BRİTANYA SEÇİMLERİNİN ARDINDAN

Osman Akınhay
23 Aralık 2019
SATIRBAŞLARI

İşçi Partisi’nin aldığı ağır seçim yenilgisi dünya soluna neler söylüyor? Hangi eleştiriler hangi zaviyelerden yapılıyor? 12 Aralık değerlendirmelerine toplu bakış…

12 Aralık erken seçimi ve öncesinde Britanya’nın üstüne kısa bir süreliğine de olsa bir “sol hayalet” çöktü ve bu “hayalet” Britanya’nın zenginleriyle büyük sermayesini çok fena korkuttu. Korkunun fiili bir gerçek halini alması küçük bir ihtimaldi, hatta küçükten de küçük. Belki de tamamen ihtimal dışı. Ama bu kadarcığı bile, bu ihtimalin söze dökülmesi ve zihinlerden zihinlere dolaşması bile Britanya establishment’ının dehşete düşmesine yetmiş, Sun gibi gazetelere “13 Aralık sabahı Jeremy Corbyn’in başbakan olacağı bir güne uyanmak kâbusun başlangıcı olur” manşetini attırmıştı.

Britanya siyasetini eskiden beri bilip takip edenlerin hakkıyla teslim ettiği üzere, büyük medya da basın tarihinin en azgın saldırılarını tezgahlamıştı Corbyn’e karşı: Yılanın başı muhakkak ezilmeli, onu yenilgiye uğratıp saf dışı bırakmakla da yetinilmemeli, Corbyn’in adının hatırlattığı “sosyalist” ve “sosyalizm” sözcüklerinin yeniden itibar kazanmasına asla izin verilmemeliydi.

Öte yandan, kendi saflarında Corbyn’e bağlanan hayaller çok da büyük değildi. Bir umut vardı, bu umut körükleniyordu, sosyal medya umudu büyütüyordu ve bu iyimserlik bir sürü veriyle desteklenmeye çalışılıyordu, fakat hiç beklenmedik olmayan bir şekilde hayaller (zaten soluk olsa bile) boşa çıktı. Nitekim, 12 Aralık gecesi, saat 10’da oy verme işlemi bittikten hemen sonra, Exit Poll denen (sandık çıkış) anket sonuçları (Muhafazakâr Parti: 368, İşçi Partisi: 191 sandalye şeklinde, resmi sonuçları üç-beş eksiği fazlasıyla tutturarak) açıklanır açıklanmaz, bizdeki “Adam kazandı” repliğinin akıbetini akla getiren bir suskunluk hakim oldu Twitter’a.

İşçi sınıfının bir erozyona uğradığı, istikrarsız koşullarının onları “prekarya” diye adlandırılan bir alt-sınıfa dönüştürdüğü ve bu yüzden seçimlerde olsun, başka konularda olsun, tercihlerinin artık öngörülebilir olmaktan çıktığı şeklindeki görüşü kesinlikle yabana atmamak gerekiyor.

Kısa bir süre sonra da, Labour içinden ve dışından Jeremy Corbyn’in duruşunu ve stratejisini hedef alan bir yaylım ateşidir sökün etti. Gecenin seçim yenilgisinden hayal kırıklığına uğrayanlar payına bir başka yaygın Twitter eğilimi, Boris Johnson’ı seçen çoğunluğa yönelik, “bu musibet size müstehak” tadında, en hafifiyle sitem etmekten en ağırıyla lanet okumaya varan bir koroydu. Corbyn açısından da, kendi ifadesiyle, “büyük bir hayal kırıklığı gecesi”.

Enine boyuna eleştiriler

Labour Party’nin Margaret Thatcher döneminden beri Tory’ler karşısında uğradığı en ağır hezimetin sebeplerine dair şu son bir-iki haftada dijital ve yazılı medyada çok şey yazıldı; akla çok gelen, akla az gelen bütün etkenler sıralandı; değinilmedik tek bir nokta bırakılmadı. Tamamen hasmane ve düşmanca tavırlardan kaynaklanan “terörizm yanlılığı” ve “anti-semitizm” ithamlarını bir kenara bırakırsak, eleştirilerden başta geleni tabii Brexit konusunda muğlak kalınmasıydı. Belirleyici Brexit referandumunun sonuçlarına saygı gösterilmemesini öne koyanlar da vardı, doğrudan AB’de kalma iradesini sergileyememesini vahim bir yanlış olarak vurgulayanlar da, altı ay sonra ikinci bir referandum yapılması vaadinin belirsizlikten sıtkı sıyrılmış seçmenleri iyice soğuttuğunun altını çizenler de.

Corbyn ekibinin seçim programı ve performansına yönelik son bir eleştiri ve görüş kümesi de, yeterince “sol” olamadığıydı. Seçim Manifestosu’nun hayli cesur olduğu yönünde bir kanaat vardı; alt sınıfların gündelik hayatına değecek talepler ısrarla savunulmuştu, zenginlere karşı onları yerlerinden zıplatacak ölçüde sıkı bir bayrak açılmıştı, ama yine de “daha belirgin bir sınıf vurgusu izlenmeliydi” diyen memnuniyetsizler az sayıda değildi. Slavoj Zizek bunu bir nevi “anlaşılan ‘yavaş yavaş’ gitmek işe yaramıyor” diye niteleyecekti.

Bu eleştiriyle bağıntılı başka bir itiraz, işçi sınıfıyla gerçek dayanışma bağlarının ihmal edildiği ve tüm dikkatin parti mekanizması içinde pozisyon kazanmaya yöneltildiğiydi. Seçim kampanyası genç kuşaklarca ve dinamik kesimlerce coşkuyla benimsenirken, üst kademelerde gençliğin idealizmiyle hiç uyuşmayan, bürokratik bir yapının hakimiyetini sürdürdüğüne dikkat çekilmekteydi. Tüm bunların üstüne, bir dost uyarısı olarak, Labour’ın bir “ulusal parti” olma özelliğini kaybedip kenara itilmesi tehlikesinden söz edenler bile çıkmıştı.

Brexit düğümü

Gerçekten de bu erken seçimde fitilin ateşini tutuşturan ve sonucu belirleyen Brexit düğümü oldu. Aslında, “Kızıl Duvar” diye adlandırılan, Londra’nın kuzeyindeki geleneksel Labour kemeri dahil olmak üzere Brexit tavrının niçin Labour’ı yere seren başlıca etken olduğunu en iyi, kapı kapı dolaşarak fiilen kampanyaya katılan sosyolog Eyal Z. Clyne’ın izlenimlerinden okuyabiliriz.

Sosyalist Corbyn’in popülizme uzak durup sınıfı vurgulayan çizgisinin ve İşçi Partisi’nin Seçim Manifestosu’nun attığı tohumlar yeşerir mi? Corbyn’in “genç” ve “kentli” kesimlerden daha çok oy toplaması tüm dünyada hepimiz adına ortak mücadeleyi besleyecek bir işaret fişeği mi?

Sosyolog Clyne’a göre temel mesele, İşçi Partisi’nin referandum sonucuna önce saygı göstereceğini deklare edip daha sonra ikircikli bir tavra kaymasıydı. Yani sadece İşçi Partisi değil, başka partiler de seçmenlerin demokratik iradesine sırt çevirmişti. (Fakat “Kızıl Duvar”ın kaybedilmesinin sadece Parti-sınıf arasındaki kopukluktan, Parti’nin ağırlıkla merkezi kentlerle ve Londra’yla meşgul olmasından kaynaklanmadığı, bu bölgenin şehir ve kasabalarındaki işçi sınıfının bir erozyona uğradığı, eski konumlarını ve işlerini kaybettikleri, dolayısıyla istikrarsız koşullarının onları “prekarya” diye adlandırılan bir alt-sınıfa dönüştürdüğü ve bu yüzden seçimlerde olsun, başka konularda olsun, tercihlerinin artık öngörülebilir olmaktan çıktığı şeklindeki görüşü de kesinlikle yabana atmamak gerekiyor.)

Özetle, Britanyalılar apaçık bir tercihle yalnız olmayı, “ayak bağı” Avrupa Birliği’nden kopmayı seçtiler, bu konunun daha fazla sürüncemede kalmasına kesin bir kararla karşı çıktılar; mazisi “üzerinde güneş batmayan imparatorluk”la bezeli olan Birleşik Krallık’ın koluna girip “hadi bro, biz işimize bakalım” deme ayrıcalığı sadece ABD’ye tanınacaktı anlaşılan. En sevinçliler de, sözlü ifadesini Sun gibi bulvar gazetelerinin bağırtılarında bulmuş bir çoğunluk hissiyatını taşıyanlardı herhalde: “Ohh be, ertesi güne bir Corbyn kabusuyla uyanmadık!” Nitekim Brexit Partisi lideri Nigel Farage seçimin sabahında açık açık, “Liberal Demokratları etkisiz hale getirdim, İşçi Partisi’ne zarar verdim, ikinci referandum umutlarını ortadan kaldırdık” diyecekti. Boris Johnson artık “Brexit’i halledebilirdi”.

Kritik sorular

Peki, Britanya’da 13 Aralık sabahı kesinleşen rakamlar tablosu bu ülkeyi gerçekten Ergin Yıldızoğlu’nun deyişiyle “uçurumun kenarında, yeni faşizme doğru” mu sürüklüyor? 13 Aralık sabahı Britanya medyasının attığı “Victory for Boris and Brexit” (Boris’in ve Brexit’in Zaferi) manşetleri, beraberinde bu “zafer”in hangi büyük adımlarını gündeme getirecek? Margaret Thatcher’dan beri en büyük seçim galibiyetini kazanan Prime Minister Boris Johnson, zafer sarhoşluğu içerisinde ilk önemli açıklamasını “Şimdi yeniden birleşmiş bir Britanya’nın rüyasını görüyorum; İskoçya’da yeni bir (bağımsızlık) referandum(u) olmayacak” diye yaptığında Birleşik Krallık’ın artık ihtimal dahiline girdiği söylenebilen çatırdamasına karşı bir tedbir almaya mı çalışıyor? Buna mukabil, seçimden sonraki günlerde İskoçya sokaklarının “Boris Johnson – not my Prime Minister!” dövizleriyle dolması muhtemel bir kopuşu zorlama hazırlıklarına mı tekabül ediyor?

Bu soruların cevaplarını önümüzdeki günler gösterecek. Zaten Britanya seçmeninin eğilimi hiç de benzersiz bir “alıklık” değildi. Bilakis, dünya çapında bir güncel eğilime paralel bir reaksiyondu: “Her koyun (ülke) kurtuluşunu kendi devletiyle, yabancılarla göçmenleri dahil etmeden, hatta onları kovalamanın yollarını arayarak sağlayacaktı.” 1989-sonrası ilan edilen “tarihin sonu” tersinden sona ereli hayli zaman olmuştu. ABD’de Donald Trump, Rusya’da Vladimir Putin, Macaristan’da Viktor Orban, Brezilya’da Jair Bolsonaro, Türkiye’de Tayyip Erdoğan, hatta Fransa’da Emmanuel Macron gökten zembille inmiş değillerdi ya!

Corbyn ve ekibinin deliğinden çıkarttığı yılanın başı kovuğuna geri itilmiş denebilir belki, fakat henüz tam ezilebilmiş değil ve bu sol çizgi Britanya’nın (ve diğer ülkelerin) zenginlerini korkutmayı sürdüreceğe benziyor. “Sosyalizm”i andıran bir programın hayata geçmesinin parlamenter araçların ötesinde bir eylemliliği ve ufku gerektirdiğini tartıştırmaya devam ettirmesi ise ekstra bir bonus.

Peki, sosyalist Corbyn’in popülizme uzak durup sınıfı vurgulayan çizgisinin ve İşçi Partisi’nin 2019 Seçim Manifestosu’nun attığı tohumlar yeşerir mi? Tüm dünyanın ve bizim ülkemizin de yakından takip ettiği “Corbyn solculuğu”nun temsil ettiği “sosyalist damar”, “sosyalist canlanma” ya da kim nasıl tarif ediyorsa bu “sol” eğilim bir gelecek vaat ediyor mu? Seçim sonuçlarının gösterdiği üzere, Corbyn’in “genç” ve “kentli” kesimlerden daha çok oy toplaması yalnız Birleşik Krallık’ta değil, tüm dünyada hepimiz adına ortak mücadeleyi besleyecek bir işaret fişeği mi? Yakın zamanlarda, öncelikle Avrupa ve ABD’de “liseli gençliğin yürüyüşleri”yle öne çıkan “küresel iklim felaketi”ne karşı yükselen eylemlilik ve bilinçlenme dalgasıyla bu “sosyalist canlanma”nın buluşturulması imkânı ne kadardır?

“Sol heyula”

Britanya İşçi Partisi özelinde şimdilik herhalde en büyük engel, bu yenilgiyi de fırsat bilip Corbyn’in hızla geri çekilmesini talep eden kendi partisi içindeki karşıtları. Seçimden iki gün sonra “Corbyn’in liderliğinin Britanya halkında güçlü bir kabul görmediğini biliyorduk” diyen Londra belediye başkanı Sadık Han bunlardan biri mesela. Asıl hedef, yukarıda dikkat çekildiği gibi, Labour’ın son dönemki politikasına damgasını vuran “sol çizgi”.

Türkiye dahil uzaktan yakından Corbyn solculuğuna bir alay laf edenler hiç eksik olmazken, Britanya establishment’ının felaket saydığı “sol program”ı tasfiye etmek için çok geniş bir yelpazeden elbirliği mesajları geliyor. Aslında Jeremy Corbyn’in başarısızlığı bahane edilerek, mevcut sistemde Manifesto’da sıralanan sayısız hedefi gerçekleştirmenin “tamamen hayalcilik” olduğu ileri sürülerek ve “Solculuk, sağ popülizmle başa çıkamaz” düsturuyla ABD’de Bernie Sanders çizgisi başta olmak üzere dünyanın başka ülkelerinde de “daha sola açılabilecek” tüm girişimlerin hizaya çektirilmesi arzusunu görüyoruz burada.

Halihazırda Corbyn ve ekibinin deliğinden çıkarttığı yılanın başı kovuğuna geri itilmiş denebilir belki, fakat henüz tam ezilebilmiş değil ve “Brexit’e karşı alt sınıfları” savunduğu, hatta daha somutu, Muhafazakâr Parti’nin tek gündem diye dayattığı “Brexit tercihi”ni tali mesele haline getiremediği bir seçimde mağlubiyete uğramış haliyle bile, bu sol çizgi Britanya’nın (ve diğer ülkelerin) zenginlerini korkutmayı sürdüreceğe benziyor. Az da olsa “sosyalizm”i andıran bir programın hayata geçmesinin parlamenter araçların ötesinde bir eylemliliği ve ufku gerektirdiğini tartıştırmaya devam ettirmesi ise ekstra bir bonus sayılabilir.

Bir neslin en belirleyici seçimi olacak” diyerek girdiği yarışı kaybettikten sonra “Tartışmayı kazandık, ama bu değişimi gerçekleştirecek çoğunluğa kabul ettiremedik” diyerek sorumluluğu üstlenen ve ön sahneden çekileceğini bildiren Jeremy Corbyn’in bir tür veda hediyesi olarak görebiliriz bunu. İşçi Partisi umut edilir ki yeniden Tony Blair’ci “Üçüncü Yol” mirasına dönüp merkez sağ çizgisine yönelmeyecek; neoliberalizmin yükselişinden beri tüm dünyada tukaka ilan edilen “kamunun önceliği” tercihinden vazgeçilmeyecek  ve “sol heyula” hem Britanya’da hem dünyada dolanmayı sürdürecek!

^