VEFATININ İKİNCİ YILINDA CHARLES AZNAVOUR

Söyleşi: Siren İdemen
30 Eylül 2020
SATIRBAŞLARI
2005 yılında, henüz 81 yaşındayken, otobiyografisinin Türkçede yayınlanması üzerine Roll dergisinin kapağına çıkardığımız söyleşiyi şöyle sunmuştuk: “Roll’a telefonda büyük ikramiye vurdu, şarkıların gerçek erbabıyla, “La Bohème”leri, “Hier encore”ları, “Reste”, “Emmenez-moi” ve daha yüzlercesini kuşaklar boyu kalplerde gezdiren Aznavour’la müşerref olduk. Onulmaz acılardan söz ederken bile, şarkılarındaki gibi bir kadansla tınlayan sesinden yankılanan dostluktan nasibimizi aldık. Bayanlar baylar, huzurlarınızda bir delikanlı bilge, bir Anadolu yiğidi, bir şanson tarihçisi…” İki sene önce bugün aramızdan ayrılan büyük besteciyi Roll söyleşisiyle anıyoruz: İzmit’ten Paris’e, Ermeni Soykırımı’ndan ayrımcılıklarla mücadeleye ve toplumsal barışa, Piaf ve Gréco’dan Zeki Müren’e…

Bob Dylan, bir söyleşide, “en sevdiğiniz şarkıcı kim?” sorusuna “Charles Aznavour” diye cevap veriyor ve başrolünde oynadığınız Truffaut’nun Tirez sur le pianiste (Piyanisti Vurun) filmini defalarca seyrettiğini, 1963’te New York’a konser vermeye gittiğinizde de bilet kuyruğunun en başında olduğunu anlatıyor. Siz Dylan’ı sever misiniz?

Charles Aznavour: Severim, severim tabii. Aslında bütün sanatçılar, besteciler, yorumcular benim ailemdir, hangi ülkeden, hangi dilden olurlarsa olsunlar.

Dylan da otobiyografisini yazdı; onun ailesi de Türkiye kökenliymiş, Kağızman’dan Trabzon’a, oradan da Odesa’ya geçip göç etmişler Amerika’ya…

Biliyor musunuz, bütün bu sorunlar olmasaydı, o ve ben iki Türk şarkıcısı olacaktık. (gülüyor) Başkaları da var. Dario Moreno… Şimdi isimleri aklıma gelmiyor ama, böyle pek çok kişi var…

Dylan, otobiyografisinde, gençken sevdiği şarkılar arasında Ritchie Valens’in “In A Turkish Town”ını sayıyor. “Turkish town” denince aklınıza ilk gelen şehir hangisi?

O şarkıyı bilmiyorum ama, otomatik olarak iki şehir geliyor aklıma, Adapazarı ve İstanbul. Çünkü annem Adapazarı’nda doğmuştu. İzmit ve Adapazarı aynı yer mi?

Birbirlerine çok yakın.

Zannedersem annem İzmit’te doğmuştu. İstanbul ise efsanevi bir yer, çok güzel bir şehir. İstanbul’a şarkı söylemeye gelmiştim. Bir kere de kardeşim kadar yakın bir Türk arkadaşımı ziyarete… Sanırım öldü, çünkü birkaç senedir kendisinden hiç haber alamıyorum.

Çok özel, farklı bir çocukluğum oldu, bütün ailesi kıyılmış bir anneyle, Türkiye’de yaşamadıkları için ailesiyle beraber olan bir baba arasındaydım. Babam Türkiye’den geçiyormuş ve İstanbul’da annemle tanışıp evlenmiş. Yani ben başka bir tür Ermenilerdenim.

Arkadaşınız İstanbul’da nerede oturuyordu, hatırlıyor musunuz?

Yanlış hatırlamıyorsam, Taksim’de, Aydede Sokak’ta oturuyordu…

Konser için Türkiye’ye gelişiniz ne zamandı?

50’lerin başıydı, pek tanınmıyordum, çok az ünlüydüm; çok iyi karşılandım. Bugün çalışmayacağım bir yerde, Taksim civarındaki bir tür büyük kabarede söylemiştim. Ama İstanbul’a geldiğim için çok mutlu olmuştum, İstanbul’u çok seviyorum. Oraya bir daha gelemediğime üzülüyorum, umarım her şey bir gün düzelir ve tekrar gelirim. Maalesef o gelişimde annemin şehrine gidemedim, çünkü deprem nedeniyle yıkılmıştı. Umarım bir gün gelebilirim. Umarım, çünkü büyük bir yakınlığım var. Sadece benim değil, Türkiye Ermenileri denen herkes için bu geçerlidir. Biliyorsunuz, bir Rusya Ermenileri var, bir de Türkiye Ermenileri… Babam bir Rusya Ermenisi…

Gürcistan, değil mi?

Evet… Ben ikisinin bir karışımıyım.

Çok güzel bir şiiriniz var “Lettre à un ami turc” (“Bir Türk dosta mektup”)… O dost belli bir kimse miydi?

O Türk halkı için yazılmış bir şiir. “Türk dost” Türk halkı. Belli bir dostum için yazılmış olsaydı, onun adını koyardım. Demin sözünü ettiğim dostumun adı Ferda. “Türk dost”sa bütün Türkiye.

O şiirde, “Çıkartmaya karar verseydin / Yüreğimdeki dikeni / Senin ayağındaki de / Yok olur giderdi” diyorsunuz.

Annesi Knar Bağdasaryan, annesinin büyükannesi ve ablası Aida’yla beraber

Evet, evet, çocukluğumdan beri böyle düşünüyorum. Biliyor musunuz, benim çok özel, farklı bir çocukluğum oldu, çünkü bütün ailesi kıyılmış bir anneyle, Türkiye’de yaşamadıkları için ailesiyle beraber olan bir baba arasındaydım. Babam Türkiye’den geçiyormuş ve İstanbul’da annemle tanışıp evlenmiş. Yani ben başka bir tür Ermenilerdenim. Olanları başka pek çok kişiden daha iyi anlayabilecek durumdayım.

Bu “diken”i çıkarmak için ne lâzım sizce?

Bu dikeni çıkarmak için Ankara hükümetiyle iki taraftan politize olmayan makul insanların bir araya gelmesi gerekiyor. Ne demek istediğimi anlıyorsunuz, değil mi? Bu nihai bir karar anlamına gelmez, çok uzun süreden beri inkâr politikası yürüten Türkiye’yi sıkıntıya sokmaz. Ama Ankara tarafından kabul edilmiş olur. Sol ya da sağ Ermeni partilerine gelince, ne dedikleri, ne istedikleri pek umurumda değil. Öncelikle şu var. Türkiye, Avrupa Birliği’ne girmek istiyor. Bir referandumda 400 bin karşı oyun olacağı inkâr edilemez. 400 bin çok büyük sayı, anlıyorsunuz değil mi? Bu 400 bin oyun hepsinin Türkiye’ye karşı olduğunu sanmıyorum, belki de 200 bin bir şey demeyecektir, 200 bin de olumlu oy kullanacaktır, çünkü Türkiye’yi tanımayı, ebeveynlerinin ve büyükannelerinin, büyükbabalarının yaşadığı yerlere gidebilmeyi arzu ediyorlar. Bunun iyi bir koz olacağını düşünüyorum. Ayrıca, ben kendim iyi bir kozum, çünkü ben yeryüzündeki en önemli Ermeni sesiyim. Her yere gidiyorum. Bugüne kadar da Fransa’daki pek çok arkadaşımın, pek çok kişinin mantalitesini değiştirdim; Türk lokantalarına gitmezlerdi mesela, ben Türk mutfağını sevdiğim için onları götürürdüm, onlar da benden sonra tekrar giderlerdi. İki yönde de zihniyetlerin değişmesi gerekiyor. Ben bu zihniyet değişiminden yanayım ve onun için çalışıyorum. Ermenistan’da resmi unvanlı kişilerle konuştuğumda da çoğunun benimle aynı düşüncede olduklarını gördüm. Çoğunluktan söz ediyorum. Sınırların açılması lâzım, zihinlerin açılması, yüreklerin açılması lâzım, dosyaların, arşivlerin açılması lâzım, her şeyin açılması lâzım. 21. yüzyıldayız, 19. yüzyıldaki gibi düşünemeyiz…

Bu dikeni çıkarmak için sınırların açılması lâzım, zihinlerin açılması, yüreklerin açılması lâzım, dosyaların, arşivlerin açılması lâzım, her şeyin açılması lâzım.

Doksan yıl sonra, iyimser misiniz?

Ben her zaman iyimserdim. Biliyor musunuz, Türk gazetelerinden birinde, soykırımı anma yürüyüşlerinden birine katıldığım ve Figaro gazetesinde bunun fotoğrafının yayınlandığı yazılmıştı. Hakikatle alâkası yoktu. Fotoğrafı bana göstermeleri gerektiği cevabını verdim. Hiçbir gösteriye katılmadım. Asla. Bu sene de 24 Nisan’da yürüyüşe katılmayacağım. Yürüyüşe katılmak için yanımda resmi bir görevlinin, mesela Türkiye’nin Paris büyükelçisinin olmasını bekliyorum. Bu, benim için müthiş bir zafer olur. Askeri türden bir zafer değil, olağanüstü bir memnuniyet anlamında söylüyorum. Bir zaferden çok, mutluluk. Ermenilere söylediğim gibi, soykırım tanındığı gün –bir gün mutlaka tanınacak– sokaklara dökülüp bağırıp çağırmamak gerekiyor. Herkesin davetli olduğu büyük bir bayram olmalı. Egoist bir şenlik olmamalı. Tabii ki büyük bir bayram olacaktır. Hatta belki Türkiye’de de kutlanacaktır. Mesela, Kars belediye başkanının bir şey yapmanın zamanının geldiğini söylediğini okudum.

Şiirinizde de söylediğiniz gibi, o “diken”le yaşamak çok kolay değil.

Biliyor musunuz, gülü özellikle seçtim, çünkü gül, Türkler, Ermeniler ve İranlılar için efsanevi bir çiçektir. Sonunda hepimiz, temelde neyiz? Türkler kim? Olağanüstü bir ırklar karışımı. İçinde İranlılar, Ermeniler ve daha birçokları var. Nasıl ki biz gittikçe daha çok Fransızlaşıyorsak, o şekilde Türk olmuş insanlar… Ben hiçbir zaman tamamen Ermeni olamam, ben bir Fransa Ermenisi de değilim, ben Ermeni kökenli bir Fransızım. Ermenistan’da da her yerde söylüyorum, bu adlandırmayı çok önemsiyorum: Ermeni asıllı Fransız. Benim ülkem Fransa, köklerim Ermeni.

Çocukluğunuzda annenizin bu konularda pek konuşmadığını yazıyorsunuz. Türkiye’den, Türklerden, yaşadıklarından, çektiği acılardan hiç bahsetmez miydi?

Soykırımdan çok az söz edilirdi. Annemle babam anlatmazlardı, çünkü bir kere babam o olayları yaşamamıştı. Babamın durumu neredeyse benim gibiydi. Annem zaman zaman köşesine çekilip ağlardı. Konuştuklarını bizim anlamamızı istemediklerinde Türkçe ya da Rusça konuşurlardı.

Ermenilere söylediğim gibi, soykırım tanındığı gün –bir gün mutlaka tanınacak– sokaklara dökülüp bağırıp çağırmamak gerekiyor. Herkesin davetli olduğu büyük bir bayram olmalı. Egoist bir şenlik olmamalı. Tabii ki büyük bir bayram olacaktır. Hatta belki Türkiye’de de kutlanacaktır.

Anneniz Rusça biliyor muydu?

Evet, annem Rusça, babam da Türkçe öğrenmişti, Yunanca da konuşurlardı. Bizlerin çok dil bilmesi gerekir, yoksa sırf Ermeniceyle dünyada ne yapabilirsiniz ki? (gülüyor) Hiçbir şey. Başka diller konuşabilmeniz gerek.

Evde çok siyaset konuşulur muydu, çünkü o dönemde annenizle babanız komünistmiş…

Evet, Ermenistan komünist olduğu için annemle babam da komünistti. Ermenistan Çinci olsaydı, onlar da Çinci olurdu. Çok normal.

Sovyetik bir komünizm miydi onlarınki?

Evet, ama Sovyetler’e gitmek söz konusu olduğunda, gitmediler. (gülüyor) Aslında solcuyduk, herkes doğuştan solcudur. İnsanın kalbi de soldadır, öyle değil mi? Hakikat bu. Komünizm bizi anlatmak için çok doğru bir kelime değil. Doğru kelime, hümanist olduğumuzdur.

Daha sonraları da kendinizi solda mı gördünüz?

Politikaya kafa yormadığım bilinir. Ben apolitiğim, çünkü sağda da, solda da olağanüstü insanlar olduğunu biliyorum. Tıpkı Türkiye’de de olağanüstü insanlar olduğu gibi, tabii öyle olmayanlar da var, her yerde… Dostum Ferda’yla yazıştığımız zaman birbirimize “Dear brother” –İngilizce mektuplaşıyorduk– diye hitap ederdik, o derece dosttuk. Neredeyse kardeş gibiydik.

Dostunuz Ferda ne yapardı, o da sanatçı mıydı?

Yoo, alâkası yok. Tütün ticareti yapıyordu galiba. Bir ülkenin –hangi ülke olduğunu bilemiyorum– fahri konsolosuydu…. Anne-babası harikaydı, beni evlerine davet etmişlerdi. Ferda, annemi yaşadığı yerlere götürdü. Harika bir adamdı, anneme “mami” derdi. Ne derece yakın olduğumuzu anlayabilmeniz için anlatıyorum bunları… İşte bu nedenle, kötü halklar yoktur, sadece kötü politikalar ve politikacılar vardır diyorum. İnşa eden, yapan da, yıkıp tahrip eden de politika. Soykırım denince… Hangi ülke soykırım yapmadı? Soykırım yapmamış olan bir ülke biliyor musunuz? İngilizler Kanada’da soykırım yaptı, Fransızlar Cezayir’de… Herkes soykırım yaptı. Önemli olan, olup bitenlerin kabul edilmesi, tanınması. Bu, herkesi özgürleştirir. Ölülerini gömememiş olanları özgürleştirir, ötekileri de özgürleştirir. Soykırımla ilgisi, sorumluluğu olmayanları da özgürleştirir. Üçüncü kuşağa geldik. Bugün bir gençliğin kendi yapmadığı bir şeyin ağır yükünü omuzlarında taşıması normal değil. Soykırım diyoruz, herkes yaptı, ülke olarak demiyorum, Osmanlı güruhları, Rus güruhları, Fransız güruhları, herkes katliam yaptı… Bütün dünyanın elinde kan var. Sadece bunu kabul etmeyenler parmakla gösteriliyor.

Herkes doğuştan solcudur. İnsanın kalbi de soldadır, öyle değil mi? Hakikat bu. Komünizm bizi anlatmak için çok doğru bir kelime değil. Doğru kelime, hümanist olduğumuzdur.

Anneniz sanatçı, babanız baritondu; evde müzik olarak neler dinlenir, söylenirdi?

Her zaman müzikle iç içeydik ve bütün müzikler vardı, ama özellikle Rus müziği, Türk müziği, Ermeni müziği, Arjantin tangoları ve caz.

Tanıdığınız, beğendiğiniz Türk bestecileri ya da şarkıcıları var mı?

Adı neydi, eşcinsel olan… Neydi adı?

Zeki Müren mi?

Evet, Zeki Müren! İsmen tek tanıdığım oydu. (gülüyor)

Yazdığınız ilk şarkı hangisiydi?

“J’ai bu”.

Adınızı duyuran şarkı hangisi oldu?

“Yesterday When I Was Young”… Aslında ülkeden ülkeye değişiyor. “La Mama” dünya çapında çok başarılı oldu, “Que c’est triste Venise” de öyle. Sonra, “She”. O şarkı Fransa’da hiç tutmadı mesela…

Ama İngiltere ve Amerika’da çok tuttu ve en son Elvis Costello tarafından seslendirildi, öyle değil mi?

Bütün dünyada çok tuttu. Bir filmde de kullanıldı. Ray Charles dahil herkes söyledi. Elvis Costello da benden 25 yıl sonra seslendirdi. (gülüyor) Biliyor musunuz, şimdi de sırf Türkçe bir albümümün çıkması projesi var. Tercümenin nasıl yapılacağı çok önemli tabii. Türkçe bilmiyorum ama, bu konuda çok dikkatli olacağım. Popüler ve şiirsel yanı güçlü bir yazarın çeviriyi yapmasını istiyorum. Tam olarak çevrilemeyen kelimeler var, oturup konuşarak, tartışarak en yakın olanını ve kulağa en hoş gelenini bulup seçeriz. Bir de, şarkıların seçimini ben kendim yapmak istiyorum.

Proje kimden geldi?

Mektup buralardaydı, bir saniye… (mektubu arıyor, kâğıt hışırtıları duyuluyor) Nerede bu mektup? Bulamıyorum. Bir kız, Fransız… Adı Anne-Marie David… Türkçe şarkı söylüyor. Neyse, mektubu bulamadım… 10-12 şarkı yapacağız. Şarkılarımın bugüne kadar Türkçeye çevrildiğini sanmıyorum, çevrilmişse de korsandır. (gülüyor)

Herkes soykırım yaptı. Önemli olan, olup bitenlerin kabul edilmesi, tanınması. Bu, herkesi özgürleştirir. Ölülerini gömememiş olanları özgürleştirir, ötekileri de özgürleştirir. Bugün bir gençliğin kendi yapmadığı bir şeyin ağır yükünü omuzlarında taşıması normal değil. Bütün dünyanın elinde kan var. Sadece bunu kabul etmeyenler parmakla gösteriliyor.

Müzik kariyerinizin başlarında, eleştirmenler tarafından pek de olumlu karşılanmamışsınız galiba. Sesiniz, fiziğiniz biraz eleştirilmiş…

Biraz mı?! Feciydi! Yirmi küsur yıl bana cidden bayağı kötü davrandılar. Ama görüyor musunuz, bütün Fransız şarkıcıları arasında dünya çapında en büyük kariyeri yapan da ben oldum. Fransa’da en çok sevilen yüz sanatçı arasında 29., yaşayanlar arasındaysa birinci sırada bulunuyorum. Bütün sanatçılar arasında… Ben barışsever bir insanım. Hiçbir zaman basının aleyhinde konuşmadım, bana karşı tutumlarını eleştirmedim. Hiçbirine “suratını dağıtmak istiyorum” demedim. Hep kibar ve nazik oldum. Ve sonuçta, kibarlık, nezaket karşılığını alıyor. İşte bu nedenle de Türklerle öncelikle benim konuşmam gerektiğini düşünüyorum.

Sesinizin ve fiziğinizin onca eleştirilmesi üzerine, başkaları için şarkılar yazmışsınız. “Je hais les dimanches”ı (“Pazar günlerinden nefret ederim”) Juliette Gréco için mi yazmıştınız?

Hayır, onu Piaf için yazmıştım. Ama o kabul etmedi.

Neden?

Bilemiyorum, zamanının çok önünde bir üslûbum vardı. Piaf önce reddetti, ama sonra yine de söyledi. Şarkıyı Piaf istemeyince, ben de Juliette Gréco’ya verdim. Ama Juliette’in adı sanı bilinmiyordu o zaman.

Edith Piaf, sağında Fransız besteci Michel Emer, solunda Amerikalı aktör Eddie Constantine ve Charles Aznavour’la (1950)

Hangi yorum daha çok hoşunuza gidiyor, Gréco’nunki mi, Piaf’ınki mi?

Bunu asla söylemem. Yorumlar kutsaldır.

Edith Piaf’la tanışmanızı, dostluğunuzu biraz anlatır mısınız?

Piaf, en büyük dostlarımdan biriydi. “Aşki dostluk” diye bir deyiş vardır. Aşki dostluk daha çok dostluk, daha az aşktır. Aşki dostlukta cinsellikle ilgili bir yan yoktur. Ama o kişi sizden iki kilometre öteye gitse, özlersiniz. Piaf la da aşki bir dostluğum vardı. Amalia Rodriguez’le de aşki bir dostluğum vardı… Kadınlarla aram hep iyi olmuştur. Atatürk gibiyim yani. (gülüyor)

Piaf’ın yolundan gittim” diyorsunuz bir söyleşide, kariyerinizde nasıl bir rol oynadı, sizi daha çok hangi konularda etkiledi?

Beni etkilemiş olan bir tek o değildir, hepimiz hayattaki pek çok şeyin bileşeniyiz. Trenet beni etkiledi, Piaf etkiledi, Maurice Chevalier etkiledi, Carlos Gardel etkiledi. Daha böyle pek çok kişi var. Çingene şarkıcılar… Ama hiçbir zaman hiç kimseyi taklit etmedim. Taklit şeklindeki bir etkilenme hiçbir şeye yaramaz. Etki, size mesleğinizde belli bir etik veriyorsa önemlidir.

Piaf’la aşki bir dostluğum vardı. Amalia Rodriguez’le de aşki bir dostluğum vardı… Kadınlarla aram hep iyi olmuştur. Atatürk gibiyim yani.

Renaud son albümü Boucan d’Enfer’deki “Petit Pédé” adlı şarkısında sizin vaktiyle yazdığınız “Comme ils disent”e gönderme yapıyor. O şarkıyı biliyor musunuz?

Tabii, ben Renaud’yu çok severim.

Ahbaplığınız var mı?

Tanışıyoruz, ama ahbaplık denemez. Ben meslekten insanlarla çok fazla görüşmem, çok az kimseyi tanırım. Annie Cordie’yi, Serge Lama’yı, Renaud’yu… Pek dışarı çıkan biri değilim, çok evcimenim, karımla çok mutluyum, 40 yıldır beraberiz, yakında 41 yıl olacak. Çocuklarım ve torunlarımla beraber yaşıyorum, böyle çok mutluyum.

Hep mi böyleydiniz?

Yoo, olur mu? İnsan gençken aşkı yakalamak için fırsatların peşinden koşup duruyor.

1971’de yazdığınız “Comme ils disent” eşcinsellikle ilgili simgesel bir şarkı haline geldi…

Evet, bütün dünyada öyle oldu.

Bu şarkıyı size yazdıran neydi?

Demin soykırımdan söz ediyorduk, şimdi de, ah kelimeyi hatırlayamıyorum, reddedilen, dışlanan insanlar…

Ayrımcılık mı?

Hah, evet. Ayrımcılıktan nefret ediyorum, beni dehşete düşürüyor, ister eşcinsellikle ilgili olsun, ister başka konuda. Hayatlarını istedikleri gibi yaşamalarını savunmak için eşcinsel olmak gerekmiyor. Türkiye’de insanların bu konuyu çok fazla kafaya takmadıklarını sanıyorum, öyle de olması gerekiyor. Mesela, daha yakın bir zaman önce, Mısır’da elli kişiyi eşcinsel oldukları için hapse attılar; sanki kimse böyle bir şeyi bilmiyormuş gibi; çok saçma, çok ikiyüzlü. Ben eşcinsel değilim, ama eşcinseller beni rahatsız etmiyor. Onlar bir ordu değil ki… Bizim mesleğimizde çok eşcinsel vardır, ben de çoğunu tanırdım, gelip bana hikâyelerini anlatırlardı. Bilirsiniz, Zeki Müren’in yaptığı gibi… Zeki Müren de aşk hikâyelerini anlatıyordu, öyle değil mi? (gülüyor) Yaşadıkları bütün bedbahtlıkları, acıları anlatırlardı bana. Ben de bir gün “insanlara bu durumu kabul ettirmek gerekiyor” diye düşündüm ve o şarkıyı yazdım. Fransa’da derhal kabul gördü, mesela prime time‘da televizyonda çalınıyor, ABD’de prime time‘da çalınamıyor. Ama bu açıdan biz epey ileri bir ülkeyiz. Biliyorsunuz, Fransa güzel bir ülke. Sadece güzel bir ülke değil, aynı zamanda iyi bir ülke de.

Ayrımcılıktan nefret ediyorum, beni dehşete düşürüyor, ister eşcinsellikle ilgili olsun, ister başka konuda. Hayatlarını istedikleri gibi yaşamalarını savunmak için eşcinsel olmak gerekmiyor. Türkiye’de insanların bu konuyu çok fazla kafaya takmadıklarını sanıyorum, öyle de olması gerekiyor.

Anne-babanız İstanbul’da aslında ABD’ye gitmek için vize bekliyormuş. Vizeyi alabilselermiş, Fransa yerine ABD’de doğacaktınız…

Ne felâket olurdu! Ama farkında olmazdım. Bugünkü aklımla, böyle düşünüyorum, tam bir felâket olurdu. Ben ABD’de kaldım, ABD’yi çok seviyorum, ABD’de mesleğimi yapmayı seviyorum, sevdiğim Amerikalı dostlarım var. Ama ABD’de yaşayamam. Oradaki yaşam tarzı bana göre değil. Her ne olursa olsun, bende çok güçlü bir oryantal yan var, ben bir Şarklıyım. Ve bu Batılılık ve Şarklılık karışımına sahip olmasaydım, aynı adam olamazdım.

Aynı şekilde, aslında anne-babanız size Şahnur adını vermek istemiş, ama olmamış…

Evet, öyle istiyorlarmış, ama kimse telaffuz edemezdi herhalde.

Ünlü olmanızın önünde engel olur muydu?

Yoo. belki öyle olsa kendime Gaston adını alırdım, Gaston Aznavour. Ama Charles da iyi fikir, hastanedeki hemşire bu adı bulmuş. Bakın, sonuçta, kader, bütün bunlar kader. Ben hakikaten kaderimi yaşadım. Bakın, ben bugün Ermenilerin sesiyim. Ermenilerin siyasi sesi değilim. “Ermeniler vardır” diyen sesim. Çünkü benden önce Ermeninin ne olduğu bilinmiyordu. Sonra şöyle denmeye başlandı: “Ermeni misiniz? Ah, Aznavour gibi…” İşte böyle böyle başladı. Dolayısıyla, kadere büyük ölçüde inanıyorum. Tamamen değil, aptalca, salakça değil, ama yine de inanıyorum.

Aznavour’un Olympia konseri (17 Ocak 1963)

Kısa bir süre önce Cheb Mami için “Viens Habibi” adlı şarkıyı yazdınız, o işbirliği nasıl oldu?

O bana teklif etti. Kızımın eşi Cezayirli. Ben çok açık fikirli bir adamım. Size başta bunu söyledim, şimdi ispatlıyorum: En büyük kızımın kocası –şimdi hayatta değil– Yahudiydi. Öteki kızımın eşi Rashid Cezayirli, yani Müslüman. Oğlum yarı Haitili, yarı Kanadalı, Katolik bir kızla çıkıyor. Karım Protestan. Bense Gregoryenim. Ve bütün bu farklı inançlar birbirleriyle çok çok iyi anlaşabiliyor… “Viens Habibi” için bir Mağripli dost aracılığıyla teklif geldi, ben de şarkıyı yazdım.

Son dönemde çok beğendiğiniz, takdir ettiğiniz müzisyenler kimler?

Faudel’i çok seviyorum, tanıyor musunuz onu? Faudel benim damadımın kuzeni. Khaled’i çok seviyorum. Fransa’da tanınmayan Doukkali’yi seviyorum. Faslı, çok genç değil, ama en büyük referanslardan biri. Warda’yı çok seviyorum. Warda Al-Jazairia (Cezayirli Warda) diye tanınıyor Mısır’da. Mısırlı değil, Cezayirli, ama müzik kariyerini Mısır’da yapmış. Fairuz’u çok seviyorum. Ümmü Gülsüm’ü çok severdim. Mısırlı şarkıcılardan epey tanıdığım oldu. Abdül Halim Hafız’ın, Abdul-Wahab’ın müziği… Çingene müziğine kendimi çok yakın hissediyorum. Tango, rai adı verilen yeni Arap müziği, işte bunları çok seviyorum. Bütün melezlikler, müzikte olsun, insanın kendisinde olsun, dansta, tiyatroda, sinemada olsun, her ülke için faydalıdır. Melezliğe kapıları kapattığınız anda, yeni modernizme de kapınızı kapatırsınız.

Manu Chao’yu beğeniyor musunuz?

Evet, beğeniyorum. Çok iyi tanımıyorum ama, beğeniyorum.

ABD’de kaldım, ABD’yi çok seviyorum, ABD’de mesleğimi yapmayı seviyorum, sevdiğim Amerikalı dostlarım var. Ama ABD’de yaşayamam. Her ne olursa olsun, bende çok güçlü bir oryantal yan var, ben bir Şarklıyım. Bu Batılılık ve Şarklılık karışımına sahip olmasaydım, aynı adam olamazdım.

Noir Désir’i?

Ah, Noir Désir’i çok iyi tanıyorum. Maalesef, çok büyük sorunlar yaşadılar. Bertrand Cantat cezaevinde yazıyordur umarım. Daha altı-yedi yıl cezaevinde kalacak. Sakin tabiatlı bir adam olduğu için daha erken çıkabileceğini düşünüyorum. İşte o zaman ona insanlığımızı göstermeliyiz. Ona bir şans daha tanınması gerek. Herkes böyle düşünmüyor, ama ben hiçbir zaman herkesle aynı fikirde olmadım.

Ressam Toulouse-Lautrec için bir müzikal-komedi yazmışsınız…

Evet, öbür gün Macaristan’a gidiyorum, orada sahneleniyor. Sonra da Kanada’ya gideceğim.

Lautrec en sevdiğiniz ressam mıydı?

O benim en sevdiğim şahsiyet. Ben sorunlu insanları severim. Piaf sorunları olan bir kadındı, Lautrec, Chaplin, Billie Holiday, bütün hepsi sevdiğim şahsiyetler.

Sorunları olan insanlarda sizi çeken ne?

Biliyorsunuz, ben de sorunlu olmak için doğmuşum. Ama iyimser bir insan olduğum için… Ben her zaman iyimser oldum, çünkü babam iyimserdi. Sorunları olan insanları anlıyorum, bunun için benim de aynı sorunlara sahip olmam gerekmiyor. Ben başkalarının sorunlarının iyi bir seyircisiyim. Ve nedense, insanların gelip bana mutsuzluklarını anlatmak gibi bir alışkanlıkları var. Bu da şarkılar yazmaya imkân veriyor. (gülüyor)

Bugüne kadar birçok ödül aldınız; altın plaklar, platin plaklar, iki kez légion d’honneur… Bir de 1974’te, İngiltere’de En şık erkek sanatçı ödülü almışsınız, doğru mu? Giyiminize kuşamınıza düşkün müsünüzdür?

Doğru. Ben şık bir erkek değilim, iyi giyinen bir adamım. Şıklık daha çok modayla, başka şeylerle ilgili bir şey. Ben iyi, temiz, düzgün giyinirim; zevkliyimdir, renkler birbirine uyumludur, ama buna şıklık demiyorum, hayatını iyi yaşamak, kendinden memnun olmak, rahat olmak diyebiliriz…

Time dergisi sizi yüzyılın sanatçısı seçerek kapak yapmıştı…

Evet ama, o yüzyıl geçti… Bu yüzyılın sonunda ben ölmüş olacağım ve başkasını bulacaklar, ama öleli çok olmamış olacak, çünkü uzun yaşamayı umuyorum.

Bugün Ermenilerin sesiyim. Ermenilerin siyasi sesi değilim. “Ermeniler vardır” diyen sesim. Çünkü benden önce Ermeninin ne olduğu bilinmiyordu. Sonra şöyle denmeye başlandı: “Ermeni misiniz? Ah, Aznavour gibi…

Toplam kaç şarkı yazdınız?

Çok değil. 750 kadar şarkı yazmış olmalıyım. Ama ne kadar zamanda olduğuna da bakmak lâzım: 60 yıldır… Yılda 12-13 şarkı ediyor, daha çok değil. Arkadaşlarımın çoğu aynı sürede dört bin, beş bin şarkı yazdılar. Brassens gibi, Brel, Trenet ve benim gibi insanlar çok da fazla şarkı yazmadık… Türkiye’de olsaydım, Türkçe yazacaktım… Yazık, değil mi? Şimdi nasıl şarkılarım İspanyolcaya, Japoncaya, İtalyancaya, Almancaya, İngilizceye tercüme ediliyor, o zaman da Türkçeden tercüme edilirdi…

Müziğe paralel olarak önemli bir sinema kariyeriniz de oldu.

Truffaut’yla, René Clair’le, pek çok yönetmenle çalıştım.

Truffaut’yla çalışmak nasıldı?

Çalışması kolay olmayan bir insan, ama çekimler iyi geçmişti.

Ya Chabrol?

Ah Chabrol! Ah Chabrol! Onunla çok kolay, çok çok kolay. Sette çok serbesttim.

Aznavour 55. Cannes film festivalinde oyuncu Arsinée Khanjian ve yönetmen Atom Egoyan’la (20 Mayıs 2002)

Atom Egoyan’ın Ararat’ında da oynadınız, beğendiniz mi filmi?

Evet, beğendim, gayet iyiydi, “film içinde film” esprisi başarıyla gerçekleştirilmişti.

Michael Arien adında bir yazarın Passage to Ararat adında bir kitabı var…

Evet, Michael Arien. Ermeni olduğunu bilmiyormuş, sonradan keşfetmiş. O kitabı yirmi yıl önce okumuştum. Ama beni pek etkilememiş herhalde ki, nasıl olduğunu hatırlamıyorum. Ermenilerle ilgili başka bir kitap daha var, Les 40 Jours du Musa Dagh (Musa Dağı’nda Kırk Gün). Onun yazarı bir Alman, çok ünlü bir kitaptı, fakat beni hiç etkilememişti. Öte yandan, Un poignard dans ce jardin (Bahçedeki hançer) adında hiç tutmayan bir kitap vardı, onu çok sevmiştim. Vahe Khachaturian’dı yazarın adı. Bir kitabın hoşuma gidebilmesi için öncelikle iyi yazılmış olması gerekir. En başta ilgimi çeken, hikâyenin kendisi değildir. Bir kitap Ermeni meselesini işlediği için illâ ilgimi çekecek diye bir şey yok. Dünya üzerinden geçmiş büyük adamlar arasında Atatürk en yabana atılamaz, görmezden gelinemez şahsiyettir. Büyük bir adamdı. Bizim açımızdan mükemmel değildi, çünkü onun yüzünden ülkemizde değiliz. Ama sizin ülkeniz için mükemmeldi. Onun hakkında iki-üç kitap okudum. İlgimi çekiyordu, çünkü iyi yazılmışlardı, o şahsiyeti bana tanıtmış ve sevdirmişlerdi. İlki, Benoit-Mechin’in kitabıydı.

Fairuz’u çok seviyorum. Ümmü Gülsüm’ü çok severdim. Çingene müziğine kendimi çok yakın hissediyorum. Tango, rai adı verilen yeni Arap müziği… Bütün melezlikler, insanın kendisinde olsun, müzikte, dansta, tiyatroda, sinemada olsun, her ülke için faydalıdır. Melezliğe kapıları kapattığınız anda, modernizme de kapınızı kapatırsınız.

1923’te yeni cumhuriyet kurulurken, Osmanlı’nın siyasi mirasıyla kopuş yaşanırken bu sorunun çözülmesi şansı yok muydu? Bu şans heba edilmedi mi?

Aslında, Atatürk’ün katliamı tanıdığı söylenebilir, çünkü Türkiye’de bunların üstü örtülüyor: 1926’da bu soykırımı gerçekleştirenleri idama mahkûm etmesi tanıma değil de nedir ki? O dönem için bu tanımadır. Bizde o dönemden söz edilirken Atatürk’ün aleyhine konuşulmaz, Sultan Abdülhamid’in aleyhine konuşulur. Tam tersine, Atatürk’ün ehlikeyif bir adam olduğu, müziği sevdiği söylenir, hatta sevdiği şarkıların adları sayılırdı, kadınları sevdiği anlatılırdı. Şurası açık ki, hayatın keyfini çıkarmayı seven bir adamdı. Ve bizim ülkelerimizde, ülkelerimizde diyorum, çünkü sizin ülkeniz benim atalarımın ülkesine, Gürcistan’a çok yakın, aranız çok çok iyi olmasa da İran’ın komşususunuz, bu ülkelerde bir şenlik yapıldığı zaman hakikaten tam manasıyla şenlik olur.

1988’de, Ermenistan’da 50 bin kişinin ölümüne yol açan korkunç depremden sonra Aznavour pour l’Arménie adında bir vakıf kurmuştunuz, o vakıf hâlâ faaliyetlerini sürdürüyor mu?

Evet, ama ben daha çok çocuklarla ilgileniyorum. Okul yapıyoruz, okulları onarıyoruz, bu türden şeyler. Bu sene Paris’teki 25 konserimden üçünün gelirini bu tür işlere verdim. Biri, tabii ki Ermenistan’a, biri kanser için, biri de Sınır Tanımayan Gazeteciler için.

Ermenistan’da yaşayan müzisyenlerle ortak çalışmalarınız var mı?

Yoo, hayır.

Djivan Gasparyan’ı tanır mısınız?

Evet, evet, duduk! Ne zaman Ermenistan’a gitsem buluşuruz, aynı masa etrafında toplanırız, o da çalar. Amerikan filmlerinde, pek çok yerde çalıyor. Çok büyük bir duduk, nasıl söylüyorsunuz, “dudukçu” mu?

Biyografinizin Türkçede yayınlanması hakkında ne düşünüyorsunuz?

Beni çok memnun etti, çünkü hem Ermeniceye, hem de Türkçeye çevrildi. Umarım insanların zihnini açacaktır. Ama asıl önemlisi, Avrupa Birliği’ne girme arzusu zihniyetleri değiştirecektir. Biliyorsunuz, Devedjiyan bile Türkiye’nin AB’ye girmesi aleyhinde konuşmadı. Aslında, Türkiye aleyhine konuşanlar Ermeniler değil. Ötekiler. (gülüyor) O da bize yardımcı oluyor, ama bu konuda konuşan biz değiliz. Çünkü sanıyorum ki, bağlar hâlâ duruyor. Hélène Ségara’yı tanıyor musunuz? Şarkıcı. Yarı Ermeni, yarı İtalyan. Ermenice bilmiyor. Türkiye’ye gelmiş. Bir Türk ona “Siz Türk müsünüz?” diye sormuş. O da “Hayır, ben Ermeniyim” diye cevap vermiş. İtalyanım da diyebilirdi. Adam, ona “Ben de Ermeniyim” demiş. Muhtemelen bu adam Ermeni olduğunu öyle sık sık söyleyen biri değildir. Ermeni olduğu bilinmeyen, bunu söylemeye cesaret edemeyen 300-400 bin Ermeniden biri olmalı. Bunun artık aşılmasının zamanı geldi. Ölmeden önce yapmam gereken bu.

750 kadar şarkı yazmış olmalıyım. Türkiye’de olsaydım Türkçe yazacaktım… Yazık, değil mi? Şimdi nasıl şarkılarım İspanyolcaya, Japoncaya, İtalyancaya, Almancaya, İngilizceye tercüme ediliyor, o zaman da Türkçeden tercüme edilirdi…

Eklemek istediğiniz son bir şey var mı?

Size her şeyi söyledim. Atalarımın bir kısmının yaşadığı toprakları ziyaret edebilmenin beni ne kadar mutlu edeceğini anlattım. İstanbul’da deniz kıyısındaki lokantalarda yemek yemenin beni ne kadar mutlu edeceğini anlattım. Tanımadığım Türkiye’yi gezmenin beni ne kadar mutlu edeceğini anlattım, çünkü sadece iki kere İstanbul’a geldim. Bu, benim için kaynaklarıma gitmek anlamına gelir, çünkü Ermenistan benim kaynağım değil. Benim iki kaynağım Gürcistan ve Türkiye. Gelebilmem için Ankara’nın beni resmen kabul etmesi lâzım, çünkü benim Ermenistan’ın fahri elçisi gibi bir statüm var. Diplomatik pasaportluyum. Dolayısıyla, beni resmen davet etmeleri uygundur. Ne zaman beni davet etseler, hep film festivali için oluyor. “Ama bu da resmi davet sayılır” diyorlar. Ben de “resmi olan, festival komitesi” diyorum. Benim beklediğim bu değil, çok daha resmi bir şey bekliyorum. Diasporadaki Ermeniler için bu harika bir şey olacaktır. İşte böyle…

Roll, sayı 97, Mayıs 2005

Bir Türk dosta mektup

Ayağına diken batmış
Kardeşim
Benim de yüreğimde var bir tane
Senin için de
Benim için de
İşleri zorlaştırıyor
Kötüleştiriyor
Gülün dikenleri var
Dikkat edilmezse
Bir damla kan belirir
Parmak ucunda
Ama
Dikkat edilirse eğer
Güzelliğini sunar gül
Günlerimizi güzelleştirir, misletir
Hatta
Damağımızı okşar
Tatlılığıyla hoşluğuyla
Gülü severim
Dikeni var
Elden ne gelir
Kardeşim…
Çıkartmaya karar verseydin
Yüreğimdeki dikeni
Senin ayağındaki de
Yok olur giderdi
Sen de ben de
Özgür olurduk
Ve kardeş

^