SEYYAL TANER ANLATIYOR

Söyleşi: Yücel Göktürk, Sungu Çapan, Merve Erol
5 Şubat 2023
SATIRBAŞLARI

Bir “kare Tanerimiz var: Haldun Taner, Moğol Taner (Öngür), Kesmeşeker’in Cenk Taner’i, bir de siz…

Seyyal Taner: Taner’ler bayağı var hakikaten.

İyi ki soyadınız Taner, yoksa bizim Tanerizm bozulurdu.

Ya Tamer olsaydı! Ne kadar sinir bozucu, düşünsene, Seyyal Tamer! (gülüyor) Bir anda pavyon oldu. (gülüyor)

Gerçek isminiz, değil mi?

Tabii canım, doğuştan. Bizde sahte bir şey yok. (kadehini kaldırıyor)

Ojeniz çok güzel, ama sadece serçe parmağınızda. Simgesel bir durum var mı?

Yok, o anki halet-i ruhiyemle ilgili. Öyle geldi, öyle yaptım. Ben manikür, pedikür de yaptırmam, berbere gitmem. Öyle huylarım yoktur. Resim çekeceksiniz diye biraz kaşımı gözümü düzelttim. (gülüyor)

Grup sokaktır. Sokağı bilmeyen grubu bilmez. Yani burjuvazinin grubu olmaz. Bohemyanın grubu olur, lumpenin grubu olur. Ben hep grubumla yaşadım.

Ortak bir dostumuz var, Arda Uskan…

Arda benim akrabam. (gülüyor) Canım, ciğerim, hocam, üstadım. Ben demek o demek, o demek ben demek. Arda, vadide açan bir çiçek gibi. Çok özel bir adam, Pancho Villa’ya benzer. (gülüyor)

Arda’yı da Tanerizm’e dahil etmemiz lâzım aslında, Taner’i göbek adı verelim ona.

Verin valla. Bakmayın kenarda durup yazdığına, Türkiye’nin en önemli adamlarından biri. Beni bulup şu memlekete bir fayda sağlamış. (gülüyor) Size bakınca da görüyorum, Arda’nın mührünü taşıyorsunuz. İnsanlar kendi dokularına uyanları bulurlar daima.

Nasıl tanıştınız, Vahşi Kediler zamanı mıydı?

O döneminde ben ortaokuldaydım. Ama fotoğraflardan biliyorum o hallerini, gitarı tahta gibi tutmuş elinde… (gülüyor)

Sizi hep Seyhan Karabay ve Sedat Avcı’yla hatırlıyoruz…

Seyhan, Kardaşlar’dandı… Allah rahmet eylesin, Sedat da Erkin Koray’ın davulcusuydu… İlk önce onlar vardı, bir süre öyle üçlü gittik, sonra İpucu Beşlisi, sonra 25. Saat, sonra Lokomotif… Tolga Han geldi, 12 kişilik dans grubu kuruldu. Ben Bakırköy’e, Nişantaşı’na gidiyorum, diskoteklerden adam seçiyorum… 12 kişilik dans grubu, sekiz kişilik grup –ama orkestra değil, derileriyle, püskülleriyle rock grubu. Tabii asıl olay Sedat, Seyhan, Seyyal üçlüsü. Sedat Hardal’da da çalardı; hem Erkin’le, hem Hardal’la, hem benimle çaldığı bir dönem de oldu. Birbirimize girerdik. (gülüyor)

Tantana Mustafa’nın Rami’deki kahvesini hatırlıyor musunuz?

Tabii, Hardal’cıların kahvesiydi o. Rami, onların sayesinde keşfettiğim en muhteşem yerlerden biri. Rami’nin bir kültürü var, aloo!

Solda Seyhan Karabay, davulda Sedat Avcı

Seyhan Karabay ve Sedat Avcı’yla ilk bir araya gelmeniz nasıl olmuştu?

Daha talebeyim, ya orta 2, ya orta son. Osmanbey’de Site sineması vardı, onun yanında bir de pastane. Oraya giderdik akşamüstleri. O zamanın Hell’s Angels’ları motorlarıyla gelirlerdi Site sinemasının önüne, biz de pastaneden hayran hayran bakardık onlara. Sedat’ı, diğer müzisyenleri hep orada görüyorum, saçlı başlı çocuklar… Sedat mukallit, espritüel, sıcakkanlı bir insan olduğu için, bize takılırdı, fırlama bulurdu bizi. Bizim sınıftan bir Saksı Oya vardı, “n’aber Saksı” derdi ona, bana da n’aber Karaböcek?”… Bir gün davullarını taşıyor pastaneden. Parçalarını unuttu, biz de kaptık parçaları, koştuk minibüse. “Aa, aferin, n’apıyorsunuz” dedi, “hiç, sen ne yapıyorsun”, konsere gidiyorum”… Tutturduk bizi de götür” diye ve bindik minibüse, gittik Budak sinemasına. Bize eşek gibi taşıttı o davulların hepsini. Sahneyi kurdular. “Ee, peki biz nereden seyredeceğiz?” Şurdan seyredersiniz.” Kulisten yani, perdenin arasından bakıyorsun, bakamıyorsun… Neyse, konser bitti, gene bize taşıttırdı aletleri. Yıllar sonra, sahneye çıkacağım zaman, Arda Uskan, Seyhan’la birlikte Sedat’ı getirmez mi! Uçtuk tabii. Sonra her konserde bu olayı anlatıyorum, seyirci ölüyor kahkahadan… “Taşı bakalım şimdi sen davulları” diye… (gülüyor)

Kerim Çaplı’yla da çalıştınız, o buluşma nasıl olmuştu?

Çok üzüldüm vefatına. Bir dönem çok ciddi bir bağımız oldu. Çalıştığım müzisyenlerin belki de en yeteneklisiydi. Davulcuydu, gitarcıydı, piyanistti… Kerim’i İzzet Öz getirdi bana, yıl ‘80. Üç ay bende kaldı. Türkçe bilmiyor, Türkiye’yi bilmiyor, hiçbir şey bilmiyor. Türkiye’de kalıp müzik yapmak istiyordu. 24 sene Amerika’da kalmış, gruplar kurmuş, birçok kalburüstü isimle çalışmış. Sıcak bir yuva ortamı sağlamaya çalıştım ona, inançlar üzerine terapi yaptık beraber. Konseri unuttu bir kere, öyle zor durumlar da yaşattı. Ama hep kardeşim gibiydi. Nasıl zor şartlardan geldiğini bildiğim için, hep yanında olmaya çalıştım.

Siz, Erkin Koray, Cem Karaca, mizaçlarınız, eğilimleriniz gruba doğru gibi. Ama mesela hep grupla çalışmış olan Barış Manço öyle değil sanki…

O grupçu değil, şirket o. Şirket ayrı şey, grup ayrı şey. Hayatı sokakta yaşamayı öğrenebildiğin anda grupçu olursun. Grup sokaktır. Sokağı bilmeyen grubu bilmez. Yani burjuvazinin grubu olmaz. Bohemyanın grubu olur, lumpenin grubu olur. Bohem ve rock’çu bir kadın olduğum için, hiçbir zaman ayrı bir evde yaşamadım, grubumla yaşadım, müzisyenlerle, dansçılarla… Turneye çıktığımızda 18 kişiyle aynı evde yaşarım. Beş yıldızlı otel filan, bilmem öyle şeyler. Grubum hangi lokantada yiyecek, ben oradayım, onlar nerede kalacak, ben orada. Menajerler alışmış, assolist başka yerde kalır, grup başka yerde. Yok öyle şey. Ben o tiplerden değilim. Adım popçu diye anılıyor, buna da çok sinir oluyorum. Popçu falan değilim, asla da olmadım. Ben bu ülkenin olması gerektiği noktasındaki bir yeri doldurmuş biriyim. Bir boşluk vardı, orayı ben doldurdum, onun da adı yok…

Rock’çular ya Beatles’cı olur, ya Stones’cu diye bir laf var, siz hangi kanattansınız?

Stones’cuyum, Mick Jagger’ın enerjisi geçmiş bana. Ama Beatles’ı da hiç inkâr etmedim. “She loves you yeah yeah yeah” diye başladık biz. Beatles cici çocuklardı, ama felsefeleri de güçlüydü. Benim için Beatles, John Lennon demekti, onun hayattaki duruşu çok önemliydi. Ama, öbür tarafta da Stones var, hem laf, hem enerji. Daha yakın onlar bana.

Tina Turner ve Seyyal Taner

Başka kimleri yakın buluyorsunuz?

Tina Turner’a takıktım bir ara. Lou Reed’i çok severim, adamımdır. Marilyn Manson’ı da dinlerim… Bana “gay dünyasının kraliçesi” de derler. Nerede olacağının adını koyamamış insanların mitosuydu Seyyal Taner. Üçüncü kimlik diye bir şey var, kadın-erkek, erkek-kadın…

Elton John’un güzel bir lafı var: “Seksin erkeği, dişisi olmaz.”

That’s what I mean! O da oralardan olduğu için, yukarıdan bakıyor meseleye, tavrını da öyle koyuyor: Ne kadın, ne erkek! Onlarla bir kimlik buluşması oluyor, bir yerde çakışıyoruz. 1975’ten beri böyle bir tavırdır benimki: Apaş, agresif, gerektiğinde cool…

Niye “popçu” yaftası var üzerinizde?

Hafıza kaybına uğramış bir ülke Türkiye. 1975’te çıkmışım, ‘76’da “Son Verdim Kalbimin İşine” bana yapışmış, ne yapayım? Halbuki bu kadın bambaşka bir kadın. O devirde böyle bir ülkeye bunu anlatmak çok zor bir şey. Kime şirin görüneceğim, gazinoculara mı, oıganizatörlere mi, sokaktakine mi, saraydakine mi? Her tarafa şirin görünmeye kalkarsan yalakalık olur. Yalakalık benim sinirimi bozar. Bugüne kadar başkasının şarkısını söylemedim. Ya benim için şarkı yazıldı ya da ben kendi şarkımı yazdım. İngilizce, Almanca, İspanyolcalar ayrı. Bir de ilk sahneye çıkarken Erkin Koray’ın “Şaşkın”ını söylüyordum. İlk plağım da Erkin’in benim için yazdığı bir şarkıydı: “Tanrı Şahidimdir”…

Erkin Koray ve Seyyal Taner

Erkin Koray’ın sizin hayatınızda özel bir yeri var galiba…

Evet, öyle, çok takıldık beraber. Şimdi diyeceksin ki, ne alâka? Çok alâka, kültürel alâka. Aynı mentaliteden olmak, aynı şeyleri paylaşmak, aynı müzik kültürünü almak –çok önemli bunlar… Tırlak arkadaşım benim. Tırlakkk. Zaten normal olmasa, ne işim olurdu onunla? (gülüyor) Erkin, Selda, ben, çok takıldık, çaldık, söyledik. Benim Etiler’deki ev dergâhtı. Bodrum’daki ev de hâlâ öyle, devam ediyor.

Moğollar’ın bir konserinde kafes içinde dansetmiştiniz, o nasıl olmuştu?

Şan sinemasında bir konserleri olmuştu, kafesi onlar yaptırmışlar. Kendi kafalarından, “Seyyal’i buna sokalım” demişler. Benim haberim yok, “bu ne ya” dedim, n’olur m’olur, Engin (Yörükoğlu), Cahit (Berkay) arkadaşım, peki dedim, o kafesin içinde “Na Na Song”la dans ettim.

Hâlâ öyle dans ediyor musunuz?

Olmaz mı canım, dans etmeden durmaz ki Seyyal. (kahkaha atıyor)

Panterlik nereden, nasıl başladı?

Nasıl adım Seyyal konmuşsa, o enerji de konmuş içime. Haldun Dormen “sahnelere bir panter düştü, dikkat” diye bir laf etmişti basında, o sakız oldu millete, panterlik oradan. Dans etmeyi çocukluğumdan beri severim. Kulüp 33’ten, Hydromel’den çıkmazdım. Arda’yla da çok dans ederdik, diyeceksin ki Arda dans eder mi, ederdi. (gülüyor) Klasik bale eğitimim var, Madam Olga’nın talebesiyim, orta sondan beri Şerif Yüzbaşıoğlu’nun yanına gidiyorum tintintin, solfej demeleri alıyorum.

Bir bilmece Türkiye, bu bilmeceyi çözmek kolay şey değil. Dönüp dolaşıp iki tane isim buluyorum: Orhan’la Erkin. Ahmet Kaya da bilmeceyi çözenlerden, hiç şakası yok.

Bir hedef var mıydı kafanızda?

Müzik kafamda var, sadece bedenim için, ruhum için yapıyorum. Bir insanın ruhunda sanat varsa vardır, bu kadar basit. Profesyonellik, starlık filan geçmiyordu aklımdan. Ben zembille star olarak indim. Derler ya, tırnaklarımla kazıdım, ne kahırlar çektim… Ben ne tırnaklarımla kazıdım, ne kahır çektim. Bam, güm, tepeden indim. Çünkü inmek istemedim ki. Türkiye’de kalmak, şarkı söylemek, ne aklımda var, ne öyle bir durum var. İspanya’dan tatile gelmiştim, annemleri görmek için. O arada film teklifi aldım, İspanya’da ve Hollywood’da kısa bir sinema maceram olmuştu, ne güzel dedim, hemen kabul ettim.

Hangi filmdi o?

Aslan Bey (1968), avantür, Yılmaz Güney’in filmi. Ata binen bir Kafkas kızıydım orada. Türkiye’de sinemayla tanışmam o filmle oldu. Tek kamerayla çalışıyorlardı, tek kamerayla oynamak farklı bir şey, daha küçük, minimal oynamak gerekiyor. Fakat Yılmaz Güney olağanüstü elektriği olan bir insandı, duruşuyla, varoluşuyla… Ben tanımıyordum o zaman, ama Yılmaz Güney’le çalışıyoruz diye herkes uçuyordu. Adam nasıl bir karizma! Öğretmen; zart-zurtla değil, duruşuyla öğretiyordu. Bana çok akıl hocalığı yaptı. Daha çocuk olduğumu da gördü, 18’imdeyim, tecrübesizim… Gözlerimi koca koca açıyorum kameraya… (gülüyor) “Gözlerin çok güzel, açma onları öyle derdi. Nebahat Çehre de sete gidip geliyordu, çok hoş bir kadındı, kişiliği de çok hoş…

Benim için Beatles, John Lennon demekti, onun hayattaki duruşu çok önemliydi. Ama, öbür tarafta da Stones var, hem laf, hem enerji. Daha yakın onlar bana.

Kaç filmde oynadınız o dönem?

Altı film yaptım, fakat bakıyorum, bu sinemayla Avrupa’daki sinemanın ne alâkası var? Hele o devirde. Yönetmenlerle anlaşamıyorum, setler bir acayip… Olmuyor dedim, gidiyorum. O sırada bir fotoroman teklifi geldi. Kim çekecek? Arda Uskan. Nikon’lar boynunda, saçlar omzunda, parkalı, medeni bir adam. Che Guevara gibi. Dan, kafama balyozu yedim onu tanıyınca. (gülüyor) Bu ne ya dedim, Türkiye’de böyleleri de varmış. Apayrı bir ilişkimiz oldu Arda’yla. Annesi Simin teyze annem, babası Adnan Benk babam kadar sevdiğim insanlardı. Onlarla geçirdiğim günlerin tadını, onlardan edindiğim bilgiyi, hoşluğu, insan ilişkilerini, deneyimi asla unutamam. Olağanüstü insanlardı. Olağanüstü entelektüellerdir ayrıca. Çok donanımlı bir aileden geldiği için, o donanımın ışığını da yansıtır Arda. Beş sene beraber olduk, evlenmek üzereyken ayrıldık. Seyyal Taner olmamı ona borçluyum. Arda ve arkadaşları üstüme üstüme geldiler, fiziğin güzel, sesin güzel, dans eğitimin var, yurtdışı tecrüben var”… Toplaşan beş-altı tane sinema tecrübem olmuş, o da tam değil. İllâ da müzik yap diyorlar. Gitme kafasıyla gelmiştim, durdurdular. Arda, Selda ve Ferhan (Üçoklar) sebep oldular kalışıma. İyi ettiler diyorum şimdi. Hiç de tevazu göstermemek lâzım bu anlamda, bu ülkenin benim gibi birine ihtiyacı vardı o dönemde. Başkası yapardı diyemeyeceğim, çünkü başka Seyyal de çıkmadı bu kadar zamanda.

Seyyal’in mânâsı ne? Güzel çağrışımları var, seyyare, seyyah, hayal…

Doğduktan altı ay sonra konmuş ismim. Babam subay, ama aynı zamanda da edebiyatçı. Çok iyi dans eden, çok iyi hitabeti olan, dile düşkün bir adam… Aylarca araştırıyor, sonunda “Seyyal”de karar kılıyor. Müthiş hareketli bir yıldız Seyyal. Nereye gittiği, kâinatta nerede olduğu bilinmeyen bir yıldız; yüzyılda bir gelip, dünyanın etrafında bir tur atıp gidiyor, kayboluyor. Fars edebiyatında geçen bir kelime. Ben de ismimle müsemma –nasıl Osmanlıca oldu ama! Anneannemin kulakları çınlasın– okulu bitirir bitirmez vın. (gülüyor) Önce İspanya, sonra Amerika… Sonra Almanya, İsviçre, Yunanistan, Hindistan, Tibet…

Hindistan’a niçin gitmiştiniz?

Budizme takılıp gittik, ama en sonunda kendimizi Mevlânâ’da, Hacı Bektaş’ta bulduk. “Boşuna dolaşmışız, meğer merkez burasıymış, hay allah” dedik, illâ o dersi göreceksin ki, anlayasın. Veli olmak için o yollardan geçmiş olmak lâzım, veli olmak için biraz deli olmak lazım. Deli olmadan veli olunmuyor.

İlk durak İspanya, oraya gitmenizin sebebi neydi?

Los Bravos Türkiye’ye konser vermeye gelmişti, Fitaş’a. Herkes Los Paraguayos gibi bir Latin grubu zannediyor onları, Latin müziğiyle alâkaları yok, bir rock grubu. “Black Is Black” diye hitleri vardı, dünya hiti. Almanlar, İspanyollar… Hepsi İspanya’da yaşıyor, ama yaptıkları müzik İngilizce ve rock.

O zamanlar bir sürü Latin grup vardı Türkiye’de, bazıları da fasondu. Çetin Altan’ın bir hikâyesi var: Meyhanede eşiyle içiyorlar, bir çocuk orkestrası geliyor, adları Los Piços, zevkle dinliyorlar, Çetin Atltan diyor ki: “Ne güzel, bizim çocuklamız da böyle olsa, ister misin?” Aza işitiyor tabii…

(gülüyor) Bizim Aslı vardı, Volvox grubundan, bir arkadaşımın kızıydı, onun bir bestesi vardı. “Dolapdere, Dolapdere, bum bum bum” gider böyle… Bas çalıyordu, ben de provalarına giderdim. Bayılırdım o bestesine. “Erketeler nerde, erketeler nerde” gibi sözleri vardı. Dinamit gibi bir parça. Bir türlü yapamadılar. Şimdi o geldi aklıma, kulakları çınlasın. Ne anlatıyordum? Neredeyim, ne oluyorum? (kahkaha atıyor)

Los Bravos’çularla

Los Bravos’tayız.

İstanbul’daki konseri düzenleyenler de babamın ahbapları, biz de kulise girip çıkıyoruz. Menajerleri beni bir süre çarpılmış gibi seyretti, sonra geldi yanıma, çok müthiş bir fiziğin var” dedi: Meksikalıya da benziyorsun, İspanyola da, Hintliye de. Biz de böyle bir kız arıyoruz bir müzikal film için, gelir misin?” Son sınıftayım, nasıl gideyim? Sekiz-dokuz ay sonra çekilecekmiş. O yaşta bir kıza teklif edilir mi böyle bir şey? Akıl bir karış havaya sıçradı bende. Los Bravos, filmde oynamamı teklif ediyor! Ben imza alır mıyım diye düşünürken. (gülüyor) Hemen annemlere söyledim, kıyamet koptu tabii.

Babanız ne dedi?

Babamla boşanmışlardı, annem hâkimdi bana. İkinci defa evlenmiş annem, iki çocukları olmuş, üvey babam iyi adam ama, annem ne derse o. Anaerkil bir ailedir bizimkiler. Babamla da görüşmüyorlar. Dolayısıyla ben de görüşemedim babamla. Urfa’da, Mezopotamya’da insanlar öyle, keçi inadı var, “bitti” diyerek yürüyüp gidiyorlar. Ben okulu bitirmeden de babam vefat etmişti, böyle trajik bir durum da var.

Siz Urfa’da doğdunuz, değil mi?

Evet, ama üç ay falan kaldım. Annemin baba tarafı Urfa, anne tarafı Antep; babam da Kafkasya’dan, yerleştiği yer de Erzincan. Böyle bir karma. Nereliyim? (gülüyor) Bizimkiler 1930’lardan beri Şehzadebaşı’nda. Anne tarafım toprak ağası, Urfa’da arazileri çok. Harman zamanı Urfa’ya gidiyorlar. Benim doğumum 28 Eylül, tam harman zamanı. Tesadüfen orada doğmuşum, ben doğduktan sonra biraz daha kalmışlar. Sonra üç-dört yaşında bir daha gittim, ata binmeyi orada öğrendim, eşekten tekmeyi ilk orada yedim, keçi memesinden sütü orada emdim… Çok kısaydı, ama doğayı ilk orada hissettim. Mezopotamya, daha ne olsun?

Bana “gay dünyasının kraliçesi” de derler. Nerede olacağının tam adını koyamamış insanların mitosuydu Seyyal Taner. Üçüncü kimlik diye bir şey var…

Evde kopan kıyamet nasıl dindi? İspanya’ya gitmenizi nasıl kabullendiler?

Her istediği yapılan bir çocuktum, birdenbire İspanya’ya gidiyorum” deyince, ilk defa “yoo, o kadar da uzun boylu değil” oldular. Anneannemin evi vardı Gümüşsuyu’nda, oraya gittim, kendimi kitledim odaya, beş gün ne yedim, ne içtim, ne dışarı çıktım. Ya beni yollarsınız, ya da olacaklara katlanırsınız…

Mezopotamya inadı yani.

Tabii. Pes ettiler sonuçta. Baktılar yapabilecekleri bir şey yok, okulu da bitirmişim. Madrid’e uçtum. (gülüyor) Bismillâhirahmanirahim. Bir indim, her şey yürüyor, merdivenler, yollar, bavullar… Yeşilköy’le alâkası yok, başka bir gezegen. Bir baktım, dört tip maymun gibi zıplıyorlar camın gerisinde. Üstü açık bir ciple aldılar beni. Eğlenceler, partiler, inanılmaz bir dünyanın içine girdim.

Film ne oldu?

Filmde de oynadım. Müzikal, 11 tane kız. Los Chicos, kızlar yani. Los Bravos’un oynadığı uyduruk bir film, gençlik filmi, kakara kikiri. Meksikalı, Hintli görünümlü bir sürü kız. Sokaklarda danslar manslar. Flamenkoyu orada öğrendim. Bu arada annem beni arıyor, çünkü üç ay diye gitmişim. Elçilikten geliyorlar; annem Adalet Partisi Kadın Kolları Başkanı, eliyle koymuş gibi buldu beni. Sonra İsviçre’de ve Delhi’de de aynı şekilde buldu… O filmden sonra Paramount’tan teklif geldi. Bana değil, Los Bravos’un menajerine: “O kızın ‘Viva Zapata’nın devamı olan ‘Pancho Villa’da oynamasını istiyoruz.” Ben de tamam dedim, çünkü o sırada Los Bravos’un bas gitaristiyle (kızı Melanie’nin babası Peter Harold) flört etmeye başlamıştım. Bir de Vampirler isminde bir grubu vardı Harold’un… Neyse, kalktık gittik Paramount’un stüdyolarına. Bir izzet ikram, üç dkikalık bir rol alt tarafı, ama adamlar figüranı bile ciddiye alıyorlar. Pancho Villa (1968, Buzz Kulik) İspanya’da çekildi, Yul Brynner, Charles Bronson, Robert Mitchum…

Muhteşem üçlü; onları anlatmazsanız hatırımız kalır.

O kadar anlatamam. Allahın dağında şehir kurmuşlar. Çadırlar, karavanlar… Müthiş bir kalabalık. 500 kişi çalışıyor, 100 tane at var. On saat prova, on dakika çekim. İspanyol turizminin kalkınması o yıllara rastlar zaten, Holywood kalkındırıyor. İspanyollar ucuz mekân veriyor, oyuncu veriyor, bütün ikinci, üçüncü sınıf western’ler orada çekiliyor.

Çok tecrübe edindim tabii. Jill Ireland, Charles Bronson’un karısı, çok can bir kadındı, allah rahmet eylesin, bana öğretmenlik yapmıştı sette. Yul Brynner son derece sakin, beyefendi ve cool’du. Mitchum devamlı kıyak kafa dolaşan bir adam. Sabah 6’da uyanıyorum ata binmeyi çok sevdiğim için, zaten ata binmemden etkilenip çağırmışlardı. Sabahın 6’sında Charles Bronson’la karşılaşıyorsun, elinde iki tane top, memelerinin biri iniyor, öbürü kalkıyor. Zımba gibi bir adam, tam üçgen vücut. 18’ime orada girdim. İlk hediyemi Brynner verdi. Dior’un bir parfümü, Diorissimo, o gündür bugündür en sevdiğim parfümdür.

Hollywood’a gidiş nasıl oldu?

Tek başıma gitmiştim, yirmi günde fenalıklar geldi, Harold’un aşkına dayanamayıp İspanya’ya döndüm. Sonra beraber gittik, ama hiç umduğum gibi olmadı, Hollywood’da dikiş tutturmam için Harold’u bırakmam lâzım, aşık olduğum adamı. Yapımcı da aşık oldu bana. Adam yapımcı, beklentisi var. Ben Harold’a aşığım, bana ne öbürünün vaat ettiği starlıktan. Parayla pulla işim yok, şöhretle de yok. Hâlâ da yok. Mesleğimin zirvesindeydim, gene aşık oldum, bam, bıraktım gittim Bodrum’a, ‘89’da.

Yirmi sene sıçradık, filmi başa saralım. Sahneye çıkışınız nasıl oldu?

Arda, Selda, Ferhan, benim sahne almam, şarkı söylemem, dans etmem gerektiğini söyleyip duruyorlardı. Dans eden kadın o tarihe kadar yok, herkes lobut gibi mikrofon ayağının önünde duruyor. Buna hepsi dahil, mega, vega, süper, ultra, bütün starlar öyle… Bizimkiler bir tuzak kuruyorlar bana. Bahattin Esendemir diye bir menajer vardı. O tarihte gazino programlarını menajerler yapardı, şimdiki gibi fanfirifon tipler gibi “management” değil, harbi menajer… Arda’nın beni burada tutması için bir şey yapması lâzım, çünkü “gidiyorum Türkiye’den” demiştim. Pimpiriklendi, kalmam için bir sebep arıyor. Şişli’de Selda’nın evindeyiz, bir adam geldi, kısa boylu, şişman, “ben Bahattin”… Zannediyorum ki, Selda’nın bir işi için geldi. Fısır fısır konuşuyorlar, sonra dediler ki, “hadi gidiyoruz”. Nereye? Lunapark gazinosuna, bir şey konuşacağız. Üstümdeki kıyafeti anlatayım çocuklar, çok komik. Bir blucin, çizmeler blucinin üstünde, dizime kadar, nubuk deriden saçaklı saçaklı yerlere kadar bir ceket, zincir doluyum, kollarım, boynum, kulaklarım, kafamda bir kovboy şapkası…

Neyse, gittik, gazinonun içinde bir park yeri var, arabayı orada bıraktılar, ben arabada oturuyorum, çünkü onların bir işi var, kendime kondurmuyorum. Ama içimde bir his var, bir ihtimal… Tıntıntın geldi Ferhan, “gelsene dedi, “Osman bey (Kavran) seninle konuşacak”. “Ne konuşacak?” “Bir tanışmak istiyor.” İçeri bir girdim, upuzun bir masa, Osman bey, allah rahmet eylesin, oturmuş masanın arkasında, yanındaki sandalyede Arda, öbür tarafta boş bir sandalye, yanda Bahattin, hazırolda. Girdim, ama şangur şungur her tarafım. Aynen şöyle dedi: “Ha pu mu çikacak sahneye?” (gülüyor) Ferhan’la Arda, allem ettiler, kallem ettiler, bir kâğıda imza attılar, bir kesekâğıdı geldi, içi para dolu.

Seyyal Taner ve Arda Uskan

Sizi dinlemiş değil daha…

Ayol ne dinlemesi, ilk defa görüyor. (kahkaha atıyor) Bunlar kesekâğında parayı aldılar ya, Osmanbey’e geldik, Ferhan “annene verelim şunları” dedi, kapıyı açtığında annemin kucağına koyduk parayı, çıktık, eğlenmeye gittik kulüplere mulüplere. Ertesi gün Ferhan aradı, “seni Yıldırım Mayruk’a götüreyim de, sahne için kıyafet yaptıralım”. Mayruk, enteresan bir adam, beni görür görmez şöyle dedi: “Ben bunu giydiremem, soyarım.” (kahkaha atıyor) İki kumaş attı üzerime, biri pembe, diğeri cam göbeği, iki düğüm yaptı, “bu kadar” dedi. Dedim, “olmaz, içime bir mayo dikilsin, dans ederken rahat edeyim”. “Dans mı edeceksin” dedi. O zannediyor ki, Ajda Pekkan gibi çıkacağım. Neyse, kıyafetler de hazır, Arda’ya dedim ki: “Bütün bunları organize ettin de, ben nasıl şarkı söyleyeceğim, kimle söyleyeceğim?” “Merak etme” dedi, “her şey hazır”. Neşet Ruacan, çocukluk arkadaşı, kalktık ona gittik. Neşet de cazcı, Berkeley’den yeni gelmiş. Neşet çalıyor, ben söylüyorum. “Süper” dedi, “gitar çalacağım Seyyalin arkasında. Meğer gazino orkestrasına ilave olarak Neşet, Seyhan ve Sedat’ı angaje etmiş Arda. “Şimdi Türkçe söylemek lâzım” dedi Neşet, hep İngilizceden gidiyorduk. Müslüman mahallesinde salyangoz bir yere kadar. Arda, “Şaşkın”ın sözlerini buldu, getirdi. Ezberledim şarkıyı. O zamana kadar gazinoya gitmiş değilim, gazinoda sahneye çıkacağım, hayatımda da ilk kez sahneye çıkacağım. (gülüyor)

İlan verdiler, kocaman bir boy resmimi basmışlar. Emel Sayın assolist, Öztürk Serengil komedyen. Tarih, 6 Temmuz 1975. Beni anons ettiklerinde, herhalde Türkiye Türkiye olalı böyle bir sahneye çıkış görmemiştir. Koşarak çıktım, ama normal koşma değil, depar atıyorum, Yıldırım Mayruk’un kostümleri uçuyor arkamdan. Öyle bir depar ki, bıraksalar, o T’nin ucundan denize uçacağım. Seyirci öyle kalakaldı. Mikrofonu kaptım, bir havaya kaldırdım, başladım şarkıya. İlk defa böyle bir şey görüyordu seyirci. Sosyeteden kim varsa o gün orada. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ilk defa prömiyere gelmiş, Haldun Dormen orada, Ekrem Bora bütün ailesiyle orada. Şarkıları okudum üst üste: Dört İngilizce, bir Almanca, iki İspanyolca, birde “Şaşkın”. Meğer o gün ne olmuş: Öztürk Serengil, sahnede komedyen olarak konuşurken “şaşkın” lafını kullanmış, yolumuzu şaşırmasak niye buralara geliriz” gibi bir laf etmiş galiba.

Bııdizme takılıp Hindistan’a gittik, ama en sonunda kendimizi Mevlânâ’da, Hacı Bektaş’ta bulduk, “meğer merkez burasıymış” dedik. Deli olmadan veli olunmuyor.

Cevdet Sunay’a bir “şaşkın” muamelesi yapılırdı zaten hep.

Ben anons edilmeden evvel Öztürk Serengil’i sahneden indirmişler. Onu da bilmiyorum ben o heyecanla. Çıkıyorum, “Şaşkın”ı söylüyorum. Cumhurbaşkanına baka baka hem de. (gülüyor) Dört kere söylettiler bana o şarkıyı. Giriyorum, bir daha çıkıyorum. (gülüyor) Salonda kıyamet kopuyor, Sunay da dinliyor şarkıyı dört kere. Ben duran bir kadın değilim ki, mikrofon ters dönüyor, bacak arasından çıkıyor, buradan giriyor, oradan çıkıyor, T’ye gidiyorum, geliyorum… Profesyonelliğe öyle adım attım, 1989’a kadar sürdürdüm. ‘89’dan sonra da birine aşık olup gittim Bodrum’a.

İpucu 5’lisi, soldan sağa: Galip Boransu, Mazhar Alanson, Seyyal Taner, Sedat Avcı, Fuat Güner, Özkan Uğur

Arada neler neler oldu ama. Siz televizyona çıktığınızda bizim kahvede hayat duruyordu resmen.

Beş dakika sükûnet, “Seyyal geldi” durumu… Biliyorum, her yerde öyleydi. 25 konser için gitmiştim Anadolu’ya, 80 konser yaptım.

O meşhur Sinop konseri nasıldı?

Sinop’a gidene kadar çok güzel geçmişti, ama orada konserden önce “istersen ‘Aldırma Gönül’ü söyleme” gibi bir laf geldi. “Niye” dedim, “Sinop’tasın ya” dediler, “ortalık da gergin”… İşte sağ-sol olayları… “Ben sanatçıyım, repertuarımı da yaparım” dedim. Konser başladı, İngilizceler, İspanyolcalar, kıyamet Türkçeler, ortalık ateş! Fakat Sinop’ta anfiteatr tek taraflı, seyirci karşımda oturuyor yani, diğer şehirlerde dört dönerim o sahayı. Sinop’ta arkamda grup, ortada ben, önümde seyirci. Hâkim olabilmek çok rahat yani. Söyledik, söyledik, finale geldi sıra. “Aldırma Gönül”ü aranje etmişiz, iyice rock söylüyoruz. Baslar, davullar girdi, gitarlar, perküsyonlar derken, yükseliyor şarkı, tansiyon veriyoruz intro’yla. Parçaya girdik, sağ taraftan insanlar ayağa kalktı. Metal paralar uçuyor havada, kafalar yarılacak. O âna kadar süper gidiyor her şey, o parçada bir anda ayağa fırladılar, ıslıklar, paralar, şişeler! Soldakiler de kalktı ayağa, karanfil atıyor onlar da! Ben de inadına söylüyorum, deli derler adama. Bir döndüm arkama, gitarcı kaçmış, basçı kenara çekilmiş, piyanist eğilmiş aşağıya… Bir tek davul var, Sedat! Müziği kestim, konuştum, kısa ve öz. “Şimdi tekrar giriyoruz parçaya” dedim, “herkes kendine gelsin arkadaşlar”! Bir baktım, sahneye çiçek yağıyor. Ve herkes türküyü aynı anda söylemeye başladı, fakat türkü bitmiyor, devamlı söyleniyor…

Gitarda Seyhan Karabay

“Ele Güne Karşı”yı ilk siz söyleyecektiniz galiba…

Söyleyemedim, çünkü boykot yedim TRT’den, Cenk Koray abimizin yüzünden, allah rahmet eylesin. Elime bir eşarp verdi, kafama sarıp “Naciye”yi söylemeye başladım. Meğer tekbir yazılı bir eşarpmış. TRT’nin telefonları kitlendi, “vay efendim, tekbir yazılı bir eşarpla Seyyal Taner nasıl şarkı söyler, göbek atar” diye kıyametler koptu. Cenk Koray ve ben, bir yıl boykot aldık. Boykotu yiyince albüm yapamıyorum, çünkü televizyona çıkamayınca kimsenin albümden haberi olmuyor, şarkıları dinleyemiyor. Durum öyle olunca, Mazhar’lar da “biz okuyalım mı” dediler, “hadi okuyun” dedim. Demez olaydım. (gülüyor)

Son zamanlarda kimleri dinliyorsunuz, beğeniyorsunuz?

Enteresan gruplar var, Manga mesela… Kimse kusura bakmasın, pop dinlemiyorum. Sivri bir şeyler bekliyorum, standartları zorlayan insanlar ilgimi çekebilir. Bir ışık lâzım. Yoksa, son iki yıldır etnik kalıplara daldım, onları dinliyorum. Türkiye’den çok fazla şey dinlemiyorum açıkçası. Gene Erkin Koray’ı dinlerim, Orhan Gencebay’ı dinlerim…

Orhan Gencebay’la ahbaplığınız var mı?

Çok iyi bir adamdır, göründüğü gibi kasım kasım değildir. İnsandır, çok dolu bir adamdır. Türkiye’nin sihrini çözmüştür. Bir bilmece Türkiye, bu bilmeceyi çözmek kolay şey değil. Dönüp dolaşıp iki tane isim buluyorum: Orhan’la Erkin.

Ahmet Kaya?

Ahmet Kaya, çok, ama çok özel ve çok önemli bir adamdır. O da bilmeceyi çözenlerden biri, hiç şakası yok. Çok rakı içtik beraber, çok kafa salladık birbirimize bakarak. “Tam sana göre” dediği iki şarkısı vardı, çok istemiştim onları söylemeyi, ama hiç yapılmadı o şarkılar.

Fikret Kızılok?

O çözemedi. Veysel’le başladı, Bülent Ortaçgil’e gitti. Veysel’le başladıysan orada durup düşüneceksin, kafa yoracaksın. Bilmece öyle kolay çözülmüyor.

Sinemada o bilmeceyi çözmüş olan var mı?

Yılmaz Güney tabii, başka kim olacak? Sorulur mu? Bu saydıklarımız “adam” adamlar. Ben de kadın-adamımdır. Selda da öyledir, gönlümün sultanıdır. Kadın-adam olmak çok zor Türkiye’de.

Lou Reed’i sevdiğinizi söylemiştiniz, ne zaman keşfetmiştiniz onu?

Aşağı yukarı 25 sene önce. Nasıl takıldım, hatırlamıyorum. Siz nasıl keşfettiniz?

Nasıl olduysa oldu, 70’lerin ortasında, “Walk On The Wild Side” bizim mahalleye düştü.

İşte bir şekilde düştü, bunu anlatamazsın ki, bir şekilde iniyor. O köşe başına getiriyorlar, koyuyorlar, sen de dinliyorsun. Anlatımı yok, ben nasıl anlatayım şimdi? Herkesin kalbine ne kadar ışık düşüyorsa o kadar aydınlanıyor, bu kadar basit. Kalbine düşen ışık kadar yüzünden ışık çıkar. Kalbine ne kadar düşüyorsa, o kadar ağırlıktasın.

Fotoğraf: Şahan Nuhoğlu

Mevlânâ’ya geldik galiba.

Aynen öyle, tasın ne kadarsa o kadar alırsın. İnancınız var mı sizin?

Yok.

(gülüyor) Arda’ya sorar gibi oldum bir anda. O da böyle düşünüp düşünüp yok der. İnanç orası mıdır (gökyüzünü işaret ediyor), yoksa burası mıdır (kalbini işaret ediyor)?İnanç deyince niye aklınıza dinler geliyor? Sizi kınamıyorum, davet ediyorum. Hacı Bektaş-ı Veli’ye davet ediyorum. Hacı Bektaş-ı Veli’nin postnişi benim anneannemin babası. Ender Münip, Enderi divanını yazan adam. O kitaba bir göz gezdirmenizi istiyorum.

Dili nasıl?

Ben anlıyorum, Divan edebiyatını anlayan herkes anlayabilir.

Sevdiğiniz yazarlar kimler?

Nietzsche, Herman Hesse, Carlos Castaneda… Onu hâlâ okuyorum. Ama, en büyük filozof Hacı Bektaş-ı Veli’dir.

Şeyh Bedreddin’in Varidat’ıyla Hawking’in Zamanın Kısa Tarihi arasında enteresan bir parallelik var, ne dersiniz?

Bunu yeni çözmüş olmanız beni şaşırtır. Zen ve motosiklet tamir sanatının ayrı düşmesi mümkün müdür? (gülüyor) Artık bana müsaade.

Roll, sayı 98, Haziran 2005

^