Güncel sol düşüncenin önde gelen isimlerinden Jacques Rancière ile yayıncı-aktivist Eric Hazan’ın yaptığı söyleşi günümüz siyasetine, son yıllardaki toplumsal hareketlere ve sınıf mücadelesi, popülizm, özgürlük, isyan gibi kavramlara dair zihin açıcı bir tartışma sunuyor. Nasıl Bir Zamanda Yaşıyoruz? Metis’in Diyaloglar serisinin yeni kitabı olarak raflarda.
Rancière düşüncesi, dünyanın ve coğrafyamızın bireyi çıkmazda hissettirdiği bugünlerde, aklımızda oluşturduğu yeni düşüncelerle birlikte, “en çok nerede hata yapıyoruz” sorusu hakkında zihnimizi açıyor. Ortaya koyduğu argümanlarla, güncel siyasetin dışına çıkıp yaşama ve siyasete biraz dışarıdan bakmamızı sağlıyor.
Nasıl Bir Zamanda Yaşıyoruz? Jacques Rancière’in Demokrasi Nefreti’ndeki (2008) temsili sistem ve demokrasi üzerine fikirlerinin o günlerden bugünlere nasıl bir seyir izlediğine dair bir soruyla başlıyor. Rancière o kitapta şunu gösterdiğini söylüyor:
“Umumiyetle siyaset diye adlandırılan şey aslında siyasal iktidarın icrasını, onun karşıtı olan, onu yalanlayan demokratik ilkeye dayandıran fiili çelişkidir. Demokratik mantık ile temsil mantığı arasındaki ilkesel zıtlığı ve bu iki mantık arasındaki kesişim biçimlerini işte bu çerçevede incelemiştim.”
Rancière bu söyleşide de temsil ve demokrasi arasındaki çetrefilli ilişkiyi ele alıyor ve “temsili sistemin çözülmesine” dair umudun yersiz olduğunu dile getiriyor. Haksız değil, çünkü seçimlerin hiçbir umut vaat etmediğini düşündüğümüz anlarda bile ilginç bir şekilde bu sistem, bir heyecan dalgasına neden olabiliyor ve temsil sistemi kendisini devam ettirmenin bir yolunu buluyor. Zira, Rancière’in vurguladığı gibi: “Kurumlar canlı varlıklar değildir. Hastalıklarından dolayı ölmezler. Bu sistem yaşadığı güçlüklerin üstesinden gelir, ürettiği anormallik ve canavarlarla uzlaşmanın yolunu bulur.”
Umut olarak gördüğümüz hareketler temsili sistemin karşısında yer alamadı ve bu sistemin getirisi olan “kötünün iyisi” seçeneğine razı olmak zorunda kaldı.
Temsil kurumunun bu uzlaşma kapasitesi kitleleri onu devam ettirmeye itiyor. İnsanları temsil edildiğine inandırmak, belki dünyadaki alternatif hareketlerin de bir şekilde sonunda bu sisteme eklemlenmesinin yolunu açıyor. Daha içeriden konuşabilmek için Gezi sonraki ilk seçime bakmak yeterli herhalde. Kampanyaları hatırlarsak, “bas geç”, “tatava yapma” gibi tartışmaların da yaşandığı süreç, birçok insan için, şaşırtıcı olduğu kadar, aslında çok da şaşırtıcı olmayan bir sonuçla bitmişti.
“Bas geç” gibi siyaseti seçeneksizleştiren kampanyalar ortak sesi susturmanın yanında Gezi gibi bir direnişin yaşandığı memlekette siyaseti temsili sisteme hapsetme işlevi de görmüştü önemli ölçüde. Rancière de aslında bir bakıma dünyada son yıllarda alternatif olarak gördüğümüz ve bizi heyecanlandıran başkaldırılara veya ani çıkış ve kopuş hareketleri olarak değerlendirebileceğimiz pratiklere benzer bakıyor denebilir:
“Şu son yıllarda, en kuvvetli demokratik olumlamalara tekabül eden meydan işgal hareketleri, devletlerin gündemlerinden bağımsız siyasal hareketler yaratılmasına zemin hazırlamayı başaramadı. Bunların mirası bazen dağılıp gitti, bazen de alternatif biçimlerde devam etti, ama aynı zamanda hükümet partileri arasında ittifak, pazarlık ve seçim programı oyunu oynayan Podemos veya Syriza gibi ‘solun solu’ partiler tarafından ele geçirildi. Occupy Wall Street’in enerjisi Sanders’ın kampanyasını destekledi, onun da sonuçta Hillary Clinton’ı desteklemekten başka şansı olmayacaktı.”
Bu cümlelerle ifade edildiği üzere, umut olarak gördüğümüz hareketler temsili sistemin karşısında yer alamadı, bu sistemin getirisi olan ve bize hep sunulan “kötünün iyisi” seçeneğine razı olmak zorunda kaldı. Çıkışı ve pratiği itibariyle temsiliyet ile sorunu olduğunu düşünebileceğimiz hareketler “alternatif olma” durumunu sürdüremedi. Tıpkı Gezi’de ortaklık kurulan pek çok hususun dağılması ve ortak sesin karşılıklı kutuplaştırmalar ile özellikle sonrasındaki ilk seçimden sonra dağılıp gitmesi gibi.
“Aslında gerçekten olan ve dünya hâline gelmesi gereken şey hareketin anlık sevinci içinde üstü örtülü olarak kaldı. Yani, tüm dünyayı kapsayacak bir değişim haline gelemedi.”
Nasıl olmalıydı, neden böyle oldu?
Peki, “nasıl olmalıydı” sorusunu sorarsak, Rancière’in, Fransa’daki Geceleri Ayakta (Nuit debout) hareketi bize şunu söylemeye çalışıyordu diyerek olması gerekene işaret ettiği cümleler örnek gösterilebilir:
“Bir daha asla sosyalistlere (Parti Socialiste) oy vermeyeceğiz. Şöyle demek daha doğru olurdu: Artık başkanlar ve başkanlık seçimleri istemiyoruz. Benim düşünceme göre, ‘demokratik’ esasların ve bizzat başkanlık seçimi sürecinin cepheden sorgulandığı bir kampanya, hareketin pekâlâ mantıklı bir sonucuydu ve demokrasinin tam da az sayının çok sayı tarafından seçimi meselesinden başka bir şey olduğunu gösterme vesilesiydi.”
Alternatif olarak değerlendirebileceğimiz hareketlerin enerjisi böyle bir sorgulama yapmaya müsaitti, ancak belki de böyle bir kaygıları yoktu. Burada, Alain Badiou’nun Gerçek Mutluluğun Metafiziği’nde bu duruma dair düşündürdükleri ile birlikte “dünya” kavramlaştırması akla geliyor.[1]
Badiou bu kitapta dünyayı beş ayrı şekilde değerlendiriyor. Bunlar kendi iç dünyamız, ailemizin, mesleğimizin oluşturduğu kapalı dünya, bütün bir tarihin oluşturduğu dünya, taşlarla, bitkilerle paylaştığımız dünya ve son olarak evren, yıldızlar, galaksiler ve kara deliklerden oluşan bir dünya. Kısacası dünya deyince çok-anlamlı bir şeyden söz ediyoruz. Ve farklı dünyalarla karşı karşıya kalıyoruz. Dünya tekil olarak kavranamıyor.
Badiou dünyayı açıklarken 2012’de ABD’de yapılan “Occupy Wall Street” eylemlerini örnek veriyor.[2] “Bu isyanın değiştirmek istediği dünya hangisidir?” Bu önemli bir soru. Başkaldıranların tüm dünyayı değiştirmek gibi bir amacı mı vardı? Yoksa ayaklanan bu orta sınıf gençler birkaç gün ya da hafta boyunca kolektif varoluşumuzda mutsuzluk veren şeylere etkin bir biçimde tanıklık etmek mi istiyorlardı? Bu sorulara Badiou’nun cevabı şöyle: “Aslında gerçekten olan ve dünya hâline gelmesi gereken şey hareketin anlık sevinci içerisinde üstü örtülü olarak kaldı.”[3] Yani, tüm dünyayı kapsayacak bir değişim haline gelemedi, daha açık ifadeyle kendi “dünyası” içinde kaldı.
Bu hareketlere belki de bu açıdan bakmak gerekiyor: Başkaldırının sonrasında, pratikteki radikal tavrın devam etmemesi bu hareketlerin dünyayı ve kurumları kökten değiştirmek gibi bir dileği olmamasının sonucu belki de. Ama dünya siyasetinde “başka”nın mümkün olmasına dair ortaya çıkardıkları umudu da yadsımamak gerekiyor.
İçinde bulunduğumuz, adına artık yaşam demeye zorlandığımız ve varlığımıza yer bırakmayan uygulamalar bir çözülmeye değil, her anlamda baskısını ve şiddetini hissettiğimiz daha fazla devlete, daha fazla hükümete, daha fazla vahşi kapitalizme yol açıyor.
Eski söylemler, yeni durumlar
Eric Hazan’ın yukarıda bahsettiğimiz sorunun devamında, “asıl mesele hükümetten kurtulmak mı” minvalindeki sorusuna Rancière “Hükümetsiz yaşamak kuşkusuz kendimize tayin edebileceğimiz en büyük hedeftir” diyerek cevap veriyor ve bu amaca yaklaşmak için yapılması gerekenlere işaret ediyor:
“Söz konusu amaca yaklaşmak için, ilk olarak tam da o amacı bizzat işlerin seyrinin ortaya çıkardığı düşüncesinden kurtulmak gerekiyor. Tahakküm dünyasının kendi yıkımını ürettiği, ‘katı olan her şeyin buharlaştığı’ ve eski düzeni ayakta tutan kurum ve inançların ünlü ‘bencil hesapların buzlu suları’nda kendiliğinden eridiği yönündeki eski Marksist fikirleri artık bir kenara bırakmak gerekiyor. Bu mantığa göre, devletler, parlamentolar, dinler, ideolojiler bizzat kapitalizmin gelişmesiyle ortadan kalkacaktı.”
Rancière’e bu konuda hak vermemek elde değil gibi. Ortadan kalmasının aksine, baskıyı daha çok hissettiğimiz, tahakkümün tüm hücrelerimize işlediği bir dünyada ve ülkede yaşıyoruz. Rancière’in ifadesiyle:
“Bugün bile ‘neoliberalizm’ hakkındaki hâkim söylem, neoliberalizmde ekonomik tahakkümün tüm inanç ve kurumların çözülmesiyle kendini çırılçıplak gösterdiği ânı görüyor. Oysa olgulara bakılırsa, hep daha fazla devletimiz –ve üst devletimiz–, hep daha fazla hükümetimiz var, temsili sistem kendi doğal antidemokratik eğilimini izleyerek durmadan güçleniyor, ‘liberal’ kapitalizm sürekli yeni kurallar ve normlar dayatıyor, din bugün o bilinen kitlesel rolünü oynuyor, gerici ideolojiler gibi milliyetçilik ve etnik ayrımcılık da son yirmi-otuz yılda çok güçlendi.”
İfadenin tamamına baktığımızda, sonra içinde yaşadığımız coğrafya ve dünya üzerine biraz kafa yorduğumuzda, Rancière’in haklılığı yoruma yer bırakmıyor. İçinde bulunduğumuz, adına artık “yaşam” demeye zorlandığımız ve varlığımıza yer bırakmayan uygulamalar, bir çözülmeye değil, her anlamda baskısını ve şiddetini hissettiğimiz daha fazla devlete, daha fazla hükümete, daha fazla vahşi kapitalizme yol açıyor. İşte bu nedenle eski söylemleri devam ettirmek, geleceğe yönelik sloganlar atmak çare olmuyor, hatta pek çok anlamda güncel siyasetin içinde boğulup kalmaya sebep oluyor. Zira, bir direnç varmış yanılsaması yaratıyor ve bizi daha fazla tahakkümle iç içe yaşamaya itiyor.
Rancière, sonrasında konuyu daha da derinleştirerek, temsili sistemin resmi ve radikal versiyonlarını sorguluyor, halkın nasıl bu sistemin gövdesiymiş gibi göründüğünü, temsili sistemin nasıl “yatay” bir müdahaleymiş gibi hissettirdiğini açıklamaya çalışıyor. Bu sistemi ayakta tutanın, “demokrasi” ile birlikte yarattığı algının ve ona inanmaktan çok kitlelere verdiği kendisine “inanmama” izninin etkisiyle devam ettiğini ortaya koyuyor. Böylece, temsili sistemi enine boyuna sorgulama fırsatı bulurken, neden her defasında tükendiğini, bittiğini, dağıldığını düşündüğümüz bu sistemin, şaşırtıcı bir şekilde kitleleri kendisine mecbur bıraktığının da ayırdına varıyoruz.
Zamanı geleceğe attığımızda, şimdide yapabileceklerimizi gözden kaçırıyor olabiliriz, şimdide düşünmek, bunun için deneyim yaratmak ve belki geçmişe dönük yaşanmışlıklardan payımıza düşenin yüzleşmesini gerçekleştirmek, şu âna dair bir iz oluşturmak daha çok umuda sebep olabilir.
Özgürleşme nedir?
Söyleşi metinlerinin güzel bir yanı da tarafların birbirinin fikirlerini açması, ayrıntılarda ve satır aralarında, çeşitli kavramların sohbete dâhil olan düşünürler tarafından nasıl yorumlandığına ulaşılmasını sağlaması. Nasıl Bir Zamanda Yaşıyoruz? kitabında da benzer durumlarla karşılaşıyoruz ve Rancière’in dilimizden düşürmediğimiz bazı kavramlara dair düşünceleriyle karşılaşıyoruz. Bunlardan biri “özgürleşme”ye dair söyledikleri:
“Özgürleşme, zamanın normal düzeni içinde bir başka zaman yaratmanın bir biçimi, duyumsanabilir dünyada ortaklaşa ikâmet etmenin başka bir tarzı olmuştur daima.”
Üzerine düşününce çok şey ifade eden bir tanım bu, zira genellikle içinde bulunduğumuz zamana hapsolarak yaşıyoruz ve bu zaman genellikle bize sadece güncelin ve duyulması istenenin dayatıldığı, seçeneksizlik hissettiren, her türlü imkânın elimizden alındığı bir yaşam tahayyül ediyor. Yaşananlar hızla akıp giderken birey artık zamanı deneyimleyemediği bir dünyada varolmaya çalışıyor. Bu nedenle “başka zaman” yaratmanın hem politik hem de kişisel olarak imkânsız olduğunu düşünüyoruz. Oysa belki bize dayatılanın dışına çıkarak biraz baksak ve şimdinin olanaksızlığı içinde kendimizi kaybetmesek, dünyayı ve içinde yaşadığımız toplumu daha özgürleşmiş bir perspektiften görebileceğiz. Rancière, yukarıdaki cümlenin devamında şunu söylüyor:
“Gelecek için çalışılmaz, şimdi içinde kazıp bir mesafe yaratmak, bir saban izi bırakmak için, başka bir varolma tarzının deneyimini yoğunlaştırmak için çalışılır.”
Zamanı geleceğe attığımızda, şimdide yapabileceklerimizi gözden kaçırıyor olabiliriz, şimdide düşünmek, bunun için deneyim yaratmak ve belki geçmişe dönük yaşanmışlıklardan payımıza düşenin yüzleşmesini gerçekleştirmek, şu âna dair bir iz oluşturmak daha çok umuda sebep olabilir. Zira, şimdide bırakılan “saban izi” gelecek olarak hayal edilenin şu anda deneyimini yaratmak anlamına gelebilir.
Bir tarlada sabanın bıraktığı iz gibi düşünmek gerek belki de bunu, çünkü o izin zamanı ekilecek olanın dönemiyle yakından ilişkilidir ve bizim bıraktığımız iz, şu anda ekilecek tohum, deneyimlenen hayat, başka bir varolma tarzını çağırabilir. Ve alacağımız hasat bıraktığımız iz ile ilişkili olarak daha verimli hâle gelebilir, tıpkı sabanın, tohumun ekildiği mevsimde bıraktığı izin, onun hasadını etkilediği gibi.
Eric Hazan ve Jacques Rancière pek çok kavramı dünya siyasetinden örneklerle açıyor, yorumluyor, sorguluyor. Hazan’ın kışkırtan soruları ve Rancière’in cevapları, bizi güncel siyasetin dışına çıkararak dünyaya ve yaşadığımız zamana dair düşüncelerimizi, yorumlarımızı derinleştirme fırsatı sunuyor.
Nasıl Bir Zamanda Yaşıyoruz?’daki her soru-cevap üzerinden sayfalarca yazılabilir, konuşulabilir, tartışılabilir. Zira, bahsedilenlerin çoğunun şimdimizde bir karşılığı var. Politik eksikliklerimiz, umut uyandıran hareketlerin içinde bulunduğu durum, popülizm tartışmaları, demokrasi yanılsaması, temsil sisteminin “uzlaşmacı” tavrı nedeniyle dünya gündeminden düşmemesi, isyanlar, tahakküm ve daha pek çok konu kitapta yer alıyor.
Rancière kitabın sonlarına doğru şöyle diyor: “Sözcüğü özgürce kullanarak derim ki, bir filozofu dinlemek için toplanmış insanlara umut veren şimdi hakkındaki konuşma bir vahadır.” Bugünlerde Rancière düşüncesi bir “vaha”.