BARIŞ AKADEMİSYENLERİ ANLATIYOR: YEDİ YILIN MUHASEBESİ –II

Söyleşi: Siren İdemen
25 Şubat 2024
Resim: Tom Bennett
SATIRBAŞLARI

“Göreve iade edilen imzacılar” olarak sizinle bir araya gelip konuşmayı kararlaştırmıştık, ama hukuki süreç bir türlü sona ermediği için, son anda yine olumsuz değişiklikler oldu… Üniversiteden ihraç edilmeniz sonrasında yargısal süreç nasıl seyretti, şu anda hangi aşamadasınız?

Pelin Yalçınoğlu: Evet, bu söyleşiyi planladığımızda ben mahkeme kararıyla göreve iade edilmiş Barış Akademisyenleri’ndendim, ancak üniversitenin iade kararına itiraz ederek açtığı dava 13. Bölge İdare Mahkemesi tarafından kabul edildi ve üniversitedeki görevimden 5 Şubat’ta tekrar uzaklaştırıldım, bir-iki gün arayla ilk ihraç edilişimizin yıldönümüne denk geldi yedi yıl sonra ikinci defa ihraç edilmem.

Sürece baştan başlamak gerekirse, Barış Akademisyenleri olarak Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde 2016 Ağustos’unda, darbe girişiminden sonra açığa alındık. İtiraz davası açtık ve Bölge İdare Mahkemesi yürütmeyi durdurma kararı verdi. Ocakta göreve döndük, 7 Şubat 2017’de 686 sayılı KHK’yla 21 kişi ihraç edildik. OHAL Komisyonu’nun ret kararı üzerine, yani atıldıktan beş yıl sonra ancak İdare Mahkemesi’ne başvurma şansımız oldu.

Benim dosyam 21. İdari Mahkeme’ye düştü. Ve geçtiğimiz mart sonunda göreve iade kararı verildi. Eğitim Fakültesi’nde Sınıf Öğretmenliği Bölümü’nden ihraç olmuştum, Mayıs 2023’te aynı bölüme döndüm. Bütün üniversiteler gibi, bizimki de istinafa başvurdu. Göreve iade edilen arkadaşlardan dördü için İstinaf Mahkemesi üniversitenin itirazını reddetti ve geriye dönüşlerini onayladı. Ama benim ve yine yakın zamanda göreve iade edilen iki arkadaşımın iade kararları aynı mahkeme tarafından bozuldu ve tekrar üniversite dışında kaldık. Şimdi sırada Danıştay var, Danıştay’a başvurularımızı yaptık. Ancak, bu da uzun bir bekleme süreci demek. Danıştay’daki bir dosyanın sonuçlanması için ortalama iki buçuk-üç yıldan bahsediliyor. Danıştay kararının hepimiz için bağlayıcı olması bekleniyor, ya tüm imzacılar görevlerine iade edilecek ya da hepimiz atılacağız. Yani daha uzun bir yolumuz var.

Meral Camcı: Bildirinin yayınlanmasından sonra, iki ay kadar süren bir disiplin soruşturmasının ardından 22 Şubat 2016’da İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi’nde (YYÜ) sözleşmem feshedildi. Tam bir yıl sonra 7 Şubat 2017’de 686 no’lu listede KHK’lanarak bir kere daha atıldım. Bütün Barış Akademisyenleri’yle aynı hukuki süreçten geçtikten sonra, geçtiğimiz mayıs sonunda Ankara 21. İdare Mahkemesi’nce göreve iade kararı verildi. Temmuz 2023’te atıldığım üniversitede, İngilizce Mütercim Tercümanlık bölümündeki görevime fiilen başladım. Bu arada, üniversite İstinaf Mahkemesi’ne başvurmuştu. 14. İstinaf Mahkemesi de iadeyi onayladı. Birkaç hafta önce, üniversitenin yürütmeyi durdurma talebiyle Danıştay’a başvurduğunu öğrendim.

Saat yönünde soldan sağa: Pelin Yalçınoğlu, Meral Camcı, Esra Ergüzeloğlu, Derya Keskin

Şu anda Danıştay’ın vereceği kararı bekliyorsun, öyle mi?

Evet. Bir yandan gündelik hayat akıp giderken bekleyiş de hep devam ediyor. Bu yedi yılda aslında hiçbir zaman hukuki olarak yapabileceğimiz bir şey olmadı. Bizlerin tamamen dışında ve en temel hukuki teamüllere dahi uygun olmayan bir süreç yürüyor. Her ne kadar özneleri bizim ihlâl edilen haklarımız ve hayatlarımız olsa da hukuken yapabileceklerimiz hep çok kısıtlıydı. Evet bekliyorum, bu esnada işe de devam ediyorum, ders hazırlığına, okuma ve araştırmasına emek veriyorum. Yedi yıl boyunca evde küçük bir odaya yığdığım materyalleri tozlu raflardan indiriyorum. Öğrencilerle karşılıklı iletişim kuruyoruz, ders ortamını, öncesini ve sonrasını paylaşıyoruz. Sanki bir anda her şeyin bıçak gibi kesilebileceği –yedi yıl önce böyle olmuştu, sınıftayken ve ilk arayı pas geçip ikinci araya çıktığımda ilişik kesilme tebligatı elime geçmişti– ihtimali yokmuş gibi ders anlatıyorum. Birbirine teğet geçen ve birbiriyle hiç alâkalı olmayan evrenler içinde devam ediyoruz hayatımıza.

Derya Keskin: Ben 1 Eylül 2016’da 672 sayılı KHK’yla Kocaeli Üniversitesi’nden ihraç edildim. Bizim üniversitenin rektörü çok hevesli çıktı bizden kurtulmak için. Daha sonra öğrendik ki, soruşturma süreci daha tamamlanmadan isimlerimiz YÖK’e gönderilmiş. Böylece, biz 19 kişi devlet üniversitelerinden ilk atılan imzacılar olduk. Şubat 2023’te de Ankara 21. İdare Mahkemesi’nin iade kararıyla Kocaeli Üniversitesi’ne ilk dönen de ben oldum. Yurtdışındaydım, o nedenle tebligat işleri biraz zaman aldı, 10 Mayıs’ta Siyasal Bilgiler Fakültesi Çalışma Ekonomisi Bölümü’nde resmi olarak işe başlatıldım. Üniversite benim dosyam için de istinafa başvurdu. Henüz oradan bir karar çıkmadı. İadeler onaylanırsa, üniversite Danıştay’a gidiyor. Bizden ret alanlar da Danıştay’a başvuruyor. İlk aşamada dosyalarımız yaklaşık on İdare Mahkemesi’ne dağıldı. Bazıları toptan ret kararı verdi, bazıları iade verdi.

Bizden ihraç edilen 19 imzacının çoğu 24. ve 25. İdare Mahkemeleri’ndeydi, bu iki mahkeme herkese toptan ret verdi. Benden sonra üç kişi daha iade oldu. İstinaf mahkemelerinde de aynı saçmalık devam ediyor. Hukukla ilgisi olmayan bu “hukuki” sürecin hiçbir standardı yok.

Esra Ergüzeloğlu: Ben “ikinci imzacı” denen gruptaydım. Mersin Üniversitesi’nde İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nde çalışırken, Şubat 2017’de imzaya bağlı olmadan kamu görevinden çıkartıldım. Mahkeme yoluyla dokuz ay sonra geri döndüm. Bu dönemde 21 arkadaşım KHK’lanarak ihraç oldu. Kimi yurtdışına gitti, orada kaldı, kimi gidemedi. O ilk atılmamda, göreve dönemezsem korkusuyla burs başvurusunda bulundum ve başvurumun cevabını yurtdışına çıkıp bekledim.

Davamı kazanınca tereddüt etmeden Ekim 2017’de göreve geri döndüm. Ancak bu sefer de, Temmuz 2018’de, 701 sayılı son KHK’yla KHK’landım. Atılma süreçlerinde Barış Bildirisi belirgin bir argüman değil gibiydi. Hakkımda Ağır Ceza’da dava da açılmamıştı. OHAL Komisyonu’na başvurdum ve atılma gerekçemi öğrenmeye çabaladım. Çok sonra, 2019’da, atılmama gerekçe oluşturmak için Ağır Ceza’da dava açıldı. Kısa bir süre sonra Anayasa Mahkemesi’nin Füsun Üstel vd. kararı çıktığı için Ağır Ceza Mahkemesi’nde hiç hâkim karşısına çıkmadan beraat ettim.

Buna rağmen, OHAL Komisyonu Kasım 2021’e kadar beş yıl boyunca dosyalarımızı tuttu. Geçen sürede hiçbir şekilde adalete erişemedik. Ne zaman ki Komisyon ret kararı verdi, İdare Mahkemelerine başvurduk. Bir yıl sonra, 27. İdare Mahkemesi bana göreve iade verdi. Bu karar istinafta da onaylandı. Üniversite yine itiraz etti tabii, Danıştay’a giden ilk dosyalardan biri benimki. Danıştay’ın vereceği karar imzayı bir gerekçe olmaktan çıkaracak bir kazanım olacak.

Ret alan bazı arkadaşlarımıza sosyal medya paylaşımları gibi ek gerekçeler uydurdular. Onların hakları için mücadele etmeye devam edeceğiz. Bu süreç bir çırpıda bitmeyecek, peyderpey geri döneceğiz gibi görünüyor. Danıştay’ın normal şartlarda ortalama üç-dört yıl olan bir davaya bakma hızı, iş yükü nedeniyle daha da uzun sürebilir.

Belki beş yıl daha muğlak bir süreç bizi bekliyor. Danıştay müdahale etmeden Barış İmzacıları olarak topluca dönüşümüz zor. Bugün İdare Mahkemelerinde DGM’leşme süreci görüyoruz. Bize yöneltilen suçlama “düşünce suçu” olarak formüle edildiği için DGM benzeri bir hukuka maruz kalıyoruz. Buradaki yargıçlar da normal yargıç değil gibi.

Yargı sürecinin dört-beş yıl daha sürebileceğini düşünüyorsun, öyle mi?

Evet, belki beş yıl daha muğlak bir süreç bizi bekliyor. Danıştay müdahale etmeden Barış İmzacıları olarak topluca dönüşümüz zor. Danıştay olumlu karar verirse tabii. Danıştay’ın olumlu karar vereceğini varsayıyorum. Çünkü Anayasa Mahkemesi kararı olumlu, ilk derece mahkemeleri kararlarında 34 akademisyen olumlu kararla Danıştay’a ulaştı. İade edilenler için “yeniden ihraç” anlamına gelen kararlar 13. Bölge İdare Mahkemesi iki hâkimli kararıyla çıkıyor. OHAL hukukuna göre kurulan bu “özel yetkili mahkeme”nin kararının politik işaretlere göre açıklandığını düşünüyorum.

Şimdiye kadar bizi yargılayanlar “özel yetkili mahkeme”, normal şartlarda kendi şehrimizdeki İdare Mahkemesi’ne başvurmalıydık. Ama ihraçtan sonra Ankara’da kurulmuş özel yetkili ilk derece mahkemelerine gönderildik. Bir ara, özel yetkili Ağır Ceza Mahkemesi olan DGM’ler (Devlet Güvenlik Mahkemeleri) bu statüdeydi. Bugün de İdare Mahkemelerinde DGM’leşme süreci görüyoruz. Bize yöneltilen suçlama “düşünce suçu” olarak formüle edildiği için DGM benzeri bir hukuka maruz kalıyoruz. Buradaki yargıçlar da normal yargıç değil gibi.

Derya Keskin’in Kocaeli Üniversitesi’ndeki görevine iade edildiği gün Eğitim-Sen Kocaeli Şubesi

Göreve iade kararı üzerine birikmiş maaşlarınızı, mali alacaklarınızı aldınız mı?

Derya: Ben aldım, altı yıl sekiz aylık maaşım birikmiş. Nasıl hesapladıklarını, ne kadar faiz uyguladıklarını bile bilmiyorum. O kadar bezdim ki artık, anlamak için verecek enerjim de yok. Verdikleri paraya da dokunamıyoruz. Çünkü istinafta iade kararım onaylanmazsa, o parayı faiziyle geri vermek zorunda kalacağım söylendi. O zaman acaba ne kadar faiz isteyecekler? Aldığımdan ne kadar fazlasını ödemem gerekecek? Verdikleri paranın miktar olarak da pek bir anlamı yok. Yedi yıllık geçmiş maaş karşılığında verdikleri para öve öve bitiremedikleri bir Togg bile alamıyor. (gülüyor)

Esra: Ben bu konuda biraz daha agresif bir süreç yürüttüm. İcraya başvurma tehdidiyle hukuki süreci başlattım, kalem kalem maaşımı hesaplattım. Ve beş yılın karşılığı olarak 670 bin lira aldım. Beş yılın birikmiş maaşının üçte birini avukata, üçte birini sendikaya verdim. Atıldığımız süre boyunca sendikadan gelen avanslarla geçimimizi sağladığımız için orada birikmiş borçlarımı kapattım. Bu iki kaleme gitti aldığım para. Danıştay yürütmeyi durdurma verirse, benden alabileceği bir para yok. O nedenle içim rahat. Toplu maaş aldıktan sonra yeniden ihraç olan arkadaşlarıma daha karar tebliğ edilmeden üniversitelerinin o maaşları istediğini duyuyorum.

Pelin: Birikmiş maaşların nasıl hesaplandığına dair detaylı bir açıklama yapmadı üniversite. Her fakültede tahakkuk farklı. Saçma sapan haller oldu. Aynı zamanda, aynı kadrodan ihraç edilmiş olduğumuz halde arkadaşlarımız arasında farklı miktarlar çıktı. Ben altı yıl üç ay karşılığı 582 bin lira, bunun yasal faizi olarak da 120 bin lira, toplamda 700 bin lira aldım.

Normal şartlarda, AİHM’e gitme yolumuz açıktı, iç hukuk tükenmişti. Ama AİHM OHAL Komisyonu’nun varlığını kabul ederek yolumuzu kesti. “İstisna hali” dediğimiz hukukun askıya alınması haline girdik. Liberal hukukun geliştirdiği “masumiyet karinesi” gibi bütün kavramlardan azadeyiz. Tamamen “sivil ölülük” alanındayız.

Meral: Vakıf üniversitelerine iade olan arkadaşlarımızdan tazminatlarını alanlar oldu. Bana henüz bir ödeme yapılmadı. “Yapmayacağız” denmiyor, hukuken öyle bir ihtimal de yok. “Tazmin edilecek, çalışmalar sürüyor, üç taksitte ödenecek” deniyor. Hukuk ve mali işler daireleri bu konuda net ve olumlu, ancak henüz bir dönüş yok. Geçmiş maaşların yanı sıra, özlük haklarımızın geriye dönük tazmini de söz konusu. SGK primlerinin ödenmesi, gün kaybının geriye dönük tazmin edilmesi lâzım. Henüz o da olmadı.

Derya: Özlük hakları önemli, çünkü elinize geçen ve geçecek para tutarını da etkiliyor. Ben derecemin hiç ilerletilmediğini fark ettim. 2012’de 5. dereceyle başlamıştım, 12 yıl sonra hâlâ 5’teyim. Avukatım bunun için üniversiteye başvuru yaptı. Gelen resmi yanıtta “Sizin dereceniz aslında 3, ama kadro olmadığı için verilemiyor” deniyor. Kadro olduğunda, YÖK’ten izin alınacakmış, sonra derecem düzeltilecekmiş. İstedikleri zaman istedikleri kişilere kadroları veriyorlar, ama hak edilmiş derecenin kadrosunu veremiyorlar.

Bu arada, başka davalar da açmak zorunda kaldım. İhraçtan önce doçentlik başvurusu yapmıştım, “eser inceleme” aşamasındaydı. Döndükten sonra avukatlarım kanalıyla ÜAK’a (Üniversitelerarası Kurul) başvurduk. Aylarca bir yanıt gelmedi. Artık o kadar sıdkım sıyrılmış ki, bu işleri takipte bile zorlanıyorum. Bir arkadaşım benim için sisteme girdi, baktık, doçentlik başvurum jüri sürecinde görünüyor. Bir hafta sonra ÜAK’tan arandım. Dosyaları hazırlayıp beş gün içinde yedi jüri üyesine göndermem istendi. Aradan yedi-sekiz yıl geçmiş, kendi yazılarıma, kendi kitabıma bile ulaşamıyorum. İki arkadaşımın yardımıyla, zaman tüneline girip dosyaları toparlayıp gönderdim.

Yargı sürecinde Eğitim-Sen yol gösterici oldu mu, sendikanın avukatlarıyla mı çalıştınız?

Esra: Benim atılma sürecim çok öncesinde başladığı için sendikayla ilişkilenmemiştim. Bu davaları sendika üzerinden açabileceğimi dahi bilmiyordum. Bir avukatım vardı ama, OHAL Komisyonu’na başvuru aşamasında avukatım risk almak istemedi ve geri çekildi. OHAL Komisyonu’na avukatsız başvurdum. 2019’a kadar avukatsız kaldım.

KHK platformlarında faal olduğum için platform temsilcileriyle baroyu ziyaret ettim, avukatsız kalmamızla ilgili onlarla da görüştüm. Barış İmzası sürecimiz Gülen Cemaati süreciyle çakıştığı için baro bize gönül rahatlığıyla destek vermedi. Bunu açık açık ifade ettiler de. Sonra, avukat bir arkadaşım davamı üstlendi. KHK ana davası 2021’de gündeme geldiğinde de kendi avukatımı bırakmadım. Böylece sendikadan hukuki yardım alamamış oldum. Ama sendikanın hukuki süreçlerine katılmak istiyorum. Şu anda 100 KHK’lı akademisyenin davası orada.

Sendika daha standardize metotlarla yürüyor, dosyaları kişiselleştirmiyor, kişiselleştirmediği için de davalar akışına bırakılıyor. 100 dosya önemli bir sayı, böyle bir dava müthiş bir baskı unsuru olabilir. Danıştay’a bu dosyaların durumunu anlatan raporlar hazırlanabilir. Aslında sendikanın yapacağı çok şey var, ama artık yoruldum sendikaya bunu anlatmaktan, pes ettim.

Pelin: Eskişehir’de emek ve demokrasi mücadelesi veren çevrelerden bir grup avukat arkadaşımız sürecin başından beri gönüllü olarak bize destek oluyor. Hukuki destek anlamında hiç açıkta kalmadık. Avukat arkadaşlarımız maddi talepte de bulunmadılar.

Derya: Biz hukuki destek bakımından en şanslılardandık, hiç avukatsız kalmadık. Kocaeli’de emek ve demokrasi çevrelerinden tanıdığımız bir grup avukatımız var. Soruşturmaların başladığı andan itibaren, özellikle yereldeki mücadelemizde avukatlar hep yanımızda oldu. İdari hukuk konusunda uzman bir grup avukat da Ankara ve İstanbul’daki davalarımızla ilgilendi. Avukatlık ücreti vermedik, sadece dosya masraflarını ödedik. Kocaeli Dayanışma Akademisi’ni kurmuştuk, ortak bütçemiz vardı. İlk zamanlar oradan kolektif olarak ödüyorduk, son yıllarda daha kişiselleşti.

Eğitim-Sen’in üzerindeki yük zaten ağır, bizimle de uğraşmasınlar diye düşünerek hukuki destek alma ihtiyacı duymadık. Ama tabii Eğitim-Sen’in Kocaeli şubesiyle hep iç içeydik. Bu süreçte avukatlarımız hiçbir maddi talepte bulunmadı. Hukuki süreçleri baştan beri yakından takip eden avukatlarımdan birine göreve döndükten sonra ödeme yapma konusunu açtığımda da bir şekilde kapandı. Yani bu konu hep aklımda, ama henüz çözemedim.

Meral: İmza sonrası Eğitim-Sen’de yaptığımız basın açıklamasından sonra, metni okuyan dört kişi olarak bir tutukluluk süreci yaşadık. O dönemde bütün barolardan ve çeşitli avukat örgütlerinden yüzlerce avukat sürece müdahil oldu. BAK içinde de alanı hukuk olan akademisyenlerden BAK-Hukuk grubu oluşturulmuştu. Çok emek verdiler. İmzadan iki ay sonra sözleşme feshiyle atılınca, dava açtım, 2022’ye kadar süren o davayı bir Eğitim-Sen avukatı yürüttü. KHK’lanana kadar geçen ilk on ayı kapsayan süre için iade davasını kazandık.

Vakıf üniversitesi çalışanı olduğum için Eğitim-Sen’e üye olamıyordum. Vakıf Üniversiteleri Dayanışma Meclisi içinden gerek bireysel gerek kolektif olarak sendikalı olabilmek için yıllardır çaba sarf ediliyor. Sendikanın İstanbul 6 no’lu Üniversiteler Şubesi başvurularımızı kabul ediyor, ama genel merkezde karar alınıp hayata geçirilememişti bugüne kadar. 2019’da kamu ve vakıf üniversiteleri çalışanlarını özlük bakımından eşitleyen düzenlemenin çıkmasıyla Eğitim-Sen’e üye olmamızın da yolu açıldı.

Vakıf üniversitesi öğretim üyesi toplam sekiz Barış İmzacısı KHK’yla kamu hizmetinden men edilmişti. Soruşturmalarda, bizlere karşı yürütülen davalarda eşitiz, ama mücadelede ya da dayanışmada bir türlü eşitlenemiyoruz. Kısacası, üye olmadığım için tahliye ve beraat sonrası Eğitim-Sen’le doğrudan bir ilişki kuramadım. Ama dayanışma ilişkisine tabii hepimiz girdik. Eğitim-Sen KHK’lanan arkadaşlarımıza düzenli destek sağlıyor. Bizler de bu dayanışmaya elimizden geldiğince katkı yapmaya çalıştık.

İki yıl burslu olarak yurtdışında bulundum. Burs ya da herhangi bir kazanç elde ettiğimde bundan mutlaka ve mutlaka dayanışmaya aktardım. Herkes imkânları ölçüsünde aktarımlarda bulundu. Ama vakıf üniversiteli olup KHK’lanan kimse ihtiyaç duyduğunda maddi destek almak anlamında bu dayanışmaya dahil edilemedi.

Yıllarca birlikte çalıştığımız arkadaşlarda müthiş bir korku var. Birlikte görünmek, selam vermek, kamusal alanda bir arada durmak korku yaratıyor. Ayrıca, kurdukları düzenin bozulması işlerine gelmiyor. Bizim varlığımız bir tehdit gibi algılanıyor, sanki ortada büyük bir pasta var da payları küçülecekmiş duygusuyla davranıyorlar. Koridorda yüzüme bakmayan arkadaşlarım var.

Avukatınla ilişkiyi bireysel düzeyde götürdün, öyle mi?

Meral: Özellikle ilk baştaki gönüllü destek ve dayanışma ruhu sönümlendikten sonra avukatlarla ilişki bireysel yürüdü. Kolektif yürümesini çok isterdim, ama öyle olamadı. Kocaeli’de ve Eskişehir’de yaşanan dayanışma İstanbul’da sağlanabilir bir şey değil. Her şeyden önce, çok sayıdaydık, çok parçalıydık. Zamanla yorulunuyor da. Avukat arkadaşlarda da bunu görebiliyorum. Özellikle en son göreve iade aşamasında, gerektiğinde hukuk fakültelerinde akademisyen arkadaşlarıma danışarak hukuki süreci tek başıma götürdüm diyebilirim.

Avukatımla sağlıklı iletişim kanalımız olamadığı için yürütmeyi durdurma talebiyle üniversitenin Danıştay’a başvurduğunu avukatımdan değil, bir akademisyen arkadaşımdan öğrendim. Avukatların üzerinde çok fazla dosya var, bizim özellikle İdare Mahkemeleri önünde sıra bekleyen dosyalarımız geri plana geçti sanıyorum. Yargı süreci devam ederken dosyayı bir avukattan alıp başka bir avukata ya da Eğitim-Sen’in hukuk birimine devretmek de etik olmazdı. “Sağlıklı iletişim kanalı kalmadıysa azlet, başka bir avukata geç” diyenler oldu. Geçenlerde “affetmek” konulu bir toplantı vardı, o toplantı vesilesiyle “azletmek” ve “affetmek” gibi kavramlar üzerine epey düşündüm. Ben kendimi ne bize bunları yaşatanları affetme ne de bizimle bu süreçte öyle ya da böyle dayanışma ilişkisine, kısa ya da uzun bir beraberliğe girmiş kişi ve kurumları herhangi bir gerekçeyle azletme konumunda görüyorum. Ne affedebilirim ne de azledebilirim. Sözün kısası, süreç açıkçası benim açımdan hukuki vekâlet bakımından sağlıklı ilerlemiyor.

Esra: Gülen Cemaati davalarını da az çok izlemek durumunda kaldığım için görüyorum; bizim durumumuz müthiş bir avukatlık piyasası yarattı. Öyle bir mağduriyet söz konusu ki, bazı avukatların gözü parlayabiliyor. Uzun yıllara yayılacak, AİHM’e kadar gidebilecek bir süreç. Biz bu süreçleri Cemaat bağlantısı gerekçesiyle KHK’lananlara göre daha çok dayanışmayla örüyoruz ama, korkunç bir piyasadan bahsediyoruz. Bir avukat için bu davaları kendi çıkarına uygun yönetebilmesi de çok önemli. Örneğin, hangi kademeden ne kadar tazminat alınır? Davayı açmaya değer mi? Bir fayda-maliyet analizi yapma ve bir gelir elde edilemeyecekse o davayı açmama yönünde eğilim.

Meral: Biraz önce söylemeyi unuttum; bu süreçte İFÖD (İfade Özgürlüğü Derneği) kuruldu. AİHM’e başvuruda dosyamın hazırlanması son dakikalara kalmıştı, yetişmeyeceği endişesiyle varolan avukat bağlantısının dışına çıktım. BAK’tan bir arkadaşım İFÖD’ün gönüllü olarak AİHM’e başvuru dosyası hazırladığını söyledi. İFÖD’den AİHM başvuru mevzuatına hâkim, çok hızlı, kolektif çalışan üç kadın avukatla yazıştım. Bu avukatlar iki gün içinde AİHM’e başvurumu yaptı ve süreci üstlendi. Böyle bir dayanışma ilişkisi de var. İFÖD’ün olumlu katkısını da not düşmek isterim.

Esra: AİHM süreci hukukun bizim olayımızda askıya alındığını gösteren en güzel örnek. Normal şartlarda, hepimizin AİHM’e gitme yolu açıktı, iç hukuk tükenmişti ve AİHM’e başvurmalıydık. Ama AİHM OHAL Komisyonu’nun varlığını kabul ederek bizim yolumuzu kesti. Venedik Komisyonu’nu örnek gösterdi, Sovyetler Birliği’nin dağılmasındaki “arındırma” politikalarıyla eşitledi bizim durumumuzu. İktidar AİHM’e “komünistleri arındırıyorum” gibi bir gerekçe sundu. Ve tabii bir de “Gülen Cemaatini de arındırıyorum” dediği anda uluslararası hukuk bile durdu. “İstisna hali” dediğimiz hukukun askıya alınması haline girdik. Liberal hukukun geliştirdiği “masumiyet karinesi” gibi bütün kavramlardan azadeyiz. Tamamen “sivil ölülük” alanındayız. Her şey keyfi, her yol denenebiliyor.

Pelin: O yüzden de göreve iade olmuş olmak bir dava kazanmış, bir hak elde etmiş ya da adalet yerini bulmuş duygusu yaratmadı. Tersine, çok sinir bozucu. Aldığımız tazminat parasına da sinir oluyordum!

Barış bildirisine imza attıkları için bir süre tutuklu kalan akademisyenler Esra Mungan, Meral Camcı, Muzaffer Kaya ve Kıvanç Ersoy

Sen birikmiş maaşlarına dokunmuş mudun, yoksa her an geri alınabilir diye bir kenarda tutuyor muydun?

Pelin: Hayır saklamadım, zaten taşınma nedeniyle masraflarımız oldu. Eskişehir’e dönünce eşimin işe gidiş gelişi için ikinci bir araba aldık. Arabaya da sinir oluyorum; “Onca kayıp yılın karşılığı bu mu yani?” diyorsun. Bunun bir rakama dökülmüş olması ve böyle bir rakama denk gelmesi de sinir bozucu. Şimdi bir kez daha başa dönmüş olduk tabii yeniden atılınca. Ödenen bu birikmiş maaşlar ve faizi geri ödememiz gerekiyor. Henüz benden bir şey talep edilmedi. Üniversitenin hukuk bürosu “Danıştay kararını bekleyelim, o zamana kadar geri ödeme talep edilmesin” diye bir görüş bildirmiş, ama rektörlük ne yapar bilemiyoruz. İsteyebilirler, ama sonra Danıştay’dan lehimize bir karar çıktığında yine hepsini ödemeleri gerekir gibi yeni kargaşalara hazırlıklı olmak gerekiyor. 

Esra: Sendikaya ve avukatlara borcumu kapattıktan sonra, her an başıma bir şey gelebilir diyerek, ilk uçağa binebilecek kadar bir parayı yedek akçe olarak avroya çevirdim. Bir mücadele yürüttüm, ama bu mücadelenin yükünü tek başına taşımadım. Bir oğlum var, beni en çok onun haklarının ihlâl edilmesi üzüyor. Biz birçok şeyi göze alabiliyoruz, ama iş çocukların haklarından yoksun bırakılmasına gelince, olay kopuyor. Oğlum “normalleşmeye” hâlâ alışamadı. Arkadaşlarıyla sohbet ederken bazen kulak misafiri oluyorum, 13 yaşında çocuk KHK’lılıktan bahsediyor. Evimizi dağıtarak yurtdışına çıktığımda onu da yanımda sürükledim. O sürecin bütün yükünü çocuk da taşıdı. Dolayısıyla, bir daha en ufak bir şiddete maruz kalırsam buna katlanmayı düşünmüyorum.

İade kararını almak, üniversiteye dönmek nasıl hissettirdi, neyle karşılaştınız, nasıl karşılandınız?

Esra: Kararın olumlu gelmesi müthiş bir sevinçti. O sevinci yaşadım. Bütün mücadelemin ürünü gibiydi. Ama üniversitenin kapısından girmek, bölüm başkanıyla, dekanla, diğerleriyle yüzleşme fikri çok zorlayıcıydı. Güzel Sanatlar Fakültesi’nden ihraç edilen Veli (Mert) hocamız, “Bir performans sanatı gibi düşün, canlı bir heykel gibi durmalısın” diyordu. Evet, canlı bir heykel gibi gidiyorum, koridorda heykel gibi yürüyorum, odama çıkıyorum.

Kayıtsızlık çok yüksek. Haklarımız, hukuk sürecimiz, hiçbiri umurlarında değil. Bu nasıl bir şey? Kendinden başkasına karşı ilgisizlik mi? Bencillik mi? Korku mu? Bu süreç onlarla ilgili değil gibi hareket ediyorlar. Ama onlar bu sürecin asli unsurları. İhraçlar olduğunda doğru tepkiyi vermiş olsalardı, bugünlere gelmeyebilirdik. Sorumluluk yüklüyorum bu arkadaşlara.

Sizin üniversitede kaç imzacıydınız, kaçınız ihraç edildi, kaçınız göreve iade edildi?

Toplam 22 imzacı ihraç edildi. Arkadaşlarımızın yarısı yurtdışına gitti. Diğer yarısının bir kısmı Mersin’de Kültürhane’de bir anlamda direniş sürdürüyor. Çoğu arkadaşımızın yurtdışına gitmesiyle, Mersin’de az kaldık, dağıldık. Şu ana kadar göreve iade kararıyla üç-dört kişi fiilen döndük. Geri döndüğümde beni mutlu eden şöyle bir şey fark ettim. Biz atıldığımızda araştırma görevlisi olan, doktora yapan arkadaşlar bizim yaşadıklarımızdan hem dersler çıkarmış hem de etik anlamda kazanımlar sağlamış. Onlar açısından bizim dönmemiz çok önemli. Onlarla sohbet etmekten hoşlanıyorum. Lisans öğrencileri açısından da önemli bizim dönmemiz.

İhraç edildiğinde seninle aynı pozisyonda olan, birlikte çalıştığın arkadaşlarınla ilişkiler nasıl?

Şu an çok eğreti bir pozisyondayım. Döndüğümüzden beri, oda sorun oldu, ücretlerin ödenmesi sorun oldu, şimdi de ders paylaşımı sorunu var. Yıllarca birlikte çalıştığım arkadaşlarım yapıyor bunu. Kurdukları düzenin bozulması işlerine gelmiyor. Rektörlüğe çıktım, “Bana mobbing uygulamayın” dedim. “Dava yoluyla döndün, biz kat’a böyle bir şey yapmayız” dediler. “Söyleyin, bölümde de bana mobbing uygulanmasın” dedim.

Arkadaşlarda müthiş bir korku var. Birlikte görünmek, selam vermek, kamusal alanda bir arada durmak korku yaratıyor. Arada selamlaşıp biraz konuşuyoruz, ama içermiyorlar. Ayrıca, geldikleri pozisyondan geri düşmek, kayıp yaşamak istemiyorlar. Bizim varlığımız her anlamda bir tehdit gibi algılanıyor, sanki ortada büyük bir pasta var da payları küçülecekmiş duygusuyla davranıyorlar. Ders alabilmek için beş aydır bölümün Whatsapp grubunda habire yazıyorum. “Bana ders vermiyorsunuz, bunu mobbing olarak değerlendiriyorum” diye açık açık ifade ettim, ama bir ilerleme olmuyor. Bu süreç onlarla ilgili değil gibi hareket ediyorlar. Ama onlar bu sürecin asli unsurları. İhraçlar olduğunda doğru tepkiyi vermiş olsalardı, bugünlere gelmeyebilirdik. Bendeki hissiyat böyle, sorumluluk yüklüyorum bu arkadaşlara.

Yüz yüze olduğumuzda geri dönüşümüze sevindiklerini belirtiyorlar. Bu onlar için de bir travmaydı, gerçekten bitmiş olmasını istiyorlar. Ama bir yanıyla da kayıtsızlık çok yüksek. Haklarımız, hukuk sürecimiz ne olacak? Derslerimi alamamam… Hiçbiri umurlarında değil. Bu nasıl bir şey? Kendinden başkasına karşı ilgisizlik mi? Bencillik mi? Korku mu? Adını koyamıyorum. Aynı dönemde çalıştığım, yıllarca odamı, kütüphaneyi, fakültemi paylaştığım insanlar “hoşgeldin”e bile gelmedi. Gelmediği gibi, düşmanlaştıran, koridorda yüzüme bakmayan arkadaşlarım var.

Derya: İade edildiğimi öğrenmek de benim açımdan çok saçma sapan bir histi. Artık kelime bulamıyorum, “saçma” her şeyin yerine geçiyormuş gibi geliyor. En çok “saçma” ve “tuhaf” kelimelerini kullandığımı fark ettim. Ne kadar kısır bir şey, değil mi? Karar çıktığında Fransa’daydım. Telefonlar, mesajlar, kutlamalar, tebrikler… Arkadaşlarım, özellikle de bazıları beni aradığı için çok sevindim tabii. Ama bir yandan da tuhaf oldum: Ne için tebrik ediliyorum? Ne yaptım ben? Sadece dava açtım. Niye tebrik ediliyorum? Neyi kutluyorum? Böyle tuhaf bir duygu içindeydim. Canım sıkıldı, sinirim bozuldu. Ne diyeceğimi bilemedim. Bir yandan tebriklere teşekkür etmek gerekiyor, bir yandan da bunun çok saçma olduğunu hissediyorsun.

Yıllardan sonra ilk defa kampüse gittiğimde, iadelerin arkası gelecek mi bilmediğimiz için zafer havası olmasını istemedim. Yanımda yine de sessiz bir dost kalabalığı vardı. Çok karmaşık bir sürü duygunun iç içe geçtiği, zor bir gündü. İki ay izin kullanıp döndüğümde asıl olarak durumla yüzleştim. Kendimi orada çok yabancı hissediyorum. Her okula gittiğim gün bir distopyaya yolculuk yapıyormuşum gibi. Ne orası eskiden bildiğim yer ne de ben eski benim. Eskiden olan, tanıdığım bildiğim şey çok mu iyiydi? O ayrı tartışılır, ama yine de bir grup insanla oluşturduğumuz, içinde daha iyi bir üniversite için mücadele ve dayanışma barındıran olumlu bir hava vardı. Bu yok artık.

Her zaman şu ya da bu biçimde yanımızda olan bir grup arkadaş yine yanımızda, onların varlığı hep iyi geliyor. Bunun dışında, daha mesafeli olanlardan iyi karşılayanlar, “hoşgeldin”e gelenler oldu. Genel olarak en azından yakınımda bir iyi davranma hali var, ama bunun da ne anlama geldiğinden emin değilim. Eski araştırma görevlileri, genç arkadaşlar doktor olmuş, bazıları kadro almış. Hocaları pek görmüyorum. Onlar arasında, zamanında oda paylaştığım bir kişi de dahil, hâlâ bir uğrayıp “hoşgeldin” biledemeyenler var. İhracımızda imzası olan bölüm başkanıyla koridorda yan yana geçerken birbirimizin yüzüne bakmıyoruz. Rastlayınca yüzünü çeviren böyle bir-iki kişi daha var. Onun dışında, Esra’nın dediği gibi, insanın ruhunu yoran bir “kayıtsızlık” var. Mesela, “Davam istinafta, tekrar atılabilirim” dediğimde, “Yok canım, olur mu o kadar?” gibi karşılık verilebiliyor. Şu ana kadar yaşadığımız hangi şey “olurdu” da oldu sanki? Bir gerçekliğe işaret ederken sanki abartıyor muşum gibi bir tepki. Dünyalarımız çok farklılaşmış belli ki.  

Sonuçta, okula gidiyorum, derse giriyorum, dersim bitince dönüyorum. İhraçtan üç-dört yıl sonra İstanbul’a taşındığım için, tren+otobüsle gidip geliyorum, üç saat gidiş, üç saat dönüş. Her dönüşte, Söğütlüçeşme’de trenden inince içimden “oh!” dediğimi sonra sonra farkettim. Hem bedenim hem de ruhum yorulmuş oluyor. Baş etmekte zorlandığım tuhaf bir yorgunluk hissi.

Mümkün olduğunca az ders istedim. Hatta Esra’nın aksine, hiç ders vermeden geçseydi bu süreç ona da razıydım, çünkü çok uzaklaşmışım. Zamanımın çoğu kendimi ders hazırlamaya zorlamakla geçiyor, motivasyon ve konsantrasyon sıfır. Öğrencilere karşı duyduğum sorumluluktan dolayı yapabileceğimin en iyisini yapmaya çalışıyorum. Bir birinci sınıf, bir de doktora dersi veriyorum. Öğrencilerle bir iletişim kurduk. Ama sınıftan çıktığımda, koridorlarda yine çeşit çeşit insanla karşılaşıyorum. Kime selam vermeliyim, kime vermemeliyim gibi bir çelişki yaşıyorum. Temizlik görevlisinden hocasına, asistanlardan memurlara kadar, kim nasıl tavır aldı bu süreçte? Sonuçta, bana selam verenlere veriyorum ben de.

Barış Akademisyeni Mehmet Fatih Traş yedi yıl önce 25 Şubat 2017’de hayatına son verdi

Epey selam vermeyen, başını çeviren var, öyle mi?

Var tabii, ama bunun ne anlama geldiğinden de emin değilim. Sonuçta şöyle bir noktaya geldim: Vermek zorunda olduğum bir ders yükü var. İş ne gerektiriyorsa yapayım, onun dışında bir şey düşünmek ve yapmak zorunda kalmayayım. Çünkü her iletişim bir rol ve performans gerektiriyor. Sanki her şey normalmiş gibi davranman bekleniyor. Ben üniversiteye döndüm, ama dönmeyen daha yüzlerce arkadaşımız var. Ayrıca, dönenlerimizin de ne kadar kalacağı belli değil. Hiçbir şey normal değil ki! Nasıl normal davranmam beklenebilir? “Niye her şey normalmiş gibi davranıyorsunuz?” diye sorasım geliyor. Tabii bunu yapamıyorum. Öyle olunca sinirim daha da bozuluyor. Şu ekmek parasının peşinde ne gerekiyorsa yapayım, onun ötesini kimse beklemesin istiyorum. Ayın on beşinde bir maaşın yatması çok önemli tabii ki. Onun ötesinde de ne yazık ki pek bir anlam ifade etmiyor şu anda. Sekizinci yılın içinde, hâlâ araftayız, çıkamadık oradan.

Sınıfta öğrencilerle baş başayken, ders anlatırken sevdiğin bir şeyi yapmanın zevkini duyuyor musun, yoksa o da mı anlamsız geliyor artık?

Derya: Sınıfta öğrencilerle iletişime geçince biraz daha farklı hissediyorum. Ama o bagaj sırtımda bir yük olarak sınıfa benimle birlikte giriyor sanırım. Öğrencilerle klasik hoca-öğrenci ilişkisinden farklı, dersi aşan bir iletişim kurmaya çalışan hocalardandım kendimce. Eğitim meselesini çalışan biri olarak da bu önemsediğim bir şeydi. Ama şimdi her anlamda çiviler yerinden oynamış gibi, çünkü her şey birbiriyle ilişkili. Akademiya bende bulantı hissi uyandırıyor uzunca bir zamandır. Yurtdışına gitmem de bunu değiştirmedi, hatta orada tanık olduğum şeyler bu hissi artırdı bile diyebilirim. İade edildim diye bu geçmedi ki. Hep birlikte dönmediğimiz gibi, topyekûn bir şeyleri değiştirecek bir güçle de dönmedik. Dolayısıyla bu duygu da geçmedi.

Akademiyada her şey “mış” gibi, ders vermeler “mış” gibi, akademik işler “mış” gibi… Sadece niceliğin öne çıktığı, niteliğin zaten pek bir değeri yoktu, ama artık yerlerde süründüğü bir “mış” gibi ortamı. Bunun parçası olmak istemiyorum. İade olduğumda, “Hayır, dönmüyorum” diyebilmeyi isterdim. “Siz dalga mı geçiyorsunuz? Biz 406 kişi aynı sebeple ihraç edildik. Niye bir grup iade oluyor da diğerleri olmuyor?diyebilmeyi isterdim. Ama bunu diyemedik. Dersen, haklarını tümden kaybediyorsun çünkü. Böyle hiç rahat bırakmayan düşünceler ve duygu durumları içindeyim. Yedi-sekiz yıldır hayatımız böyle geçiyor. Yıllardır bunu yaşıyorken, üniversitelerde her şey normalmiş gibi kaldığımız yerden devam etmek mümkün değil. Bence herkes döndükten sonra bile, hiçbir zaman normalleşmeyecek. Eşyanın tabiatına aykırı, hiçbir şey eskisi gibi değil, biz de değiliz.

Ankara Üniversitesi’nde cübbeleri polisler tarafından çiğnenen akademisyenlerin eyleminden

Pelin, sen geri dönüşü nasıl yaşadın?

Pelin: İade kararını öğrendiğimde bir sevinç ânı yaşadım tabii. Sürekli ret kararları, hep her şeyi kaybetme hali… Seçimleri kaybediyorsunuz, davaları kaybediyorsunuz. Sürekli yenilgi hali… Bütün bunlardan sonra bir sevinç yaşıyorsunuz. KHK’landıktan bir süre sonra, 12 yıl yaşadığım Eskişehir’den ayrılıp Balıkesir’e taşınmak bana çok zor gelmişti. Eskişehir’e dönme hayalim hep vardı, o anlamda da sevinçli haberdi. Ama rektörlüğe gitme, dilekçe doldurma anları sanki dışıma çıkıp kendimi yukarıdan izliyormuşum gibiydi. Ne oluyor? Bu kadar zaman sonra hiçbir şey olmamış gibi mi başlayacağım? Kampüse ilk geldiğim gün birkaç arkadaşım da vardı yanımda. Rektörlüğe, fakülteye ilk gidişte o desteğe ihtiyaç duyuyor insan.

Bu süreçte az çok haberleştiğim insanlar geri dönmüş olmamdan memnundu. Ama “Siz gittiğinizden beri burada işler çok kötüleşti” gibi şikâyetler dinledim epey.  “Nasıl bu hale geldi üniversite?” diye şaşırıyorlar. Duyduğum hiçbir şey beni şaşırtmadı. Yedi-sekiz yıl önce bas bas bağıra bağıra “Bakın bunlar oluyor burada” dediğimiz şeylerdi. Kat görevlisi arkadaşların, çay ocağındaki arkadaşların içtenlikle sevindiklerini fark ettim. Beni bu yıl Amerika’ya giden bir hocanın odasına geçirdiler. Giden hoca eşyalarını toplamış, birkaç şeyi ortalıkta bırakmıştı. Dışarıda bıraktığı şeylerden biri İYİ Parti’nin sembolü bir biblo ve onun gibi şeylerdi. Sehpanın üzerinde de “Şehitler ölmez, vatan bölünmez” yazan bir süs eşyası sanki öylesine kalmış gibi bırakılmış.

İade edildiğimi öğrenmek de saçma sapan bir histi. En çok “saçma” ve “tuhaf” kelimelerini kullandığımı fark ettim. “Saçma” her şeyin yerine geçiyormuş gibi geliyor. Telefonlar, mesajlar, kutlamalar, tebrikler… Ne için tebrik ediliyorum? Ne yaptım ben? Neyi kutluyorum? Böyle tuhaf bir duygu

Eski arkadaşlarınla ilişki nasıl gidiyor?

Pelin:Bütün bunlar hiç olmamalıydı” diyenler vardı. “Döndün ya, buna da şükür. Paranı aldın mı?” diyerek sadece bununla ilgilenenler de vardı. “Buna da şükür” lafını birkaç defa duyunca bende alerji yarattı tabii. Nesine şükür? Doktoramı yurtdışında yapıp bu bölüme gelmiştim. İlk geldiğimde de çok dışarıdan biri gibi hissettirilmiştim. Hâlâ da kendimi ait hissettiğim bir yer değildi. Ama sınıfın kapısını kapattığım zaman öğrenciyle olan ilişkiyi seviyordum. Biraz Derya gibi hissediyordum doğrusu. Haftada iki saat dersim ve danışmanlıklarım vardı. Maaş karşılığı on saati tamamlamak için seçmeli bir ders açmıştım, bir yüksek lisans, bir doktora öğrencisi vermişlerdi. Eskiden bu seçmeli dersi verirken çok kaynaklı, çok ödevli, öğrenciyi aktif hale dönüştüren çok farklı şeyler yapardım. Bu sefer bunları yapacak enerjim de isteğim de yoktu. Bir taraftan da öfkeliydim. Eğitim Fakültesi’nden üç kişi ihraç olmuştuk, yaprak kıpırdamamıştı. Niye bu bölüm için bir şey yapayım ki diyordum. Hevesim kalmamıştı. Emekli olana kadar burada çalışmak zorundayım diyordum ki, tekrar atıldım. O heves tekrar gelir mi diye düşünüyordum, ama artık akademisyenlik defterinin benim için kapandığını biliyorum.

Birkaç hafta önce tekrar atıldığın kararı asıl bildirildi?

İkinci dönemin ders hazırlığını yapmaya gittiğim gün personel dairesinden gelen mail’i gördüm. Dümdüz bir ilişik kesme belgesi yollamışlar: “Yukarıda adı yazılı kişinin üniversitemizle ilişiği kesilmiştir”. Ne bir açıklama ne bir mahkeme kararına atıf. Önce anlamadım zaten, sonra personel dairesini aradım, daire başkanı kem küm etti biraz, sonra da üniversitenin İstinaf Mahkemesi’ne başvurduğunu ve oradan gelen karar nedeniyle falan diye bir açıklama yaptı.

Dördüncü sınıf öğrencileriyle ilk defa karşılaşmıştım geçtiğimiz dönem. “Hocam, siz nereden geldiniz, sizi hiç görmemiştik” diyorlardı. “Akademik kariyer nasıl yapılır?” diye soranlar oluyordu. “Ben size anlatayım” dedim. (gülüyor) Yaşadıklarımızı anlatınca çok şaşırdılar. “Nasıl yani? Sadece düşüncenizi ifade ettiğiniz için mi bütün bunlar oldu?” Öğrenciler mi çok apolitik, bambaşka bir yerde mi yaşıyorlar? Bu şaşırma haline şaşırıyordum ben de. İkircikli, içinde her türlü garip duyguyu barındıran bir ruh hali içindeydim. Yeni yeni odaya ufak tefek eşyalar, tablolar, çocukların oyuncakları gibi şeyler götürmüştüm ki, biraz bana ait bir yere dönüşsün. Hepsini bir günde toplayıp boşalttım odayı, kitaplar hâlâ arabanın bagajında duruyor.

Derya: Benim odam bomboş, bir kolonya, bir kupa ve çekmecedeki birkaç atıştırmalıktan başka bana ait hiçbir şey yok. Duvarlar boş, kitaplıklar boş. Ne ben oraya aitmişim gibi ne de oda bana aitmiş gibi. Her an çantamı alıp çıkabileceğim eğreti bir hal.

Meral: “Tuhaf” bizim durumlarımızı anlatan en güzel sözcük galiba. Derya göreve ilk iade edilenlerdendi, üniversiteye döndüğü gün ben de ona eşlik ettim. Hepimizin ilk günkü tecrübesi birbirine benziyor galiba. Bir yandan gülüyoruz, bir yandan ağlıyoruz sessizce. O gün de öyle oldu. Yedi-sekiz yıldır içinde olduğumuz genel tabloda değişen bir şey yok.

Yıllardan sonra ilk defa kampüse gittiğimde, kendimi orada çok yabancı hissediyorum. Her okula gittiğim gün bir distopyaya yolculuk yapıyormuşum gibi. Ne orası eskiden bildiğim yer ne de ben eski benim. Eskiden bir grup insanla oluşturduğumuz, içinde daha iyi bir üniversite için mücadele ve dayanışma barındıran olumlu bir hava vardı. Bu yok artık.

Bir arkadaşının iade kararına kendisininkinden daha çok sevinç gösteriyor galiba insan…

Kesinlikle. Derya’nın döndüğü gün Eğitim-Sen’de basın açıklaması yapılmıştı, orada da söylemişti. “Herkes dönmediği müddetçe bu süreç tamamlanmayacak”. Kendi iade kararımı, uzun süredir çektiğim bir sağlık sorunum için doppler çekilirken öğrendim. Ben bir sedyedeyim, doktor doppler çekiyor, uzun süren bir işlem bu, o esnada çantamdaki telefon o kadar sık ve o kadar ısrarla çalıyor ki, doktor “Galiba acil bir durum, isterseniz bakın” dedi. Açtım: Avukatım iade kararını iletti. “Doktordayım, arayacağım” diyerek kapattım. Hiçbir şey hissedemedim. Sevinç değil kesinlikle…

Sonra hemen diğer arkadaşlara ne karar çıktığını öğrenmek istedim. Toplu dönüş müydü? Eğer öyleyse sevineceğim çünkü. Hepimizin başlangıç noktası aynı, ama farklı uygulamalara maruz bıraka bıraka bizleri farklılaşan durumlara getirdiler. Benim farklılık gösteren bir durumum da vakıf üniversitesi öğretim üyesi ve çok tekil konumda olmamdı. Okulda aslen üç imzacıydık, diğer iki arkadaşımız ikinci imzacıydı. İlk hafta yükselen tepkileri görerek bildiriyi imzaladıkları için çok kıymetli bence onların imzaları. Neyse ki, üniversite sadece ilk listeyi baz aldı. Sadece ben atıldım.

Aradan geçen yedi yılda, ben de akademik şevkimi, alanın konularına ilgimi kaybetmişim. Derya’nın da dediği gibi, eskiden gece gündüz çalışırdık. Öğrencilere yol açmak, onlar için en iyisini yapabilmek, müfredatları oluşturmak, bir şey öğretebilmek, yanı sıra tutkuyla çalıştığın konular… Atıldıktan sonraki yedi-sekiz yıl boyunca hiçbir şeye dönüp bakmadım, bakamadım.

Üniversiteye, akademik faaliyete dönmek nasıl geldi?

Bizim atıldığımız dönemde doktoralar hızla bitmiş, aynı dönemden arkadaşlar doçent, hatta profesör olmuşlar. “Ayrılmadan önce verdiğim derslere dönmem gerekir, yani öyle olmasını isterim” dedim. Ancak, yedi yıl boyunca o dersleri veren yeni insanlar gerçeği var artık. “Bu yedi yıl içinde o dersleri başka arkadaşlar verdi. Syllabus’ları, malzemeleri ellerinde hazır, onlardan geri almak olmaz” dendi. Bu konuda hiçbir çelişki yok onların zihninde. Ben de bu tartışmaya güç ve anlam ithaf edemediğim için “Tamam” dedim, “ben de seçmeli açarım”. Doktora döneminden bir arkadaşım, “Derslerde makalelerini okuttum” dedi. Muhtemelen tektir. Çünkü bu yedi-sekiz yıl boyunca, daha önce yazdığım çizdiğim hiçbir şeye atıf yapılmadı. Birileri makale yazıyor, o alanda yapılmış doktora tezim var, hiçbir atıf yok. Bu akademinin en basit teamülüne bile aykırı aslında. Doktoradan dönem arkadaşlarım, birlikte çalıştığım insanlar beni yok saydılar yazılarında, derslerinde, işlerinde. Bunu yapmayan bir arkadaşımız oldu, işte o makaleleri izlencesine koyup, öğrenciye okutan. Bizim bölümdeydi, başka bir vakıf üniversitesine geçti. O ayrılınca atılmadan önce verdiğim birkaç dersi tekrar üstlendim. Açtığım seçmeli derslerden de birini sürdürdüm, böylelikle aşırı bir ders yükü oldu omuzumda. Dönüş süreci bu ilk dönemde fiziken de buldozer gibi geçti üzerimden.

Lisansta dört sınıfa da ders veriyorum, toplam 200 küsur öğrencim var. Öğrencilerle iletişim bana iyi geliyor. Ama zihnen ve bedenen yoruluyorum. Sınıfta öğrencilerle mutlu oluyorum, heyecanlanıyorum, sonra mutlu olduğum için kendime kızıyorum. Hep böyle ikircikli hal devam ediyor. Çok sevdiğim bazı arkadaşlarımın yakın zamanda ret aldığı gün yine dibe vurdum. Olumlu ya da olumsuz, bitsin artık bu arafta kalma hali. Neredeyse sekiz yıl geçmiş, o süre boyunca yok hükmündesiniz.

Doçentlikle ilgili yeni düzenlemeler, performans kriterleri getirilmiş. Birkaç kere oturup, “yazacak olsam ne üzerine yazmak isterdim” diye başlıklar çıkardım, liste öylece duruyor. O anlamda dönüş daha sancılı. Akademide kalmaya devam edeceksem yazmam gerekiyor, ki ekmek parası için devam etmeliyim. Tekrar ayda bir maaş yatması çok önemli. Bunu söylerken de yüksünüyoruz, çünkü hâlâ bu noktaya gelemeyen çok arkadaşımız var. Sonuçta nereye varacak, bilmiyorum… Doçent olup olmamak eskiden olduğu gibi umurumda değil açıkçası. Artık tek anlamı özlük haklarımın artıp maaşımın biraz daha yükselmesine yol açacak olması.

İçimiz soğumayacak hiçbir zaman. Kaybolan zaman telafi edilemez. Döndüğümüz yer de zaten aynı yer değil. Akademinin içinin nasıl boşaltıldığını atılmadan önce de görüyorduk. O değişim çok hızlı tamamlanmış. “Mış gibi” yapma ve eyleme hali normlaşmış, tıkır tıkır işliyor, herkes de gizli bir ittifakla kabul ediyor. “Ya hocam yazıverin bir şey, bir sempozyuma bir bildiri gönderiverin, puan ve hedef odaklı olun…” minvalinde aslında iyi niyetli şeyler de söyleniyor açıktan. Ama bu bana batıyor. Şu anda bunlarla uğraşmak çok saçma geliyor. Bunu yapamayacağımdan değil, seri halde üretebilirim. Metin incelemenin, metin oluşturmanın, araştırma yöntemlerinin dersini veriyorum. Verirken elbette pek çok fikir geliyor aklıma, öğrencilerle de paylaşıyorum. Bunları yazıya dönüştürmek işten değil bir bakıma. Topluca geri dönüşler olursa, işleyişi dönüştürebileceğimiz akademik birliktelikler, ağlar oluşursa, o zaman belki bu anlamsızlık duygusu da kalkabilir. Ama bunca yara aldıktan sonra, bu zor görünüyor.

Bundan sekiz yıl öncesine dönsek. Hayatınızı alt üst eden bildirinin ortaya çıktığı günleri, ortamı nasıl hatırlıyorsunuz? Bildiriyi nasıl bir düşünceyle, nasıl bir ihtiyaçla imzalamıştınız?

Esra: 2015 ortalarında başlayan bir süreç bu. Kürt halkının yaşadığı bölgelerde şiddet ortamının oluşması… Ben Kamu Yönetimi hocasıyım, süreci zaten yakından takip ediyorduk: İç güvenlik paketleri çıkıyor, mülki idarenin amirlerinin kolluk kullanma yetkileri artırılıyor… “Ne oluyor?” diye araştırmaya sokağa çıkıyoruz. Kaymakamların bizimle kurduğu dil bambaşka. Sokağa çıkma yasakları uzuyor. O bölgeden öğretmenler çekiliyor. Kamu politikası araçlarıyla hazırlanan bir süreç. Bunun rahatsızlığını yaşıyoruz, görüyoruz. Böyle bir ortamda bir bildiri çıktı.

Bu bildiriyi onaylayan arkadaşlarımız Cumhurbaşkanlığı düzeyinde orantısız bir şiddete maruz kaldı. Ardından “Kanlarıyla duş alacağız” gibi şeyler geldi. Bildiri metni 11 Ocak’ta açıklandı. Baktım, bizim bölümün sekiz hocası imzalayanlar arasında, ayrıca üniversiteden 21 akademisyen. Kamu yönetimi, siyaset bilimi alanından başka üniversitelerden de çok sayıda arkadaşım imzalamıştı. 12 Ocak akşamı arkadaşlarımla yan yana durmak amacıyla “Ben de imzalıyorum” diye mail attım.

Akademiya bulantı hissi uyandırıyor. Her şey “mış” gibi, ders vermeler “mış” gibi, akademik işler “mış” gibi… Sadece niceliğin öne çıktığı bir “mış” gibi ortamı. Her şey normalmiş gibi devam etmek mümkün değil. Herkes döndükten sonra bile, hiçbir zaman normalleşmeyecek. Eşyanın tabiatına aykırı, hiçbir şey eskisi gibi değil, biz de değiliz.

Yayınlandıktan sonra mı bildiriden haberdar olmuştun?

Bildiriyi görmüştüm. Hemen imzalamadım. O anki iş yükünden mi, başka nedenle mi hatırlamıyorum. Normal koşullarda kalsaydı, belki hiç imzalamaycaktım, bilmiyorum. Bildiriyi okuduğumda hemen taraf olmak açısından düşünmedim. Bir imza metninin böyle bir şiddetle karşılaşabileceği aklımızın ucuna gelmezdi. Gerçi tarihte örnekleri var. Ama cumhurbaşkanının açıklamasından sonra, o tarihi ânın tekerrür ettiğine aydım. Ve o zaman taraf olmam gerektiğini düşündüm.

Barış İçin Akademisyenler’i daha önce duymamıştım. Ama ortadaki ciddi sorunların farkındayız, bunu başka kanallarda da sorguluyoruz. Öğrencilere iç güvenlik yasa tasarılarıyla ilgili yüksek lisans ödevleri yaptırıyorum… Metni imzaladığımda arkadaşlarımla toplanıyorduk. “Ertesi gün fakülteye gitsek mi, gitmesek mi?” Bir şehit cenazesi vardı; “acaba saldırıya uğrar mıyız, linç girişimi olur mu?” Yerel gazetelerde arkadaşların üzeri çarpılı fotoğrafları yayınlanıyor, İçel-Tv gibi bir yerel televizyonda imzacı meslektaşlarımız isimleri verilerek hedef gösteriliyor… Böyle bir ortam vardı. Tabii bu kadar uzun süreceğini de düşünmüyordum. Mücadele edeceğiz ve bu süreç geri çekilecek. “Başaracağız” duygusu hâkimdi. Sonra, 15 Temmuz vesaire üst üste geldi.

Derya: Ben bildiriyi bir e-mail yoluyla öğrendim sanırım. Hiç düşünmeden imzaladım. Hâlâ da bu tür çağrıları imzalıyorum. İmza çok işe yarayacağından değil ama, başka bir şey yapamadığım için, “Hiç olmazsa bunu yapayım” diyerek yaptığım bir şey imza atmak. Metnin şurası bana uymazmış, burası aklıma yatmazmış diye hiç düşünmedim. Sonuçta, o metin milyon değişik şekilde yazılabilirdi, ama birileri yazmış, önümüze koymuş, “Hadi böyle bir çağrı yapıyoruz” demiş. Bana da imzalamak düşer dedim.

Siz gittiğinizden beri burada işler çok kötüleşti” gibi şikâyetler dinledim epey. “Nasıl bu hale geldi üniversite?” diye şaşırıyor arkadaşlar. Yedi-sekiz yıl önce bas bas bağıra bağıra “Bakın bunlar oluyor burada” dediğimiz şeyler bunlar. Bir de “Döndün ya, buna da şükür. Paranı aldın mı?” diyerek sadece bununla ilgilenenler var. “Buna da şükür” lafı alerji yarattı. Nesine şükür?

O günlerin siyasal atmosferini nasıl hatırlıyorsun?

11 Ocak’ta bildiri ilan edildi. Ardından cumhurbaşkanının açıklaması geldi ve 15 Ocak’ta sabahın erken saatlerinde gözaltına alındık. Cuma günüydü, malûm cuma günü alırlar, bırakacaklarsa da pazartesiden önce bırakmazlar. Makineli tüfekli, sivil kıyafetli terörle mücadele polisleri lojmandaki evimize geldiler, kapımıza dayandılar. Ama haklarını vereyim, kaba davranmadılar, “Hocam, hocam…” diyerek lojmanlarda bildiriyi imzalamış kim varsa gözaltına aldılar.

O zamanki eşimle birbirimizden haberimiz olmadan imza atmışız, sonradan öğrendik, birlikte alındık evden. Lojmanlardan Emniyet’e, hastaneye, sonra tekrar Emniyet’e götürdüler. Emniyet’te ifade almak istediler. Avukatlarımız buna itiraz etti. Akşam saatlerinde savcılığa çıkarıldık. Kocaeli, malûm, görece küçük bir şehir. Biz çoğumuz Eğitim-Sen ve diğer emek ve demokrasi güçleri kanalıyla şehirle organik ilişkileri olan insanlardık. Adliye’ye geldiğimizde ciddi bir kalabalık vardı, öğrencilerimiz, meslektaşlarımız, bütün emek örgütlerinden insanlar saatlerce orada beklemiş. Bu arada, protesto eden öğrencilerimizin bir kısmını da gözaltına almışlar. Kocaeli Adliyesi’nin bodrum katındaki zindan gibi bir yerde, öğrencilerle karşılaştık.

“Tuhaf” durumlarımızı anlatan en güzel sözcük galiba. Avukatım iade kararını iletti. Hiçbir şey hissedemedim. Sevinç kesinlikle değil. Topluca geri dönüşler olursa, işleyişi dönüştürebileceğimiz akademik birliktelikler, ağlar oluşursa, belki anlamsızlık duygusu kalkabilir. Ama içimiz soğumayacak hiçbir zaman. Kaybolan zaman telafi edilemez.

Mersin’in aksine, siz şehirden bir destek gördünüz yani…

Evet. O akşam geç saate kadar hepimizin ifadesini aldılar. Dışarıda kalabalık hâlâ bekliyordu. Ve pazartesini beklemeden o gece bıraktılar bizi. O kalabalık olmasa muhtemelen bırakmayacaklardı. Sonra, üniversitedeki soruşturma başladı ve bu süreç sonuçlanmadan 1 Eylül’de ihraç edildik.

Bir grup imzacı Karaburun Bilim Kongresi’ndeydik. Sabah cep telefonumu açtım, yüzlerce mesaj. Gece yarısı çıkarılan bir KHK’yla ihraç edilmişiz. Ertesi gün İzmit’e döndük. Pazartesi günü odalarımızı boşaltmaya okula gittik. Sonrasında Kocaeli Eğitim-Sen şubesinde toplandık. Kabaca ne yapacağımıza karar verdik: Şehirde kalmaya devam edeceğiz, mücadelemizi, dayanışmamızı sürdüreceğiz dedik.

Pelin: Barış Bildirisi sürecini 2015 yazına, Suruç’ta yaşananlara, ardından 10 Ekim’e bağlıyorum. O olaylar birçok şeyi değiştirdi. 10 Ekim’den sonra hiçbir şey eskisi gibi olamadı. Keza Suruç da öyle. Öldürülen siviller, çocuklar, derin dondurucularda cesetler… İnsanlar kapılarının önünden annelerinin cesedini alamıyor… O kadar çok şey birikmişti ki, artık iş son noktaya gelmişti. Bildiri önüme geldiğinde hiç düşünmeden imzaladım. Metni kim yazmıştır gibi şeyler aklıma bile gelmedi. Kendi korunaklı evlerimizde, ofislerimizdeydik. Yapabileceğimiz en basit şey oydu ve öyle bir ruh haliyle, gece mail’lere bakarken gördüm ve imzaladım.

Erdoğan’ın konuşmasını, bildirinin bazı çevrelerde infial yarattığını çok geç fark ettim. Okuldaydım, bir telefon geldi. Tanımadığım bir ses “Pelin Yalçınoğlu musunuz?” diye sordu, “Vatan hainisiniz, utanç kaynağısınız” dedi, kapattı. Kalakaldım. Muhtemelen Eğitim Bir-Sen’in üniversite temsilcisi diye düşündüm. Sık sık akşam dokuza kadar okulda kalıp çalışırdım. Yine öyle çalışıyordum, bölüm başkanı geldi, kapıdan baktı, çok anlamsız bir şekilde “Senin adın Pelin Yalçınoğlu’ydu, değil mi?” dedi, güldü, gitti. Sonradan, bildirinin yerel radyolarda haber olduğunu anladım. “Teröristler” diye fotoğraflarımız basılmış. Osmangazi Üniversitesi’ndeki arkadaşlara daha yoğun bir tehdit oldu. Fotoğrafları çoğaltılıp üniversiteye yakın mahallelerde telefon direklerine asıldı. Velhasıl böyle bir afişe edilme, hedef gösterilme hali.

Esra: Rektörlüklerle ortak yürütülen planlı bir sürece maruz kaldık. Kişisel verilerimiz, personel dosyalarımız, üniversite sitelerindeki fotoğraflar, bilgiler kullanıldı.  Bütün şehirlerde yerel televizyonlarda, gazetelerde aynı anda aynı şeyler yapıldı. Bunlar tesadüf değil. Bu toplu bir linçti ve planlanmıştı.

Pelin: Esra’nın görüşüne katılıyorum. Eskişehir’de de ilk haberler böyle yayıldı. Mankenler yapılıp “Sallandırmak lâzım bunları” dercesine üst geçitlere asıldı. Doğrudan can tehdidi hissetmedim, ama böyle şeyler oldu. Erdoğan’ın “Bunlara aydın mı denir, karanlık bunlar” sözleri bende büyük bir tehdit duygusu uyandırmadı. Ama daha yakından söylenen sözler sarsıcı oldu. Unutamadığım şeylerden biri mesela, bir kuzenim Facebook’ta, benim aralarında olduğumu bilerek mi bilmiyorum, “Akademik eşekler anırdı” yazmıştı. Bu benim için Erdoğan’ın sözünden daha yaralayıcıydı. Kendi adıma da değil, “Annem bunu görmüş müdür?” diye geçirmiştim içimden. Sonrasında, okulda açılan soruşturmada o dönemki rektör, dekan kendilerine savcı, yargıç rolleri biçti, isimlerimiz, dosyalarımız YÖK’e koşa koşa götürüldü.

Bu tür çağrıları imzalıyorum, imza çok işe yarayacağından değil, başka bir şey yapamadığım için. Metnin şurası bana uymazmış, burası aklıma yatmazmış diye hiç düşünmedim. Sonuçta, o metin milyon değişik şekilde yazılabilirdi, birileri yazmış, önümüze koymuş, “Hadi böyle bir çağrı yapıyoruz” demiş. Bana da imzalamak düşer dedim.

KHK’nın çıktığı akşamı da çok net hatırlıyorum. Gece yarısı Whatsapp grubundan haberimiz oldu. Bayağı ağlamıştım. Yakın oturduğumuz bir arkadaşıma gittim, beraber sabahladık. Sonra, Eskişehir’deki diğer imzacılarla bir araya geldik. İlk günler bir araya daha sık geldik tabii ve bu güç veren bir şey. Ama bir sabah uyandım ve şimdi ne yapacağım diye telaşa kapıldığımı hatırlıyorum. Ayağımın altındaki zemin kaymış gibiydi, o günü hiç unutmuyorum.

İkinci kez ihraç edilince daha az ağladım sanırım. Aslında aklımızın bir köşesinde hep duran bir ihtimaldi, yine de birdenbire bir ilişik kesme yazısı görmenin yarattığı bir şok oldu. Hâlâ buna çok kızgınım, bir satır yazı yazmamışlar, böylesi bir aşağılama, yok sayma… İki çocuğumuz var ve birden atılmış olmak, gelirimin olmaması… Bir günde yine hayata dair tüm planlarımız altüst oldu. Sadece benim için değil, korumaya söz verdiğim çocuklarım için de hayat değişti.

Meral: Benim zihnimde Hrant’a kadar uzanan bir süreç bu. Hrant’ın öldürülüşünden hemen sonra, akademik ağ içinde birlikte olduğumuz, birlikte çalıştığımız çok sevgili bir arkadaşımı tren kazasında yitirmiştim. Beni imzaya götüren şeyin oralarda başladığını fark ediyorum. Hrant’ın öldürülüşü, Ebru’nun tren altında kalması, TCDD ve kamusal ihmal ve sorumluluklar silsilesi meselesi… Derken, 7 Haziran seçimleriyle bir coşku, bir şeyler değişecek umudu. Ardından gümm! Suruç haberi. Sonrası çok hızlı. 10 Ekim, Ankara… 10 Ekim’de oradaydım. Bombalar patladığında, alana girmek üzereydik. İstanbul’a döndükten sonra da hayat bir daha hiç eskisi gibi olmadı. Pazartesi günü, sınıfta iki günlük boykot çağrısı yaptım. “Dün Ankara’da olanlardan sonra hayat hiçbir şey olmamış gibi devam edemez…” diye söze başladım. Öğrencilerden biri “Ne oldu ki hocam Ankara’da?” diye sordu. Bunu çok iyi hatırlıyorum. “103 kişi öldü, yüzlerce insan yaralandı dün Barış Mitingi’nde!” Benim boykot çağrısıyla sınıflara girdiğimi duyan dekan geldi. “İdari izinlisin, git biraz dinlen” dedi, aslında söylemek istediği “boykot çağrısı yapma” elbette.

Barış Akademisyenleri e-mail grubuna bir süredir üyeydim. Hep aynı duygu: Bir şey yapmalı! Ama, ne yapılabilir? Bir imza metniyle ses duyurmak. Yapabileceğimiz, elimizden gelen bu. İşim metinlerle uğraşmak, metin çözümleyip duruyoruz. Ama açıkçası ben de bildiri metninin sağına soluna hiç bakmadım. O noktada değiliz düşüncesindeydim. Bir ses çıksın, birileri de barışa çağrı yapsın. Erdoğan’ın konuşmasını nerede duyduğumu da gayet iyi hatırlıyorum. Bir kafedeydim, televizyon açıktı. Bir imza metnine karşı bu derece saldırgan bir tutum alış aşırı gelmişti, ama açıkçası o kadar da şaşırtmamıştı.

Çok ilginç, şimdi okula döndüğümde bariz bir fark görüyorum. O dönem çok sayıda öğrenci destek için odama gelmişti, yanımda olduklarını söylemişti. Yanı sıra, odamın kapısına “Üniversitemizde terörist akademisyen istemiyoruz” diye çeşitli öğrenci kulüpleri imzalı kâğıt asmışlar, benim haberim olmadan araştırma görevlisi arkadaşlar indirmiş.

Odamda arkadaşlar varken kapı çalındı, tanımadığım, başka bölümlerden olması muhtemel birkaç erkek öğrenci “Meral Camcı kim?” diye geldi, bir zarf verdiler. Baktım, kapıdan indirilen o kâğıt. Akabinde hakkımda soruşturma açıldı. O dönemki rektör bana önce “İmzanı çek” dedi, “sevilen bir hocasın, bizim açımızdan bir problem yok, imzanı çekip devam edebilirsin”. “İmzamı çekmeyeceğim” dedim. Bir hafta süre verdi. Bu sefer, “Madem imzanı çekmiyorsun, istifa et, akademik siciline bu işlenmesin” diye önerdi. “İstifa etmemi gerektiren bir neden görmüyorum” dedim. Yine bir hafta süre verdi. Çalıştığım vakıf üniversitesi ile YTÜ arasında bir hamilik ilişkisi vardı. O dönemki rektör YTÜ rektörünün benimseyeceği yolu takip edeceğini söyledi. Ve sözleşme feshiyle ilişiğimi kestiler, bir yıl sonra da KHK listelerine adımı verdiler.  

Sonradan tutuklanmanıza da yol açan Eğitim-Sen’deki basın açıklamasının konusu neydi, o gün nasıl gelişmişti?    

Vakıf üniversitelerinden sözleşmesi ilk elden feshedilen 21-22 kişiydik, kamudan da destek olan arkadaşlarımızla İstanbul Dayanışma Akademisi girişimimizin duyurusu için Eğitim-Sen 6 no’lu Üniversiteler Şubesi’nde bir basın açıklaması düzenlenmişti. “İşimizi kaybediyoruz, ama hâlâ imzamızın arkasındayız” diyen bir basın açıklamasıyla açık ders duyuruları yapacağız. Öncesinde kolektif bir metin yazılmıştı. Basın açıklaması için gelen 15-20 kişilik bir akademisyen grubu vardı. Metni kim okusun diye aramızda konuşurken “Tek kişi okumasın” dendi, “herkes birlikte okusun” önerisi de kabul görmedi. Onun üzerine birkaç kişi okumaya gönüllü olduk.

Nişantaşı Üniversitesi’nden atılan Muzaffer Kaya ile Yeni Yüzyıl Üniversitesi’nden atılan ben ve Boğaziçi’nde göreve devam eden Esra Mungan, Mimar Sinan Üniversitesi’nde çalışmaya devam eden Kıvanç Ersoy, biz dördümüz okuduk. Güzel de oldu, iki vakıf, iki kamu, iki kadın, iki erkek. Şöyle bir şey de var, bazı arkadaşlarımız gönüllü olmadı. Demek ki, o zaman da bir tehlike seziliyordu. Kendi adıma sezmedim. Çünkü ne imzanın ne de basın açıklaması okumanın bu raddede bir cezalandırma sürecine yol açacağına hiç ihtimal vermedim. Doğaya ve hukuka aykırı.

Demek reel siyasetten bihabermişim, bir bakıma hâlâ da öyleyim. Basın açıklamasının ertesi günü, zaten işsiz olduğum için fırsattan istifade, Fransa’da okuyan kızımın yanına gittim, on beş günlüğüne. O pazartesi sabah Esra, Kıvanç ve Muzaffer evlerinden gözaltına alınıyorlar. Benim evime de gitmiş polis. Eşim yurtdışında olduğumu söylemiş. O gün haberi aldığım andan itibaren dönmeye çalıştım. Çünkü bir sorumluluk. Dışarıda olduğunuz için “Oh ben yırttım” diyemiyorsunuz. Ağır bir vicdani sorumluluktu benim için.

Mehmet Fatih Traş bizim Mersin Dayanışma Akademisi’nin bir toplantısından çıkıp o gece intihar etti. Mersin olarak Dayanışma Akademileri’yle ilgili böyle büyük bir travmamız var. Yine de Birarada’nın kuruluşunda yer aldım. Bizden sonrakilere bir birikim bırakabileceksek, öyle yapılarla olabilir ancak.

Tutuklanacağını bilerek Fransa’dan gelmenin sebebi “sorumluluk” duygusu muydu?

Bir söz söylendi. Sözün sorumluluğu olduğunu düşünürüm. Barış istemenin ve bunun için bir “imza” atmanın karşılığı işten atılmak mı, gözaltı mı, tutukluluk mu? Bunun sonucu buysa madem, göğüs germek gerek diye düşündüm. Çünkü haklıyız. Elbette KHK -ve KHK’yla gelen sivil ölüm– başka mesele.  O raddede bir hıncı idrak etmek zor. O dönem demek ki dayanışma ve mücadeleye hâlâ inanç ve tutku taşıyormuşum. Bugün öyle hissetmiyorum, daha yalnızlaşmış olduğumu görüyorum. O zaman bir tutum almıştık ve onun gereğini yapıyorduk, tereddüt yaşamadım.

Bu biraz mizaçla da alâkalı muhtemelen. O zaman Avrupa’dan, Avrupa akademisinden epey dayanışma mesajı geldi, “Destek olalım, kal” dendi, buradan Barış Akademisyenleri içinden arkadaşlarımız da “dönme” dediler. Ama kalsaydım rahat hissetmezdim. Şimdi saçma olduğunu düşündüğüm şeyler de geçiyordu aklımdan: Benim yurtdışında olduğum halde geri dönmem diğerleri için de olumlu bir etki yaratabilir, onlar üzerindeki şaibeyi de kaldırabilir diyordum. Tabii ki öyle bir dünya yoktu. Yurtdışından döndüm ve “yurtdışına kaçma şüphesiyle” tutuklandım, 22 gün tutuklu kaldım, diğer arkadaşlarımdan iki hafta daha kısa. İç huzurum vardı, bu da insanı özgür kılıyor.

Aradaki yedi yılı aşkın süre ne gibi faaliyetlerle, nasıl iniş çıkışlarla geçti?

Pelin: 7 Şubat’ta ihraç edildik, 10 Şubat’ta her fakülteden arkadaşların, öğrencilerin, şehirden destekleyen dostların da gelmesiyle okuldan toplu halde çıktık. Eskişehir de bir anlamda Barış Akademisyenleri’ne sahip çıktı. Açığa alındığımız dönemden itibaren açık dersler vermeye başladık. Eskişehir Okulu adını alıp derneğe dönüştük. Sonra, ortak bir kararla, içimizden birkaç kişinin para ve emek koymasıyla bir kafe açtık. Eskişehir Okulu da tüzel kişilik olarak ortak oldu. Derslere altında seminer salonu, toplantı odası olan o mekânda devam ettik. Gece gündüz bütün enerjimi, vaktimi oraya verdim.

Öyle bir mekânın varlığının önemli olduğuna çok inandım. Böyle bir meşguliyete çok ihtiyacım vardı. Çok iyi hatırlıyorum. İhraç olduk, sabah kalkıyoruz, şimdi ben ne yapacağım? Dalgalı bir denizin ortasında gibi hissediyordum kendimi. Benim için tutunacak bir dal oldu o mekân. Ayrıca, herkese bir “oyun alanı” açmış olduk. Orada bir araya gelmek, şehirden gitmemek, üretmeye devam etmek, inat etmek… Hâlâ da duygusal olarak bağlı hissettiğim, benim için yoğun sembolik anlamı olan bir yer. Pandemiye kadar çok hareketli bir mekândı, pandemiyle birlikte zora girdi. Bugün de devam ediyor, ama ortaklıktan ayrılanlar oldu, ortakların bir kısmı yurtdışına gitti, vazgeçtiğimiz bir noktaya doğru geldi. İhraç olduğumuz dönemin çok anlamlı tarafları olmakla birlikte, çok yıpratıcı da bir süreç oldu. İnsan ilişkileri yıprandı. Biz de yıprandık.

Pandemi döneminde Balıkesir’e taşındım, evlendim. Üç yıl kadar Balıkesir’de kaldım. Üniversiteden atılmışım, kafe de çıktı hayatımdan, çok garip hissettim kendimi. Uzun zaman yurtdışında yaşadım, ama kendimi bu kadar gurbette hissettiğim bir dönem hiç olmamıştı. Çünkü hiçbir kimliğim yoktu. Çok yüce anlamlar yüklediğim için değil ama, yaptığım iş, mesleğim tabii ki benim kimliğim haline gelmişti ve hiçbiri yoktu. 2023’te iade kararı çıkınca Eskişehir’e döndük, ama ne burası eski Eskişehir ne de ben eski benim.

İlk yıllar başka bir mücadele enerjisi vardı. Sanki üniversiteden atılmamışız da yeni bir şey kuruyormuş gibiydik. Kocaeli Dayanışma Akademisi de, Birarada da, Aramızda da, Kampüssüzler de, Eskişehir Okulu da devam ediyor. Bir yere kadar geldik, ama hayalini kurduğumuz şeyi gerçekleştiremedik.

Esra: Ben sendikada mücadele etmeye karar verdim. Oraya daldım, orada yalnız kaldım. Sendikanın içindeki politik grupların ortasında çok zorlandım, çok yıprandım. İki yıl sendika içinde kalmaya çalıştım. Mehmet Fatih Traş bizim Mersin Dayanışma Akademisi’nin bir toplantısından çıkıp o gece intihar etti. Mersin olarak Dayanışma Akademileri’yle ilgili böyle büyük bir travmamız var. Yine de Birarada’nın kuruluşunda yer aldım. O arkadaşlar bana her zaman güç verdi, hâlâ da Birarada benim için bir kaçış yeri, çok önemsiyorum. Birarada’da kurumsal bir araştırma enstitüsü olma, okul kimliğine bürünme çabası var. Bizden sonrakilere bir birikim bırakabileceksek, öyle yapılarla olabilir ancak. Tabii bu bizlere bağlı, orada ders açarsak, dahil olursak, emek verirsek büyüyecek. Ama anlaşmazlıklar çok şeye gölge düşürüyor. Biz Mersin’de ikiye bölündük. Herhalde mücadeleye gücü yetmeyen insanlar birbirine sarıyor.

Mersin Üniversitesi’nden ihraç edilen Esra Ergüzeloğlu (ortada)

Temel ayrışma noktaları neler?

Esas olarak ideolojik konular değil, daha çok kişisel çatışmalar. İdeolojik çelişkiler de olabiliyor tabii, örneğin sendika içinde çok fraksiyon var. Küçük küçük örgütlü gruplar, her birinin tutum alışları farklı. Örneğin bir ara, gruplardan biri üyelerine “Şu aralar görünür olmayın, geri çekilin” talimatı verdi. Bir politik grup böyle bir karar alabiliyor. Dolayısıyla, niye hareketsiz kalındığının da arkasını biraz kazımak gerekiyor. Her şeyi korkuyla açıklamak doğru değil. 15 Temmuz’dan sonra tutum alışlar sendika içinde de başkalaştı.

Beş bin KESK ihracı, 150 bin Gülen ihracı var. KESK ihraçları için alınan her tavır Gülen hareketiyle, o polis ve askerlerle de kesişmek durumunda kaldı. Zor durumdu arkadaşlarımız için, boşa koysa dolmuyor, doluya koysa almıyor. Öğretmen ihraçları geliyor, “Biz de ihraç olduk, niye bizimle ilgilenilmiyor, hep Barış imzacıları” diye sitem ediyorlar.
Politik partide örgütleniyorsunuz: “Hep mi KHK, biz senelerdir neler yaşıyoruz!” Herkesin haklı olduğu bir taraf var. Biz “hayatta kalanlarız”. Hayatta kaldığımız için şanslı gruptanız. Bizim yaşadığımızın tekil bir şey olmadığının farkındayım. 12 Eylül sonrasında 1402’likler de üniversiteden ihraç edildi. Sürekli tekrarlanan bir döngü. Bu döngünün içindeki tutum alışlarımız bizim geleceğe bırakacağımız şey. Bizden önceki kuşağa göre daha çok ses çıkarttığımızı düşünüyorum. Onlar sol çevreler içinde kalmış, bizim mücadelemiz biraz daha genişledi. Çünkü biz çok daha kalabalık olarak bunu yaşadık. Ve susmuyoruz.

10 Ekim’den sonra hiçbir şey eskisi gibi olamadı. Keza Suruç da öyle. Öldürülen siviller, çocuklar, derin dondurucularda cesetler… İnsanlar kapılarının önünden annelerinin cesedini alamıyor… Bildiri önüme geldiğinde hiç düşünmeden imzaladım. Kendi korunaklı evlerimizde, ofislerimizdeydik. Yapabileceğimiz en basit şey buydu.

Meral: Cezaevinden çıktıktan sonra, ilk etapta atılmış olan vakıf üniversitelilerle Kampüssüzler diye bir grup kurduk. Kampüssüzler hiç tüzel kişilik olmadı. Olmasını hedeflemedik, hep tanımların ve kısıtların dışında kalmak istedik. Bir Dayanışma Akademisi olarak açık dersler, okuma atölyeleri yaptık. Bugün de varlığını sürdürüyor, ama az sayıda katılımla. Dayanışma ağlarına etki eden pek çok faktör var. Her birimizin bireysel olarak yaşadığımız meseleler, yurtdışına çıkanlar, hastalıklar, kayıplar, yorgunluklar… Sonuçta, o dönemden bugüne Kampüssüzler yapılanması içindeyim. Az ve öz, hâlâ devam ediyoruz.

Derya: İlk yıllar başka bir mücadele enerjisi vardı. Sanki üniversiteden atılmamışız da yeni bir şey kuruyormuş gibiydik. 28 Eylül 2016’da kalabalık görkemli bir açılışla Kocaeli Dayanışma Akademisi’ni kurduk. Bütün şehirlerden arkadaşlarımız geldi. Alternatifleri tartışıyoruz, sadece Kocaeli bazında konuşmuyoruz, Eskişehir’e, İzmir’e, Mersin’e, Ankara’ya gidiyoruz, Birarada’yı kuruyoruz. Aslında, bunların hepsi hâlâ devam ediyor. Kocaeli Dayanışma Akademisi de, Birarada da, Aramızda da, Kampüssüzler de, Eskişehir Okulu da devam ediyor. Ama bizim onlarla duygusal bağımız aynı değil.

Bizim atılmamıza varana kadar verilmesi gereken tepkiler verilmediği için iş buraya kadar geldi. Üniversitenin o ürkek, parmak ucunda yürüyen akademisyenlerinden zaten bir şey beklemiyordum. Hadi bizimki taşra üniversitesi, ama Ankara Siyasal’dan 80 hoca ihraç edildi, bari ona güçlü bir ses çıksaydı! Sonuçta, bizi dövdüler, diğerlerini korkuttular.

Bu oluşumların, yapıların dönüştürücü bir etkisi, kalıcı olması mümkün mü?

Niyetimiz tam da buydu. Bir yere kadar geldik, ama hayalini kurduğumuz şeyi gerçekleştiremedik. Hiçbir şey yapmadık diyemem. Yaptıklarımızı çok büyütmemek, ama yok saymamak da lâzım. Örneğin, Kocaeli Dayanışma Akademisi’nde yurtdışından fon bularak iki yıllık Hayat Bilgisi Okulu diye bir çalışma yaptık. Düzenli seminerler, yaz okulları ve hatta bir de uluslararası konferans düzenledik. Bunlarla bağlantılı yayınlar da çıktı. Dayanışma Akademileri’nde dili değiştirmeyi, ders mantığını, hoca-öğrenci ilişkisini kaldırmayı amaçladık. “Alternatif” demiyoruz, bu “başka” olanı ana akımlaştırmak istiyoruz, alternatif olarak kalmak istemiyoruz. Derdimiz bütün eğitim-öğretim anlayışını dönüştürmek. Bunlar üzerinde kafa yorduk, tartıştık. Belli noktalara kadar da geldik sanırım, ama hayalini kurduğumuz şeye yaklaşamadık bile.

Bunun olmaması daha çok maddi kaynak yetersizliğiyle mi ilgili, yoksa kültürel, sosyal nedenler mi?

Maddi nedenler önemli ama, onun dışında nedenler de var. Belki enerjimiz azaldı. Belki birbirimizin halini daha az anlar olduk, birbirimize sabrımız azaldı. Baştaki dayanışma ruhunu kaybettik. Baş edemediğimiz birtakım kişisel özellikler öne çıktı. Ben en çok bu tür şeylerde zorlandığımı fark ettim. İyi bir şeye niyetlendik, güzel hedeflerimiz vardı, bir yol aldık. İyisiyle de kötüsüyle de bizden sonrakilere örnek olsun. Onlar bayrağı devralsın, bir adım ileri götürsünler. Tek tesellim böyle bir devamlılık olabilir.

Esra: Ben umutsuz bir noktada değilim. Üniversiteye döndüğümde, öğrencilere bakıyorum, ihraç olduğumuzda onlar 13-15 yaşlarında çocuktu. Yaşadıklarımızı bilmelerine, analiz etmelerine imkân yok. Anlatabildiğim kadar anlatırım, onlar da kendilerince değerlendirir, bir iz kalır zihinlerinde. O iz belki 20 sene sonra onlarda bir şey yaratır. Hayata böyle bakmayı, küçük tohumlar, küçük izler bırakmayı önemsiyorum. Bizim de politik duruşumuz geleceğe kalacak. O yüzden kaçış noktalarını inşa etmeye devam etmemiz gerekiyor. “Üniversiteye döndük, bitti” gibi bir şey asla söz olmamalı. Yarın yine benzer bir şey yaşayacak gibi bir arada durabilmeliyiz. Bir aradalığı kaybettiğimiz, küçük ayrıntılar üzerinde kavga ettiğimiz, ayrıştığımız zaman moralsizleşiyoruz.

Meral: KHK’lananlar her anlamda hayatta kalma çabası veriyorduk. Dört-beş yıl önce bir toplantıda şöyle demişim: “Eğer kampüslerde ders vermeye, çalışmaya devam eden meslektaşlarımız hiçbir şey olmamış gibi devam edeceklerse, biz hiçbir şey yapamayacağız, hiçbir şeyi değiştiremeyeceğiz.” O konfor alanlarının biraz dışına çıkmadıkları sürece bir şeyi değiştiremezdik, ki bunu yapan tek tek örnekler oldu, haklarını yemeyeyim. Ama topyekûn, mücadeleyi birlikte görünürleştiren bir süreç yaşanmadı. “Mağdur” demek istemiyorum kendimize, ama maruz kaldığımız ve sonuçları bizler açısından ağır olan bir süreç var. Dayanışmayı talep etmek, dayanışmayı örmek, bu varoluş mücadelesinin mecralarını, mekânlarını oluşturmak da yine bize kaldı böylece. Bizim gücümüz çok sınırlıydı ve bu süreçte gitgide güç kaybettik. En başta daha inançlıyken, giderek tökezlemeye başladı dayanışmalar, çünkü herkes dayanmanın son raddesine geldi. Yurtdışına çıkışlar oldu mecburen, burada başka işlere el atanlar oldu, yine mecburen. Kendi acına değil de başkasının acısına bakmak çok daha zor. Mehmet Fatih’in intiharı önemli bir dönüm noktası. Onulmaz bir yara.

“Mağdur” demek istemiyorum kendimize, ama maruz kaldığımız ve sonuçları bizler açısından ağır olan bir süreç var. Dayanışmayı talep etmek, dayanışmayı örmek, bu varoluş mücadelesinin mecralarını, mekânlarını oluşturmak da yine bize kaldı. En başta daha inançlıyken, giderek tökezlemeye başladı dayanışmalar, çünkü herkes dayanmanın son raddesine geldi.

Yurtdışına çıkmaya nasıl karar verdiniz? O tecrübe nasıl geldi?  

Derya: Pek iyi gelmedi açıkçası. Yurtdışında daha önce uzun yıllar yaşamıştım ve o defteri kapamıştım. Hiç istemeyerek gittim. Dayanışma Akademileri’nde tıkanmıştık. Ekonomik olarak hiçbir kaynağım yoktu. Öte yandan, boşanmış ve İzmit’ten İstanbul’a taşınmıştım. Bu süreçte bir yıl kadar terapiye de gittim, feminist bir terapistin dayanışma desteğiyle. Tüm bu yükü kaldıramaz bir noktadaydım. O koşullarda başka seçenek kalmamıştı önümde. Pasaportlardaki tahdit kalkınca, Eylül 2020’de Fransa hükümetinin Pause programından yararlanarak Fransa’ya gittim. Pandemi koşullarında, ilk yıl minicik bir stüdyo daireye kapanmış oldum. Online Fransızca dersleri alıyordum. Orada da bir Dayanışma Akademisi vardı, ona dahil oldum. Fransa’daki imzacı arkadaşların ve bir grup Fransız akademisyenin kurduğu Türkiye’deki Barış Akademisyenleri ve İnsan Hakları Savunucularıyla Dayanışma Derneği idi adı. Üye sayısı da aktivitesi de az bir dernekti, ama bir ucundan tutmaya çalıştım. Akademik olarak hiçbir şey yapamıyordum. Fransız akademiyası da toplumu gibi dışardan gelenleri içine almıyor. Frankofon arkadaşlar için bile entegre olmak pek mümkün olmadı, onlar da kalıcı işler bulamadı. “Niye buradayım, ne yapıyorum?” sorusu kafamda dolanıp durdu. Anlaşılan o ki, orada karşılaştığımız akademik bir dayanışma değil, bir çeşit hayırseverlikti. Bu sadece benim tecrübem olsa bu kadar altını çizmezdim. Bizim koşullarımızda gidip de orada entegre olan kimseye rastlamadım. Sadece doktora yapan genç arkadaşları bunun dışında tutabilirim sanırım. Karşılaştıkları çeşitli zorluklar bir yana, üniversitelerle doğrudan ve zorunlu bağları nedeniyle bize göre daha entegre oldukları söylenebilir.

Meral: Ben 2016’da tahliyenin ardından, iki yıllık bir bursla Almanya’ya gittim. Almanya’daki iki değerli meslektaşım burs veren kuruma başvuru sürecini adıma yürütmüştü. Burs ben cezaevinden çıkınca netleşti. O zamanki duygum şuydu: Arkadaşlarım çok çaba harcadı, bu emeğe saygısızlık edemem ve halen öğrenciliği devam eden bir çocuğum var. Okuldan atılalı kısa bir süre olmuştu, atılmanın maddi ağırlığını son yıllardaki kadar yaşamamıştım. Cezaevi sürecinin dayanışmacı etkileri halen üzerimdeydi, henüz artçı etkilerini yaşamamıştım. Benim Almanya tecrübem de Derya’nın Fransa tecrübesiyle çok benziyor. Giderken henüz KHK’lı değildim. KHK’landığımı orada öğrendiğimde ayağımın altından halı kaydı gibi hissettim. Zemini çektiler ve yüz üstü yere yapıştım. KHK sonrası Almanya’daki bir buçuk yıl zordu. “Burada sıkıştım kaldım, dönemeyeceğim” korkusu yıpratıcıydı. İşte cezaevi sonrası ertelenen etkiler o esnada üzerime boca oldu. Sıkışmışlık, sınırlara hapsolma durumu, iradene müdahale edildiği düşüncesi… Temel duygum buydu. Bir buçuk yıl boyunca her sabah dönmeye hazır gibi yaşadım. Bu insanı hepten kifayetsiz kılıyor. Akademik anlamda benden bekleneni yapamamış olabilirim, ders vermenin haricinde. Burs bitiminde de bir yıllık uzatma ihtimali olmasına rağmen döndüm.

Derya: Biz istemeden, yani koşulların zorlamasıyla gittik, ama gitmeyi isteyen ya da koşulları gitmeye zorlayan pek çok başka arkadaşımız da gidemedi. Onlara destek olmaya çalıştık, ama maalesef pek başarılı olamadık.

Burslardan yararlanma konusunda dayanışmacı bir mekanizma oluşturabildiniz mi?

Meral: Burs dağılımına eşitlikçi ya da hakça diyelim, kimi yön verme girişimleri oldu. Ancak, kendi düşüncem ve duygum, bu girişimlerin hangi saikle olursa olsun yerini bulamayacağı yönündeydi. Barış Akademisyenleri’nden kimilerinin çok iyi niyetlerle bazı girişimler oluşturduğunu biliyorum. Ama içim rahat olmadı bu konuda hiçbir zaman. Sorumluluk meselesi bana çok ağır geldiği için herhalde, kimsenin sorumluluğunu üstlenemeyeceğim belki. Aynı cenahtaki insanların burs başvurusu gibi süreçlerde –bu burslar akademik değil, risk altındalık başlığında olduğu için– birbirini değerlendirmemesi gerektiğini düşünüyorum.

Göreve iade kararıyla bu süreç hukuki olarak kapanmadığı gibi ruhen de kapanmadı. Siyaseten kuyruğu dik tutuyoruz, ama duygusal olarak o kadar dik tutabildiğimizi söyleyemem. İçimizden bir şeyler koptu gitti. Her yara sahibini acıtıyor elbette. Biz bunlardan şikâyet ediyoruz, ama bir yandan da üniversiteye dönmemiş arkadaşlarımız var. Bunun suçluluğunu da yaşıyoruz.

Bu değerlendirmede kriterler neydi, mekanizma nasıl işliyordu?

O oluşumların içinde yer almadım, ama bir risk değerlendirme skalası ve buna göre bir yönlendirme oluşturulduğunu biliyorum. Meşakkatli, zorlu bir iş. Ancak hedeflediğine ne derece ulaşabildi bilemiyorum. O kadar çok faktör var ki sürece etki eden. Bu tür tablolar bütün faktörleri göremez, değerlendiremez kanımca. Kimsenin durumunu değerlendiren konumda olmak istemem. Kendi adıma böyle bir yükün altına giremem. Biraz önce, affetmek ve azletmek meselesinden söz etmiştim; adaleti tesis etmek yükümlülüğü de bizde olmamalı. Risk değerlendirme belki işin bir tarafı, ama diğer tarafı seçme/elemeye çıkıyor.

Bu tür konular kamusal alana, kurumlara bırakılmalı. Burslara erişim meselesi verili akademi yapısından bağımsız bir konu değil. Sınıfsal arka plan, sosyal sermaye, yaş, deneyim, liyakat, dil, toplumsal cinsiyet akademide nasıl karşımıza aşılması gereken engeller olarak çıkıyorsa ve biz bunu nasıl çeşitli gerekçelerle eleştiriyorsak, risk altında akademisyenler bursuna başvuruda da öyle olmalı. Sonuçta birtakım networkler içinde olup olmamaya, akademik birikim, titr, CV’nin kabarıklığı ya da neoliberal üniversitenin alâmet-i farikası “proje” önerisinin göz dolduruculuğuna/ilham vericiliğine kadar gidebilir iş; elbette bunları ironiyle söylüyorum. Risk önceliklenen bir burs sisteminde, en çok ve en görünür biçimde riskten etkilenenden başlamalısınız.

Adil bir dayanışma ilişkisinde zaten bunun tartışması bile olmaz. Bir gecede iş kaybedenden, aş kaybedenden, doğrudan tehdit edilenden, yarını nasıl atlatacağının tasavvuru bile elinden alınandan, yani en kırılgandan başlamalısınız… Mesela, aynı durumda olanlar arasında dil bilenden değil bilmeyenden gibi; ikisi de risk altında olandan iş kaybetmeyenden değil kaybedenden gibi; iki iş kaybetmişten sözleşme feshiyle atılmış, lâkin başka bir kurumda çalışması en azından henüz engellenmemiş olandan değil KHK’lanandan gibi; KHK’lanmış, ama başka bir düzenli geliri olandan değil hiç kaynağı kalmayandan gibi… Bu elbette birinciler risk altında değil anlamına gelmiyor, ama görece de olsa aciliyet halinde biraz daha dayanabilirler, sıra bekleyebilirler ya da risk başlığı altında değil, ama her yıl onlarcası açılan akademik destek burslarına başvurabilirler, buna imkânları var anlamına geliyor. Madem birtakım kurumsal yapılar risk ve acil durum bursları sunuyor, en azından bir süre daha maddi destek ve ortam sağlıyorlar, öte yandan kendi bünyelerinde de bizi birtakım tehditlere maruz bırakan akademik özgürlükler pek de umurlarında değil, o vakit bırakalım o kurumlar ve onların kurulları değerlendirsin. Biz de gerekirse o kurumları eleştirelim. Ama işte birbirimizi eleştiremiyoruz. Halen sürecin o kadar içindeyiz ki, bu süreçte o kadar çok yerden saldırı aldık ki, birbirimizi incitmemek adına da susuyoruz çoğu zaman. Belki her şey bittiğinde samimiyetle konuşulabilir. Ama şimdi değil.

Burslar konusu açılmışken OFF University girişimini çok olumlu bir örnek olarak eklemek isterim. İki barış imzacısının, Julia Strutz ve Tuba İnal Çekiç’in büyük emeğiyle yürütülen bu proje kapsamında yurtdışı bursu alamamış, çıkamamış, çıkmayı tercih etmemiş pek çok KHK’lı akademisyene tandem-ders verme imkânı ve araştırma desteği sağlandı. Bu çok kıymetli.

Çağlayan Adliyesi’ndeki bir duruşma sonrası (Foto: Nazım Dikbaş)

İhraç edildiğiniz ilk günlerde meslektaşlarınızdan, KHK’lanmayan imzacılardan toplu bir tepki beklemiş miydiniz? Güçlü bir tepki gelmemesi sizde hayal kırıklığı ya da kırgınlık uyandırmış mıydı?

O ilk anlarda, o sıcaklık içinde böyle bir beklentide olduğumu hatırlamıyorum. Beni attıklarının ertesi günü, çalıştığım okuldan bir hoca istifa etti. İstanbul Üniversitesi’nden de hocamdı, oradan emekli olmuş, YYÜ’ye ders saati ücretli profesör olarak geliyordu. Çok kıymetli bu… İşime son vermeleri nedeniyle, gerekçesini de açık açık söyleyerek istifasını verdi. Sonra da akademiye hiç dönmedi. Çok iyi bir çeviri hocası ve çevirmendi. Çevirmenliğe devam etti. Benim gördüğüm tek örnek odur. Çok çeşitli biçimlerde tepki gösterilebilirdi, gösterilmedi.

Kendisi de ikinci imzacı olan doktora danışman hocam her zaman yanımdaydı. Kendi alanımızda üretime devam edebilmemiz için bir bilimsel araştırma ve uygulama kooperatifi kurmamıza öncülük etti. Bu da çok anlamlı bir destektir. Bir de çeviribilim alanından iki meslektaşımın Almanya’daki süreçte gerek bireysel gerek akademik alan açma destekleri çok nettir.

Derya: Kocaeli’de kentin emek-demokrasi kitlesinden dayanışma, destek gördük. Bu tabii azalarak devam etti. Kocaeli Üniversitesi’nde çeşitli fakültelerden 50-60 akademisyenin oluşturduğu Nasıl Bir Üniversite? adlı bir platformumuz vardı; atıldığımız ilk yıl bir grup arkadaşımız bize düzenli olarak maddi destekte bulundu. Sonrasında biz istemedik, çünkü Kocaeli Dayanışma Akademisi olarak iki yıllık bir proje almıştık. Hayatımızı onunla döndürebilirdik. Kocaeli görece küçük bir şehir olduğu için ilk yıllar her hafta toplanmaya, bir arada durmaya devam ettik, aktif, dayanışmacı bir destek vardı. Moral olarak iyi durumdaydık. Ama zamanla çözülmeyi, uzaklaşmayı Kocaeli’de bile hissettik. Başlangıçta daha çok yanımızda yöremizde olanların bir kısmı zaman içinde uzaklaştı.

Onların kendi içlerinde ne yaşadığını bilmek zor. Bazıları çoluğunu çocuğunu alıp yurtdışına gitti, başka hayatlara başladı. Bir kısmı Eğitim-Sen’e, şuraya buraya bağış yaparak kendisini rahatlattı. Belli bir süre sonra, bizim atılmamız, “yokluğumuz” normalleşti. Aramaya sormaya devam edenler kaldı tabii. Diğerleri ise bizim için, “Ölmediler, yaşıyorlar, demek ki problem yok” diye düşündüler herhalde. “X yurtdışına gitmiş, kurtarmış kendini. Y evlenmiş, o da kurtarmış…” Herhalde böyle rahatlattılar kendilerini.

Halbuki bunların hiçbiri hiçbir şeye çare olmadı çoğumuz için. Hepimiz ayrı ayrı arafta kalmaya devam ettik. Her şeyin bir sonu var, dayanışmanın da bir sonu var galiba. Nasıl ki bizim kendi içimizde mücadele ve dayanışma gücümüzde bir gerileme olduysa, başta bizimle dayanışanlarda da öyle olmuş olabilir. Hiç yanımızda olmayanlar içinse söyleyeceğim bir şey yok.

Pelin: Bizim atılmamıza varana kadar, birçok noktada verilmesi gereken tepkiler verilmediği için iş buraya kadar geldi. Üniversiteden bir tepki beklemedim, isterdim tabii, ama gerçekçi değildi. Üniversitenin o ürkek, parmak ucunda yürüyen akademisyenlerinden zaten bir şey beklemiyordum. Ama biz 20’den fazla kişi atıldık ve bu kadar sessiz kalınması yine de… Hadi bizimki bir taşra üniversitesi, ama Ankara Üniversitesi’nden, hem de Siyasal Bilgiler’den, Cebeci Kampüsü’nden 80 hoca birden ihraç edildi, bari buna güçlü bir ses çıksaydı! Çıkan sesleri de sadece biz duyduk. Barış İçin Sinemacılar, Barış İçin Gazeteciler gibi başka meslek grupları da ortak bildiriler imzaladı, ama zaten hep tanıdığımız insanlardı. Küçük bir grubuz demek ki diye düşündüm. Ben daha kişisel düzeydeki ilişkilerde, daha çok isyan ettim. Mesela, birlikte yaptığımız yayınlarla doçent olan arkadaşlardan ses yok. “Sen nasıl böyle bir şey yaparsın?” diye bile ses yok. Ölü taklidi! Hâlâ ses yok, çok acayip. Bunlara daha çok şaşırıyorum. Sonuçta olan şu: Bizi dövdüler, diğerlerini korkuttular.

2023 seçimleriyle siyasal gidişatın değişeceği, ihraç edilen herkesin üniversitelere döneceği gibi bir beklentiye girmiş miydiniz?

Esra: Öyle bir beklentim olmadı, ama olması için yapılacak ne varsa sonuna kadar yaptım. (gülüyor) Umutvar değildik, ama elimizden geleni yaptık. Bence o da boşa gitmedi, hiçbir emek boşa gitmiyor.
Pelin: Seçimlerde bir değişiklik olacağına, böylece herkesin tek kalemde geri döneceğine inanmak istedim herhalde ve tabii ciddi bir hayal kırıklığı yaşadım. Önceki seçimlerde bir değişim olacağına dair umudum yoktu. Ama bu sefer, hukuk yoluyla ihraçların geri döneceğine inancım kalmadığı için, bunun ancak bir iktidar değişikliğiyle olabileceğine inanmıştım. Hayal kırıklığı çok uzun sürmedi, galiba kabullendim, “yapacak bir şey yok” noktasına geldim.

Derya: Seçim bende kesinlikle ümit yaratmıştı. Fransa’daydım ve benim iade kararım çıkmıştı. Türkiye’ye dönmek üzereydim. Orada hep imzacılar ve imzacıların etrafındaki insanlarla birlikteydik. İade kararlarının başlaması, seçim sonrası dönebilme ihtimalleri, iltica eden arkadaşlarda bile bir yükseliş hali yaratmıştı. İlk tur oyu orada, ikinciyi burada havaalanında kullandım. İlk turda üzerimizden bir TIR geçti. Pelin “çabuk kabullendim” diyor, benim aklım hâlâ almıyor. Öte yandan, şaşırmama da şaşırıyorum, nasıl bu kadar öngörüsüzmüşüm diye. En nihayetinde seçim sonuçları da bu ülkede yıllardır süregelenlerin bir parçası, ya da sonucu, şu ya da bu biçimde.

Bu sekiz yıl boyunca yaşadıklarınız hayata, siyasal mücadeleye, siyasete bakışınızı nasıl etkiledi?

Meral: Zor soru. Akademide 13 yıllık geçmişim vardı, kendi alanımda tutkulu, disiplinli, çalışkan biriydim. O tutku kalmadı. Siyasal, toplumsal meselelere duyarlıydım hep evet, ama şimdi daha politik olduğumu düşünüyorum. Başka başka üniversitelerden, alanlardan, şehirlerden, başka şartlarda bir araya gelemeyecek insanlarla çok değerli arkadaşlıklar kurdum.

Siyaset bilimi çalışan arkadaşların bakış açılarıyla çok zenginleştiğimi fark ediyorum. Bu süreçte o kadar çok sosyologla yakınlaştım, onların aracılığıyla o kadar çok kaynağa ulaştım ki, disiplinlerarası perspektifim de genişledi. Dediğim gibi, daha politik bir insan olduğumu düşünüyorum. Cezaevi sürecinde söylem düzeyinde de politik bir duruş oluşturabildiğimi gördüm, böyle bir potansiyelim olduğunu bile bilmiyordum. Potansiyelin yaşanan deneyimle açığa çıktığını düşünüyorum. Evet, başka biriyim artık. Siyaseten daha bilinçli okuyabiliyorum dünyayı sanki.

Pelin: Bende de Meral’in dediğine benzer bir etki oldu sanırım. Sonuçta, yedi-sekiz yılı da bu kimlikle geçirdik: İmzacı. Her girdiğiniz ortamda, her yeni tanışmada konu illâ ki buraya geliyor. Dolayısıyla, her şey politikleşiyor. Bir de akademide yerimi bir türlü bulamamıştım. Doktoramı devlet bursuyla Amerika’da yaptığım için burada bir network’ün içinde değildim. İhraçtan sonra tanıştığım akademisyenler arasında ilk defa “ait olabileceğim yer burası” duygusunu yaşadım. Hayata benzer yerlerden baktığımız insanlarla tanışmak bir keşifti benim için. Ayrıca, akademinin bozulan, çürüyen yapısı içinde kalmakla dışında kalmak arasında bir fark var. Biz dışarıda kalarak birçok zorluk yaşadık ama, çoğaldık, başka yerlere aktık, başka şeyler öğrendik, başka bağlantılar kurduk. O anlamda zenginleştirici ve tabii ki değiştirici bir süreç oldu. Ve evet, başka bir yerden, başka bir zenginlikle bakıyorum ben de şimdi.

Derya: Sahip olduğumuz düşüncelerimizle bu dönemde üniversitede olmaktansa olmamak, özellikle kadın arkadaşlarla aramızda bize “iyi ki atılmışız” dedirten şeydi. Bu süreçte hem insan olarak hem kadın olarak hem akademisyen olarak çok güzel insanlarla çok güzel dostluklar kurdum. Yaşadığımız bütün kayıplara rağmen, çok öğretici oldu. Atıldıktan sonra, özellikle ilk yıllarda, kendimi daha rahat hissettiğim ortamlarda buldum. Benzer ilkelere sahip, hayata benzer yerlerden bakan insanlarla bir arada olmak öğretici, geliştirici bir şeydi.

Memur tipi akademisyenlik bana çok uzak geliyordu. Atıldıktan sonra akademisyen kimliğinden aktivist kimliğine hızlı bir geçiş oldu. Aktivistliğe çok yatkın olduğumdan değil muhtemelen, ama “değiştirici, dönüştürücü bir şeylerin parçası olmalıyım” ihtiyacıyla, o eylem senin bu eylem benim, bu duruma çabuk uyum sağladım. Sadece ülke meselelerine, kendi meselemize ilişkin değil, genel anlamda bir politikleşme ve aktivistleşme süreci oldu benim için.

Esra: Ben de politik anlamda daha keskinleştim diyebilirim. Zaten inatçı biriydim, o inadım iyice üzerime yapıştı. Alanım siyaset ve kamu yönetimi olduğu için sendikada ve sonra siyasal parti içinde aktifleşince üzerinde çalıştığım alandan laboratuvara geçiş yapmış gibi oldum. Yayın yapamıyorum, kitap yazamıyorum, akademik çalışmalar geride kalıyor diye içim içimi kemiriyordu, ama buralardaki faaliyetle akademisyenlik bütünleşti. O açıdan, siyasal anlamda geldiğim yer iyi hissettiriyor bana. Yapmak istediğim şeyi yapıyorum, olmak istediğim fraksiyonun olmak istediğim parçasına emek veriyorum, beğenmediğimle kavga ediyorum.

Her şeyin bir zamanı vardır ya, tam anlamıyla yüzleşmenin zamanı gelmedi. Barış Akademisyenleri süreci ancak herkes döndükten sonra, tekrar birbirimizle yüz yüze, yan yana ve samimiyetle bu süreci konuşabilir olduğumuzda kapanacak herhalde. Şimdi odaklanmamız gereken ret alan arkadaşların görünürlüğünü sağlamak, onların sesini duyurmak. Onlarla olmak.

Yakın ilişkilerin, dostlukların sarsılması, maddi ve manevi kayıplar… Bütün bunlar ruh halinizi nasıl etkiledi, etkiliyor?

Esra: Özel hayata, kişisel dünya alanına gelince, o düzeydeki travmayla henüz tam olarak yüzleşemedim. Çünkü bu süreç daha bitmedi, içindeyiz.

Derya: Siyaseten kuyruğu dik tutuyoruz, ama duygusal olarak o kadar dik tutabildiğimizi söyleyemem. İçimizden bir şeyler koptu gitti. Bunda Dayanışma Akademileri’nde yaşadığımız hayal kırıklıklarının da büyük etkisi oldu.

Esra: Bu sürenin hepsi aynı şiddette geçmedi. Travmatik dönemler oldu, büyük yokluklar oldu. İnanılmaz şeyler yaşadık. Mesela, ev sahibim oturduğum evi satmış, yeni ev sahibi beni çıkartmak istiyor. Pandemi dönemindeyiz ve çocuğumla birlikte kapının önünde kaldım. Sonra bakıyorum, bütün toplum böyle anlar yaşıyor, evden atılıyor, sokakta kalıyor. Ama çocuğumla birlikte sokakta kalmak müthiş bir travmaydı. Çocuğum bunu nasıl hissediyor duygusu, boşanma sürecinin travması, bütün bunlar çok sarsıcıydı. Normalde daha çok üstünde durmam gerekirdi, ama duramadım, fırsatım olmadı. O kadar çok sorun birikti ki, şimdi artık küçümsüyorum. Bu tür şeylerin olağan, herkesin başına gelen sıradan şeyler olduğuna kendimi ikna ediyorum. Politik süreçlere girdiğimden beri toplumun çok daha ağır şeyler yaşadığını daha çok görüyorum. Savaştan çıkmış evleri gezdik, savaş koşullarından göç etmiş insanları ziyaret ettik, çocukları tutuklu ailelerle konuştuk… Daha derinde, çok daha derin acılar da var. Kişisel yaşadıklarımı gözümde biraz önemsizleştirdim sanırım.

Pelin: Ben dönem dönem kaygı bozukluğuyla, anksiyete, depresyonla mücadele ettim. İhraçtan bir süre sonra ilaç kullanmaya başladım. Arada terapi de aldım. Kendimi iyi hissettiğim anlar da oldu, çöktüğüm anlar da… Dalgalanmalı oldu. İnsanı büyüten de bir şey. Bunlar bu coğrafyada hep tekrar eden şeyler. Annem mesela çok sağduyulu yaklaştı, “Bunlar burada hep oldu, bizim çocuğumuzun başına gelmese başkasına olacaktı” diyordu. Babam daha kötü etkilendi. Kimi arkadaşlarımız daha içe dönük, daha bireysel mücadele ettiler. Ben kalabalık içinde olmayı, birlikte davranmayı, bir şeyler organize etmeyi seviyorum. Bunların beni ayakta tuttuğunu fark ettim. Kimi zaman daha direngen, kimi zaman daha zayıf… Böyle geçti. Mesela, bugün bunları konuştuktan sonra birkaç gün biraz çökeceğim muhtemelen.

Meral: Ben de Esra gibi, durup yüzleşmediğimi düşünüyorum. Zaman zaman fasılalarla oluyor bu, ama galiba hayata tutunma içgüdüsüyle çokça üstünü örttük. 2018’de Türkiye’ye döndükten sonra, Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın cezaevi deneyimi sonrasına ilişkin bir programı vardı, ben de iki yıl kadar o program kapsamında hem tıbbi –ellerimde geçmeyen yaralar oluşmuştu– hem de psikolojik destek aldım. Yine de sürece dair tam anlamıyla yüzleşmenin zamanı gelmedi sanıyorum. Her şeyin bir zamanı vardır ya, onun zamanı gelmedi. Barış Akademisyenleri süreci de ancak herkes döndükten sonra, tekrar birbirimizle yüz yüze, yan yana ve samimiyetle bu süreci konuşabilir olduğumuzda kapanacak herhalde. Şimdi odaklanmamız gereken nokta ret alan arkadaşların görünürlüğünü sağlamak, onların sesini duyurmak. Onlarla olmak.

Bu söyleşi planlandığında iade olan ve işe başlayan dört kadın olarak konuşalım demiştik. O arada, Pelin’in iade edilip döndüğü okulla bir kez daha ilişiği kesildi. Bir arkadaşımızın hayatına bir kez daha hoyratça müdahale edildi. İşte yedi yıldır peşimizi bırakmayan araf bu. Pırıl pırıl akademisyenlere, bu “iyi insan” kaynağına reva görülen hoyratlık ağrıma gidiyor. Bu ülkenin böyle bir lüksü yok. Çok öfkeliyim. Bitsin de nasıl biterse bitsin. Yeter ki bitsin. Bu bir günde bir gecede hayatımızı irademiz dışında alt üst eden haksız hukuksuz süreç bitsin. Ve biz yolumuza bakalım artık.

Evet kayıp çok, ama kazanç da var. Bu süreçte birbirini bulan insanlar, meslektaşlar, arkadaşlarız artık. Birlikte bambaşka bir yol kurup, yine de hayatta kalabileceğimiz birliktelikler kuruldu. KHK’lı arkadaşım Bediz’le (Yılmaz) çorbacı açma hayalimiz var. Çorba tarifleri topluyoruz yıllardır. Elimiz de lezzetli… Neden olmasın? Onu yaparız. Yeter ki bu belirsizlik, bu araf ve her an her şeyin ters yüz olabileceğini, iade edilmişken, bir yandan var gücünle tekrar sınıftayken her an gelebilecek bir tebligatla her şeyin sil baştan bitebileceğini bilerek süregiden bu askıda olma hali sona ersin.

Derya: 2016 ocak ayında bildirinin yayınlanmasıyla başlatırsak, sekiz yıl çok uzun bir süre. İlk yıllar coşkunun, dayanışmanın, birlikte bir şey yapmanın verdiği anlam duygusunun öne çıktığı yıllar. Ona paralel, öfke… Sonradan fark ettim o yıllarda ne kadar yoğun öfke duyduğumu. Öte yandan, çeşitli nedenlerle hissettiğim suçluluk duygusu. Bunun bir nedeni, yaşadıklarımızın bu kadar öne çıkması. Türkiye’de çok kötü şeyler oluyor ve biz bu çok kötü şeylerin bir kısmına tepki olarak küçük bir şey yaptık. Yaptığımız çok küçük bir şeydi. Bitsin artık bu ve bunları konuşmayalım. Bu da çelişkili bir şey, bir yandan unutulmasını da istemiyorsun. Çünkü bireysel bir şey değil, bu coğrafyaya ilişkin bir şey. Bir yandan da bunun merkezinde bulunma halinden rahatsız oluyorsun.

Başka bir suçluluk duygusu da akademik olarak iş yapamama hali. Akademinin anlamsızlığı konusunda ne kadar ikna olsam da bir şey yapamamanın suçluluk duygusundan asla kurtulamadım. Ayrıca, ne kadar anlamlandıramasam da sanırım kafamın gerisinde “Akademi kimlere kaldı? Bir şeyler yapmak lâzım” düşüncesi de var galiba. Suçluluk ve rahatsızlık duygusu sürekli didikliyor.

Neticede, geçmek bilmeyen, bitmeyen, dinmeyen bir anksiyete. Bütün bunları yaşarken, üniversiteye dönmeyi de anlamlandıramıyorsun. Niye buradayım? Hep bir geçicilik hali. Bu geçicilik haliyle yıllar geçti, geçiyor.

Birçoğumuz orta yaş denebilecek bir yaşta maruz kaldık bu sürece. Orta yaş insanların hayatında bir şeylerin yerli yerine oturduğu, kişiliğiyle, yaptığı işle kendini şu ya da bu biçimde kanıtladığı, yani nispeten rahat ettiği bir dönem olmalı. 40’lı-50’li yaşlarda biz böyle bir çalkantı yaşıyoruz. Yeniden başlasam desen başlayamıyorsun, bitirsem desen bitiremiyorsun. Göreve iade kararıyla bu süreç hukuki olarak kapanmadığı gibi ruhen de kapanmadı. Her yara sahibini acıtıyor elbette. Biz bunlardan şikâyet ediyoruz, ama bir yandan da üniversiteye dönmemiş arkadaşlarımız var. “Biz en azından maaş alıyoruz, şikâyet etme” diyorum kendime. Bunun suçluluğunu da yaşıyorum.

O kadar çok insan o kadar ağır dertler yaşıyor ki bu ülkede! Ne yazık ki ortak mücadele alanlarını kuramıyoruz. Başka bir suçluluk duygum da buradan kaynaklanıyor. Günün sonunda, “Beceremedik” diyorum. Başlardaki dayanışma ruhunu kaybettik, saçma sapan şeylerle çözüldük, birbirimizden ve hedeflerimizden uzaklaştık. Bizden önce yürünmüş benzer yolları da dikkate alarak “Bir şeyler yaptık, umarım bizden sonrakiler daha iyisini yapar” diye düşünmeye çalışıyorum. Her şeye rağmen bu sürecin öğretici deneyimlerinin bize kazandırdıklarının önemli olduğunu düşünüyorum. En değerlisi de geriye kalan sağaltıcı dostluklar, özellikle de biz kadınlar arasındakiler.

^