1981’de, ölümünden tam on yıl önce, Gainsbourg’la ölümü üzerine, sanki yeni ölmüş de öte dünyadan konuşuyormuşçasına “sürrealist” bir söyleşi yapılmıştı. Müzik gazetecisi ve yazar Bruno Bayon’un yaptığı söyleşi Gainsbourg’un ölümünün hemen ertesinde Libération’da yayınlanmıştı. Roll’un 106. sayısında kısaltarak yer verdiğimiz bu söyleşiyi Gainsbourg’un ölümünün 30. yılı münasebetiyle tekrar aktarıyoruz.
Serge Gainsbourg: Tamam, ölüyüm. Muhasebe yapıyorum…
İlk saptama, iyi başladık.
Bir ölü, sözlü bilanço çıkarıyor… Neyse, köpeğimin yanındayım, onu daha önceden kaybetmiş olduğum için, kavuşmuş oldum. Sirozdan öldü…
Senin ölümün ne zaman, nasıl oldu?
Kısa bir süre önce. Kalbim oyunbozanlık yaptı. Hayır, hayır, bir kurşun overdose’u. (gülüyor) Ekim ayıydı. Soğuk bir gündü. Soğuk bir gece. Kaldırım kenarı… Bir hatuna askıntı oluyordum. Flaş! Ve birden bütün gücüm çekildi.
Öldüğünden beri düzeldi mi?
Düzelmeyen şey, aşağıyı görmem. Bok çukuru orası.
Ölmek bir işe yaramıyor yani?
Mutluluk nihai bir şey değil… Nirvana saçmalığına inanmıyorum.
Belki de teslim olup özgürlüğe kavuşuyoruz. Bazı şeylere ihtiyaç kalmıyor…
Neye, 31 çekmeye mi? Duruma göre değişir. Hatunlar yoksa, 31 çekmeye devam ediyorsun. Ha, ha, ha!
Bulunduğun yeri tasvir eder misin?
Köpeğimin içindeyim. Gazlar var. Yanıcı gazlar. Köpeğimin bağırsaklarını görmek için kibriti yakıyorum. Halimden çok memnunum, çünkü onu çok seviyorum. Madem ki hayattayken o benim kafamın içindeydi, ben de onun karnına gitmeye karar verdim.
Dada hareketini yaşamak isterdim. Dadaist sistemde, resimde ve şiirde başarılı olabilirdim diye düşünüyorum. Dada, mutlak bir istihza ve sinizmdi.
Annenin karnının yerine geçiyor olmasın bu karın?
Çok doğru.
Yalnız değildin öldüğünde…
Bir hatunla beraber olduğuma göre, değildim.
Ölümünün başka türlü olmasını ister miydin? Bir kaza mesela…
Son noktayı kendim koymayı tercih ederim. Tetiği çeken kişiye bunu benim yerime yaptığı için teşekkür etmek isterdim.
Lennon’ın ölümünde bunu düşünmüş müydün?
Hayır, Strasbourg olayları sırasında düşünmüştüm. (1980’de, Fransız milli marşı Marsaillaise’den yaptığı reggae şarkısı “Aux armes et caetera”yı söylerken sağcı bir örgütün üyeleri tarafından linç edilmek istenmişti) Sonra, 1981’de “Dieu est juif”i (“Tanrı Yahudi”) yumurtladığımda… Yani, aranıyordum.
Strasbourg’da ölümün her zamankinden yakın olduğunu mu hissettin?
Evet. İnsanların ceplerinde silah vardı, birkaç da molotof kokteyli…
Siyasal bir ölüm hoşuna gider miydi?
Siyasal mı, şiirsel mi?
Sen Marsaillaise’i söylerken, biri silahını çekip vursa, bu siyasal ölüm olmaz mı?
Marsaillaise eşliğinde o kadar çok insan öldü ki… Onlardan biri olurdum.
Vaktiyle, böyle olacağını hiç düşünmüş müydün?
1981’de düşünmüştüm… 1980’de de, Marsaillaise’i yaptığım zaman ölüm tehditleri almıştım çünkü…
Yahudi düşmanı tarzında şeyler mi?
Evet, “geberteceğiz seni pislik” türünden şeyler. Ama toplu bir hareket değildi, münferit bir durumdu.
Gençliğinde ölümü düşünür müydün?
1973’te, ilk kalp krizi geçirdiğim zaman. Daha önce aklımın köşesinden bile geçmezdi.
Ama halinde tavrında, şarkılarında fazlasıyla mevcuttu…
Aptal değilsen, ölüm “her zaman” mevcuttur.
Siyah takıntın kalp krizinden önceye mi dayanıyor?
Siyah başka bir şey… Akıl hastaneleri beyaza boyalıdır. Siyah bence mutlak kesinliktir, çetindir. Smokin rengi.
Cennet kuşu bence kolibridir. Bir keresinde bir tane görmüştüm. Helikopter gibi hareket ediyor. Cart yeşil renkli, sanki elektrikli. Tanrıların yarattığı en güzel elektronik nesne. Hep tanrı”lar” derim, oncasının içinde zaman zaman biri doğru çıkar.
Ya ölüm, o kesin değil mi?
Artık ne siyah ne de renk mefhumu var. Renkler gökkuşağının renkleri olduğuna göre, gri, siyah ve beyaz değerlerdir. Ama şimdi, ne koku, ne duyu, ne işitme.
Artık koku da mı yok?
Hayır, çünkü bir miligram ebediyet için, ebedi acılardan, iğrenç cehennemlerden geçilmesini isteyen Yahudi-Hıristiyan ahlâkından sakınmak çok doğru.
Bulunduğun yerde kendini iyi hissettiğini düşünebilir miyiz?
Ben artık varolmuyorum ki.
Seni vuran kadın mıydı, erkek mi?
Bilmiyorum, arkam dönüktü.
Kurşun ensene mi isabet etti?
Evet. Bütün gazetelere manşet oldum.
Kolların haç şeklinde mi düştün?
İsa gibi? Hayır, sadece bardağımı yakalamaya çalıştım, ama elimden kaçtı.
Canın yandı mı?
Hayır, çok temiz oldu.
Ölürken çükün kalkık mıydı?
Sadece asılırken çükün kalkar.
Evet ama, bir kıza asılıyormuşsun. Belki o aşamaya kadar ilerlemiştir…
Hayır, benim yaşımda değil… Hep söylerim, Miki Mouse’la ortak noktam, büyük kulaklarım ve uzun “kuyruğum”.
Adabınca gömüldün mü?
Adabınca… Ölünce, adaplı olunmuyor. Çırılçıplaksın.
Dini törenle mi gömüldün?
Hayır.
Yakılmayı istemedin mi?
Denize atılmayı tercih ederdim. Sıvı madde benim için topraktan daha şiirsel. Ama yasalar bu ayrıcalığı sadece denizcilere tanıyor.
Madagaskar’da “ölü döndürme” adını verdikleri bir uygulama var; ölüleri sedye üzerine koyup dans ede ede gezdiriyorlar; yükseğe, havaya doğru fırlatıp döndürüyorlar. Böyle bir şey hoşuna gider miydi?
Hayır, çok sıkıcı ve zahmetli.
Eylemlerinle, eserlerinle hayatta kalmak çok boş. Hayatta kalmayı arzu etmek, canavarca bir kibir. Hayatta kalmanın tek biçimi, döllemektir. Dünyaya çocuk getirmek. Köpekler gibi. Çünkü biz de köpeğiz.
Öldükten sonra, maskını çıkardılar mı, Pascal gibi?
Evet. Elleriminkini de. Bir de çükümü.
Başka bir dönemde yaşamak ve ölmek ister miydin?
Evet, 2028’de, 100 yaşında olurdum. Hayır, aslında, Dada hareketini yaşamak isterdim. Dadaist sistemde, resimde ve şiirde başarılı olabilirdim diye düşünüyorum. Dada, mutlak bir istihza ve sinizmdi.
Verlaine’den etkilendin mi?
Verlaine mi? Çok sıkıcı, kafa ütülüyor. Verlaine’i tanımam. Ben bir tek Rimbaud’yu tanırım. Verlaine durmadan ağlıyor. Ben ağlamam. Bağırıp çağırırım.
Dada diyorsun; Rigaut’yu, Vaché’yi, Cravan’ı düşün, hepsi intihar etti.
Ben de düşünüyorum.
Dadaistler için başarmak, intiharını başarmak anlamına mı geliyordu?
Evet, ama bu estetik bir veri. Bütün siyasal düşüncelerin estetik olabilmesi ve matematikteki gibi ispatlanmaları gerekmediği gibi… Bu arada, kurşun geldiğinde, kolumu kaldırdım galiba. Kafatasımın zedelenmesini istemiyordum.
Oradan bakınca her şeyi farklı mı görüyorsun?
Hayır. Hayattayken olduğu gibi, her şey mânâsız, boktan. Cennet kuşları yerine üstümüzde sadece leş sinekleri uçuşuyor.
Cennet kuşlarına ne oldu?
Cennet kuşu bence kolibridir. Bir keresinde bir tane görmüştüm. Jean Seberg’le beraber, Kolombiya cangılında. Helikopter gibi hareket ediyor. Cart yeşil renkli, sanki elektrikli. Dört-beş santim boyunda. Tanrıların yarattığı en güzel elektronik nesne. Hep tanrı“lar” derim, oncasının içinde zaman zaman biri doğru çıkar. Tanrılar. “İnsan tanrıları yarattı, tersi dalganı geçiyorsun.”
O şarkı, rastalara son bir nanik değil mi? “Cigaralığından bir nefes al, mesellerini içine çek zavallı rasta…” Biraz küstahça değil mi?
En küstah cümle, “Là-bas en Ethiopie est un sombre idiot” (“Orada Etiyopya’da karanlık bir aptal”) cümlesi. Ben “sombre idole” (karanlık ilâh) demiştim, “sombre idiot” (karanlık aptal) gibi anlaşılıyor.
Mümkün olsaydı, her şeye yeniden başlamak ister miydin?
Belki daha cesur olurdum. Belki yapma bir burun takardım. Yapma çük. Bende bavullar dolusu vardı.
Yapma çük mü, yapma burun mu?
İkisi aynı şey. “İşime burnunu sokma” denir. Aslında “sikmeyin beni” anlamına gelir.
Hikâyelerin gittikçe Pinokyo’yu hatırlatıyor. Bu işte Gepetto kim?
Yaşlı adam kim? Géppété!? (Jepete diye okunuyor, “osurdum” anlamına geliyor) Tanrı! Tanrılardan biri işte o: Géppété. Géppété’ye sadakatimizi, saygımızı sunmak için kilise yerine kenefe giderdik. Zaten umumi kenefler günah çıkarma mekânları gibi.
Ölümün plaklarının satışını artırdı mı?
Müthiş! “Rotatiflerin sesini hâlâ duyuyorum…”
Özellikle daha çok giden bir plak var mı?
Toplu eserler. Ayrıca, Sokolov ve ‘83’te yazdığım Kurgusal Günlük.
Yeryüzünde senden kalan temel bir şey var mı?
Var. Brigitte Bardot kaldı. Ondan da geriye ne kaldıysa artık. (gülüyor)
Senin için büyük bir sanatçı mozolesi yapılır mı sence? Rimbaud, Roussel, Lautréamont gibi, ölümlerinden sonra kıymeti anlaşılan şairler gibi, mecazi bir mozoleden bahsediyorum…
Belki biraz daha sonra. Tavrımın anlaşılması lâzım. Hemen olacak şey değil. İmkânsız. Zaten kesinlikle hiçbir faydası da yok. Eylemlerinle, eserlerinle hayatta kalmak çok boş. Hayatta kalmayı arzu etmek, canavarca bir kibir. Hayatta kalmanın tek biçimi, döllemektir. Dünyaya çocuk getirmek. Köpekler gibi. Çünkü biz de köpeğiz. Yakınımızdakini düzüyoruz. Da Vinci’nin Son Yemek’i sonunda Floransa’da çamura gömüldü. Dolayısıyla, ebediyet diye bir şey yok. 300 yıllık, 400 yıllık, 700 yıllık ebediyetler var… Peki ya sonra?
Çocukların olduğuna göre, sen hayatta kaldın yani…
Kendime rağmen hayatta kaldım. Mesela Juan Gris’ye ya da öteki kübistlere bak, gazete kâğıdıyla kolajlar yapıyorlardı. Kâğıdın sarardığını, bozulduğunu gayet iyi biliyorlardı. Umurlarında değildi. Meni püskürtür gibi püskürtüyorlardı.
Buradan, nerdeyse letrizme varabiliriz… “Bana Basa beuh… beuh” şarkısını düşünürsek…
“Bana ba… sadi balalo”.
Evet, “Banabasadibalalo”. Ne demek bu, letrizmle aran nasıl?
Çok uzak. “Bana basadi balalo” aslında Bantu lehçesi. Anlamı, “üç küçük çocuk”.
Nihai anda aklından ne geçiyordu?
André Chénier gibi: “Projeler”.
Yani?
André Chénier, şeyden önce, bedeninden ayrılmadan önce, şöyle diyor: “Halbuki daha yapacak çok işim, söyleyecek çok sözüm vardı…” Ben de doyasıya, susuzluğumu giderinceye kadar bir şeyler söyleyebilirdim. Susadım.
Kafanda müzik var mı?
Asla! Ben hiçbir zaman müzik düşünmedim. Kelimeleri, sözleri düşünürdüm. Müzik doğal değil ki. Asla şarkı söylemezdim. Çok yüksek bir ücret ödemedikleri takdirde. Bir de banyoda.
Peki, o anki projelerin nelerdi?
Kitap(lar) ve tual(ler).
Kitap, ne kitabı?
Kitap, bir şiir kitabı…
Şarkı olarak söylenmemiş, daha önce kaydedilmemiş, öyle mi?
“Şiir” dedim. “Lirik” demedim. Ben şarkı sözü yazarıydımmmm! Şair değil. Zaman zaman biraz yaklaştığım oldu olmasına ama… Evet, “yaklaştım”… Ama şiir kitabı yayınlamak… Ah! Tabii ya, 1990’da yayınlanmıştı! Şiir kitabı. Bir kara delik oldu.
Delik mi?
Sadece kafamda değil, hafızamda da.
Çeviren: Siren İdemen
Roll, sayı 106, Nisan 2006