6 Şubat’ta yaşanan Maraş merkezli ve kaç kişinin ölümüyle sonuçlandığını bilmediğimiz ikiz depremlerin üzerinden yaklaşık kırk gün geçti. Yaşanan acıyı ve dehşeti anlamak ve anlatmak için hiçbir kelime, hiçbir söz yardıma gelmiyor. Sadece unutmaktan çok korktuğumuz bazı hakikatleri, bize yaşatılanları birbirimize tekrar tekrar hatırlatmaya çalışıyoruz. Çoğu fiili şimdiki zamanda kullanıyoruz ki geçmişe karışıp unutulan tek bir suç olmasın. Kelimeler yalnızca tanık olduğumuz akıl almaz suçları unutmamak, unutturmamak, tarihe not düşmek için işe yarıyor.
5 Mart’tan beri her akşam saat 21:00’de mum yakma eylemi yapıyoruz. Kırkı çıkınca hafifleme ihtimali bir yana, kolektif bir yas süreci yeni başlıyor. Sanki mumlar hâlâ büyük ölçüde, seçim gündemiyle şişmiş ana akım ve sosyal medyaya karşı bir hatırlatma olarak yanıyor. Pek çok depremzede hâlâ temiz su, barınak, hijyenik tuvalet bulmakta zorlanıyor. Kadın ve LGBTİ+ depremzedeler hijyenik ped gibi malzemelere erişmekte zorlanıyor. Başta kadınlar olmak üzere pek çok depremzede bir ayı aşkın süredir mahremiyetten ve güven hissinden yoksun ve ayrımcılığa uğruyor. Belli bölgelerde salgın hastalıklar yayılıyor.
On binlerce kişinin ölümüne sebep olduktan sonra bile halkı yağmalamaya devam eden, pek çok kamu kurumunu ve sermaye kesimini içeren inşaat ilişkileri ağının ayan beyan ortaya çıkışına tanık oluyoruz. Devlet tarafında ise ölümcül imzaları atan, can güvenliğini gözetecek denetlemeleri yapmayan isimlerin unutulması için örgütlü bir çaba sürüyor.
Depremzedelerle birlikte direnmek
Kızılay’ın depremin ilk haftasında, halkın vergileriyle alınmış çadırları Ahbap Derneği’ne, yani halka geri sattığı ortaya çıktı. 18 Şubat günü ise kamuoyu, Kızılay’ın bağış olarak topladığı piyasa değeri yüksek giysileri bir şirkete sattığını öğrendi. Eğitim-İş Bursa şube başkanı Yeliz Toy’un 7 Mart’taki açıklamasına göre, Antep’ten satın alınan ve deprem bölgesi bir ila bir buçuk saat mesafedeyken Bursa’ya getirilen 410 adet çadıra, bir meslek lisesinin öğrencileri alet edilerek AFAD logosu diktirildi.
Devlet kurumları yardımları yasal kılıfına uygun şekilde yağmalar ve geciktirirken, yağmayı Suriyeli, Afgan ve diğer göçmen ve mültecilerin üzerine yıkan, ırkçılığı körükleyen kamusal figürler ve gruplar, çok sayıda insanın şiddet görmesine ve en temel deprem yardımlarından mahrum bırakılmasına sebep oldu.
Depremzede halkın ezici çoğunluğunun mülksüzleşmesini ve yoksullaşmasını fırsat bilen sermaye devleri, kitleleri en etkin şekilde ucuz işgücü havuzuna katmayı hedefliyor. Her zamanki gibi, uzun vadeli sonuçları hesaba katmayan şehir planlama çalışmaları yapılıyor.
Devlet kurumlarının ve inşaat sermayedarlarının depremzedelere reva gördükleri, Türkiye tarihinden alışık olduğumuz biçimlerde, ama şok edici bir ölçekte devam ediyor. Depremden sonra, şehre göre değişen, iki ila üç günlük bir süre boyunca AFAD ve diğer ilgili devlet kuruluşları arama-kurtarma konusunda harekete geçmedi. Çok hızlı şekilde gelen yabancı arama-kurtarma ekipleri ve kendi imkânlarıyla bölgeye ulaşan madenciler, uzun saatler boyunca emir bekleyen AFAD görevlileri tarafından oyalandı.
İnsanların ses vere vere, donarak ölmesini izleyen devlet, şans eseri kurtulan ve çoğunu gönüllü ekiplerin enkaz altından çıkardığı depremzedeleri soğukla, açlıkla, susuzlukla, salgın hastalıklarla ve asbest kontrolü yapılmadan kaldırılan ve dökülen molozların tozuyla baş başa bıraktı. Bir AFAD çalışanı, içecek su arayan depremzede bir kadına “Yardım bitti artık, paran yoksa parmağında yüzüğün var, sat da gel” diyebildi.
Ne var ki, bölgeye su götürmekten aciz iktidar yeniden yapılandırma için inşaat sözleşmelerini hızla tamamlıyor.[1] 4 Mart’ta İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum, 21 bin konut için sözleşmelerin tamamlandığını, 405 bin afet konutu yapılacağını açıkladı.
Depremzede halkın ezici çoğunluğunun mülksüzleşmesini ve yoksullaşmasını fırsat bilen sermaye devleri, kitleleri en etkin şekilde ucuz işgücü havuzuna katmayı hedefliyor. Her zamanki gibi, uzun vadeli sonuçları hesaba katmayan şehir planlama çalışmaları yapılıyor. Mimarlar ve araştırmacılar, deprem sonrası yeniden inşa sürecini, son dönemdeki kentleşme-çeperleşme eğiliminin bir uzantısı olarak yorumluyor.
Şehrin büyüklüğüne göre değişen mesafelerde, ama çoğunlukla merkezden çok uzağa inşa edilen Organize Sanayi Bölgeleri, şehir hastaneleri, iki-üç fakülte üyesiyle kurulmuş içi boş üniversiteler ile çeperleşme son hız devam ediyor. 24 Şubat 2023 günü Resmi Gazete’de yayınlanan kararname ile zemin etüdü dışındaki denetlemeler iptal ediliyor. Mevcut zemine uygun temellendirme ve taşıyıcı sistem tasarlanabilecekken, işçi sınıfının ve yoksul halkın dağbaşlarına, uydu kentlere sıkıştırılması projeleri sürdürülüyor. Bu ölçekte bir deprem bile halkın geniş kesimlerinin çeperlere itilmesini durduramıyor.
Bütün bunlar olurken, sosyal medyada ve Youtube’da çoğu insanın bakmayı bile kaldıramayacağı toplu mezar ve enkaz kaldırma görüntüleri dolaşıyor. Devletin, uluslararası normların hilafına, vaktinden çok erken başlattığı enkaz kaldırma çalışmaları, insanların ölü bedenlerinin olması gerektiği gibi, saygı görerek uğurlanmasını engelliyor. Ölülerimiz ve depremzedeler için adaletin sağlandığını görene kadar, depremzedelerle birlikte şimdiki zamanda direnmek, bu dehşeti yaratan failleri ve koşulları unutturmamak hayatta kalanlara düşüyor.
Yeni Türkiye ve felâket kapitalizmi
Dünya Bankası ve IMF politikalarıyla, 1980 askeri darbesinden beri kararlı bir şekilde yaratılan Yeni Türkiye, AKP iktidarıyla kültürel muhafazakâr ve neoliberal kıvamını bulmuştu. Yirmi yıl içinde, bilmediğimiz sayıda insanın ölü ve diri şekilde devlet tarafından enkaz altında terk edildiği bu noktaya geldi.
Uluslararası kamuoyu da durumun farkında. Liberal Amerikan medyası, Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu çoğunlukla “bir Ortadoğu ülkesinde daha yolsuzluk ve yozlaşma” hikâyesi olarak analiz ediyor. Sosyolog Cihan Tuğal’ın anlatımıyla, AKP iktidara geldikten sonra hızlanan neoliberal dönüşümü ve yaşanan ekonomik büyümeyi kutlayan emperyalist kuruluşlar ve Batı merkezli liberal medya, o büyümenin en önemli bileşenlerinden biri olan inşaat sektörünün geldiği noktayı yalnızca AKP iktidarının sorumluluğu ilan etmekte beis görmüyor.
Oysa aynı güç odakları, 1999 Gölcük-Düzce depremleri ve 2001 ekonomik krizi sonrasında başlatılan neoliberal devletin yeniden yapılandırılması projesini başından beri fonladı. Bu projeyi uluslararası sermayenin çıkarları doğrultusunda şekillendirdi ve gözetimi altında tuttu.
Naomi Klein, felâket kapitalizmini, kapitalizmin savaş ve doğal afetlerin sonrasında, özelleştirmeyi ve kuralsızlaştırmayı savunan hali olarak tanımlıyor. Ancak, Türkiye halkları bunu bu coğrafyaya ve içinde bulunduğumuz tarihsel döneme özgü bir biçimde yaşıyor. Felâket kapitalizmi bize “fıtrat”, “kader” ve “kader planı” olarak sunuluyor.
Geriye dönük bir bakışla, Dünya Bankası ve IMF’nin kısmen dayatıp kısmen tavsiye ettiği bu yeniden yapılandırmanın iki süreç üzerine kurulduğunu söylemek mümkün. Uluslararası destek alan birinci süreç, geniş halk kitlelerinin tarımdan ve topraktan koparılması, mülksüzleştirilmesi ve işçileştirilmesi projelerini hayata geçirdi.
AKP’nin yönettiği, uluslararası paydaşların göz yumduğu ikinci süreç ise, AKP ile ortaya çıkan, özellikle inşaat ve maden sektörlerine yönelen yerli sermayenin hız kesmeden büyümesini hedef aldı. Denetimden büyük oranda muaf bir birikim rejimi seri adımlarla hayata geçirildi. Bu rejimin en önemli ayakları inşaat ve maden (özellikle linyit kömürü) sektörleri oldu.
Naomi Klein, felâket kapitalizmini, kapitalizmin savaş ve doğal afetlerin sonrasında özelleştirmeyi ve kuralsızlaştırmayı (kamusal denetimin kaldırılmasını veya zayıflatılmasını) savunan hali olarak tanımlıyor. Ancak, Türkiye halkları bunu bu coğrafyaya ve içinde bulunduğumuz tarihsel döneme özgü bir biçimde yaşıyor. Felâket kapitalizmi bize fıtrat, kader ve (Amasra Maden Katliamı’ndan beri) kader planı olarak sunuluyor.
Evet, Türkiye’de de devlet ve sermaye, birikimi hızlandırmak için işbirliği içinde felâketleri fırsata dönüştürüyor. Felâket kapitalizmin bize özgü tarihi ise, en yalın haliyle, muhalif hareketlerin kullandığı “kaza değil, cinayet,” “kaza değil, katliam”, “politik felâket” gibi slogan ve kavramlarda ifade buluyor. AKP hükümetleri, partiyle iç içe dolanmış yerli sermayenin hızla büyümesi için sayısız yasal düzenlemeyle kuralsızlığı norm haline getirdi. Yasadışı denetimsizlik ise sermayenin mümkün olan maksimum hızla birikmesini sağladı.
Neoliberal vahşet rejimi, hem felâketler vuku bulduğunda bunları fırsata çeviren hem de baskı ve liyakatsizlikle halkın kaderini tayin eden bir rejime evrildi. Bugün sonuçlarını yaşadığımız şey, iktidar sözcülerinin iddia ettiği gibi “asrın felâketi” değil, “Yeni Türkiye felâketi”.
Türkiye’nin sol muhalefeti, sorumluların birincil “niyet”ini (kâr ve sermaye birikimini) hedef alıyor. Ancak, aynı zamanda, modern liberal hukuk anlayışının[2] aksine, sorumluluğun niyete göre değil, etkiye ve sonuca bakılarak değerlendirilmesini savunuyor. “Politik felâket” veya “kaza değil, katliam” ifadeleriyle dile gelen bu tarihsel-toplumsal tespit, yapılan her yasal düzenlemenin, teşvik edilen veya görmezden gelinen her denetimsizliğin kast içerdiğini söylüyor.
Bir başka deyişle, “kader planı” AKP iktidarının başından beri işliyor. Kasım 2002’den beri hızlı sermaye birikimi için en uygun koşulları, yani felâketlerin hem denkleme katıldığı hem hevesle beklendiği koşulları yaratmaya baş koymuş bir iktidar tarafından yönetiliyoruz.
Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra ise, devlet hemen hemen her sektörü, eğitim ve kültür kurumunu, belediyeyi ve devlet organını OHAL kararnameleri, kayyımlar, hukuksuz hapis cezaları ve kapatmalar yoluyla hâkimiyeti altına aldı. Neoliberal vahşet rejimi, hem felâketler vuku bulduğunda bunları fırsata çeviren hem de baskı ve liyakatsizlikle halkın kaderini tayin eden bir rejime evrildi.
Bugün sonuçlarını yaşadığımız şey, iktidar sözcülerinin iddia ettiği gibi “asrın felâketi” değil, Yeni Türkiye felâketi.
Kitlesel travma ve halkların iradesi
Antropolog Shannon Lee Dawdy, 2011’de New Orleans’da Katrina kasırgasından hayatta kalan kişilerle yaptığı görüşmeleri 2021’de tekrar gözden geçiriyor. Bu kez insanların kasırganın ardından şehrin peyzajı ile nasıl ilişki kurduklarına odaklanıyor. İngilizcede daha yaygın kullanılan peyzaj [landscape] kavramı, bir alanın topografik yapısını, bütün doğal ve kültürel varlıklarını ve biçimlerini içeren görüntüyü ifade ediyor.
Görmezden gelinemez bir kitlesel travma söz konusu olduğu için, Dawdy psikanalitik literatürden de faydalanıyor. Dirençli görünen insanların eski yaşamlarına hızla döndüklerini, bunu da travmayı yaşadıkları bölgeden ve tetikleyici çevresel (peyzaja dair) unsurlardan kaçınarak, ya şehri ya da daha önce yaşadıkları semtleri terk ederek yaptıklarını söylüyor. New Orleans’da kalanlar ise, yenilenen kısımlarıyla bile sürekli kasırgayı hatırlatan ve yeniden yaşatan bir peyzajın orta yerinde hayatlarına devam ediyor. Dolayısıyla, hayata tutunmak konusunda daha çok zorlanıyorlar.
Türkiye’deki devlet ve sermaye ağları bu eğilimin farkında olsa gerek. Deprem bölgesindeki şehir merkezlerini büyük oranda boşaltmayı, hem bölgedeki şehirlerin hem başka şehirlerin çeperlerine taşımayı hedefliyorlar. İşçi ve emekçi çoğunluğun hızla çalışma hayatına dönmesi için planlanan ilk adım bu gibi görünüyor.
Psikanalitik kavramların yetersizliğini vurgulayan Dawdy, João Biehl ve Peter Locke’un Gilles Deleuze’den esinlenerek önerdiği “gerçek anlamıyla dinleme” [literary listening] pratiğine başvuruyor. Görüşmecilerinin mecazen söyledikleri dahil olmak üzere, tüm ifadelerini yeniden ve gerçek anlamlarıyla dinliyor. Ve nihayet, hayatta kalan her insanın içinde, kasırga sonrası peyzajın farklı tezahür ettiği sonucuna varıyor. Hayatta kalan kişilerin ifadeleriyle, bazıları için “her zaman olduğu gibi” görünen şehir peyzajı, bazılarına “sonsuza kadar yaralı” görünüyor.
Halkın geniş kesimlerinin “en az yabancı hissettikleri yerde” örgütlenmesi hayati önem taşıyor. Kendimizi en az yabancı hissettiğimiz yerde, yerel konumlarımızda ve örgütlerimizde, siyaseti tabandan yapılandırabilecek güç sadece bizim elimizde.
Yaklaşık 13,5 milyon nüfusu olan deprem bölgesinden şimdiye kadar 1 milyon 971 bin kişinin ayrıldığı düşünülüyor. Ayrılanlar için de, şehirlerinde kalmaya çalışanlar için de bölge tamamen değişti. Peki, ifadesi mümkün olmayan bir acı ve öfke ile mücadele etmeye çalışırken, depremzedelere ve toplumun önemli bir kısmına umut verecek kolektif bir peyzaj tahayyül etmemiz mümkün mü?
Bağımsız Maden İşçileri Sendikası’nın öncülüğünde deprem bölgesinde arama-kurtarma çalışmaları yürüten madenciler arasında Soma madencileri de vardı. Evlerine dönüşlerinden yaklaşık bir hafta sonra, emekli maden işçisi ve çiftçi Çetin Erkalkan’a hatırını sorduğumda, ilk cevabı “21 canlı çıkardık, ölmüş olanları saymadık” oldu.
Erkalkan, aynı zamanda, Somalı ve Ermenekli madencilerin 2019-2021 arasında süren direnişinde, Bağımsız Maden İşçileri Sendikası’nın kurucu başkanı Tahir Çetin’le beraber başı çeken isimlerdendi. “Çalışarak durumu üzerimden atmaya çalışıyorum” diye ekledi.
Bağımsız Maden-İş’in genel başkanı Gökay Çakır ise, “Türkiye halkından özür diliyorum. Yetemedik, yetiremedik, gücümüz buraya kadarmış” dedikten sonra, devletin maden işletmelerini ve şirketleri ülkenin bütün madencilerini seferber etmeye çağırmıştı.
Madenciler, her fırsatta, devletin bütün imkânları ve ülkenin bütün madencileri seferber edilirse, çok daha fazla insanı ve canlıyı kurtarabileceklerini ifade ettiler. Ancak, devlet ve maden şirketleri madencilerin bu çağrısını tamamen karşılıksız bıraktı. Başkan Gökay Çakır “İnsanlar enkazda bedavadan öldü, bedavadan! Ben 12. gün enkazdan cenaze çıkardım. Belki de bir saat önce ölmüştü. 12 gün kurtarılmayı beklemiş insanımız enkazda” diyor.
Soma maden katliamının ardından, AKP’nin Soma havzasındaki seçim başarısını sürdürmesi bazı kesimlerden büyük tepki almış, madenciler ve aileleri seçim sonuçlarının günah keçisi ilan edilmişti. Soma katliamının travmasıyla ve maddi sonuçlarıyla yaşayan madenciler bir de sosyal medya kullanıcılarının ve seküler sinizm kalpazanlığı ile geçinen figürlerin sarf ettiği “size müstahak” gibi sözlerle cezalandırılmıştı.
6 Şubat depremleri, Soma katliamından beri öfkesini ve bıkkınlığını hor gördüğü işçi sınıfına yöneltenler için bile bir algı değişimi yaratmaya başladı. On binlerce insanı ölü ve diri şekilde enkaz altında bırakan devlet-sermaye ortaklığı gibi, işçilerin ve emekçilerin somut ve yüzlerce can kurtaran iradesi de apaçık ortada.
Maden, inşaat, mimarlık gibi alanlarda çalışan işçi ve emekçiler ile sol-sosyalist partiler ve örgütler, feminist gruplar, çeşitli dernekler ve inisiyatifler deprem bölgesine ilk varanlar oldu. Bu esnada HDP’nin bölgeye soba taşıdığı yardım tırına dahi AFAD tarafından el konurken, TİP ve Halkevleri çeşitli engellemelere rağmen çalışmalarına devam edebildi. Devlet tarafından terk edildiklerini her fırsatta haykıran depremzedeler de, halkın geri kalanı da gerçeği biliyor. Yıkım, acı ve dehşet dolu Türkiye peyzajının tam ortasında, emekçilerin ve sol muhalefetin gösterdiği dayanışma da var.
Emekçi halkların ve sol muhalefetin deprem sonrasında gösterdiği irade, sadece seçimlerde değil, öncesinde ve sonrasında da geniş halk kesimleri tarafından gösterilirse, yaşanabilir ve adil bir Türkiye peyzajı mümkün olacak.
Ölülerimiz bize bakıyor
Türkiye kolektif yas tutmanın bazen lüks sayıldığı, çoğu zaman düpedüz yasak olduğu, bazense yüksek siyaset gündemleriyle unutturulduğu veya ertelendiği bir ülke. Çetin Erkalkan’ın sözleriyle “canlı canlı gömülen insanlarımızın” yasını tutmaya yeni başlıyoruz. Önümüzde upuzun ve zorlu bir yas ve hesaplaşma var. Ölülerimizin nasıl anılacağını ve geleceğimizi hep birlikte belirleyeceğiz.
Aynı zamanda, çok kritik bir seçim sürecine girdik. Eğer Millet İttifakı iktidara gelirse, 1980 sonrası neoliberal dönemin bugüne kadarki bütün yıkıntıları, ölüleri ve dirileri ile yola çıkacak. Ancak, Türkiye’nin içinde bulunduğu ve bulundurduğu neoliberal kapitalist ağlar ve devlet şiddeti tarihi ortadan kaybolmayacak.
Sonuçlarını yaşadığımız neoliberal vahşet, “Saray ile tüm egemen sınıflar blokunun ittifakı” üzerine kuruldu. AKP iktidarı kaybederse, devlet ile yerli ve uluslararası sermaye arasındaki ilişkiler dönüşebilir mi? Korkut Boratav’ın vurguladığı üzere, Altılı Masa’nın yayınladığı “Ortak Politikalar Mutabakat Metni”nin neoliberal perspektifi böyle bir dönüşümü imkânsız kılıyor.
Peki, Türkiye Cumhuriyeti’nin katliam ve felâketlerle örülmüş tarihini görmezden gelmeyen bir onarım süreci başlayabilir mi? Altılı Masa’nın bileşenleri değil, ama deprem sonrasında emekçi ve örgütlü grupların gösterdiği irade umut verici.
Tomris Uyar, 31 Mart 1975’te, “Türkiyeli aydınlar”ı konu ederek şu cümleleri yazıyor: “Sıvanıp girişmek evet, bekleyip yargılamak değil. Düşünün: tam anlamıyla katılacağınız bir örgütün kurulmasını önce başkalarından bekliyorsunuz. Siz katılmadan, sorumluluğu paylaşmadan; sonradan, uygun bulursanız katılacaksınız. Bu yıl yine en önemli sorunlardan biri bu Türkiyeli aydın için.”[3] 6 Şubat 2023 sonrası Türkiye’de, bu rejimin paydaşı olmayan herkes için en önemli meselelerden biri bu.
İktidar değişse de, değişmese de, halkın geniş kesimlerinin, sosyolog Aslı Odman’ın bir sosyal medya paylaşımında söylediği gibi, “en az yabancı hissettikleri yerde” örgütlenmesi, beklemeden sıvanıp girişmesi hayati önem taşıyor. Deprem sonrası gösterdikleri dayanışma ve güç ile toplumsal bir dalga yaratan işçi ve maaşsız emekçiler ile sol muhalefetin bundan sonra nasıl hareket edeceği belirleyici olacak. Kendimizi en az yabancı hissettiğimiz yerde, yerel konumlarımızda ve örgütlerimizde, siyaseti tabandan yapılandırabilecek güç sadece bizim elimizde.
2019’da Somalı bir madenci, işyerinde şahit olduğu ve ölümle sonuçlanan her iş kazasından sonra nasıl hissettiğini şöyle ifade etmişti: “Sen ona canlı bakıyorsun, o sana cansız bakıyor.” Yeni Türkiye felâketinin failleriyle hesaplaşıp yola koyulana kadar, bütün fiiller şimdiki zamanda. Toprağın altında ve üstünde, ölülerimiz bize bakıyor. Hepimizin geleceği için büyük bir sorumluluğumuz var. Unutturmama çabamızın da, yasın da, yolun da başındayız.
[1] Umut-Sen heyetinin (Başaran Aksu, Umut Kocagöz, Mürsel Ünder) ilk hafta boyunca deprem bölgesinin farklı noktalarına giderek yaptığı gözlemlerle ortaya çıkan 17 Şubat 2023 tarihli Deprem Gözlem Raporu, hem deprem sonrasındaki durum hem yeniden yapılandırma çalışmalarının hızı ve hedefleri konusunda aydınlatıcı: https://umutsen.org/index.php/deprem-gozlem-raporu/
[2] Talal Asad Dinin Soykütükleri (Metis, 2015) adlı kitabında liberal hukukta suç olgusunun “niyet”e bağlı tanımlanmasının kökenlerini arar.
[3] Gündökümü, YKY, 2003