YILDÖNÜMÜNDE 6 ŞUBAT DEPREMLERİ –V: ÇOCUKLARIN TRAVMALARI VE EĞİTİM SORUNLARI  

Söyleşi: Anıl Olcan
10 Şubat 2024
SATIRBAŞLARI

6 Şubat depremlerinin üzerinden bir yıl geçti. Geriye dönüp baktığınızda zihninizden silinmeyenler neler?

Eda Dönmez: Çaresizlik. Hatırlarsınız, ilk günlerde Hatay depremin vurduğu illerin arasında bile sayılmıyordu. Ben Samandağ, Defne ve Antakya’ya 10 kilometre uzaklıktaki Karaçay’da yaşıyordum. Samandağ’daki yıkımdan depremden iki gün sonra haberdar oldum. Ne ulaşım ne de iletişim vardı. Kardeşim İstanbul’da, Göç İdaresi’nde çalışıyor. Depremi duyar duymaz uçakla Hatay’a geldi. Yollar tıkalı olduğu için Antakya’dan Karaçay’a yürüyerek 12 saatte gelebildi. Onun telaşını anlamsız bulmuştum, belki de şoktaydım. Bizi görünce “Attığım her adımda sizi göremeyeceğimi düşündüm. Hatay’ın yok olduğunu gördüm. İnsanlar çığlık çığlığa yağmur altında yakınlarını arıyor” dedi. Çevremizdeki insanlar da bir süre sonra “O da ölmüş, şu da ölmüş” demeye başlayınca çok fazla insanın hayatını kaybettiğini anladım. Gerçeği algılamaya başlayınca öğrencilerimi merak ettim. Evet, hayattaydık, ama depremler durmuyordu. Dışarda kendimizi koruyamayınca çok çaresiz hissettim. Tarif etmekte zorlandığım bir çaresizlik bu.

Eda Dönmez

Karaçay’da durum nasıldı? Etrafınıza baktığınızda neler gördünüz, neler hissettiniz?

Çatısı kopmuş, duvarları çatlamış binaları görünce fiziksel bir acı hissettim. Ruhsal acının fiziksel acıya dönüştüğünü hatırlıyorum. İnsan bir şeylerin bittiğini anlayınca kaskatı kesiliyor. Kardeşim, ablamın ve annemle babamın hayatta olduğunu söylemişti. Ablam babamın büyük hayallerle yapmaya çalıştığı evde oturuyordu. Babam hep bir aile apartmanımız olsun istemişti. Ama apartmanın sadece ilk katını bitirebilmişti, İkinci ve üçüncü katlar inşaat halindeydi. Annem “Bina perişan hâlde. Baban binayı görünce yıkılacak” dedi. Anneme öfkeyle “Babam bizi gördüğüne sevinsin” diye çıkışmıştım. Annem “Ama babanın ömrü gitti yavrum o ev için” dedi. Haklıydı, insan o ortamda bazı şeyleri mantıklı düşünemiyor. Evet, o binanın farklı bir anlamı vardı babam için. Yirmi sene önceki halimize dönmüş olduk.

Şokta olduğunuzu, bazı şeylerin farkına varamadığınızı anlattınız. Yaşadıklarınızın üstesinden gelmek için duygularınızı bastırdığınız söylenebilir mi?

Doğru. Kuzenim Adıyaman’daki İsias Otel’de vefat etti. Kardeşim gibiydi. Kuzenimin yasını tutmayı reddettim. Halbuki cenazesine katıldım, öldüğünü biliyordum. Cenazeden sonra koşa koşa koordinasyon merkezine gittim, kendimi meşgul etmeye çalıştım. Büyük felâketlerden sonra bazı insanlar daha inançlı hale gelebiliyor. Benim depremden sonra yukardakiyle aram açıldı. Her artçıdan sonra “Çok şükür bir şey olmadı” diyenlere “Neden şükür ediyorsunuz? Yaşama sevinci olan insanlar, bebekler, anneler gitti” diyordum. Yukardakine “Neden şehrime bunu yaşattın?” diye soruyordum. Artık “Burada üzüldüm, âşık oldum, sevindim” diye gösterebileceğim bir yer yok. İşaret parmağım bükülerek geri kaçıyor. Farkındayım, bitti. Yavaş yavaş hafızamızdan da silinecek bu sokaklar. Bu çok ağır bir his. Bazen ruhum daralıyor, ağlıyorum. Ama ilk altı ay bunları hiç hissetmemiştim. Kuzenimin, şehrimin yasını yedi-sekiz ay sonra tutmaya başladım. Kaybın kabulü aşaması uzun sürdü bende.

Ne oldu da kabul aşamasına geçtiniz?

Yazın İstanbul’a gitmiştim. İstanbul’da hayatın normal bir şekilde akıyor olmasına dayanamadım. “İnsanlar bu kadar mı umursamaz?” diye düşünüyordum. Bütün ailem çadırdaydı. Onlar çadırdayken temiz çarşaflarda yatmak bana ağır gelmişti. Hatay’a geri döndüğümde enkazlar kaldırılıyordu. Enkazlar toplandıktan sonra kalan boşluğu görünce “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Hiçbir anı canlanmayacak” dedim. Çünkü o anıların içindeki arkadaşlarınız da artık yoktu.

AFAD Antakya, Samandağ ve Defne’ye gelmiyordu. AKP ve MHP’ye oy veren bölgelere yardım ediyordu. Mesela, Belen ilçesi MHP’li, Altınözü ve Kırıkhan AKP’li. AFAD’ın yardımları genelde bu bölgelere gidiyordu. Gitsin tabii, ama Samandağ’ı neden görmediler?

6 Şubat’ta depremi nasıl yaşadınız?

İnsanlar “Deprem üç-dört dakika sürdü” diyor, ama benim için o süre on dakikaydı. O gece bardaktan boşanır gibi yağmur yağıyordu. Altı ve 12 yaşında iki oğlum var, uyuyorlardı. Soba yanıyordu. Soba harlıyken uyumak istemedim. O zamanlar ek gelir elde etmek için saksı boyuyordum. Sobanın sönmesini beklerken bir yandan da boyama yapıyordum. Saat 03:50 sularında dalmışım. Kısa bir süre sonra hafif bir sarsıntıyla gözümü açtım. Sarsıntının duracağını düşündüm. Çünkü deprem olduğu aklıma gelmemişti. Evimiz dere yatağına yakındı. Hava yağmurlu olduğu için derenin taştığını sanıyordum. “Deredeki büyük kayalar birbirine vuruyor herhalde” dedim kendi kendime.

Eda Dönmez oğulları Ali (arkada) ve Asaf’la birlikte

O sırada çocuklarım uyandı ve “Anne ne oluyor?” diye sordular. Onlara “Sel oluyor” dedim. “Peki anne ne olacak?” dediler. Çocuklarımı sakinleştirmem gerekirken onlara “Öleceğiz” dedim.  Çünkü yüzme bilmiyorduk. Bir ara sarsıntı azalıp tekrar başladı. Oğlum “Anne bu deprem” dedi. Çekmeceler açılıp kapanmaya başladı, evde ne var ne yoksa yere düştü. Tek şansımız elektrik gittiğinde duvardaki şarjlı lambanın açılmasıydı. Yere çömelmiştik. Çocuklarım iki yanımdaydı, sıkı sıkı tutuyordum onları. Kaskatı kesildik. Sadece ağzımız çalışıyordu, bağırıyorduk. Oğlum tekrar “Anne ölecek miyiz?” diye sordu. “Ölebiliriz. Biri bizi kurtarmaya gelmeden kimse bağırmasın, sesinizi tüketmeyin” dedim. Sarsıntılar bitince odanın kapısını açtık. Koridor geçilemez haldeydi. Küçük oğlumu kucağıma aldım. Büyük oğlumun elinden tuttum. “Anne yağmur yağıyor. Nereye gideceğiz?” dedi. “Bilmiyorum” dedim. Küçük oğlum çok üşüyordu. Battaniye alıp evden çıktık.

Kendinizi dışarı attığınızda sokakta nasıl bir ortam vardı?

Sokaktan “Eda, Eda” diye çığlıklar geliyordu. Komşularımız sarsıntıdan dolayı barajın patlayacağını ve evden çıkamayacağımızı düşünmüş. Kaçmaya çalışırken battaniye yere düşüp ıslandı. Islak battaniyeyle oğlumu sarmışım. O anda insan ne yaptığını bilmiyor işte. Dışarı çıkabilmiştik, ama nereye gideceğimizi bilmiyorduk. Karaçay mezarlığının yakınında üstü kapalı bir yer bulduk. Neredeyse bütün mahalle o alandaydı. Çocuklarımın ıslanan çoraplarını kurutuyordum. Ama ne fayda, ayakkabıları da ıslanmıştı. Uyumayı başarabilenler berbat bir sabaha uyandı. Sabah olunca bir komşumuz ineklerini sağmıştı. Ateş yakıp sütü kaynattık. Biraz süt içtik.

Sığındığınız toplanma alanındaki ruh hali nasıldı?

Başka insanlar gibiydik. Herkesin gözünde dehşet bir korku vardı. Kalabalığın içinde teyzemin kızını buldum. Kucağında yeni doğmuş ikiz çocukları vardı. Diğer çocuğu da henüz iki yaşındaydı. Üç çocuğuyla birlikte şoktaydı. Titriyor, ağlıyordu, kekeliyordu. Alanda çok fazla çocuk, engelli ve yaşlı vardı. Sabah saat 10 sularında çocuklar “Acıktım” demeye başladılar. Çocuklar “Acıktım” deyince çaresizlikten sinirleniyorduk. Saat 12 gibi evine girmeyi başaran bazı komşularımız zeytinyağı getirdi. Henüz olmamış zeytinleri bir kaba koyduk üstüne de biraz zeytinyağı döktük. Elimizde ne varsa zeytinyağına bandık. Bazen bisküvi bazen de kuru ekmek bandık zeytinyağına. Çocuklar “Bu zeytin çok acı” diyordu. O ortamda çocukların bu sözlerine kızıyorduk. Bir komşum köpeğinin karnını doyurmaya çalışıyordu. O ortamda köpeğin de bir canı olduğunu düşünmüyor insan. Sonradan bunları düşünemediğim için vicdan azabı çektim. Bir süre sonra sütten yoğurt yapmak geldi aklımıza. Çünkü süt içmek tok tutmuyordu.

Yerleşkemize Karaçay Eğitim Alanı diyorduk. İsmimizde “eğitim” kelimesini kullanmamız MEB tarafından yasaklandı. “Burada ücretsiz eğitim vermezsiniz” dediler. Jandarma ve Hatay Valiliği’nin baskısına maruz kaldık. AFAD eğitim alanımızın bulunduğu bölgeye konteyner kent kurmak istedi. Halk buna karşı çıktı.

Sığındığınız alanın Karaçay Mezarlığı’na yakın olduğunu söylediniz. Bu kadar çok can kaybının olduğu bir felâkette mezarlıkta neler gözlemlediniz?

Karaçay’da can kaybı azdı. Ama Antakya, Samandağ ve İskenderun’da hayatını kaybeden 30-40 civarında insan doğduğu toprağa defnedilmek için Karaçay’a getirildi. Normalde cenaze törenlerinde fatiha bir kişinin ruhuna okunur. Ama o kadar çok isim anons ediliyordu ki… Bir fatiha birçok cenazenin ruhuna gönderiliyordu.

Bir kadın defin sırasında, ölen oğluna “Neden Antakya’da ev tuttun?” diye öfkeyle bağırıp ağlıyordu. İki çocuğunu kaybetmiş bir kadın Allah’a “Birini bana bıraksaydın, onu koklayabilseydim” diye öfkeyle bağırıyordu. Bir aileyi defnetmek için büyük bir mezar açılmıştı. Ben Arap Alevisiyim, Nusayriyim. Normalde biz ölülerimizi ayrı mezarlara gömeriz. Ama o kocaman mezarın kenarlarına anne ve baba kondu, kucaklarına birer çocuk verildi. O ortamda mecburen böyle defnedildiler.

Karaçay’da genelde Nusayriler yaşar. Cenazelerimizi defnetmeden önce yıkarız, sonra toprağa veririz. Maalesef bazı cenazeler tek parça değildi, yıkanamadılar. Nusayriler güneş batarken cenazelerini defnetmez. Mecburen bazı cenazeleri akşam saatlerinde toprağa verdik. Çünkü cenazeleri bekletebileceğimiz morg yoktu. Kefen bulamadık, ölülerimizi beyaz kefenle gömemedik. Bazı cenazeler ceset torbasıyla defnedildi. Normalde cenazelerimize toprağa vermeden önce son bir kez bakarız, vedalaşırız. Enkazdan çıkarılan cenazeler yakınlarına gösterilmedi. Nasıl gösterilsin ki… Nusayriler ölülerinin ardından pilav ya da etli ekmek dağıtır. Kimse birbirine yemek gönderemedi. Çünkü kimse yemek bulamıyordu. Biz cenazemizi defnettikten sonra en az üç sabah mezarlığa gider, dua okuruz. Çoğu cenazeye ertesi gün bile gidilemedi.

Cenazelerimizle vedalaşırken bir aradaydık, ama definden sonra yasımızı doğru dürüst paylaşamadık. Yas evine gidemedik mesela. Yas evi neresiydi ki? Cenaze evi olsa bile nasıl gidebiliriz? Arabalar için yakıt bulamıyorduk. Ayrıca arabalar ailelerin yaşam alanıydı. İnsanlar ya arabalarda ya da seralarda kalıyordu. Ölülerimizi defnettikten sonra kendi canımızın derdine düşüyorduk. Kimisi yardım tırlarından erzak almaya çalışıyor, kimisi de üşüyen çocuğunu ısıtmaya çalışıyordu.

Siz hayatta kalabilmek için neler yapıyordunuz?

Beton zeminde uyuyorduk, yer yatağımız yoktu. Evden iki yorgan ve beş battaniye alabilmiştim. İki-üç battaniyeyi üst üste koyarak yer yatağı yapmaya çalışıyorduk. Üstümüzü örtmek için de battaniyeye ihtiyacımız vardı. Ne kadar örtünsek de ısınamıyorduk. Çünkü kenarları açık, sadece çatısı olan bir çardakta kalıyorduk. Günde belki bir-iki saat uyuyabiliyordum. Karaçay’a bir tır dolusu battaniye gelmişti. Oğlumla birlikte battaniye almak için yardım tırının yanına gittik. Tırcılar bir an önce kasalarını boşaltmaya çalışıyordu. İnsanlar nerede, nasıl sıraya gireceğini bilmiyordu, kargaşa vardı. Bir akşam içi su dolu bir tır geldi. Tırın yanına gittim. Bırakın içmeyi yüzümüzü yıkayacak suyumuz yoktu. Sıraya girmek işe yaramıyordu. Bazen aldığın şey de işe yaramıyordu. Bir keresinde bana bebek bezi verdiler. “Bebek bezine ihtiyacım yok” dedim. “İhtiyacı olan birini bulursun” deyip bezi elime tutuşturdular. Düzensizlikten bazı yardımlar kullanılamaz hale geliyordu. Yardımların dağıtımı insanca yapılmadığı için de yardıma ihtiyacı olanlar da insanlıktan çıkıyordu.

Oyuncak dağıtımı düzensiz ve bilinçsizce yapıldığı için travmalara neden oldu. İstediği oyuncağa ulaşamayan çocuklar kriz geçiriyordu. Ama insanlar “Çocuklara oyuncak dağıttık, onları sevindirdik” diyordu. Çocukları böyle bir yöntemle sevindirmek doğru değildi.

Dışarıdan gelen gönüllüler var mıydı?

Türkiye’den ismini hatırlayamayacağım kadar çok sivil toplum örgütü Samandağ’a yardım etti. Bir Arada Yaşarız Eğitim ve Toplumsal Araştırmalar Vakfı (BAYETAV) ilk gelen sivil toplum örgütlerinden biriydi. Bedii Sabuncu Anadolu Lisesi az hasarlıydı, gelen yardımlar okulda depolanıyordu. Yardımları tasnif etmek gerekiyordu. Yardım malzemelerini büyük salonuna taşıyorduk. Zaten depremden sağ kurtulmayı başaran yöre halkından işçiler, ev kadınları, öğrenciler, öğretmenler, mühendislerle Karaçay Tomruksuyu İnisiyatifi’ni kurmuştuk. Her kesimden insanla yardım malzemelerinin dağıtımını organize ediyorduk. Bir yandan insanlardan ihtiyaç listeleri almaya başladık. Gönüllü ekip ihtiyaç listelerini okuyup yardımları dağıtım ekibine veriyordu. Yerelden gönüllü çalışan da vardı, dayanışma için şehir dışından gelenler de. Ta ki 20 Şubat’a kadar. 20 Şubat’ta büyük bir deprem daha oldu. O deprem Karaçay’ı ciddi anlamda etkiledi. Orta hasarlı binalar ağır hasarlı hale geldi. Bizimle birlikte çalışanların çoğu depremi Hatay’da yaşamamış Hataylılardı. 20 Şubat’taki depremden sonra gönüllerin yüzde 85’i kaygılandı ve şehirlerine geri döndü. Gönüllü krizi ortaya çıktı. Bir ara dağıtım neredeyse durma noktasına geldi.

Karaçay Topluluk Merkezi eğitim ve koordinasyon alanı

Kızılay veya AFAD gibi kamu kurumlarından destek gelmiyor muydu?

Hayır. Samandağ’a gelen çadır dolu tırlara AFAD’ın el koyduğunu öğreniyorduk. Hatay’da arada bir AFAD’ın çadırlarını görüyorduk, ama AFAD Antakya, Samandağ ve Defne’ye gelmiyordu. AFAD AKP ve MHP’ye oy veren bölgelere yardım ediyordu. Mesela, Belen ilçesi MHP’li, Altınözü ve Kırıkhan AKP’li. AFAD’ın yardımları genelde bu bölgelere gidiyordu. Gitsin tabii, ama Samandağ’ı neden görmediler?Almanya, Hollanda, Güney Kore ve Avusturalya’dan gelen ekipler de çok yardım etti bize. Malezya’dan gelen bir ekip çocuklar için derslik çadırları kurdu mesela.

Eğitimle ilgili ilk adımlar nasıl atıldı?

Altı sene özel okullarda iki sene de devlet okullarında anaokulu öğretmenliği yaptım. Depremden önce Karaçay’da, Özel Minik Mucitler Anaokulu’nda öğretmenlik yapıyordum. Depremden sonra çok fazla öğrencinin amaçsızca ortalıkta dolandığını görünce “Bir şeyler yapmalıyız” diye düşündük. Yükseköğretim Kurumları Sınavı (YKS) ve Lisans Yerleştirme Sınavı (LYS) yaklaşıyordu ve devletin depremzede öğrencilere ayrıcalık yapmayacağını anlamıştık. Önceliğimiz öğrencileri yaklaşan YKS ve LYS’ye hazırlamak oldu. Alandaki çadırımız 20 Şubat’tan sonra “Nasıl bir eğitim verelim?” diye tartıştığımız bir yere dönüştü. Hızlı bir şekilde öğrencileri bir araya toplamaya karar verdik. Öğrencileri bir araya getirmek zor olmadı. Çünkü öğrencilerin bir kısmı yardım malzemesi dağıtan ekibin içindeydi. Bazen öğrencilere “Ders çalış, sınava gireceksin” diyorduk. Ama bu çok anlamsızdı. Öğrenciler “Hâlâ arabada yaşıyorum. Ne kitabım ne de defterim var” diyordu. Hakikaten öğrenci nereye gidecekti ki? Çok iyi öğretmenlerimiz vardı, onlar da yardım dağıtan ekibin içindeydiler. Hızlı bir şekilde ders programı hazırladık. Kırk öğretmenle eğitime başladık. Zaman zaman eğitimci kadromuz yetmiş kişiye kadar çıktı. İlk olarak ana sınıfı ve YKS-LYS’ye hazırlık sınıfı açtık.

Derslikleri nasıl inşa ettiniz?

Kamp tipi çadırlarda eğitimlere başladık. Üç tane çadır için dileniyorduk, çalmadığımız kapı kalmıyordu. Bir ekip Samandağ’a 70 çadır bağışladı. Bize 70 çadırı bağışlayan ekip tek çadırdaki eğitim faaliyetimizi görünce “Sizin için ne yapabiliriz?” diye sordular. “Beş tane derslik çadırı istiyoruz” dedik. Bize yedi çadır gönderdiler, hepsini derslik yaptık. Haziran ayına kadar 12-14 çadırla eğitimi sürdürdük. Bu çadırların ikisi ana sınıfı. Bir özel eğitim çadırı, bir ana sınıfı ve özel eğitim öğrencilerinin ortak kullandığı eğitsel oyun çadırı, dört çadır da ilkokul grubuna ait. Bir kütüphane, bir mutfak, bir de kırtasiye ve kaynak kitapların muhafaza edildiği çadırımız var. Geri kalan altı-yedi çadır da LGS hazırlık sınıflarına ait.

Kaç öğrenciye eğitim verebildiniz?

Lise sınavlarına hazırlık sınıfları açtığımızda, ilkokul öğrencileri için de talep geldi. İlkokul dördüncü sınıfa kadar sınıflar açtık. Öğrencilere matematik, Türkçe ve sosyal bilimler dersleri veriyorduk. Sınıflar çok kalabalıktı, sandalye koyacak yerimiz yoktu. Yerimiz yok diye alamadığımız öğrencilere de okul dışı destek eğitimi veya etüt dersleri verdik. Daha sonra sınıfları şubelere böldük. Sabahçı ve öğlenci sınıfları kurduk. Yedi mahallenin öğrencilerine ulaşabildik. Hatta devlet okulunda öğretmenlik yapan bir arkadaşım “Öğrenciler okula gelmeye korkuyor. Sizin alanınızı kullanmamız mümkün mü?” diye sormuştu. “Uygundur” dedik. Köyden öğrencilerini toplayıp geliyordu. Mayıs ayında Millî Eğitim Bakanlığı “Okullar açılıyor, öğrenciler kendi okullarına dönebilir” diye bir açıklama yaptı. Çok sevindik, çünkü sınıflarımız doluydu. Ama aksine, okullar açıldıktan sonra eğitim alanımızdaki öğrencilerin sayısı artmaya başladı. Okullarına dönen öğrencilerimiz arkadaşlarına bizim eğitim alanımızdan söz etmiş. Okula başlayan bir öğrenci peşine üç öğrenciyi takıp eğitim alanımıza geliyordu. Eğitim alanımızda her gün ortalama 1200 öğrenci vardı.

Karaçay Topluluk Merkezi’nin eğitim çadırlarında resim yapan Samandağlı çocuklar

Diğer öğrencilerin sizin eğitim alanınızı, Karaçay Topluluk Merkezi’ni tercih etme sebebi neydi?

Samandağ’da neredeyse bütün okullar hasarlıydı. Birçoğu daha sonra yıkıldı, bazı okullar güçlendirildi. İlginçtir, çok fazla özel okul binası yıkıldı. Depremden önce okul olmaması gereken binaları özel okula dönüştürdüler. Devlet bazı okul binalarına el koydu. Antakya’nın merkezi sayabileceğimiz bir yerde iki lise ve bir ortaokul AFAD ve Kaymakamlık binasına dönüştürüldü.

Okula başlayan öğrenciler hasarlı okulların yanına kurulan çadırlarda eğitim görüyordu. Öğrenciler deprem felâketinin etkilerinden uzaklaşamıyordu. Bizim eğitim alanımızın etrafında hasarlı bina yoktu. Ayrıca, okullardaki bazı öğretmenler psikolojik olarak ders anlatmaya hazır değildi, sonuçta onlar da depremzedeydi. Bakanlığın çalışmaya mecbur tuttuğu öğretmenler için ayrı bir çalışma yapması gerekirdi, yapılmadı tabii. Okullarda ders işlenmediği için öğrenciler bizim alanımıza ders dinlemeye başladılar. Öğretmenlerimiz öğrencilerle birlikte arkadaşça zaman geçirebiliyordu. Öğrenciler “okul” ortamından uzaklaşmak istiyorlardı.Sonuçta okulda kurallar ve sınırlar vardır. Öğrenci bu sınırları esnettiği zaman müdüründen hizmetlisine herkes öğrenciye müdahale ediyordu. Öğrencilere “sessiz ol” bile demiyorduk. Zaten oldukça sessizdiler, çadırımıza gerçekten ders dinlemek için geliyorlardı. Çocuklar kendilerini var edecek bir alan arıyordu ve bizler de o alanı kurmaya çalışıyorduk.

Kamu kurumları kısıtlı imkânlarla yürütmeye çalıştığınız eğitim faaliyetine ve öğrencilere destek veriyor muydu?

Hayır. Aksine köstek oldular. Yerleşkemize Karaçay Eğitim Alanı diyorduk. Haziran ayından sonra, ismimizde “eğitim” kelimesini kullanmamız MEB tarafından yasaklandı. “Burada ücretsiz eğitim vermezsiniz” dediler. Jandarma ve Hatay Valiliği’nin baskısına maruz kaldık. AFAD eğitim alanımızın bulunduğu bölgeye konteyner kent kurmak istedi. Halk bu plana karşı çıktı. İnsanlar AFAD yetkililerine “Bana iyilik yapmak istiyorsan konteyneri evimin yanına yap” dedi.

Beşinci sınıftan itibaren her öğrencinin katılabileceği bursluluk sınavı vardır. Devlet deprem bölgesindeki öğrencilerin burs kontenjanını arttırdı. Eskiden bir sınıftan beş kişi bu sınavı kazanabiliyorken şimdi on kişi kazanabiliyor. Bunun dışında bir destek olmadı.

Çocuklara eskiden “Ne çizdin?” diye sorduğumda “Okulumu çizdim” derlerdi. Ama artık binalarla ilgili resimler yok. Daha çok bireysel alanlarıyla ilgili çizimler yapıyorlar. “Evimi çizdim” yerine, “Odamı çizdim” diyorlar. Kendilerini güvende hissetmedikleri için “Kendim için güvenli bir bahçe çizdim” diyorlar mesela.

Depremden etkilenen çocuklarla gönüllülerin ilişkisi nasıldı?

Çocuk meselesi hassas konu. En büyük hata çocuklara oyuncak dağıtırken yapıldı. Oyuncak dağıtımı düzensiz ve bilinçsizce yapıldığı için travmalara neden oldu. Deprem bölgesinde binlerce çocuk var. Mesela, çocuklarla ilgili bir etkinlik yapılıyor, 51 çocuk geliyor. Ama elinizde 50 oyuncak varsa oyuncak alamayan o bir çocukta ciddi bir travma yaratılıyor.

“Güzel oyuncağı ben aldım. Ben güçlüyüm, sen zayıfsın” duygusu ekildi çocuklara. İstediği oyuncağa ulaşamayan çocuk “Güçlü olsaydım o uzaktan kumandalı arabayı alabilirdim” diye düşünmeye başladı. Çocuklar özgüvenlerini yerle bir eden bir afetle boğuşurken kısa süreli anlamsız bir rahatlama yaşıyordu. İstediği oyuncağa ulaşamayan çocuklar kriz geçiriyordu. Çocuğa bir etkinliğe dahil olduğunu hissettirip oyuncaklar verilmeliydi. Ama insanlar “Çocuklara oyuncak dağıttık, onları sevindirdik” diyordu. Çocukları böyle bir yöntemle sevindirmek doğru değildi. Bir süre sonra çocuklar bir şey alamayacaklarını düşündükleri nitelikli etkinliklere ilgi duymamaya başladılar.

Bu durum çocuklar arasında bir hiyerarşiye mi neden oldu?

Evet, maalesef. Mesela bazı çocuklar sarışın mavi gözlü. Buraya gelen yardım ekipleri çoğunlukla sarışın mavi gözlü çocukları sevdiler. Diğer çocuklar fiziksel özelliklerinden dolayı sevilmediklerini düşündü.

Çocuklar nasıl bir psikoloji içindeler? Nasıl bir travmadan bahsediyorsunuz?

Çocukların etrafında çok fazla ölüm, kayıp, enkaz konuşulduğu için kaygı seviyeleri yüksek. Yalnız kalmaktan korkuyorlar, ürkekler. Güvensizlik hissi ebeveynlerine bağımlılıklarını arttırıyor. Başka çocuklarla sosyalleşme konusunda sorun yaşıyorlar. Ayrıca kimse depremzede çocukları can kulağıyla dinlemiyor. Çocukların içinde bulundukları sosyal ortam da yaşadıkları şoku atlatmasına müsaade etmiyor. Bu durum çocukların daha öfkeli olmasına ve şiddete meyletmelerine neden oldu. Düşünün, çocuklar iyi kötü kendi odaları varken aniden kendi yataklarının bile olmadığı bir ortamda yaşamaya başladılar. Mesela benim çocuğumda sürekli anneyle birlikte gezme, anneden kopmak istememe durumu ortaya çıktı. Çocuklar üç-dört yaşlarında atlattıkları güvenli bağlanma sürecine yeniden girdiler. Uyku bozukluğu başka bir problem. Ayrıca, çocuklar kriz çıkarmaya meyilli. Genellikle aileler bu krizleri şımarıklık olarak algılıyor. Ama bu krizler şımarıklık değil, yaşanılan travmanın bir sonucu.

Çocuklar öğretmenleriyle yaşadıklarını paylaşıyor mu? İçinde bulundukları durumu, duygularını nasıl tarif ediyorlar?

Yaşadıklarını çok yalın bir şekilde ifade ediyorlar. Kendi aralarında “Rüyamda sürekli depremi görüyorum. Sallantıya uyanıyorum. Uyandığım için annem bana kızıyor” diye konuşuyorlar. Özellikle çocukların çizdiği resimlere bakınca travmayı görebiliyoruz.

Ne çiziyorlar? Depremden önce çizdikleri resimlerle şimdikiler arasında bir fark var mı?

Çocuklara eskiden “Ne çizdin?” diye sorduğumda, “Okulumu çizdim” derlerdi. Ama artık binalarla ilgili resimler ve sözcükler yok. Daha çok bireysel alanlarıyla ilgili çizimler yapıyorlar. Mesela, “Evimi çizdim” yerine, “Odamı çizdim” diyorlar. Kendilerini güvende hissetmedikleri için “Kendim için güvenli bir bahçe çizdim” diyorlar mesela. “Sınırı neden böyle çizdin?” diye sorunca “Burası bize ait” diyor. Çocuklar eskiden üçgen veya kare gibi daha keskin çizgiler çizerlerdi. Şimdilerde birbirini takip eden sarmallar ve dairesel şeyler çiziyorlar. Önceden çocuklar başı sonu belli resimler çizerdi. Şimdi resimler veya şekiller yarım kalabiliyor, tamamlamıyorlar. Çocuklar eskiden legolardan kule yapıp yıkmaktan çok zevk alırdı. Ama şimdi tekrar yıkım görmemek için ahşap oyuncaklarla daha sağlam yapılar yapmaya çalışıyorlar.

6 Şubat depremlerinin yıldönümünde Hataylılar kent sokaklarındaydı (Foto: Zeynep Alpar)

Çocukların kendi aralarındaki ilişkisinde bozulma gözlemliyor musunuz?

Eğitim alanındaki herhangi bir şeyi alıp götürme eğilimleri var. Daha önce böyle davranışlar görmezdim. Bu duruma çok üzülüyorum. Sanırım depremin ilk günlerinde sınırsızca dağıtılan oyuncaklar çocuklarda böyle bir durumu ortaya çıkardı. Ayrıca, çocuklar kendi yapamadığı bir şeyi eğer arkadaşı yapıyorsa ya kendi yaptığını ya da arkadaşının yaptığını bozuyor. Arkadaşının iyi olmasını istemiyor. Muhtemelen çocuklar depremden sonra yaşadıkları travmadan ötürü kendilerini yetersiz hissediyor.  

Biz hâlâ depremzedeyiz. Hâlâ susuzlukla mücadele ediyoruz. Su sorununa dikkat çekmek için saçlarımızı kazıdığımız bir eylem bile yaptık. Eylemden sonra su yardımı arttı, 15 günde bir değil de haftada bir banyo yapmaya başladık. Kıyafet değiştirebiliyor olmak bile bizim için büyük bir lüks.

Depremden sonra sıkça duyduğumuz kayıp ve ölüm gibi kavramları çocukların kavraması zor olsa gerek. Çocuklar kayıp ve ölüm gibi kavramları nasıl algılıyorlar?

Depremzede çocuklar öğretmenini, okulunu, arkadaşlarını, oyuncaklarını, ailesini, eski yaşamını kaybetti. Çocuklar küçük bir artçı sarsıntıda bile, eğer anne babası yanında değilse onların ölmüş olma ihtimalini aklına getiriyor. Mesela annesi yanından beş dakika bile ayrıldığında, bir daha yanına gelebilecek mi, çocuk bunu bilmiyor. Bu yüzden annesinin eline sıkı sıkı sarılıyor, bırakmıyor. Kaybetme korkusu güvendiği kişiyle temas kurma isteğini arttırıyor. Depremden sonra ölüm çok sık konuşuldu çocukların yanında. Sadece ölüm değil, ölüm şekilleri de günlük sohbetlerin sıradan bir parçası oldu. 13-15 yaşındaki çocuklar enkaz altında kalmış, vücut bütünlüğü bozulmuş ölüler gördüklerini birbirlerine anlatıyor. Bu bile başlı başına travmatik.

Ergenlik dönemindeki gençlerin psikolojik durumları nasıl? Ergenlik çağındaki gençlerde çocuklardan farklı bir durum gözlemliyor musunuz?

Bazı gençler boşluğa düştüler, hayal kurmaktan vazgeçtiler. Çünkü hayallerin sahiden yok olduğunu fark ettiler. Ergenlik çağındaki gençler ölüm ve maddi kayıpların anlamını daha iyi bildiklerinden, bu gerçeklik onlar için daha sert. Depremden sonra insanlar sorunlarla başa çıkabilmek için alkole yöneldi. Gençler arasında da alkol ve sigara bağımlılığı arttı. Ayrıca, uyuşturucu madde kullanımının arttığını görebiliyoruz. Bu bağımlılıkların maalesef ilerde olumsuz sonuçları olacak. Dolayısıyla, okula gitmenin ve meslek sahibi olmanın gereksiz olduğunu düşünenler çoğunlukta. Lise öğrencileri “Hepimiz ölüyoruz. Okusak ne olacak? Ailemden, yaşadığım ortamdan bıktım” diyorlar. Konteyner ve çadırlar çok kalabalık olduğu için uyuyamıyorlar. Ailelerin sürekli “Ders çalış” demesi öğrencileri bıktırıyor. Bazı gençler “Buradan çıkabilmek için kurtuluş yolum eğitim” diyebiliyor.

Sevindiğim bir şey var. Hayatın sadece sayısal bilgiden olmadığını kavrayan gençler de var. Bazı gençler ders dışı alanlara saygı duymaya başladı. Örneğin, resme, müziğe veya sinemaya ilgisini keşfeden gençler oldu. Onlar da şöyle diyor: “Tek bir hayatımız var. Neden bir türlü anlamadığım matematiğe kafa yorayım?” Gençler aslında mevcut duruma katılmak, var olmak ve saygı görmek istiyor. Belki bütün gençler böyledir, ama deprem sonrası koşullarda bu güdü çok daha yoğun. Çünkü gitgide görünmediklerini düşünüyorlar.

Bunca travmayı iyileştirmenin bir yolu var mı? Çocuklar, gençler nasıl iyileşebilir?

Gerçek bir eğitimin iyileştirici bir tarafı olduğunu söyleyebilirim. Gençler eğitim alanımızda eşit koşullarda, kendileri gibi insanlarla temas kurarak bir nebze iyileşti. Onlar büyük bir felâketin içinden geçiyorlar, ama öğretmenlerimiz onlara yaşananları hissettirmeden, sevgiyle yaklaşıyordu. Ayrıca, bizim eğitim alanımızda keskin kurallar yoktu. Okulda hâlâ öğrencilere çok fazla ödev veriliyor. Ama çocukların ders çalışabileceği bir ortam yok ki. Bu durum yine başarısızlık ve yetersizlik hissini ortaya çıkarıyor, gerginliğe ve çatışmaya sebep oluyor. Öğrencilere daha az ödev verilerek, eğitim biçimlerinin değiştirilmesi gerekiyor.

Kültür-sanat çalışmalarının yaygınlaştırılması elzem. Evet, çocuklara geometriyi öğretmeliyiz. Ama belki de öğretmenler futbol sahasına inmeli, üçgenin iç açılarını öğrencilerine futbol oynayarak öğretmeli. Deprem bölgesinde genel olarak eğitimde zihinsel bir dönüşüme ihtiyaç var. Eskisi gibi baskıyla bir şey öğretilebilecek bir ortam yok.

Siz kendinizi nasıl iyileştiriyorsunuz?

Dayanışmanın iyileştirici gücünü hafife almamak lâzım. Bizlerle dayanışmak için gelen insanlara gönül borcum var. Bu gönül borcunun beni iyileştirdiğini fark ettim. Sadece beni değil çocukları da dayanışma iyileştiriyor. Çocukların iyileştiğini görünce içinde bulunduğum zamana daha çok sarıldım. Toplum tarafından dışlandığımız, hakarete uğradığımız zamanlar da oldu. Ama ertesi güne uyanmak diye bir şey var. Yeni bir günde iyi bir şey yapmaya başlıyoruz. Saf iyiliğin ne olduğunu bilen insanlar var burada.

“6 Şubat’ın yıldönümünde saçlarımı tekrar kazıttım. Çünkü Samandağ’da hiçbir şey düzelmedi. İsyan ediyorum bize yaşatılanlara.”

Depremin ilk zamanlarında insanların dayanışma duyguları çok yüksekti. Fiziksel olarak deprem bölgelerine giden, yardım dağıtan çok fazla insan vardı. Şimdilerde durum nasıl?

Dayanışmanın zamanla azalacağını öngörmüştük, bu doğaldı. Ama seçim sonuçlarından sonra insanların bizi depremzede olarak görmemesi çok acıydı. Özellikle aydın ve entelektüel insanların haksız bir şekilde bizi eleştirmesi daha yaralayıcıydı. Biz hâlâ depremzedeyiz, bu halimiz ne zaman biter bilmiyoruz. Hâlâ susuzlukla mücadele ediyoruz. Su sorununa dikkat çekmek için bir-iki arkadaşımla saçlarımızı kazıdığımız bir eylem bile yaptık. Eylemden sonra su yardımı arttı, ama bu sefer de yaz geldi, su ihtiyacı arttı. İnsan biraz olsun iyileştiğini hissetmek istiyor. 15 günde bir değil de haftada bir banyo yapmaya başladık. Kıyafet değiştirebiliyor olmak bile bizim için büyük bir lüks.

Seçimler demişken; depremin birinci yıl anmasında alandan yuhalanarak kovulan Lütfü Savaş yeniden CHP’nin Hatay belediye başkan adayı. Lütfü Savaş’ın adaylığına nasıl bakıyorsunuz?

Lütfü Savaş’ın yeniden aday gösterilmesi utanç verici. Birçok depremzede sandığa gitmeyecek. Hataylılar halktan yana bir parti olduğunu düşündüğü için CHP’ye oy veriyordu. Lütfü Savaş’a alternatif düşünülemiyor mu? Antakya’nın yok olmasının sorumlularından biri Lütfü Savaş’tır. İnsan katiliyle bir arada yaşamamalı.

Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, bunu kabul ettik. Ama hiçbir şey de kaldığı yerden devam etmiyor. Gerçekten birbirimizden başka kimsemiz yok. Bizi ancak biz iyileştirebiliriz. Ne olur bilmiyorum, ama umudu diri tutmanın önemli olduğunu biliyorum.

Siz nerede, nasıl bir ortamda yaşıyorsunuz?

İki çocuğumla birlikte eğitim alanımızdaki misafir konteynerlerinde kalıyorum. Bütün konteynerler su alıyor. Yağmur yağdığında belki başınız ıslanmıyor, ama yatağınız ıslanıyor. Çok sık elektrik kesildiği için aşırı soğuklara maruz kalıyoruz, titreye titreye uyuyoruz. Elektrik gidince maalesef su da kesiliyor. Elektrik ve suyun olmadığı iki odalı bir kutunun içinde yaşadığınızı hayal edin. Konteynerlerde herkesin eşyası poşetlerin içindedir. Dolap koyacak yer yok çünkü. Küçücük bir duş ve mutfak var. Mutfak dediğime bakmayın. Bulaşık yıkama alanı demek daha doğru olur.

Samandağ’da depremden sonra barınma koşulları nasıl? Depremzedelerin çoğunluğu konteynerlerde mi yaşıyor?

Samandağ’da çoğu depremzede konteyner kentlerde yaşıyor. Bazı konteyner kentleri iş insanları veya AFAD kurdu. Eğer biraz paranız varsa konteyner satın alabiliyorsunuz ya da ytong gibi basit malzemelerden ev yaptırabiliyorsunuz. Hiç imkânı olmayan insanlar az veya orta hasarlı binaların içinde yaşıyor. Hâlâ çok fazla depremzede çadırlarda. Çadırda yaşayanlar konteynerlere yerleşmek istemiyor.

Neden konteyner kentlere taşınmak istemiyorlar?

Konteyner kentler insanların yaşamaya alıştığı alanlardan uzak. Ama insanlar aslında kültürel nedenlerden ötürü konteyner kentlere gitmiyor. Depremzedeler konteyner kentlerde tanımadıkları insanlarla dip dibe yaşıyor. Kadınların taciz edildiğini duyuyoruz konteyner kentlerde. Ayrıca, konteynerler çok küçük. İnsanlar yıkılan evlerinden bazı eşyalarını alabildiler. O eşyalarla konteynere sığabilmeleri mümkün değil. İnsanlar ilerde ev yapmaya başladıklarında ev eşyasına ihtiyaç duyacaklar. Sıfırdan ev eşyası alacak maddi güçte değiller. Bu yüzden birçok insan çadırda kalıyor. Ayrıca beş kişilik bir aile konteynerde nerede yatacak?

Son söz?

Çocuklar, gençler, insanlar umutsuz. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, bunu kabul ettik. Ama hiçbir şey de kaldığı yerden devam etmiyor. Gerçekten birbirimizden başka kimsemiz yok. Bizi ancak biz iyileştirebiliriz. Ne olur bilmiyorum, ama umudu diri tutmanın önemli olduğunu biliyorum.

^