Kazdağları’na yapılan vahşi saldırıya karşı Su ve Vicdan Nöbeti ve 5 Ağustos’taki “büyük yürüyüş”… 1+1 Forum oradaydı.
Ağaçlarla kaplı tepenin gövdesine ince bir yara izi gibi açılan yoldan tırmanıyoruz. Hafriyat kamyonları için açılan toprak yoldan uçuşan tozlar, sağlı sollu ağaçların rengini kahverengiye çevirmiş. Yolun kenarlarına atılmış kesilen ağaçların gövdeleri, cep telefonlarımızdan hayatımıza giren katliam manzarasına bizi hazırlıyor. Tepeye doğru tırmandığımız araçta derin bir sessizlik hâkim.
Kısa ve sessiz yolculuğun ardından Alamos Gold’un çitlerle çevirdiği, uçsuz bucaksız kahverengi bir manzaraya bakıyoruz. Büyük bir toplumsal hareket yaratan manzara fotoğraflarının Balaban mevkiinde yaşanan kıyımı eksik ifade ettiğini içimden geçiriyorum. Artık orada olmayan orman örtüsünün görüntüsü birçok farklı duyguyu harekete geçiriyor. Kesim alanını gören her insanda böyle bir duygu açığa çıktığından belki, yas duygusunu paylaşmak için “kesim alanını gördün mü” diye birbirlerine soruyorlar. Bu sorunun herhangi bir cevap almak için değil, bir ortaklık kurmak için sorulduğunu anlıyorum.
Eylemciler Venceremos’un meşhur nakaratını Kazdağları’na uyarlamış. Çadırların arasından biri Venceremos’un melodisiyle Kazdağları diye haykırıyor. Karşı yakanın çadırlarından ânında cevap geliyor. Kazdağları….
Nöbet alanında tanıştığımız Harika Şişmanlar şöyle diyor: “Korkunç derecede kendimi kötü hissettim. Dayanamadım, ağladım. Hep söylüyoruz Kazdağları’nın talan edildiğini. Bu katliamı kendi gözlerimle gördüğüm zaman korkunç bir his kapladı içimi. Biz geçen sene de Balaban bölgesinde ağaç kesimlerine şahit olduk. O zamanlardan madenciler alan genişletme çalışmalarına başlamıştı. Keşke bu tepki o kıyımlar yaşanmadan ortaya çıksaydı.”
Dağ yolunun içinden Su ve Vicdan Nöbeti’ni gösteren tabelaları takip ederek nöbet alanına varıyoruz. Hazırlanan pankartlar tanıdık bir duygu hissettiriyor. Beyaz bir kumaşın üzerinde “Biz Halkız; ya Sen!” yazıyor. Gezi Direnişi’nden bildiğimiz “Korkma la biziz, halk” yazılamasının başka bir şekilde söylenişi gibi çınlıyor kamp alanında. Tek sıra halinde konumlanmış çadırların yanında bir yer buluyoruz. Sabah güneşin nereden doğacağı hesaplanıyor. Bir eylemci “burada saat 10’a kadar uyursunuz” dedikten sonra elimize bir tırmık tutuşturuyor. Çadırımızı kuracağımız alandaki taşları temizliyoruz, Kazdağları’na açtığımız bu küçük alan dünya üzerindeki safımızı açık ediyor.
İş makineleri ve Venceremos
Saat 10’a kadar uyumak ne mümkün! 7 sularında güneş ışıklarının çadıra dolmasıyla uyanıyoruz. Tek sıra çadırların bulunduğu sokağı geçtikten sonra karşımızda uzanan dağın tepelerinde kesilmiş bir alan göze çarpıyor. Dikkatli bakılınca ağaçlık tepeye musallat olan iş makinesi de görülebiliyor. Bu alanın da maden ruhsatı bölgesi olduğunu ve kesimlerin yapıldığını eylemcilerden Emre Erdoğan anlatıyor. Ve şöyle devam ediyor:
“Burada durum basında çıkan fotoğraflarda görüldüğü gibi değil. Çok daha vahim bir durum var. Biz burada yatarken kesim alanından gelen testere ve iş makinalarının sesini duyuyoruz. Dağın arka tarafı katledilmiş halde. Bundan dolayı kendimi iyi hissetmiyorum. Ama arkadaşlarımla birlikte bu mücadeleyi var etmek iyi hissettiriyor.”
Dağın göğsüne yara izi gibi açılan toprak yolu binlerce insan alkışlarıyla, sloganlarıyla ve uğultularıyla dolduruyor. Bir karton parçasına yazılmış “Uyanışa ortak ol!” yazısının ardından binlerce kişi 195 bin ağacın kesildiği alana bir ok gibi yürüyor.
Emre’nin yaşadığı çelişkili ruh hali nöbet alanındaki pek çok kişide seziliyor. Üzüntü, korku ve belirsizliğin iç içe geçtiği, bir yandan da kendini harekete geçmekten alıkoymayan bir hal yaşanıyor nöbet alanında. Eylem mekânının şehre çok uzak olmasından ve nöbet eylemi için harekete geçen insanların toplumsal bir destek göreceklerine emin olmamasından kaynaklanıyor belki de. Belirsizlik nöbet alanındaki kolektif bedenin duygularını hızlı bir şekilde değiştiriyor. Nöbet alanının agorasında dolaşan “Kanada’da bizim için eylemler başlamış” söylentisi coşkuyu artırabiliyor. Bunun bir yalan haber olduğu anlaşıldığı anda moraller bozulabiliyor. “Belki de bütün bu belirsizlik içinde bir sonraki hareketin ne olacağını bilmeden, hakikate dayanarak geliştirilen eylemler devrimci bir nitelik taşıyordur” diye geçiyor aklımdan. Alandan Özgür Yücel’in söyledikleri kulağımda küpe:
“Kendimi sorumlu hissettiğim için buradayım. Bir şeyler söyleyip yapmamaktansa buradaki kalabalığın gücüyle bir fark yaratmak istedim. Ağaçların tekrar dikileceğini söylüyorlar, ama bir kere ekolojiyi bozduğunuzda maalesef geri getiremiyorsunuz.”
Eylemciler Venceremos’un meşhur nakaratını Kazdağları’na uyarlamış. Çadırların arasından biri Venceremos’un melodisiyle Kazdağları diye haykırıyor. Karşı yakanın çadırlarından ânında cevap geliyor. Kazdağları….
Game of Thrones’daki birlikler gibi
Nöbet alanında ziyaretçilerin eylemcilerle dayanışmak için getirdiği yiyeceklerin dağıtıldığı bir sosyal market mevcut. Menü sürekli değişiyor. Kimi zaman çevre köylerden gelen bir kasa domates, bazen kuru pasta veya karpuz… İki peynirli poğaça ve yeşil biberle öğünü geçiştiriyorum. Kampçıların çoğu hazırlıklı, yiyeceklerini yanında getirenler ortak masalarla peynir ve zeytinlerini bölüşüyor. Sabah saatlerinde kampa gelen Çanakkale Belediyesi’nin otobüsü alana kalabalık bir nüfusu dahil ediyor.
Yeni gelen her insan alanın kolektif bedenine olumlu bir katkı sağlıyor. Bir eylemci “Game of Thrones’daki savaşlarda son anda gelen birlikler gibi değiller mi yahu” diyor. Öyleler mi, emin değilim, ama her gelen desteğin eylemcilerin gücünü artırdığı bir gerçek. Bu yüzden nöbet eyleminin ilk günlerinde alandaki kalabalığı yeterli bulmayan bazı eylemciler “bu alanın Gezi parkı gibi dolu olması gerek” diye hayıflanıyor.
Saatin ilerlemesiyle nöbet alanının agorasını insanlar doldurmaya başlıyorlar. Birçok farklı politik görüşten ve yaş aralığından insanın nöbet için bir araya geldiği belli oluyor. Belki ilk günler Su ve Vicdan Nöbeti’ne katılım fazla olmasa da eylemi kuran politik ilişkilerin geçmişle bağlantısını görebiliyorum. Nöbet alanının agorasında tanıştığım Burak Efeyurtlu’nun söyledikleri:
“Gezi direnişinde ‘mesele üç-beş ağaç değil’ deniyordu. Burada da mesele sadece suların kirlenmesi değil. Tabii ki suların kirlenmesi ve doğa katliamı çok kritik, ama insanlar böyle dayatmalardan bıkmış durumda. Buraya Edremit’ten gelen insanlar var. Kirazlı’dan sonra sıranın Edremit’e geleceğinin farkındalar. Bir yandan toplumsal mücadele büyüyor, ama saldırı o kadar büyük ki buna karşı bu mücadele yeterli mi emin değilim.”
Uzaklarda gitar çalan bir eylemci Bülent Ortaçgil’in şarkısını mırıldanıyor: “Bu su hiç durmaz…”
Ağaç dallarından bir geyik ve yaldızlı Vendetta maskesi
Su ve Vicdan Nöbeti’nin alanı çok büyük olmamasına rağmen, kendini dışavurmaktan çekinmeyen eylemcilerin yarattığı dünya ile genişliyor. Çadırlara, ağaçlara ve bisikletlere asılmış pankartlar kamp manzarasının önemli detayları. Bu manzara içinde en göze çarpan şeylerden biri kesilmiş bir ağacın dallarından yapılmış bir geyik heykeli. Nöbet alanına kalabalık bir kadroyla katılan Pikamp kolektifinin beraber yaptığı büyük bir heykel bu. Geyik heykelinin yanında bulunan büyük bir kayaya kendi olanakları ölçüsünde estetik bir müdahalede bulunmaktan geri durmayan Pikamp’tan Umut Kop anlatıyor:
“O geyik müşterek olarak yapıldı. Bir arkadaşımız ormanı temsil etmesi amacıyla geyik figürü yapmayı önerdi. Biz de karar verdik ve ölmüş bir ağacın dallarıyla geyik heykeli yaptık. Dünyada hiçbir güzellik gri üzerine kurulmaz. Burayı bir mahalleye çevirmeye çalıştık. Kayanın bir anlamı yok, o buradaydı ve biz onu anlamlandırdık. (gülüyor) Kayanın üstünde bir koç kafatası var. Bu koç kafatasını eylemler için ilk basın açıklaması yapıldığında kullanmıştık. O koç kafatasıyla ‘ölüler altın takmaz’ demeye çalışıyoruz. Burada Vendetta maskesini altın rengine boyayıp sergiliyoruz. Altından hükümete doğru giden bir anlamı var aslında.”
İlerleyen günlerde kampa kurulan mütevazı kütüphanenin ve nöbet alanının kendine ait sokaklarının ilk tohumları bu sözlerde görülebiliyor.
Nöbet alanının mekânsal yapısından ötürü ilk bakışta kalabalığın büyüklüğü kestirilemiyor. Biraz gezinince, çatlaklardan sızan sular gibi dağ yollarını geniş eylemci kalabalıklarının doldurduğunun farkına varılıyor. Türkiye’nin her yerinden ekoloji mücadelesi sürdüren grupları pankartlarının ardında bekliyor. Kepez, Edremit, Biga, Gökçeada… Munzur ve Hasankeyf’e selam gönderiliyor.
Su ve Vicdan Nöbeti’ni kuran kolektif bedenin en aktif olduğu bölge çadırların ortasında kalan geniş düzlük. Bu agora, nöbetin dünyaya sözünü söylediği yerlerden biri. Yerel ekoloji platformları, Çanakkale dışından nöbete destek veren çeşitli platformlar, STÖ’ler, politik inisiyatifler bu alanda basın açıklamalarını yapıyorlar. Dertler ve kaygılar o kadar benzer ki…
Hava sıcak ve rüzgârlı. Yaklaşan altın madeni felaketine karşı yapılan açıklamaların başında gölgelik alanlarından çıkan insanlar açıklamaları dinliyor. Basının ilgisizliğinden şikayet eden insanlar kendi sosyal medya hesaplarından canlı yayına geçiyor. Çıplak sesle okunan açıklamalara güçlü rüzgârların sesi karışıyor. Kalabalıkta hoşnutsuz mırıldanmalar, kendi aralarında fısıldaşan insanlar ortak bir endişeyi açık ediyor:
“Eğer bu altın madeni yapılırsa bu alanın altı katı büyüklüğünde bir alanda daha ağaç kesilecekmiş. 5 Ağustos’taki yürüyüş umarım kalabalık olur da biter bu illet.”
Güçlü rüzgârların uğultusuna karışan bu fısıltılardan 5 Ağustos’taki yürüyüşün hevesle beklendiği, ancak ne kadar “büyük” olacağına dair kimsenin bir fikri olmadığı anlaşılabiliyor. Günler geçtikte nöbet tutan insanların halk desteğini hissettiği ve buna bağlı olarak eyleme güvenin arttığı aşikâr, ancak doğrudan 5 Ağustos’taki yürüyüşle ilgili kimsenin net bir öngörüsü yok. Tahayyül edilen yürüyüş henüz “büyük” değil.
Gün geçtikçe nöbet eylemine artan destek alanda farklılaşan pankartlardan anlaşılıyor. Etrafta göze çarpan bir karton parçasının üzerine “Alamos Gold Raus” yazılamasının üslûbu yeni bir grubun alandaki varlığının haberini veriyor.
5 Ağustos: “Uyanışa ortak ol!”
5 Ağustos sabahı Su ve Vicdan Nöbeti alanında görülmemiş bir kalabalık var. Ancak itiraf etmeliyim, bazen içinde bulunduğunuz ortamın önemini anlamıyorsunuz. İyi bir kalabalık geleceğini tahmin etmeme rağmen bu kadarını beklemiyordum. Nöbet alanının mekânsal yapısından ötürü ilk bakışta kalabalığın büyüklüğü kestirilemiyor. Biraz gezinince, çatlaklardan sızan sular gibi dağ yollarını geniş eylemci kalabalıklarının doldurduğunun farkına varılıyor. Türkiye’nin her yerinden ekoloji mücadelesi sürdüren grupları pankartlarının ardında bekliyorlar. Kepez, Edremit, Biga, Gökçeada… Munzur ve Hasankeyf’e selam gönderiliyor.
Dayanışmanın ve birlikte mücadelenin verdiği güçten olsa gerek, insanların neşesi yerinde. Kimi eylemcinin elinde kesim alanına dikmek için getirdiği fidanlar, renkli kartondan pankartların önünde selfi çeken kalabalık gruplar, “madene hayır” sloganı atan küçük gruplar, alkışlarla birbirine destek veren insanlar… “Kazdağları rant dağları olamaz” önünde çekilen bir selfi ekoloji mücadelesi tarihimiz içinde yerini çoktan alıyor.
Kolektif bir beden olarak tarif edebileceğimiz Su ve Vicdan Nöbeti, 5 Ağustos günü en yüksek boyutuna erişiyor. Yürüyüşle ilgili tereddütleri olan eylemciler geliyor aklıma. Endişeleri silinmiştir diye düşünüyorum. Dağ yollarında birleşen kortejler kesim alanına doğru yürüyüşe geçtiklerinde “Ben değil biz” yazan bir pankartla birlikte ilerliyoruz bir süre. Nöbet alanında tanıştığım Eğitim-Sen’li öğretmen Burak Efeyurtlu ile eylemden birkaç gün evvel görüştüğümüzde söyledikleri üzerine tekrar konuşmak geçiyor aklımdan. Ne düşünürdü acaba diye düşünüyorum neşeyle…
“Topyekûn bir saldırıya karşı topyekûn bir mücadele hattı önemli. Ekoloji mücadelesini bile milliyetçilik üzerinden bölebiliyorlar. Mardin’de yanan zeytin ağaçlarından sonra ortak bir tepki verilemedi mesela. Alanda bunu dert eden aktivistler var. Buraya Türkiye’nin her yerinden insanlar geliyor. Ama zor bir süreçten geçiyoruz.”
Korteje eşlik eden araçlardan çalınan Moğollar’ın “Dinleyiverin Gari”si kitlenin itici gücü. Kesim alanına ulaşmak için dağın göğsüne yara izi gibi açılan toprak yolu binlerce insan alkışlarıyla, düzensiz sloganlarıyla ve kendi uğultularıyla dolduruyor. Tanıdık bir ton daha: “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam”… Basit bir karton parçasına yazılmış “Uyanışa ortak ol!” yazısının ardından binlerce kişi 195 bin ağacın kesildiği alana bir ok gibi yürüyor.
Kaybolmuş bir arkadaşı arar gibi
Katliam manzarasının önüne gelindiğinde kitleye çarpan karışık duygular etkisini gösteriyor. Kesim alanını ilk kez görenlerin bazıları öfkelerini yüksek sesle dile getirirken, bazıları ağlamaya başlıyor. Siyanürle altın aranacak bölgeye telleri aşarak veya kapılardan giren insanlar kaybolmuş bir arkadaşlarını arar gibi etrafa dağılıyor. Yeşil-siyah bayraklı anarşistler, apolitikler, ekolojistler, köylüler, çevre gönüllüleri…
Belki de yası atlatmanın bir yöntemi olarak elde taşınan küçük çam fidanları kupkuru kahverengi alana dikiliyor. “Bütün toprak örtüsü kazınmış, tutar mı bu ağaç burada, bilinmez” diyor biri fidanını dikerken. Çıplak tepelerin üzerindeki dağılmış insanlar Su ve Vicdan nöbetinin önemli bir ivmesine işaret ediyor. Türkiye’deki ekoloji mücadelesinin önemli bir ânına şahitlik ediyoruz. Artık 5 Ağustos “büyük” bir yürüyüş.
Dönerken Marc Ribot’nun “Militant Ecologist” şarkısının sözleri kulağımda yankılanıyor: “Gökyüzünde bir yerlerde / Yeryüzünün yeşil bayrağı dalgalanıyor / Eğer öyle değilse / Söylenecek söz kalmıyor…”