31. İSTANBUL LGBTİ+ ONUR HAFTASI

Söyleşi: Ayşegül Oğuz, Merve Erol
21 Haziran 2023
SATIRBAŞLARI

9. İstanbul Trans Onur Yürüyüşü altı yıl aranın ardından 18 Haziran’da yapıldı. Taksim ve civarı polis ablukası altına alınmasına rağmen basın açıklaması Harbiye’de okundu, yürüyüşün ardından gözaltılar da oldu. Pazar günü yapılacak İstanbul LGBTİ+ Onur Yürüyüşü açısından bu tablo size ne söylüyor?

Zarife: İktidarın artık gerekçe bile göstermeksizin tüm bir semti polis ablukasına aldığı, sırf saçı “renkli” diye gözaltı yaptığı bir gerçeklikle karşılıyoruz Onur Yürüyüşü’nü. Bugüne kadar ifade özgürlüğü, gösteri ve yürüyüşler konusunda sayısız hak ihlaline yol açan, polisin gölgesi olmaksızın hiçbir eylem ve etkinliğin yapılamamasına sebep olan iktidar, devlet kurumlarını aracı ederek nefret siyasetini devam ettiriyor. Beklemediğimizi ya da şaşırtıcı bulduğumuzu söyleyemem, ama bu denli bir kriminalizasyona, polis ve güvenlik terörüne alışmak da istemiyoruz. İstediklerini alamayacaklar, lubunyalar her şeye rağmen onurunu savunmaya, sokaklarda olmaya devam edecek. Pazar günü de aynı direnç ve neşemizle Onur Yürüyüşümüzü gerçekleştireceğiz.

Tina: Trans feminist hareket baskılara ve polis saldırılarına rağmen yıllar sonra tekrar Trans Onur Yürüyüşü’nü yaşatmayı başardığı için çok duygulandım açıkçası. Bu gergin ve fobik toplumsal ortamda söz alabilmemiz çok güçlendirici. Odağımızı baskılara değil, kolektif başarılarımıza yönlendirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Kendimize bu başarılarımızı hatırlatmak çok önemli ve iyileştiricidir. 9. Trans Onur Haftası etkinliklerini ve yürüyüşü planladık ve yapabildik. Bizi engellemek için bu sefer sadece İstiklal Caddesi’ni değil, Taksim’in tamamını işgal etti devlet, ama binlerce polisi her yere yerleştirmelerine rağmen Harbiye’de yürüyüşümüzü yaptık. Translar, cis-het sistemin ve devletin fiziki gücünün bizi durduramadığını bir kez daha gösterdi. Trans aktivistlerden sonsuz gurur duruyorum.

Bu sene İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası’nın 31. yılı, İstanbul’da ilk Onur Yürüyüşü ise 2003’te yapılmıştı. 2006’dan 2014’e kadar giderek kitleselleşen yürüyüşler 2015’ten itibaren yasaklandı ve Onur Haftaları büyük bir mücadeleye, dirence sahne oldu. Siz bu tarihsel süreci nasıl tarif ediyorsunuz?

Zarife: 2007 sonrasında harekette bir yükseliş gözlendi, hem örgütlenme hem sokağa çıkma eğilimi arttı. Kendini daha gösterir bir hareket haline geldi. Aslında o dönemde kritik olan Lambda’nın kapatılma davasıydı. Hem uluslararası çapta hem Türkiye’de iyi bir kampanya örgütlenmişti, siyasi partiler ve demokratik kurumlar destek vermişti, bu kampanya LGBTİ+’ların örgütlülük halini de duyurmuştu. Bir sonraki Onur Yürüyüşü’ne binden fazla kişi katılmıştı. Tabii AKP’nin “eşitlikçi” göründüğü, AB politikalarına yaslanmak istediği bir dönemdi. Bu mücadele alanına çok dokunmak istemiyordu, yok sayıyordu, görmezden geliyordu LGBTİ+’ları. Ama siyasal İslâm’ın gerçek yüzü en nihayetinde kriz anlarında ortaya çıkıyor. Eskiden Selma Aliye Kavaf, Burhan Kuzu gibi isimlerin ara ara kişisel çıkışları oluyordu, aslında genel eğilimi de yansıtıyorlardı, ama 2015’le birlikte çok başka bir süreç yaşamaya başladık. Zaten Türkiye’nin kritik bir eşikten geçtiği, Çözüm Süreci’nin yeniden çatışmaya dönüştüğü, iktidarın bunu kendi krizini aşmak için kullandığı bir dönemdi. Kürtlerin, kadınların yanında, kendi kitlesini konsolide etmesini sağlayacak bir düşmana daha ihtiyaçları vardı bence. Tabii sadece AKP’nin aklına gelen bir fikir değildi bu, Rusya, Macaristan, Polonya gibi ülkelerde de sağcı muhafazakârlığın LGBTİ+ düşmanlığıyla başka bir hale büründüğünü gördük. Türkiye’de bunun tezahürü AKP’yle birlikte yaşandı.

Politik arenadaki, medyadaki homofobik söylemler ailelere, okullara yansıyor ve genel atmosferi besliyor. Öte yandan, fobik söylemlerle de olsa LGBTİ+’lardan bahsedilmesi bize bir görünürlük sağladı. Görünmez bir halden görünür bir hale geldik. Bunu bir zafer olarak da düşünebiliriz.

Onur Haftası ve Onur Yürüyüşü komiteleri olarak biz bu deneyimi uzun zamandır yaşıyoruz. 2015’ten beri yasaklanıyoruz, engelleniyoruz, gözaltına alınıyoruz. Biriktirerek ilerlemeye çalışıyoruz, örneğin pandemi zamanında birbirimize çevrimiçi ulaşmayı, online da olsa etkinlikleri yapabilmeyi öğrendik. Küçük bir topluluk olarak yine sokağa çıkmıştık o senelerde, ama çevrimiçi imkânları da kullanarak yeni bir zemin yaratmaya çalıştık kendimize. Yalnızlığımızı da, bu düşmanlaştırma siyasetini de aşacak bir araca çevirdik bu imkânı. Geçen sene etkinlik mekânlarımız yasaklandı, hepsinin kapısına yazı asıldı, mekânlardan içeri alınmadık. Bunu bu sene yaşamamak için önce çevrimiçi buluşuyoruz, fiziki buluşmayı bunun ardından düzenliyoruz örneğin.

Komite olarak 21 yıldır kolektif düzeyde, yatay formda örgütleniyoruz. Kasım ayı gibi çağrıya çıkıyoruz, “gönüllü olmak ister misiniz” diye soruyoruz. Yıl boyunca neyi tartışıyoruz, bu sene neyi gündeme getirmek, etkinliklerde neleri işlemek istiyoruz diye dışarıya çağrı yapıyoruz. Hem bu önerileri değerlendirip geri dönüş yapıyoruz hem de komite olarak kendi yapmak istediğimiz etkinlikleri örgütlemeye çalışıyoruz. Tabii bunların hepsi temel olarak örgütlenme niyetine yönelik faaliyetler. Ayrıca, kendimizi dönüştürmek için de bu atölyeleri yapıyoruz. Yoksa hiçbirimiz içselleştirilmiş davranışlardan, ırkçılıktan, homofobiden ya da transfobiden azade değiliz. Bunları aşabilecek kolektif, bağımsız bir örgütlenme zemini kurmak arayışındayız.

Zarife ve Tina, arkadaşları Suna Sözer’in fotoğrafı önünde. Zarife: “Suna uzun zamandır SPoD’un Mesafesiz Sohbetler ekibindeydi. Ailesini görmeye gitmişti Antakya’ya. Deprem günü hep ona ulaşmaya çalıştık, sonra enkaz altında kaldığını öğrendik. Suna’ya ulaşıldığında geç kalınmıştı. Ailesiyle birlikte hayatını kaybetti. Çok pozitif, canlı, neşesini hepimize taşıyan bir arkadaşımızdı. Onun için de buradayız, onun için de mücadeleye devam ediyoruz. Sadece şubatta o enkazın altında kalmadık, yıllardır enkaz altındayız, bundan kurtulmanın tek yolu da birbirimize, mücadelemize, kendi varoluş biçimimize sahip çıkmak. Bu yüzden de sokaktayız ve hepimiz için sözümüz var.” (Foto: Ayşegül Oğuz)

Tina: 2015’ten bu yana kitlelerde homofobik söylemler çok arttı. Bu tabii çok zararlı bir şey, özellikle de örgütlü olmayan, belki daha genç lubunyalar için. Politik arenadaki, medyadaki homofobik söylemler ailelere, okullara yansıyor ve genel atmosferi besliyor. Öte yandan, fobik söylemlerle de olsa LGBTİ+’lardan bahsedilmesi bize bir görünürlük sağladı. Bu da bir açıdan iyi bir şey. Görünmez bir halden görünür bir hale geldik. Erdoğan’ın bile LGBTİ+’lardan bahsetmek zorunda kalması bizim için bir kazanç da sayılabilir. Bunu bir zafer olarak da düşünebiliriz.

Sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada popülist söylem LGBTİ+ düşmanlığından besleniyor ve her yerde genel bir anlatım var. Aşırı sağ retoriğin içinde bu düşmanlık hep “dış mihraklar”la birlikte ele alınıyor, bu tür komplo teorileri halkı yönlendirmek için kullanılıyor. Homofobiye ve transfobiye bakarken medya ve politik söylemler eliyle toplumun nasıl yönlendirildiğini de görmeliyiz. Sadece LGBTİ+’lar değil, bütün ezilenler “dış güçler”le beraber aynı potaya konup aynı söyleme yediriliyor.

Yüzde ellilik cephe umut verici. Bu politikalara, LGBTİ+’ların düşmanlaştırılmasına, herkesin terörist ilan edilmesine, maçoluğa, bu kötü siyaset biçimine onay vermeyen yüz binlerce insan var.

Zarife: İktidarlar birbirine benziyor ama, iktidarların savaş açtığı ezilenlerin ezilme biçimleri de birbirine benziyor. Fakat bir kategorilendirme yapsak, translar hâlâ en çok ayrımcılığa uğrayan kimlik. Kimlikleri hep patriyarkayla birlikte düşünmek gerekir, örneğin Türkiye’de “üretken cinsellik” tartışması çok açığa çıktı, Erdoğan’ın kendisi “ailemiz dağılıyor, boşanmalar artıyor, doğurganlık oranımız düşüyor” diyor. LGBTİ+’larla, olmayan düşmanla savaşmasının arkasında nüfus politikalarına yönelik olarak kendi krizini aşma çabası da var. Patriyarkal kapitalizm düzeneği açısından da, bir nüfus yoğunluğu olması gerekiyor ki, birilerini daha rahat çalıştırabilsin. Tıpkı ırkçılık meselesinde olduğu gibi: Suriyeliler ya da Afganlar güvencesiz, kayıt dışı ve sömürüye alabildiğine açık halde, korkunç koşullarda çalışıyorlar. Bu durum ezilmişliği hem katmanlaştırıyor hem de görünmezleştiriyor, sınıf içi bir çatışma hali de yaratıyor.

LGBTİ+ kimliğinin düşmanlaştırılarak kullanılmasında da benzer bir durum var. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılırken “LGBTİ+’lar kadınların mücadelesini manipüle ediyor” bile dendi. Bunlar unutulmaması gereken kritik sözler.

9. Trans Onur Yürüyüşü tüm engellemelere rağmen altı yılın ardından Harbiye’de yapılan basın açıklamasıyla kutlandı

28 Mayıs cumhurbaşkanlığı seçimlerinin gecesinde Erdoğan yine bir balkon konuşması yaptı ve ilk sözü LGBTİ+’lar üzerine oldu, muhalefeti “LGBT’ci” olmakla suçladı. Öyle bir anda, seçim sonuçlarının sıcaklığında doğrudan hedef tahtasına konmak size ne hissettirdi?

Zarife: Belli ki keyfi uygulamalar daha standart, kurumsal hale gelecek, belki eşcinselliğin propagandasına dair bir yasa çıkarılacak, bu tür kaygıları duymaya başladık daha ciddi biçimde. Ama, her ne kadar ciddi bir tehdit söz konusu olsa da, hem 2015’ten beri süren hem seçim süreci boyunca bütün kitle araçları kullanılarak yapılan propaganda bir yerde duvara çarptı. Erdoğan’ın oy oranı bence yüzde elli bile değil, seçim sonuçlarının ne kadar meşru olduğu tartışılır. Bizim de içinde şerh koyarak bulunduğumuz yüzde ellilik cephe bana umut veriyor açıkçası. Bu politikalara, LGBTİ+’ların düşmanlaştırılmasına, herkesin terörist ilan edilmesine, maçoluğa, bu kötü siyaset biçimine onay vermeyen yüz binlerce insan var. Bu da önemli bir veri. Ama, dediğim gibi, bu cephe içinde de şerh koyduğumuz birçok şey var. Yine de, küçük bir özgürlük, bir nefes alanı yaratacak imkânlar, bazen beklentilerimiz çatışsa da, burada var.

Bu seneki Onur Haftası örgütlenmesine katılımda, seçim döneminin ve iktidarın giderek artan baskılarının da etkisiyle bir artış oldu mu?

Zarife: Yeni gelen çok arkadaşımız var. Ben Yürüyüş komitesine dahil oldum, Onur Haftası ise çok daha uzun süredir örgütleniyor. Bir yandan da Kadın Savunması’ndayım, oraya da “bu böyle olmayacak, demek ki örgütlenmekten başka şansımız yok” deyip gelen çok kadın var. SPoD Derneği’ne üye olmak, destek olmak isteyenlerin sayısında da artış gözlemliyoruz.

Tina: Bir yandan fobik söylemler artarken lubunyalar örgütlü olmaları gerektiğini daha iyi anlıyor. Pride’larda, yürüyüşlerde, yan etkinliklerde de bunu gözlemliyorum. Daha uzun zamandır aktivizm yapanlar olarak yeni gelenlere “dikkat et, güvenliğini sağla” dediğimizde “yok” diyorlar, “gözaltına alınsak bile meydanları bırakmayacağız”. Ne kadar korku yaratırlarsa, isyan duygusunu da o kadar yükseltiyorlar. Genç arkadaşlarda bunu görüyoruz. Anaakım söylemde homofobik saldırılar artarken tam tersi bir davranış da gelişiyor. Geçmişle kıyasladığımızda artık neredeyse her şehirde LGBTİ+ örgütleri var, çeşitli şehirlerde yeni Pride’lar düzenleniyor. Dolayısıyla, sadece Ankara’daki, saraylardaki politikaya bakmamamız gerekir. Belki bu medya sistemi yaşananları görünmez hale getirdi, ama toplumumuza, mahallelerimize, taban örgütlenmelerine de bakmalıyız. Orada dayanışma ağlarımızı daha da güçlendiriyoruz.

İstanbul Pride’ının ve bu coğrafyadaki Pride’ların bir ortak noktası var. “Corporate Pride” dediğimiz, markalarca, şirketlerce desteklenen Pride’lardan çok farklıyız. Anti-hiyerarşik ve anti-kapitalist bir yaklaşımla yola devam ediyoruz.

Onur Haftası etkinliklerinde bu yıl hangi başlıklar, temalar öne çıkıyor, sene boyunca dert edilen veya güncel olarak öne çıkan temel meseleler neler?

Tina: Bu seneki temamız “Dönüyoruz”. Tema seçimi için bir açık çağrı yapıyoruz ve anket düzenliyoruz, sonra sonuçları tartışıyoruz. Etkinlikler de açık çağrıyla düzenleniyor ve büyük bir çeşitlilik oluyor. Bu yıl depremle ilgili iki etkinliğimiz var. Deprem dayanışmasında çalışan aktivistler oldu, Amed’den, Bakad ve Keskesor’dan arkadaşlar süreçte çok aktifti. Biz de İstanbul’da Lubunya Deprem Dayanışması’nı kurduk, oradan da konuşmacılar var. Veganlıkla, HIV+ aktivizmiyle, madde kullanımıyla ilgili etkinlikler var.

Zarife: Edebiyat, spor, siyaset gibi konularda da etkinlikler düzenliyoruz. Hayatın neresinde örgütlüysek, ne yapıyorsak onu taşıdığımız bir hafta oluyor Onur Haftası. Örneğin şiir yazan bir aktivist varsa, kuir edebiyat üzerine düşünen başka lubunyalarla birlikte bir etkinlik öneriyor ve örgütlüyor. Futbol oynuyoruz mesela, bunu bir etkinliğe dönüştürüp endüstriyel futbol, buradaki cinsiyetçi ve rekabetçi anlayış nasıl dönüşür diye tartışıyoruz. Queer Olympix için de hevesliyiz, umarım yaparız. Biraz geniş bir programımız var, yetiştirmeye çalışmak da zor oldu.

Bir yıl boyunca ne yaşamışız, nerede nasıl örgütlenmişiz, ne üretmişiz, ne tartışmışız diye bakınca, seçim süreci var elbette. SPoD’un düzenlediği “Peki şimdi nereye?” etkinliği var mesela, seçim sonuçlarını nasıl analiz ediyoruz, lubunya hareketi bundan sonra ne yapacak, nasıl bir inşa hareketi kuracak… Seçimlerden beklentimiz farklıydı, biraz daha olumlu bir sonuç bekliyorduk herhalde hepimiz. Ama nasıl devam edeceğimize dair bir tartışmayı da beraber yürüteceğiz.

31. İstanbul Onur Haftası, Trans Onur Yürüyüşü’nün ardından Haliç Köprüsü’ne asılan trans feminist bayrakla resmen başladı 

İstiklal Caddesi seçimlerin ardından Pride’la toplumsal eylemlere açılacak, 8 Mart’la devam edecek gibi bir umut da vardı…

Zarife: Biz aynı yerde devam ediyoruz. (gülüyor) Trans Pride gibi, LGBTİ+ Pride’ın çağrısı da Taksim’e olacak.

Tina: Küresel LGBTİ+ hareketine baktığımızda anaakım Pride’lar hiyerarşik bir şekilde düzenleniyor, çalışanları falan oluyor. Ama İstanbul Pride’ının ve bu coğrafyadaki Pride’ların bir ortak noktası var. “Corporate Pride” dediğimiz, markalarca, şirketlerce desteklenen Pride’lardan çok farklıyız. Anti-hiyerarşik ve anti-kapitalist bir yaklaşımla yola devam ediyoruz. Bunun çeşitli zorlukları da var, örneğin düzenleme komitesi her yıl yenileniyor, her yıl sıfırdan bir örgütleme inşa etmemiz gerekiyor. Ama böylesi hem politik hem yöntemsel olarak daha iyi. Sadece Onur Haftası’nı ya da Onur Yürüyüşü’nü değil, bu hazırlık sürecinin kendisini politik bir eylem olarak görüyoruz. Toplantılara katılan lubunyalar da bu bilinçle davranıyor.

Zarife: Zaten her şeyi tartışa tartışa iyice uzatıyoruz. (gülüyor) Bu yılın sloganı ne olacak, pankarta ne yazılacak… Bütün bunlar politik tartışmalara da alan açıyor elbette. Sloganlar için gullümlü, siyasal alandaki ciddiyeti bozan tarzda öneriler çok geliyor, metinlerde tabii daha açıklayıcı oluyoruz. Öte yandan “buradayız, gitmiyoruz, mücadeleye devam ediyoruz” vurgusu her alanda geçerli.

Seçimlerde aday gösterilecekse artık seçilebilecek pozisyonlarda gösterilmeli. Önemli olan bir partinin spot adayı olmak değil. Gerçekten hareketin sözcüsünü Meclis’e veya diyelim belediye meclisine götürmeyi hedeflemeliyiz.

Afet için Kadın Dayanışması’nın yayınladığı raporda deprem bölgesinde LGBTİ+ bireylerin durumuna da dikkat çekiliyor, yalnız yaşayan kadınlar, göçmen ve sığınmacılar gibi onların da haklarına ulaşmada sorunlar yaşadığı anlatılıyor. Deprem LGBTİ+ camiasını nasıl etkiledi, Onur Haftası’na yansımaları nasıl olacak?

Tina: Depremle birlikte biz de deprem bölgesine odaklandık. Depremden hemen sonra oradaki LGBTİ+’lardan ayrımcılık ve saldırı haberleri gelmeye başlayınca İstanbul Pride ve Trans Pride olarak bir açık çağrı yaptık, geniş katılımlı bir toplantı düzenledik ve Lubunya Deprem Dayanışması’nı kurmaya karar verdik. Bölgeden 500’den fazla çağrı aldık, çadır, erzak gibi yardımlar göndermeye çalıştık, buradan aktivistler de bölgeye gitti. Fobik olmayan, kapsayıcı, orada aktif olan gruplarla, örgütlerle görüştük, bir dayanışma ilişkisi kurmaya çalıştık.

Zarife: Deprem bölgesindeki lubunyalar birçok ile, İstanbul, Ankara, İzmir, Mersin gibi çok farklı yerlere dağıldı… Ben Islahiye’de, enkazda çalıştım, orada bir dayanışma çağrısına rastgelmedim. Tabii daha kapalı, muhafazakâr, cemaatlerin yoğun olduğu bir bölge orası. Fakat farklı yerlerden çeşitli olaylar kulağımıza geldi elbette. Örneğin Adana’daki bir olay çok çarpıcı. Üç trans arkadaş toplanma alanına gidiyor, ama polis şiddetine maruz kalıyorlar. Biz de ulaşabildiğimiz tüm kanallara başvurarak arkadaşlarımızı oradan uzaklaştırmaya çalıştık. İskenderun’da da benzer bir olay yaşandı. Translar açısından durum çok vahimdi, çarşafla dolaşmak zorunda kalan arkadaşlarımız oldu, şiddete maruz kalmamak için. Bir de Diyanet o ara neredeyse “eşcinsellik yüzünden bunlar başımıza geliyor” gibi bir açıklama yaptı, metinde “sapkınlık” gibi laflar havada uçuşuyor. Bunlar tabii yerelde dağıtım mekanizmalarında çalışan kişileri de etkiliyor. Zaten çok erkek, ırkçı ortamlar… Islahiye’de çalışırken kimi kadınlarla kurulan ilişkiye şahit olduk, “Çingene” denmesi, dilenciymişler gibi davranmaları… Bölgede şiddete karşı mekanizmalar da işletilemedi, boşanma aşamasında olan kadınlar çadırda adamlarla birlikte yaşamak zorunda kaldı. Antakya’dan, Adana’dan halen bu yönde çok şiddet başvurusu geliyor. Devletin kimi makbul vatandaş sayıyorsa onunla ilişki kurduğu, yardımı asıl onlara ulaştırdığı bir süreç oldu.

Tina: Ve bu sadece LGBTİ+’lara karşı bir şey değil. Aleviler, Suriyeli göçmenler de benzer sorunları yaşadı. En azından, devlet yardımlarında iktidara yakın olanlara öncelik verildi, bu çok net. Buna tabandan dayanışma ağlarıyla, yardım mekanizmalarıyla bir çözüm bulmaya çalıştık, ama tabii bu ağlar da saldırı altında kaldı. Antakya’daki Sevgi Parkı’nda farklı kurumların çadırlarının kapatılması bir örnek.

İstanbul, geniş bir coğrafyada, Suriye’den Afganistan’a, Afrika ülkelerinden Rusya’ya, farklı nedenlerden dolayı ülkelerini terk etmiş yüz binlerce insanın buluşma potası. Daha iyi bir hayat uğruna göç edenler arasında LGBTİ+ bireyler de var. Onlarla bir dayanışma ilişkisi geliştirmek mümkün oluyor mu?

Zarife: Buna dair bir şey söylemek zor. Böyle durumlarda daha ziyade göçmenlerle çalışan derneklere, inisiyatiflere yönlendirmede bulunabiliyoruz. Hêvî Derneği var örneğin, uzun zamandır mülteciler ve LGBTİ+ örgütlenmesi üzerinde çalışan. Öte yandan, karşılaşma alanları yaratmak da çok mümkün olmuyor. Lokal, kendi içine kapalı topluluklar söz konusu. Kimsenin Türkiye’de kalmak gibi bir niyeti olmadığı için, devletle karşı karşıya gelmek de istemiyorlar. İstanbul Sözleşmesi eylemleri zamanında Denizli’de iki arkadaşımız eyleme katıldıkları için İran’a sınırdışı edilmişti. Yine 25 Kasım Gece Yürüyüşü’nden sonra iki arkadaşımız gözaltından sonra geri gönderme merkezine gönderildi, biri İtalyan, diğeri Kanadalıydı. Onlar mülteci değildi, ama devletin cezalandırma yöntemi olarak kullandığı yöntemler aynı. Lubunyalar söz konusu olduğunda çok daha kolay gerekçelendiriyorlar. Lubunyalar bürokratik işlemlerden zaten uzak durmaya çalışıyorlar, zaten Türkiye’den gitmek için aracı bulma çabasındalar, bir de devletin yükünü taşımak istemiyorlar. Nihayetinde temel haklar burada mükemmel şekilde işlemiyor, birçok şeyden mahrumuz, mülteciler açısından durum çok daha kritik. Zaten ırkçılıkla baş etmeye çalışıyorlar, LGBTİ+ olunca çok daha pekişiyor durum onlar açısından.

Türkiye’de LGBTİ+ hareketi üzerindeki baskılar artarken diğer toplumsal mücadele alanlarıyla dayanışma imkânlarının çoğaldığını hissediyor musunuz? Kadın hareketi tabii en yakın alan, ama örneğin siyasal temsiliyet de son yıllarda yaygınlaşan bir tartışma konusu. Zeynep Esmeray Özadikti’nin sırf adaylığının bile herhalde olumlu bir toplumsal etkisi oldu.

Zarife: Aslında Gezi sürecinde başlayan yan yana gelişlerden söz edebiliriz en çok. O kırılma tam nasıl yaşandı, bilemiyorum ama, LGBTİ+ hareketinin kısmen toplumsallaştığı bir süreç yaşadık. İdeolojik tartışmalar bir yana, artık bu kesimin de iktidar tarafından en çok ezilenler arasında sayıldığını düşünüyorum, en azından sosyalistler açısından. HDK’de LGBTİ+ Meclisi vardı, HDP lubunya aktivistleri aday göstermişti, belediyelerle işbirliği kurulabiliyordu, üniversitelerin büyük bir çoğunluğunda LGBTİ+ kulüpleri vardı, yaklaşık yedi ilde dernek ve inisiyatifler kurulmuştu, ya da diyelim Kars’ta bir kişi varsa kendini artık daha açık ifade edebiliyordu. Bunlar toplumsal muhalefetin yüzünü biraz buraya çevirmesiyle, ayrıca tabii bizim bu mücadelede ısrar edişimizle mümkün oldu.

Pride’lara katılmak gerçekten önemli, çünkü lubunyalarda çocukluktan itibaren bir yalnızlık duygusu gelişiyor. İlk Pride’a katıldığında biraz çekinip korkuyorsun, ama sonra içselleşmiş homofobini de kırıyorsun bir noktada, özne oluyorsun, “başka lubunyalar da var, ben de örgütlenebilirim” diyorsun.

Bugün itibarıyla, sağcılığın bu ülkede nasıl yer bulabildiğine ve bunun yekûnunun ne olduğuna, politik okumasının ne anlama geldiğine de bakmak lâzım. LGBTİ+ hareketiyle kadın hareketi mecburi bir ortaklık kuruyor, çünkü çok benzer konularda ortaklar, beden politikası, nüfus politikası, cinselliğe dair tahakküm… Bunların hepsi kadın bedenine de yönelmiş, cinselliğin toplumun üretim aracı haline getirilmesinden kaynaklanan şeyler. Yan yana gelmenin çok mümkün olduğu, mücadelenin ortaklaştığı bir zemin var.

Tina: Geçen yıllarda, son seçimlere göre daha fazla LGBTİ+ aday gösterilmişti. Hem genel hem yerel seçimlerde LGBTİ+ hareketin kendi tartışmaları üzerine belirlediği adaylar vardı. Bence gösterilecekse artık adayların sanki seçilebilecek pozisyonlarda olması gerekiyor. Seçilmeyecek bir pozisyonda aday göstermeyi çok anlamlı bulmuyorum açıkçası. Önemli olan bir partinin spot adayı olmak değil. Gerçekten hareketin sözcüsünü Meclis’e veya diyelim belediye meclisine götürmeyi hedeflemeliyiz. Şimdiki haliyle bu böyle olmuyor. Bu dediğim sadece siyasal partilerin yönetimine değil, LGBTİ+ hareketine de bir eleştiri olarak düşünülebilir. Seçilemeyecek pozisyonda olsa da aday gösterilince “görünür oluyoruz” deme fikrini bence geçtik, seçilebilecek pozisyonda aday olalım. LGBTİ+ hareketin de politik partilerde daha aktif bir rol oynaması gerekiyor.

Zarife: Toplumsal mücadelenin önemli bir gücü artık LGBTİ+’lar, kimse onları es geçemiyor. Her ne kadar bu hareketin temsiliyetini olduğu gibi yansıtamasalar da, onu görmeden de siyaset üretemiyor siyasi partiler. Anaakım ya da merkez partiler bunun biraz dışında ama, sosyal demokrat veya sosyalist partiler bu hareketi görmezden gelemiyor. Kılıçdaroğlu’nun billboard’u vardı mesela bir buçuk yıl önce, seçim tartışmaları yeni başladığında, “cinsel yönelime ilişkin yasal düzenleme yapacağız” falan diye. Ama kurdukları ittifaktaki metinlerde İstanbul Sözleşmesi’nin adını dahi geçiremediler. Bizim tam olarak durmamız gereken zemin neresi gibi meselelerde bunlar hep bir veri aslında.

Sizin katıldığınız ilk Onur Yürüyüşü hangisiydi?

Zarife: Benim 2010. Aynı zamanda açıldığım ilk seneydi galiba. (gülüyor) O sene 1 Mayıs da Taksim’de kutlanmıştı. Sonraki senelerde –2014 kadar olmasa da– giderek kalabalıklaşmıştık.

Tina: Ben hatırlamıyorum, ama çok iyi hatırladığım ve güçlü hissettiren Pride 2013’tü. Tam Gezi’nin sonrasıydı ve parktaki herkes katılmıştı. Gerçekten büyük özlemle hatırlıyorum. (gülüyor)

Zarife: Nasıl bitmez, kocaman bir bayrağımız vardı. Geçiyor geçiyor, bakıyorum, uzuyor da gidiyor… (gülüyor)

İlk katıldığınız yürüyüşlerden önce Pride’lar sizin için ne ifade ediyordu?

Zarife: Öncesinde çok haberdar değildim açıkçası yürüyüşlerden. Bir yerlerde birileri bir şeyler yapıyor diye düşünüyordum, ama tam olarak nedir, bilemiyordum. Bir arkadaşım söylemişti böyle renkli, eğlenceli bir yürüyüş yapıyorlar diye. (gülüyor) Sonuçta Pride’da kortej yok, herkes olduğu gibi yürüyor. Diğer türlü yürüyüşlerin kötü olduğunu da söylemiyorum, bence disiplin iyidir yine de. (gülüyor) Ama çok da görmediğim, rastlamadığım, sokakta çok da farkında olmadığım insanların ne kadar çok olduğunu farketmiştim ilk yürüyüşte. Demek ki ben o kadar habersizim, bakmıyorum, görmüyorum diye düşünmüştüm. O zamanlar sosyal medya da böyle yaygın değildi, istediğimizi arayıp bulduğumuz bir mecra haline gelmemişti. Şaşırmıştım, ama güçlü de hissetmiştim, kendimi rahat hissettiğim bir yer diye düşünmüştüm. Bir Feminist Gece Yürüyüşü’nde öyle bir mutluluğu, umut halini, birbirinden güç almayı hissetmiştim, bir de ilk katıldığım Pride Yürüyüşü’nde.

İktidarla çatıştığımız bu mücadele belli ki devam edecek. O yüzden, LGBTİ+ mücadelesini de toplumsal muhalefetin güçlü bir alanı olarak yeniden inşa etmek gerekiyor. Kendimizin de hem sendikalarda hem odalarda, neredeysek orada örgütlenmeye katılmamız gerekiyor ki, bir aşılmaz duvarı birlikte yıkalım.

Tina: Bence Pride’lara katılmak gerçekten önemli, çünkü lubunyalarda çocukluktan itibaren bir yalnızlık duygusu gelişiyor. Özellikle küçükken “dünyada tek lubunya benim” gibi hissediyorsun. Bu tabii ki gerçek değil, ama diğer lubunyaları tanımıyorsun ya da tanımak için yeterli cesaretin olmuyor. O yüzden, üzülüyorum, genç lubunyalar 2015’ten beri legal ve kitlesel bir Pride’a katılamadı. Seçimden sonra açık bir Pride’a katılamıyor olmak da bizi çok üzdü…

Pride’a ilk katıldığında biraz çekinip korkuyorsun, ama sonra içselleşmiş homofobini de kırıyorsun bir noktada ve özne oluyorsun, “başka lubunyalar da var, ben de örgütlenebilirim” diyorsun. Ben de bir sol hareketten geliyorum, ama Pride’lara katılmaya başladıktan sonra “burada demokratik bir taban örgütlenmesi varsa ben de burada politika yapmak istiyorum” diye düşündüm.

Son olarak neler eklemek istersiniz?

Zarife: Ben çağrı yapmak istiyorum diğer öznelere ve başka eşitlik mücadeleleri içinde beraber yürüdüğümüz arkadaşlara: İktidarla çatıştığımız bu mücadele alanı belli ki buradan böyle devam edecek. O yüzden, LGBTİ+ mücadelesini de toplumsal muhalefetin güçlü bir alanı olarak yeniden inşa etmek gerekiyor. Kendimizin de hem sendikalarda hem odalarda, neredeysek orada örgütlenmeye katılmamız gerekiyor ki, bir aşılmaz duvarı birlikte yıkalım.

Tina: Ben de genç arkadaşlarıma sesleneyim: Korkabilirsiniz, bu en doğal duygu. Biz de daha uzun zamandır aktivizm yapanlar olarak bir gerginlik yaşıyoruz. Ama örgütlenmekten, sokaklarda olmaktan, birbirimizle beraber olmaktan başka bir alternatif yok. O yüzden örgütlenin, Pride’a katılın, toplantılara gelin.

Zarife: Ne kadar kalabalık olduğumuzu görün!..

^