Franco “Bifo” Berardi’nin 21 Şubat-13 Mart arasındaki “Psiko-çöküntü Günlükleri”nden Turgut Uyar’ın Toplandılar’daki “Açlık Çoğunluktadır” şiirine, korona günlerinde hal-i pür melâl…
Franco “Bifo” Berardi’nin 21 Şubat – 13 Mart arasında, korona haberlerini ilk aldığı an tutmaya başladığı günlükleri virüsün günümüzün ve hayatımızın akışına, zihnimize, bakışımıza, dilimize nasıl yavaşça sızdığını, toplumu, kamusal alanı, kurumları, ekonomiyi ve en önemlisi de bedeni nasıl kıskıvrak yakaladığını, bunlarda ne denli hızla ilerlediğini anlatıyor.
Anahtar belleyebileceğimiz cümlelerden birkaçı: “… mümkün olanı tahayyül ederek bu çıkışı hazırlamalıyız” (4 Mart), “Kriz bedenden çıkıyor” (5 Mart), “Nasıl çıkabileceğimizi kim söyleyebilir?” (13 Mart), “Önümüzdeki zamanda bir yol ayrımı var” (13 Mart).
Sadece rakamlardan ibaret görülen, hikâyesini öğrenemediğimiz nice can kaybı, sağlık görevlilerinin korumasız, korunaksız çalışma koşulları, ücretli izin verilmediği için son derece güvencesiz koşullarda çalışmak zorunda kalan, bırakılan işçiler, eşit ve adil olmayan infaz düzenleme yasası… Yersiz-zamansız, plansız-programsız, anlamakta güçlük çektiğimiz uygulamalar, ev içi şiddetin tırmanması, kadın cinayetlerinin hız kesmemesi… Başarı hikâyesi yazma derdine düşenlerin dişlerinin arasına sıkışmışlık hissiyle, bütün bunların sonuçlarını yaşamanın ta kendisiyle nasıl baş edilir? Velev ki baş ettik, buradan nasıl çıkılır?
Covid-19, bu salgın şimdiye kadar okuyup, izleyip, dinleyip öğrendiğimiz ya da öğrendiğimizi zannettiğimiz her ne varsa hepsini yüzümüze çarpıyor. Artık apaçık görüyoruz, kendimiz dışındaki canlılarla kurduğumuz/kuramadığımız ilişki ve en temelde tüketim alışkanlıklarımız bizi değişmeye, dönüşmeye zorluyor. Bunda hemfikir olanlarımızın sayısı az değil, ama buradan ne çıkar, bilinmez. Bir şeyler çıkmasının gerektiği tartışmasız. Bunun kolay olmayacağı da öyle.
Bir yanda “hayatını kazanmak” zorunda olanlar var, bunun için çalışırken “ince şeylere” vakti kalmayanlar. Onlar sistemin çarkını çevirenler, “vagonlar, şilepler, demiryolları”, yani metalin, demirin, sanayinin, sermayenin tahakkümü altında kalanlar. Sermayenin ve büyümenin sürdürülebilirliğinin araçları. İşte orta sınıf da bu suça ortak oluyor.
Tüketim alışkanlıkları, yaşam biçimi dediğimiz şeyler geceden sabaha değişmeyecek. Bunu görmek için Türkiye Anlık Satış Verileri isimli siteye kısa bir süre bakmak yetiyor. Karşımızdaki kıpır kıpır bir Türkiye haritası! Nerede, ne zaman, ne sipariş ediliyor, ücreti ne kadar, bunları canlı yayında izliyoruz. Savaşları, katliamları, yangınları canlı yayında izlemişiz, bu da bir şey mi? Oysa, bu da bir şey, hatta çok şey. Hızı baş döndürüyor. Tek taş yüzük, ay uçlu kolye, küpe, iskarpela, yüz kremi, sabahlık, havlu takımı, tencere takımı, makas, kitaplık, gardrop, canlandırıcı tonik, pilates topu, dambıl, yüksek bel tayt, şapka, fıstıklı çikolata, puzzle…
Bu siparişleri verenlerin epeycesi, 10 Nisan akşamı son dakika duyurulan iki günlük sokağa çıkma yasağı haberinin ardından market, bakkal, manav kuyruğuna girenleri hor gördü, aşağıladı, suçladı muhtemelen. Virüs ile açlık seçeneği arasında sıkışıp kalmayan bazılarımız için bahar gelirken balkon, gardrop, beden düzenlemesi şeyleri satın almak çok daha önemli olsa gerek. Bunlar uğruna depolardan kargo çalışanlarına herkes vızır vızır işleyebilir. Pınar Öğünç’ün Gazete Duvar’da yaptığı söyleşi dizisindeki kargo çalışanı Nazlı’nın hikâyesi ve “Medikal malzeme taşısak hastanelere, evet derim, insanlık için bir şey yapıyorum. O zaman iş kutsal olur. Ama yok…” cümlesinin de elbette bir önemi yok birçokları için.
Franco “Bifo” Berardi “Durgunluğu uzun sürecek bir durum olarak düşünmeye hazırlıklı değiliz, tutumluluğa ve paylaşmaya hazırlıklı değiliz, zevki tüketimden ayırmaya hazırlıklı değiliz” diyor. Peki, ne yapacağız? Berardi, “bir imkânı hayal edeceğiz” diyor: “Dayanışmalı sosyallik, temas, eşitlik. Virüs hiçbir siyasal vaazın doğuramayacağı bir zihin sıçramasının koşulunu yaratıyor. Eşitlik yeniden sahnenin ortasında. Onu gelmekte olan zamanın çıkış noktası olarak hayal edelim.” (13 Mart)
“Bırak”
Turgut Uyar 1974’te yayınlanan Toplandılar kitabındaki “Açlık Çoğunluktadır”ın girişinde şöyle sesleniyor:
“gülü çiğdemi filan bırak
sardunyayı karidesi filan bırak
acıyı ve ölümleri bırak
oy pusulalarını ve seçimleri bırak
evet
seçimleri özellikle bırak
çünkü açlık çoğunluktadır”
Buradaki emir kipi, bir davet, bir çağrı olarak tınlıyor daha çok. Bırakmak ise salt vazgeçmek de değil, hatta daha çok reddetmek. Bunlar, “filan”la çoğaltılabilecek kadar belirsiz, yaşamsal olmayan şeyler ve gömüldüğümüz kişisel acılar, sancılar, ağrılar. Esas olansa, bir sistem sorunuyla karşı karşıya olduğumuz.
Reddedilmesi gerekenlerin sayım dökümünden seslenilen özneyi/sınıfı tahmin etmemizi bekliyor olsa da, Turgut Uyar tanımlama ve tarife ikinci bölümde de devam ediyor. Başlıktan şiirin son bölümüne kadar tekrarlanan dize, bütünde neden-sonuç ilişkisini kurduğu gibi, rahatsız edici ve sarsıcı bir hatırlatma aynı zamanda.
“her kişinin ukalâ ömrü
yeter sanılır çiçeklenmeye
ve dünyanın karanlığından
bir aşk bahanesiyle kurtulmaya
kaçıp giden baharların anısı
elden ele devredilen bir gençlik duygusu
lâleler sümbüller bütün öbür boklar püsürler”
Karanlık bir dünya tasviri. Karanlığın sebebi olarak “sanılır, çiçeklenmek, kurtulmak, devredilmek” eylemlerinin edilgen sözde öznelerini gösteriyor. Bilmişlikler, kibirler, ahkâmlar; kişisel kurtuluşa, çıkışa dönük arzular, tutkular, bunlardan umut, ümit devşirmeye çalışanlar. Şiirin ilk bölümünde seslenilen kişiler ve “filan”la hatırlatılanlar, “bütün öbür” adsız değiller, hepsi “boklar püsürler”.
Şiirin “açlık çoğunluktadır” dizesiyle bağlanan bu ilk iki bölümü, bugün de sürdürülen hayatların kısa özeti. Kendi konforlu, rahat pozisyonu içinde yaşayan, kendini buna gömmüş ve buna inanmış insana, insanlığa konuşuyor şiirdeki kişi. Bir yandan da bunu kendine hak görüyor. Çünkü o dünyaya bakıyor, neler olup bittiğini görüyor. Okurlar da kendinin dışına da bakan bu kişinin gözünden gördüklerini okuyor.
Şiirin bu ilk iki bölümünde orta sınıfa çevrilen bakış, üçüncü bölümde alt sınıfa çevriliyor. Sınıflar arası geçişi yapan da, buna karar veren de şiirde konuşan merkezi kişi. Kendinin hangi sınıfa dahil olduğunu ya da kendini hangi sınıfta gördüğünü henüz bilmiyoruz, ancak o tam da bu geçişte, iki kısa çizgi arasına yerleşiyor: “hakkım var mıdır bunları söylemeye” diye soruyor ve şöyle diyor:
“–vardır
güneş doğarken ve batarken
yazdan kışa girerken ve kıştan çıkarken
ve dağda ve kırda
hakkım vardır–”
Kendi pozisyonunu okurun gözünde de inandırıcı kılmaya çalışıyor. Soruyor, açıklıyor, onaylıyor ve bunu –dır ek-eylemiyle keskinleştiriyor. Hem bir reddedişe, yıkıma hem de kabule, inşaya çağrı yaptığını varsayarak, bunu ikna etme çabası olarak okuyabiliyoruz. Aynı zamanda, kendini bu iki sınıf arasında bir yerde konumlandırıyor da olabilir. Tam da bu pozisyonda, neyi/ neleri reddetmesi, ne yapması gerektiğini bilen özne olarak bir eşitleme, eşitlenme çabası içinde olduğu da söylenebilir.
“Çünkü açlık çoğunluktadır”
Başka bir deyişle, görmek, anlamak, dayanışmak için sınıflar arasındaki sınırları muğlaklaştırma çabası. Bu kısa çizgilerin dışına çıktığı an ise bakışını çoğunluğa çeviriyor:
“çünkü en azından dünyadan
dölsüz katırlar geçer
yüklü vagonlar geçer
demir yüklü şilepler geçer
yedenleri işletenleri ve tayfalarıyla
ve onların karıları ve çocuklarıyla
ve bilinmez sanılır geleceği
bir demiryolu makasçısının
oysa kesinlikle yazılmıştır
her sevgi kitabında”
“Onlar” ezilenler, emekçiler, dünyanın yükünü çekenler. Gözden her an çıkarılabilecek, melez ve dölsüz katırlar ile insanlar, metaller birbirine benziyor. Bedeni üzerindeki hakkı elinden alınmış canlı ile yaşama hakkı gasp edilen insan. Geleceksizlik ve güvencesizlik hüküm sürüyor, gelecek sanılan, demiryolu makasının ucundaki karar kadar uzak/yakın, onunla sınırlı. Oy vermek nasıl sahiden seçmek değilse, sonucu işlevsiz, etkisiz ise, demiryolu makasçısının da elindeki seçim hakkı rayları değiştirmekle sınırlı. Bu, bilinen bir gerçek, bir yazgı. Kuşaktan kuşağa “sevgi kitapları” aracılığıyla aktarılıyor. Bu kitapları yazanlar belli değil, “yazılmıştır”, ancak hiçbir geçerlilikleri ve gerçeklikleri yoktur.
Alt sınıfın yaşamı, yük yatağında akıyor. Hareket bitmiyor. “Geçer” eylemindeki geniş zaman üzerinden işaret edilen hem gelip geçicilik hem de bir devamlılık. Şair bu sınıfa “bırak” ile ya da başka bir eylem ile seslenmiyor. Onların içinde oldukları bu hayatın sorumluları olarak kendileri dışındaki sınıfları gösteriyor. Ancak bunlar içinde de orta sınıfa sorumluluk yüklüyor. Onların bırakmak/reddetmekle gerçek anlamda özgürleşip hakikati görebilecek olmaları bir güç birliğini, ortaklaşmayı sağlayacak umudu taşıyor belli ki. Yaşamında inceliklere yer olanlar ile olmayanları karşı karşıya getirmiyor. Kendi pozisyonlarını, hazlarını, arzularını doyurmayı nasıl sürdürdüklerini göstermeye çalışıyor.
Turgut Uyar dayatılan, öğretilen yaşamın sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasal eleştirisini yaparak statükonun dışında bir yaşama işaret ediyor. İki hat çiziyor: Biri ekonomik, diğeri siyasal. Tercihlerin nasıl bir dünya yarattığını, buradaki sorunu ve hakikati görünür kılıyor.
Çünkü, bir yanda “hayatını kazanmak” zorunda olanlar var, bunun için çalışırken “ince şeylere” vakti kalmayanlar. Onlar sistemin çarkını çevirenler, “vagonlar, şilepler, demiryolları”, yani metalin, demirin, sanayinin, sermayenin tahakkümü altında kalanlar. Sermayenin ve büyümenin sürdürülebilirliğinin araçları. İşte orta sınıf da bu suça ortak oluyor.
Şiir kişisinin önerisi, kendi –kısa çizgiler arasındaki– pozisyonu olabilir mi? Sınırların ezilenler lehine muğlaklaştığı gri bir alan. Herhangi bir sınıfsal, kültürel kökten, aidiyetten, tanımdan kaynaklanmayan bir alan. Çoğunluğa, çoğunlukla kurulacak bağlara açılan bir alan. Bunun için de önce, kuşatanları soyunmak, onlardan vazgeçmek, onları reddetmek ve hafiflemek, azalmak gerekiyor. Bu aynı zamanda ufuksuz, olasılıksız, tekil bir oluşa değil, tam tersine sınırsız bir olasılıklar ve oluşlara açılan bir alan.
Bunun için bakılması gereken yer tekrarlanıyor şiirde, bu sefer bir zarf da ekleniyor başına: “asıl olan açlıktır / çoğunluktadır”. Başlıkta ve ilk bölümde yan yana kullanılan özne ve yüklem burada ayrılıyor. Her ikisinin anlam yoğunluğu ayrı ayrı vurgulanıyor. Hem halin kendisi hem de miktarı, sayısı ayrı ayrı da ele alınmalı, düşünülmeli artık.
“Yoksa dünya bir cehennem”
“sevişmek o yüzden gereklidir
evet açlık, yok olsun bütün incelikler
mendiliniz var mı, kabak ograten
böf strogonof mantar fileminyon
güneş görmemiş midye
midye görmemiş güneş
ve soygun halindeki otel malzemeleri”
Bir önceki bölümle beraber düşünelim. “Sevgi kitapları”, sevişmenin de gerekli olduğunu söyleyen kitaplar demek ki. Zira sevişmek de sınıfsal pozisyona göre anlam kazanıyor. Yüklerin taşınmaya devam edebilmesi, makasların değiştirilebilmesi, orta sınıfın inceliklerle örülü yaşamını sürdürmesi, “geçer”deki geniş zamanın genişleyerek ve alt sınıfı yutarak devam edebilmesi için sevişmek-üremek gerekiyor. Çünkü hemen bunun ardında tarif edilmeye başlanan sınıfın da ihtiyaçlarını karşılayacak olanlar yine onlar. Kaldı ki, burada incelikler artık nitelik değiştiriyor, yükseliyor. Sınıf atlıyor! Çiçekler, kişisel acılar, üzüntüler, kayıplar, aşklar, gençlik duyguları, kurtulma çabaları değil söz konusu olan.
“ve altın arayıcılar
ve istedikleri yerlerde
yüksek graviteli petrol bulanlar
hem thames kıyısında
hem mekong deltasında
bir kalça fotoğrafına bunlarla birlikte bakanlar
çoğunlukta değildir
açlık çoğunluktadır”
“Ograten, böf strogonof, fleminyon, midye”; “otel, altın, petrol”; “thames kıyısı ile mekong deltası”. Yemekler, mekânlar, işler üzerinden üst sınıfı tasvir ediyor şair. “Tarayıcılar, arayıcılar, bulanlar”, onlar hayvanı, toprağı, suyu, yeryüzünü kendi tüketim iştah ve arzularının sömürgesi kılmış olanlar. Zevk ve tüketimi hayatının merkezine yerleştirmiş bu sınıf, dünyanın zenginleri, patronları, sermaye sınıfı. Dünyanın her yerindeler, her yerin ve her şeyin kendileri için olduğunu düşünerek yaşıyorlar. Buluştukları nokta: “bir kalça fotoğrafı”. Cinsellikleri ve bedenle kurdukları ilişki de dahil, tahribatın ve sömürünün müsebbipleri olan bu kişilere de seslenmiyor şair. Onlardan bir şey yapmasını istemiyor. Ki onlar çoğunlukta değiller, ne yaşadıkları çoğunlukta ne de kendileri çoğunluk. Bunun hatırlatılması, reddediş çağrısını güçlendirme çabası bir yandan.
Turgut Uyar dayatılan, öğretilen yaşamın sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasal eleştirisini yaparak statükonun dışında bir yaşama işaret ediyor. İki hat çiziyor: Biri ekonomik, diğeri siyasal. Her ikisini alışkanlıklar, beğeniler, tüketimle kurulan ilişki, insan, toplum, zaman ve mevsimle ilişki, sağlık-beslenme-barınma koşulları ve hakları, yönetim biçimi üzerinden iç içe geçirerek ele alıyor. Bunları birbirinden ayırmıyor. Tercihlerin nasıl bir dünya yarattığını, buradaki sorunu ve hakikati görünür kılıyor.
“artık her şeyi yaşadık
ve birlikte düşündük
ve düşündük ki her şey cehennem
bir bakışta.”
Orta, alt, üst sınıfı tarif ettikten sonra, şiir “biz”le devam ediyor. Şiir kişisi bu sefer kendini dahil ettiği “biz” diliyle konuşuyor. “Her şeyi”, tüm kötülükleri, kıyımları, sömürüleri, felaketleri “yaşadık”. Buraya kadar tarif ettiği dünyayı bir cehenneme benzetiyor. “Artık”la başlıyor bu bölüm, “bundan daha fazla ne yaşanabilir ki” diyor sanki. Neden cehennem, devam ediyor:
“ve cehennem
başarılmamış bir savaştır
dünyanın ortasında kullanılmamış bir su
cehennem, insanın kendi ciğeri
at sırtında taşınan ölü
kundağa girmeyen bebe
karanlıkta açan çiçeklerin
bir insanın ölümüne dönüşü
bir insan ölümü olmaya
çünkü açlık çoğunluktadır.”
Ferit Edgü’nün Hakkâri’de Bir Mevsim romanındaki Pîr köyü… Hastalık kırıp geçirirken doktorun gelmeyişi, ölümün bir coğrafyada nasıl bir yazgı haline geldiği, getirildiği… Roboski’de öldürülen çocuklar ve katırlar, oğlunun ölü bedenini sırtında bir çuvalda taşıyan baba, çocuğuna pantolon alamadığı için intihar eden baba, çocuklarını ısıtmak için saç kurutma makinasını çalıştırıp kendisi yan odaya geçip intihar eden anne, oğlunun kemikleri ödemeli kargoyla bir pakette gönderilen anne…
XXXV / Alaaddin
Alaaddin geliyor. Gece.
Hoca, benim kardeş hasta, diyor.
Nesi var? diyorum.
Ateşi var çok, diyor. Ölecek.
İlaç vereyim mi? diyorum.
Hayır, portakal ver, diyor.
Portakal yememiştir hiç. [1]
Uyar’ın “cehennem” olarak adlandırdığı epeyce bu değilse ne ola ki?
Şimdi, tahribatın vardığı sonuç: Kayıplar, tükenişler, ölümler, ölmeye yazgılı doğumlar. Ama esas olan, insanın kendi vicdanının, kalbinin çürümüş, kararmış olması. Bu sefer, “açlık çoğunluktadır”a, “çünkü” ile bağlıyor. Cehennemin sebebi bu çünkü. Görülmeyen, görülmek istenmeyen sebep. Peki ne uğruna? Bir sınıf için güller, çiğdemler, sardunyalar, laleler, sümbüller; ukâla ömürler, aşk sanılanlar, umut sanılan çiçeklenmeler; seçim, özgürlük sanılan demokrasiler… Kişisel konfor, huzur, vicdan rahatlatması uğruna. Başka bir sınıf için altınlar, petroller, kabak ograten, mantar fileminyon, midyeler, çıplak bedenler uğruna. İkisi arasında sıkışıp kalan ise, bu iki sınıfın da yaşamlarının devam etmesi için dünyanın yükünü çeken, ölenler ve yok edilen doğa. Yokluk, yoksulluk, ezilme, sömürülme, ölüm, parçalanma…
Peki ne olacak?
Bağlar kurmak
–işte o zaman diyorum ki–
gelişin şen olsun senin
her şey esirgesin seni
çünkü açlık çoğunluktadır
ve ezecektir gücüyle dünyayı
–ikimize bir aşk elbette yetmez
türlü şeylerin savunulduğu–
dirliğe eşitliğe tokluğa
artık ayıp olan tokluğa
çünkü açlık çoğunluktadır
Açlık.
Şiirde konuşan kişi, biraz evvel kendisi de dünyanın cehenneme dönmesinin ortaklarından biriyken, biz’in içinde yer alırken, şimdi şiirde tarif ettiği üç sınıfın da dışına çıkıyor. İkinci bölümde olduğu gibi kendini kısa çizgi arasına alıyor. İlkinde, gördüklerini ve düşündüklerini söylemeye hakkı olduğunu düşünüyordu, şimdi çözüme dair konuşuyor. Söyleyebileceklerini söyledi, dünyadaki eşitsizlikleri, sömürü ve tahakkümü sınıflar, yaşam biçimleri, tüketim alışkanlıkları, siyasal tercihleri, işleri ve tüm bunlarla sebep oldukları üzerinden görünür kıldı.
Neoliberal kapitalizmin bugün daha da sertleşen, barbarlaşan dünyasını tasvir eden şair, bu cehennem içine haspetmiyor okuru. Arzularımızın, zihinlerimizin, bedenlerimizin, libidinal enerjilerimizin nasıl kandırıldığını, tutsak edildiğini, yok edilip dönüştürüldüğünü neye/nelere yabancılaştığımızı gösteriyor. Bir yandan da birbirimize, doğaya, dayanışma ve paylaşmaya yüzümüzü dönebilme mümkünlerine inanıyor.
Neoliberal kapitalizmin bugün daha da sertleşen, barbarlaşan dünyasını tasvir eden şair, bu cehennem içine haspetmiyor okuru. Arzularımızın, zihinlerimizin, bedenlerimizin, libidinal enerjilerimizin nasıl kandırıldığını, tutsak edildiğini, yok edilip dönüştürüldüğünü neye/nelere yabancılaştığımızı gösteriyor. Bir yandan da birbirimize, doğaya, dayanışma ve paylaşmaya yüzümüzü dönebilme mümkünlerine inanıyor.
Bunun için olmalı ki Uyar, “açlık çoğunluktadır” dizesini, başlıktan son bölüme kadar sebep-sonuç, açıklama, uyarı, özetleme, dikkat tonlamalarıyla tekrarlıyor ve okurun zihnine kazıyor. Orta sınıfı sarsmaya, kendine getirmeye çalışıp onu bir redde çağırırken kabulün alanını da gösteriyor. Emir kipiyle çekimlenmiş “bırak” eylemini şiirin bütününe taşıyor, yayıyor. Okur, “açlık çoğunluktadır” dizesini her tekrarında “bırak” eylemini mutlaka duyuyor.
Şimdi değilse ne zaman?
Franco “Bifo” Berardi’nin 13 Mart’taki günlüğünden:
“Önümüzdeki zamanda bir yol ayrımı var. Oradan daha düne kadar düşünülemez olan bir imkânı hayal ederek çıkabiliriz. Bu da gelirin yeniden dağıtılması ve çalışma süresinin azalması. Eşitlik, azla yetinme, büyüme paradigmasından vazgeçme, toplumsal enerjilerin araştırma, eğitim ve sağlığa yatırılması.
Neoliberalizmle, halk sağlığından kesintilerle, sinirlerin aşırı sömürülmesiyle koşullanan bu pandemiden nasıl çıkacağımızı bilemeyiz. Kesinlikle büsbütün yalnız, saldırgan ve rekabetçi çıkabiliriz.
Ama büyük bir kucaklama isteğiyle de çıkabiliriz: Dayanışmalı sosyallik, temas, eşitlik.
Virüs hiçbir siyasal vaazın doğuramayacağı bir zihin sıçramasının koşulunu yaratıyor. Eşitlik yeniden sahnenin ortasında. Onu gelmekte olan zamanın çıkış noktası olarak hayal edelim.”
1970’lerden bugünlere, Turgut Uyar’dan Franco “Bifo” Berardi’ye mümkünlerin olası bağları için “öldük, bittik, mahvolduk, sonumuz geldi”leri tekrarlama kuyusuna düşmemek, virüsün parçaladığı yerden yeni, bambaşka, hep beraber ve paylaşarak akabileceğimiz kanallar üzerine düşünmek şart. Distopyaların çokça dillendirildiği şu günlerde bir ütopya yaratmak, kurmak değil, gerçekliği idrak etmek, nasıl çıkabileceğiz sorusuna hep beraber cevap aramak. Neden mümkün olmasın? Şimdi değilse ne zaman?