı sürecine katkıda bulunmadıkları için en çok suçlanan kurum ve yetkililer arasındaydı; o gün orada ön sırada duruyorlardı.

O gün çıkışta aileler tutuklu beş sanığın aldığı en fazla yirmi yıllık cezaların yeterli olmadığını söyledi. Dile getirilen endişelerden biri ise Soma AŞ’nin veliahtı Can Gürkan’ın karardan sonra bir yıl bile geçmeden tahliye edileceği olmuştu. Sahiden tam da öyle oldu. Adalet terazisi tersine işledi. 301 işçinin ölümünü 103 sayfalık bir gerekçeyle ellere tutuşturan adalet, bugün Can Gürkan’ı “serbest” bırakıyor ve madencilik yapmasını engelleyecek bir karar dahi vermiyor.

V. KARAR SONRASI: Köylünün umudu Kolin Holding

2014’te Soma’ya bağlı Yırca’da 6666 zeytin ağacı Kolin Holding’in termik santrali için kesilmişti. Jandarmanın durdurduğu kadın “Bu çocuk küçükken bizle zeytine gelirdi, şimdi onların adamı olmuş” diye bağırıyor. Kolin Yırca’ya santral yapamayınca ilk olarak o köyden işe aldıklarını kovdu. Santral Yırca’ya 45 km uzaklıktaki Kozluören köyüne yapıldı. 

Soma’nın bir de bugününe bakalım: Bu topraklara beş yeni termik santral daha yapılıyor. Bunlardan birinin hikâyesini detaylandırmak hafızalarımız için faydalı olacak. Kasım 2014’te Soma’ya bağlı Yırca Köyü’nde Kolin Holding, termik santral inşaatına başlamak için hukuksuzca 6666 zeytin ağacını köklemişti. Köylülerin yürüttüğü direniş ve bu mücadelenin kamuoyunda geniş yankı bulmasıyla birlikte, Danıştay termik santral için yürütmeyi durdurma kararı verdi. Yırcalılar termik santrali istemiyorlardı, çünkü 1976 yılından bu yana Soma’da tüten eski termik santralden kendi paylarına düşeni aldıklarını düşünüyorlardı. Bölgede geçimlik tarım yapmak bile imkânsız, her yeni doğan çocuk astım hastası ve kanser oranı oldukça yüksek. TMMOB Çevre Mühendisleri Odası, İzmir Şubesi’nin hazırladığı 2017 Hava Kirliliği Raporu’na göre, Manisa’nın yıl içinde soluyabileceği kirli hava sınır değeri 20 gün iken, toplamda 200 gün kirli geçmiş. Kendi topraklarındaki termik santrali engelleyen Yırcalılar, bu inatçı santrali maalesef kuş uçuşu sadece 45 km uzaktaki komşu köye kadar kovabildiler. Kozluören ve Kayrakaltı köylerini içine alan, Çevresel Etki Değerlendirme Raporu dahi hazırlanmayan Kolin’e ait 560 MW’lık termik santral tahıl arazilerinin üzerine inşa edildi. Bölgedeki çiftçilik ve hayvancılık şimdiden tamamıyla sona erdi. İnşaatın başladığı ilk günlerde Somalı ailelerin bir kısmı bu santrala “karşı çıkış” gösterse de, bu durum direnişe dönüşemedi. Soma katliamında oğlunu kaybeden ve kendisi de 26 yıllık madenci olan İsmail Çolak, bu santralin karşısında olma sebebini şu sözlerle anlatmıştı: “Devletin madende öldüremediğini, Kolin termikle öldürecek.”

Kayrakaltı köyü muhtarı Ramazan Kaya’nın 2015 yılında Birgün için yaptığımız bir söyleşide dile getirdiği cümle santrale karşı durmanın aslında çok da bir işe yaramayacağını çoktan özetlemişti: “Topraklarımız için özelleştirme (acele kamulaştırma) yapılmadı ve bu topraklara değerinin üç-dört katı kadar para ödendi. Bu yeni santral işsiz dolaşmak zorunda kalan gençlerimiz için iş imkânı sağlayacak. Karşısında duramayız.” Kötü haber ise buradan sonra başlıyor, zira santral yapımında Çinli işçiler çalıştırıldı. Elmadere köyüne Polyak Holding’in kuracağı santralin inşaatı da başladı. Koç Holding’e bağlı Demir Export ise Eynez’de yeni bir santral hazırlığında.

Gündelik hayatın yıpratan payı

Yırca’da zeytinliklerden geriye kalan

301 kişinin hayatını kaybettiği bir kasabada yaşamak, tam da yukarıda bir kısmını özetlemeyi denediğimiz bir “enerji üretim havzası” içinde yaşamak demek. Bunun bir etkisi de erken yaşlanmak olabilir mi? Ailelerle geçirdiğimiz iki günlük adalet nöbetinde hepsinin yaşlı ve yorgun göründüğünü gözlemledik. Dursunbey köyünden Bayram Şahin 60 ve Kırkağaç’tan Bayram Uçkun 61 yaşlarındalar, olduklarından çok daha yaşlı gösteriyorlar. Katliamdan sonra emekli olmuşlar. Aynı durum kadınlar için de geçerli, 60’ın üzeri gözüken kadınların yaşını sorduğumuzda 40 civarı çıkıyor. Soma katliamı kadın açısından da olabildiğinde geniş bir Türkiye gerçeğini çarpıyor yüzünüze: Ölen madencilerin eşlerinin ve çocuklarının kurtulamadığı dedikodu çemberi, onun içinde kalmak zorunda olan kadınlar, evlerden istese de “kurtulamayan” gelinler, aynı davada buluşmuş farklı geleneklerden gelen kadın avukatlar, ilçenin yazılamayan pavyon haberleri. 

10 Temmuz akşamı oturup sohbet ettiğimiz kadınlardan biri tahminimizden 15 yaş genç. Galiba bunun adı “yıpranma payı”. Ölen kocasıyla görücü usûlü evlendiğini, kocasının arada onu dövdüğünü anlatıyor. “Olsun” diyor, “ben onu çok seviyorum”. 22 yaşındaymış gelin olduğunda, etrafındakilere göre geç yaşta evlenmiş. Liseyi bitirdikten sonra okumaya devam etmek istemiş, ama babası izin vermemiş. Bugün ölen babasıyla hesaplaşıyor: “Madem okutmayacaktın beni, neden liseye gönderdin?” Ona da pek bir şey diyemiyor, zamanına göre haklı buluyor. Bu yaz kendi kızını evlendirdiğini anlatıyor. Devletin Somalı ailelere verdiği devlet kurumunda iş imkânından kızını liseden sonra yararlandırmış, üniversite okumasına müsaade etmemiş. Kızı ona “Neden beni okutmadın da iş hayatına attın hemen, ben üniversite görüp gezmek tozmak istiyordum” diyor. Tarih tekerrürden mi ibaret? O da tam bilmiyor. Bu yorgunluğun karşısına 2014’ten beri en çok tekrarlanan sözü koymak gerek: Adalet arayışı.

Kaçakçı statüsündeki küçük üretici

1970’lerden kalma eski santral Yırca Köyü’nde faaliyetini sürdürüyor, bugün tarım topraklarına Organize Sanayi Bölgeleri kuruldu. Bu durum köylülerin kendi topraklarında bırakın tarımı, geçimlik tarım yapmalarını dahi imkânsız kılıyor. Öte yandan, tütünün kökü kurutulalı çok oluyor.

Konuyu dağıtmak pahasına, bir parantez açalım: 2 Temmuz 2019’da yürürlüğe girecek olan yeni Kaçakçılık Kanunu’na göre, bir kooperatife bağlanmaksızın tütün yetiştirmenin karşılığı, eğer yasa parlamentoda değiştirilmezse, üç yıldan altı yıla kadar değişen hapis ya da 20 bin lira para cezasına çarptırılmak olacak. CHP Adıyaman Milletvekili Abdurrahman Tutdere, “Türkiye sınırları içinde üretilen tütünün hariç tutulmasını” talep ettiği bir kanun teklifi verdi. Eğer bir değişiklik olmazsa, adliyelerde bu yaz “şüpheli” konumunda bir de tütün üreticilerini göreceğiz. Küçük çiftçilerin devletin üretim için şart koştuğu kooperatife girmesi ise, devletin açıkladığı şartlarda mümkün değil.

VI. SONUÇ: SÜREKLİ ATILAN BİR TEKME

Tarımın sistemli bir biçimde bitirilmesiyle birlikte kendi topraklarında çiftçilik yapamayanlar, işsizlikle boğuşmak yerine mevsimlik tarım işçiliğini seçmek zorunda kalıyor. Harran Üniversitesi’nin yaptığı bir araştırmaya göre, 6 buçuk milyonluk tarım işgücünün yaklaşık yarısını mevsimlik tarım işçileri oluşturuyor. Tam sayıyı ise bilmiyoruz. Üstelik, insanın kanını donduran başka bir adaletsizlik de yüzümüze tokat gibi çarpıyor. TÜİK verilerine göre erkek işçi için belirlenen günlük yevmiye 82 TL iken, kadınlarda günlük yevmiye 67 TL. Pek çok işçi ise bu ücretin altına çalışıyor. Daha geçenlerde, nisan ayının ortasında Somalı mevsimlik tarım işçilerini taşıyan bir otobüs devrildi. Bu ilk değil, yapılan yama düzenlemelerle son da olmayacak.

Durum hepimizi içine alan bir felaket dalgası halini alırken “Mahkeme sürecindeki savunmalarda ekolojik tahribatın bahsi geçti mi? Ya da mahkeme kararında “ekolojik” bir vurguya rastlıyor muyuz?” diye soruyoruz Sosyal Haklar Derneği’nden ve ailelerin avukatlarından Can Atalay’a. Atalay sondan başlayarak yanıtlıyor: “Ekolojiye dair konular mahkeme kararında esas itibariyle bulunmuyor. Çünkü ekoloji tartışması, Soma havzasında yetişkin erkeklerin ölüm riski elle tutulur bir halde ve özellikle bu ocakta bağıra bağıra üzerlerine doğru gelirken ‘çalışma’ya, daha doğrusu tam anlamıyla kölelik koşullarında çalışmaya neden ikna olduklarını tartışma zorunluluğu demek. Havzada ve ötesinde tarım tasfiye olduğu için neredeyse tüm bir nesil için sigortalı işe dair tek olanak madene girmek” diyor. Ve şöyle ekliyor:“Ekoloji tartışmasının katliamın sistemik özelliklerini konuşmaya yol açacağını herkes biliyor ve esasen ‘sistemik olanı konuşturmama’ konusunda çabaladılar. Bizse duruşma salonunda da, dilekçelerimizde de katliamın ‘sistemik’ oluşunu anlattık”…

301 kişinin ölümünden sonra elimizde kalanlar şöyle: Davanın avukatlarından Selçuk Kozağaçlı’nın tutuklu olması, Soma A.Ş’nin kurucusu Alp Gürkan’ın beraati ve şirketin veliahtı patron Can Gürkan’ın karar duruşmasından sadece 10 ay sonra tahliye edilmesi; Meclis’te yapılmış toplamı 79 saat 10 dakikayı bulan toplantılar silsilesi, kaçakçı konumuna itilen çiftçilik, mevsimlik tarım işçileri, madenciliğin “kölelik koşullarında” devam eden serüveni, bir kentin enerji havzası olarak ilan edilmesi, topraksızlaştırma, beş yeni termik santral, hâlâ tazminatını dahi alamamış 2831 işçi ve yaşadıkları psikolojik sorunlarla baş başa kalan işçiler, aileler. Bir de madenci Erdal Kocabıyık’a Yusuf Yerkel’in attığı tekme.

Bu fotoğrafın içinde, o tekme sadece bir âna ait değil de, sanki sürekli atılıyormuş gibi…

* Faydalandığımız eski söyleşiler Açık Radyo’da Açık Gazete’nin bir köşesi olarak yayınladığımız ve Soma’yı enine boyuna izlemeye çalıştığımız “Ay’ın 13’ü: Soma Nöbeti ”programının tüm bölümlerinden alınmıştır. Tamamına buradan ulaşabilirsiniz: http://acikradyo.com.tr/program/ayin-13u

^