İRAN’DA İSYAN REJİMİN MEŞRUİYETİNİ SARSIYOR  

3 Ekim 2022
SATIRBAŞLARI

İran’da giderek yayılan ve yükselen ayaklanma öngörülebilir miydi yoksa sizi şaşırttı mı?

Maryam Madjidi: İran’daki ilk ayaklanma değil bu: Haziran 2003’te öğrenci gösterileriyle başlayan ayaklanma, 2009’da cumhurbaşkanlığı seçimlerinin hileli sonuçlarını protesto etmek için yapılan ayaklanma, 2017-2018 ve 2019-2020’de yolsuzlukları ve İran halkının içinde bulunduğu içler acısı ekonomik durumu kınamak için yapılan ayaklanmalar… Bu yüzden hiç şaşırmadım. Bu ayaklanmaların her birinin İran rejiminin altını oyduğu ve yeni isyanlar için ufukta bir yol açmadan yok olmayacağı aşikârdı.

Bana göre, yıllar süren ekonomik kriz, sosyal baskılar, nüfusun giderek daha geniş kesimlerinin yoksullaşması ve özellikle de 2021’de aşırı muhafazakâr İbrahim Reisi’nin seçilmesiyle bu durum açıkça öngörülebilirdi.

Maryam Madjidi 1980’de Tahran’da doğdu, ailesi 1986’da siyasi nedenlerle İran’dan kaçıp Fransa’ya, Drancy’ye yerleşti. İran devrimini ve zorunlu siyasi göçü anlattığı Marx ve Oyuncak Bebek (Marx et la poupée, 2017) ile ilk roman dalında Goncourt ödülünü kazandı. İkinci romanı Pour que je m’aime encore’daysa Fransa’daki çocukluk ve genç bir göçmen olarak geçirdiği yılları hikâyeleştirdi.

Bugünkü ayaklanmanın özgün yanları neler?

Daha öncekilerden farklı olan, daha önce benzeri görülmemiş bir özelliği var: Bu isyan bir kadının başörtüsünden çıkan bir tutam saç yüzünden öldürülmesinden doğdu. Bu hareket İran İslam rejiminin temeline saldırıyor: zorunlu örtünme. Öfkeyle patlayan tüm gençlikti, erkekler çok hızlı bir şekilde isyana katıldı, daha sonra öfke 80’den fazla şehirde her yaşa ve tüm toplumsal sınıflara yayıldı. Bu artık siyasi ya da ekonomik bir isyan değil, toplumsal bir isyan. Geçenlerde on yaşında bir kız çocuğunun saçlarını kestiği bir video gördüm, yanında oturan annesi şu cümleyi söylüyordu: “Ben kızımı böyle yetiştiriyorum ve yetiştireceğim”. Bunu son derece etkileyici ve anlamlı buldum. Şunu söylüyor: Meşaleyi ona devrediyorum, asla sönmeyecek. 

Biraz gecikmeli bir “Arap Baharı “nın benzerinden söz edebilir miyiz? Ayrıca bu da söndürülebilir mi?

Hareket “Arap Baharı”yla benzerlikler taşıyor tabii. Ancak burada, kadınlar isyanın kökeninde ve kalbinde yer alıyor. Bu büyüklükteki bir ayaklanmanın sönümlenebileceğini sanmıyorum. Ortak bir mücadele önerisinin yokluğunda, ki bence bugün risk budur, bir süre uyuklayabilir, ama yok olmayacaktır. Yeni bir isyan onun yerine geçene kadar uyuyacaktır. Bu rejim, tanımı gereği, uzun süre devam edemez. Son yirmi yılda birbirini izleyen tüm ayaklanmalar bunu gösterdi, gösteriyor.

Bu büyüklükteki bir ayaklanmanın sönümlenebileceğini sanmıyorum. Ortak bir mücadele önerisinin yokluğunda, ki bence bugün risk budur, bir süre uyuklayabilir, ama yok olmayacaktır. Bu rejim, tanımı gereği, uzun süre devam edemez. Humeyni’nin 43 yıllık rejimi bu ülkenin beş bin yıllık tarihini silemez.

Başörtüsünün bu kadar siyasi ve baskıcı bir mesele olmasını, çılgın bir gerilimin nesnesi olmasını nasıl açıklayabiliriz?

Bu bir gerilimden daha fazlası. İran’daki zorunlu başörtüsü, 1979’daki başlangıcından günümüze kadar İslâmi İran’ın kimliği gibidir. Rejim projesini bu sembol üzerinden tanımladı. Medyada sık sık bundan İran rejiminin “DNA’sı” olarak söz edildiğini duydum. Kadınların bedenine saldırmak, onlara bir kıyafet, örtü, manto dayatmak, İslâmi siyasi projenin temel bir unsuru. Zorunlu başörtüsünün arkasına gizlenen siyasi çıkar da İranlı kadın ve erkekleri gerçek siyasi ve ekonomik tartışmalardan uzaklaştırmaktır. Burada bir tutam saç, orada çıplak bir kol nedeniyle devriyeleriyle sokaklarda terör estirerek halkı düşünmemeye, toplumun gerçek sorunlarını görmemeye zorluyorlar. Korktuğunuzda özgürce düşünemezsiniz. İşte bu yüzden bu isyanın eşi benzeri yok: Bu rejimin köküne, temeline saldırıyor ve bu korkuyu güç ve cesaretle deviriyor.

İran’da başörtüsünün, hukuk ve inancın birbirine karışmasıyla ortaya çıkan durumun sembolü haline geldiği söylenebilir mi?

Evet, hukuk ve inancın içiçe geçirilmesi İran İslâm Cumhuriyeti’nin ve şeriatın doğru bir tanımıdır. Zorunlu başörtüsü ise bunun en görünür sembolü.

Futbol milli takımı göstericilerle dayanışma içinde olduğunu açıkladı. Bu yeni bir şey mi? Etkili bir işaret mi?

Evet, bu çok güçlü bir işaret ve yeni bir durum. Bunlar futbolcu erkekler, bu nedenle de çok popülerler, özgürlük talep eden tüm bu kadınlarla dayanışmalarını gösteriyorlar. Birçok İranlı sanatçı da bu harekete destek verdi. İran’da yaşayan Asghar Farhadi sanatçıları isyanla dayanışma göstermeye teşvik etmek için bir video yayınladı. Cafer Penahi’nin 11 Temmuz 2022’de Tahran’da tutuklanıp hapse atıldığı düşünüldüğünde bu durum daha da anlamlı bir hal alıyor. Yurtdışında da sanatçılar harekete geçiyor.

Gerçekten de erkekler bu ayaklanmada kadınlara eşlik ediyor, bu sadece feminist bir mücadele değil…

Erkekler kadınların yanında ve vuruluyorlar, onlar da öldürülüyor, yine de kadınlarla birlikte mücadeleye devam ediyorlar. Burada da o çok güçlü sembolü görüyoruz: Zorunlu başörtüsü sadece kadınlar için değil, sadece bir bez parçası değil, baskının ve adaletsiz bir rejime boyun eğmenin sembolü haline geliyor.

Zorunlu başörtüsü İslâmi İran’ın kimliği gibidir. Kadınların bedenine saldırmak, onlara bir kıyafet dayatmak İslâmi siyasi projenin temel bir unsuru. İşte bu yüzden bu isyanın eşi benzeri yok: Bu rejimin köküne, temeline saldırıyor ve korkuyu güç ve cesaretle deviriyor. Bu artık siyasi ya da ekonomik bir isyan değil, toplumsal bir isyan.

İran değişebilir mi?

Evet, buna ikna oldum. Ne kadar süreceğini bilmiyorum. İran halkının mollalardan, sakallılardan, muhafızlardan, İslami yönetimin erkek ve kadın bekçilerinden, şeriattan kurtulması kaç yıl sürer bilmiyorum, ama bu halk kazanacak, çünkü burası son derece zengin bir tarihe ve kültüre sahip eski bir ülke. Humeyni’nin 43 yıllık rejimi bu ülkenin beş bin yıllık tarihini silemez.

Aileniz İran’ı neden terk etmişti? Orada hâlâ akrabalarınız, yakınlarınız var mı?

Ailem Humeyni’nin İran’ından siyasi nedenlerle kaçtı. Radikal sol partilerde örgütlüydüler. Orada kalan akrabalarla bağlantımızı sürdürdük. Ben de akrabalarımı görmek için birkaç kez İran’a döndüm. En son 2015’te gitmiştim. O zamandan beri geri dönmedim. Ama tarafım belli. Kitaplar yayınladım, yazarak mücadelemi sürdürmeye ve oraya gitmemeye karar verdim.

Doğduğunuz ülkeyle ilişkiniz bugün nasıl ve bu ayaklanma sizi nasıl etkiliyor?

Doğduğum ülkemle çok paradoksal bir ilişkim var: nostalji ve unutma, sevgi ve mesafe, İran’a duyulan ihtiyaç ve aynı zamanda onu kendimden uzak tutma zorunluluğunun bir karışımı. Sinemayla, edebiyatla, yazılarımla ve Farsça aracılığıyla her zaman bu ülkeyle bağlar kurmaya çalışıyorum. İçine dalıp kendimi ona kaptırıyorum, sonra ondan uzaklaşıyorum.

Bu ayaklanma beni çok etkiledi. İran’ı artık uzakta tutamaz, başka bir şey düşünemez oldum. Sanki ülke kocaman bir taş gibi üzerime düştü. Sadece bu konuda makaleler okudum, videolar izledim, bana bağlantılar, yayınlar gönderen babamla saatlerce konuştum. Bazen bir resim, bir video ya da bir cümle gördüğümde aniden gözyaşlarına boğuluyorum. Sanki geçici ve yüzeysel olan her şey hayatımdan çıkmış gibi oldu: Gündelik hayatın basit kaygıları silindi.

Duygularım yatıştığında, bu başkaldırının bana verdiği gücü gördüm, yazarak mücadeleye devam etme azmimi güçlendirdiğini fark ettim.

Geleceği nasıl görüyorsunuz?

Hayatı toz pembe görmeye yatkın biri değilim. İran için iyi bir gelecek görmek istiyorum, ancak yolun uzun olduğunu düşünüyorum. İçeride, İslâm devriminin muhafızları olan “pasdaranlar” yakın zamanda iktidarı terk etmeyecektir. Dışarıdaysa, İran izole bir ülke değil, müttefikleri İslâmi rejimle yaptıkları ekonomik anlaşmaları bırakmayacaktır. Ama yine de her mücadelenin bir zafer olduğuna inanıyorum. Belki bu mücadele onu yıkacak ya da belki başka bir mücadele. Kimse bilemez.

Çeviren: Siren İdemen

Kaynak: Inrockuptibles

^