BUDAPEŞTE İZLENİMLERİ

Diyar Saraçoğlu
3 Nisan 2022
SATIRBAŞLARI

Kış vakti Budapeşte. Kitlesel turizm çılgınlığı yokken şehri arşınlamak için iyi bir zaman. Havalimanından toplu taşımayla şehrin göbeğinde, metro hatlarının kesişim noktası, etrafındaki çimenlikte gençlerin takıldığı Deák Ferenc istasyonunda iniyorum. Metroya atlayıp iki buçuk kilometre doğudaki Keleti mahallesine varıyorum.

Keleti’nin mimarisinin güzelliği insanı şaşkına çeviriyor. Misafir olacağım arkadaş ortak bir avluya bakan dairelerin sıralandığı bir apartmanda oturuyor. Avluya girince insan ister istemez müşterek alana sahip bu güzel mimarinin komün yaşama ne kadar uygun olduğunu düşünüyor. Arkadaşım kooperatifçilik üzerine doktora yapıyor. İlk akşamdan önerilerini heybeye atıp şehri arşınlamaya başlıyorum. Akşam sulu kar yağıyor. Bu mevsimde Budapeşte’de kat kat giyinmek şart. 

Heykeller şehri

Yapılara baka baka üç-dört kilometre yürüdükten sonra Tuna’ya varıyorum. Çok ihtişamlı bir nehir. Avrupa’da pek çok şehrin kıyısına kurulmasına şaşmamalı. Budapeşte için “heykeller şehri” demişti bir arkadaşım. Anında Küçük Prens heykeline rastlıyorum. Antoine de Saint-Exupéry’nin aşina olduğumuz Küçük Prens çizimlerine pek benzemiyor, ama ne gam, yine de tanıdık bir yerlerden. Tuna’nın kenarına konuşlanmış heykelin arkasında Buda Kalesi gözüküyor.

Sonraki günlerde daha pek çok heykelle karşılaşacağım. Kentin meşhur turistik noktası New York Cafe önündeki, Pal Sokağı Çocukları’nın yazarı Ferenc Molnár’ın geceleri kapanmasın diye suya attığı rivayet edilen kafe anahtarını çıkaran minik dalgıç heykeli en çok aklımda kalanlardan.

Macaristan’da “sosyalist dönem”in sona ermesiyle birlikte birçok heykel ya sökülüp atılmış ya da yerlerinden edilmiş. Şehir merkezine uzak Memento Parkı başta Lenin, Marx ve Engels’inkiler, “sürgün heykellerin” sergilendiği bir yer. Parkın web sitesinde şöyle yazıyor: “Komünist Diktatörlüğün Ruhu ve Heykelleri”. Bu tip “ibretlik” sergileme biçimi Berlin’deki Doğu Almanya Müzesi’nde ve Bükreş’te de var. Uzak duralım, eksik kalsın. 

1956 ayaklanmasının liderlerinden Imre Nagy’nin yeniden defin töreni infaz edilmesinden 31 yıl sonra Kahramanlar Meydanı’nda yapılmış. Törende kalabalığa hitap edenlerden biri olan Orbán 29 yıl sonra Nagy heykelini yerinden etmiş.

Buda ve Peşte

Budapeşte’de “kesişim” hissi çok hâkim. Eski ile yeninin, Buda ile Peşte’nin kesişimi kent, Tuna’nın iki yakasındaki Buda, Óbuda ve Peşte şehirlerinin 1873’te birleşmesiyle oluşmuş. Günümüzde şehir daha çok varsılların yaşadığı tarihi Buda ve gündelik hayatın aktığı, resmi kurumların yer aldığı Peşte ile anılıyor.

İlk birkaç günde saatlerce şehri arşınlamak röportajlar öncesi kentin psiko-coğrafyasını anlamaya yarıyor. Tuna’nın öte yakasında tepelik Buda’da konuşlanmış Buda Kalesi ve Balıkçı Tabyası’ndan Peşte’yi izlemek şahane. II. Dünya Savaşı’nda yerle yeksan olan kent savaş sonrası büyük oranda yeniden inşa edilmiş. Şehir merkezinde bu yenilenmenin izlerini görmek mümkün. Tuna kıyısındaki, 1902 yapımı meşhur neo-gotik parlamento binası şehrin sembol yapısı. Balıkçı Tabyası’nın hemen arkasında yer alan Aziz Matthias Kilisesi’nin kulesine çıkınca tüm şehir ayaklarınızın altına seriliyor.

“Harabe” barlar

Budapeşte, harabe barlarıyla nam salmış. Bu barlar eski, hasarlı yapıların yeniden değerlendirildiği mekânlar. Başlangıçta epey alternatiflermiş, ama şimdilerde çoğu soylulaştırmaya kurban gitmiş. Az sonra ziyaret edeceğimiz Cargamonia Kolektifi’nin koordinatörü, yazar Vincent Liegey bu barları “kültürel olarak harabe” diye tiye alıyor.

Akşam LGBTİ+ topluluğu için bir buluşma ve etkinlik noktası olan Aurora’dayız. Fidesz (Macar Yurttaş Birliği) lideri ve Başbakan Viktor Orbán geçtiğimiz temmuzda LGBTİ+ bireylere görünürlük sağlayan yayın ve eserlere sınırlama getiren, reklamları yasaklayan bir yasayı parlamentodan geçirdi. AB’den gelen itiraz ve yükselen protestolar sonucu mesele hakkında bir referandumun muhtemelen önümüzdeki nisan seçimleriyle eş zamanlı yapılacağını beyan etti.

LGBTİ+ hareketinin kalesi konumundaki Aurora tıklım tıklım. Kapı önünde bir şeyler içip soğuğa yenik düşüyoruz. Neyse ki Budapeşte Avrupa’nın en eski metro ağlarından birinin ev sahibi. Üstelik bir de tramvaylar şehri. Eve ulaşmak kolay.

“Tuna Kıyısındaki Ayakkabılar”

Ve günler yürümeye başlıyor. İkinci gün Avrupa’nın en büyüğü, Dohany Sokağı Sinagogu’yla başlıyor. Yahudiler geçmişte Budapeşte kültürünün önemli bir parçasıymış, 1910’da şehrin nüfusunun yüzde 23’ünü oluşturuyorlarmış. Nazilerin şehri işgal ettiği İkinci Dünya Savaşı’nda kentte yaşayan Yahudilerin çoğu ya öldürülmüş ya da kamplara gönderilmiş. Sovyetler’in şehri ele geçirmesiyle beraber hayatta kalanların çoğu ülkeyi terk etmiş.

Uzun yıllar sonra büyük bir tadilat gören sinagog, bahçesindeki mezarlar ve anıtlarla Nazi faşizminin sergilendiği bir yer haline gelmiş. Kentte kalan Yahudilerin büyük kısmı hâlâ sinagogun yer aldığı, merkezdeki Erzsébetváros ilçesi ve civarında yaşıyor. Sinagogu gezdiren bir rehbere kulak kabartıyoruz: “Aynı bölgede başka sinagoglar da var, ama Dohany Sokağı Sinagogu ve cemaati daha reformcu bir çizgiye sahip. Kiliseyi andıran iç mimarisi, içerdeki minber ve org gibi detaylardan da bunu görebilmek mümkün.

Şehirde sosyalist dönemin izlerine bakınırken, insanların 1956 ayaklanmasıyla ilgili neler düşündüğü akla geliyor. Eskinin izlerini mimari haricinde sürmek kolay değil. Antika ürünler satan birkaç dükkânda sohbet çabası sonuç vermiyor, muhabbet birkaç cümleyle sınırlı kalıyor. Öte yandan, sol mekânlarda 1956 ayaklanması capcanlı yaşıyor.

Peşte tarafından Buda’yı seyrederek Tuna kıyısında yürürken güneş kış soğuğuna rağmen ısıtmak için elinden geleni yapıyor. İnsanlar sert rüzgâra inat yürüyüşe çıkmış. Az ileride II. Dünya Savaşı sırasında Tuna boyunca ayakkabıları çıkartıldıktan sonra katledilen Yahudiler için Nisan 2005’te dikilen, sinema yönetmeni Can Togay ve heykeltraş Gyula Pauaer’in eseri “Tuna Kıyısındaki Ayakkabılar” anıtı beliriyor. Ayakkabıların içi, etrafı mumlarla örtülü. İnsanlar sessizlik içinde izliyor, çıt çıkmıyor.

“Yedinci Adam”

Tuna kıyısında yürümeye devam edince Parlamento binası tüm ihtişamıyla karşıda beliriyor. 1956 ayaklanmasının liderlerinden, 1958’de infaz edilen Imre Nagy’nin parlamentoya bakan heykeli 2018’de Orbán tarafından kaldırılmış. Macar şiiri deyince akla gelen ilk isim olan Attila József’in (1905-1937) heykeli ise Tuna’yı seyrediyor. Şairin Margaret adası dahil, şehirde pek çok başka heykeli var.

József’le kim olduğunu bilmeden selfie çeken birkaç turiste onu anlatma isteği doğuyor. “Tuna Kıyısında” dizeleri akla düşüyor: “Oturdum alt basamağına rıhtımın / baktım nasıl yüzüyor karpuz kabuğu / Yazgımla baş başa, dalgın / yüzeyin konuştuğunu duymadım, dibinse sustuğunu / Akıyor gibiydi sanki yüreğimden çıkıp da / bulanık, bilge ve büyüktü Tuna.”

Ve John Berger’ın Yedinci Adam kitabına adını veren şiirinin dizeleri: “Canını kurtarmak için dövüşeceksen / Karşısında yedi kişi görmeli düşmanın / Biri, pazar günü dinlenen bir işçi olmalı / Biri, pazartesi sabahı işe başlayan / Biri, para düşünmeden bir şey öğreten / Biri, boğularak yüzme öğrenen / Biri, koca bir ormanın tohumu olan / Biri de yiğit atalarının koruduğu bir torun / Ama onların bu hünerleri de yetmez / Sen kendin yedinci olmaya bak.

Kooperatifler: Dün ve bugün

Peşte’den içerilere yürümeye başladıkça sokaklar kalabalıklaşıyor. Aziz Stephen Bazilikası’nın önünde yer alan geniş meydana yakın açlığımı pişiye benzer bir hamurun üzerine konan sebze, et, peynir ya da yumurta ile servis edilen lángos’la bastırıp bazilikanın kulesine tırmanıyorum. Şehrin çeperleri kuleden rahatça gözüküyor. Avrupa için “dev vinçler diyarı” desek yeridir. Kuleden bakılan tüm kadrajlarda onlar beliriyor.

Márki-Zay liderliğindeki ittifak seçimleri kazansa dahi radikal bir değişiklik yaşanmayacağı, sağ fikriyat hâkimiyetinin süreceği düşünülüyor. Yine de bir restorasyon ihtimalinden söz ediliyor: “AB standartlarına geri dönülebilir.”

Akşam harabe barların en bilineni Szimpla Kert’e gidiyoruz. 2004’te açılan Szimpla aslında yan yana farklı havaya sahip barların yer aldığı bir “bar yerleşkesi”. Burası alternatif niteliğini büyük ölçüde kaybedip soylulaşmasının ardından turistlerin uğrak yeri olmuş. Neyse ki kış vakti ve hafta içi, ortam görece sakin, yer bulmakta zorlanmıyoruz. Duvarlar odadan odaya değişiyor. Kimisi sergi alanı, kimisinin duvarlarında yüzlerce çıkartma.

Ertesi gün sabah kahvesinin ardından Gólya Kooperatifi ve Cargonomia Kolektifi ile röportaj yapmak için 24 numaralı tramvayla Gólya’ya doğru yolculuk başlıyor. Sarı tramvaylardan dışarıyı seyretmek çok keyifli. Eski yerlerinden çıkmak zorunda kalınca, Gólya bir dayanışma kampanyasıyla merkeze dört kilometre uzaklıktaki bu büyük mekânı satın almış. Kooperatiften Gergó kargo bisikletiyle varınca içeri geçiyoruz.

Macaristan’daki kooperatif hareketinin tarihiyle ilgili konuşurken haliyle konu Sovyetler Birliği dönemindeki kooperatiflere geliyor. Gergó anlatıyor:

O dönemde birçok kooperatif vardı, ama çoğu taban hareketlerinden ziyade, doğrudan ya da dolaylı olarak hükümetin kontrolü altındaydı. Bugün kooperatif hareketiyle hayata geçirmeye çalıştığımız demokratik işleyişe sahip değillerdi. Bu yüzden kooperatiflerden bahsetmek insanlarda pek olumlu çağrışım yapmıyor. ‘Ailelerimizin topraklarına el koyanlar kooperatiflerdi’ diyorlar. Oysa bunu diyenlerin bazılarının ailesinin hiç toprağı olmamış.

Gólya Kooperatifi

Küçülme projesi ve kesişimler

Gólya’nın hikâyesi üniversitede bir araya gelen bir grup arkadaşın açtığı bir kafeyle başlamış, ardından bir kooperatife dönüşmüş. Gólya etkinlikler, konserler düzenlemenin yanısıra mekâna ihtiyaç duyan diğer oluşumlara da alan sağlıyor. Biz konuşurken Cargonomia kolektifinden Vincent Liegey içeri giriyor. Konu başka oluşumlarla beraber davranmanın ve bir kooperatif ağı kurmanın önemine geliyor. Tarihsel kopuşlar ve kısıtlı olanaklar nedeniyle Budapeşte’de kuvvetli bir kooperatif ağından söz etmek mümkün değil. Daha önce ziyaret ettiğim Katalunya’nın aksine, Macaristan’da yerel yönetimler pek destek olmuyor. Gergó’nün telefonu sık sık çalmaya başlıyor. Cargonomia’nın Gólya gibi kooperatifler için sağladığı kargo bisikletleriyle ürün dağıtım zamanı geliyor.

Vincent ile sohbete dalıyoruz. Dışa dönük, anlatmayı seven bir tip. Koordinatörlüğünü yaptığı Cargonomia’nın kendin yap (DIY) bisiklet kooperatifi Cylonomia, gıda topluluklarına haftalık sebze kutuları dağıtan bir organik tarım çiftliği, sürdürülebilir tarım topluluğu eğitim merkezi Zsámboki Biokert ve patronsuz bisikletli kurye topluluğu Kantaa’nın yer aldığı açık bir kolektif. Vincent’ın deyişiyle, “Cargonomia farklı bir yaşam adına bir hedeften ziyade bir araç, küçülmenin hayata geçirildiği bir pratik”.

Vincent Liegey’in yazarlığı da var. Stéphane Madelaine, Christophe Ondet ve Anisabel Veillot ile beraber Küçülmeye Dair Bir Proje (Éditions Utopia, 2013) kitabını kaleme almış. Onun da katkısıyla Cargonomia farklı projelerin ortaya çıkması ve birbiriyle ilişkilenmesi için bir kuluçka merkezi işlevi görüyor. Vincent’e kulak verelim:

Fransa’daki işgal evi hareketinden geliyorum. Orada sürekli polise karşı kendi alanlarımızı savunmakla uğraşıyor, dışarıya kapalı hareket ediyorduk. Zamanla bunun yeterli olmadığına, farklı bir şeyler yapmak gerektiğine ikna oldum.”

Cargonomia resmi bir hüviyete sahip değil. Bu da hareket etmelerini kolaylaştırıyor. Kolektifin angaje kurucuları gelirlerini başka yerlerden sağlayarak Cargonomia’yla ilişkilerine parayı sokmuyor. Vincent esas güçlerinin farklı ağları kesiştirebilmeleri olduğunu vurguluyor.

Kahramanlar Meydanı

Röportajların ardından şehir merkezine doğru yürürken turistik kitaplarda karşılaşamayacağınız kadim Roman mahallesi Jozsefvaros’a uğruyorum. Yoksulluk binalardan ve sokaklardan hemen okunuyor. Ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 5’ini oluşturan Romanlara karşı ayrımcılık aşırı sağcı Orbán döneminde iyice körüklenirken Mi Hazánk (Vatanım) gibi faşist gruplar Budapeşte sokaklarında görünür olmuş.

Rosa Parks Vakfı’nın 2020’de yaptığı bir araştırmaya göre, ülkede Romanlar arasında yoksulluk diğer kesimlere oranla yüzde 44 daha fazla. Pew Araştırma Merkezi’nin 2019’da yaptığı bir ankete göre ise, ülke nüfusunun yüzde 61’i Romanlar hakkında olumsuz düşünceye sahip. 

Son güne içinde bir göl de bulunan şehrin en büyük parkı Városliget’te başlıyoruz. Soğuk keskin. Fotoğraf makinesi çantadan çıkamıyor. Park epey büyük. Isınmak için herkes gezdirdiği köpeklerin koşu ritmine ayak uyduruyor. Evinde kaldığım arkadaşım “park bahar ve yaz aylarında gençlerin uğrak yeri” diyor. İçinde tarihi bir kale ve bir buz pateni pisti de var. Macar kralı Üçüncü Bela’nın kimliği belirsiz vakanüvisi Anonymous’un (12. yüzyıl sonu) ilginç ve ürkütücü heykeline ​bakakaldıktan sonra meşhur Kahramanlar Meydanı’na çıkıyoruz.

Kahramanlar Meydanı, 1989

Geniş meydanın bir yanında Güzel Sanatlar Müzesi, diğer yanında Sanat Sarayı (Mücsarnok Kunsthalle) yer alıyor. Tarih boyunca pek çok eylemin ve etkinliğin düzenlendiği meydanda “ulusal tarih” açısından önemli şahsiyetlerin heykelleri var. Hepsi erkek. 1958’de idam edilen, 1956 Macar ayaklanmasının liderlerinden Imre Nagy’nin yeniden defin töreni ölümünden 31 yıl sonra büyük bir kalabalık eşliğinde bu meydanda yapılmış.

Ayaklanmanın muhteviyatı geniş halk kitlelerinin hafızasında zamanla liberaller ve muhafazakârlarca tahrif edilmiş. İşçi konseylerinden pek söz edilmez olmuş. Nagy’nin 1989’da yeniden defni sırasında toplanan kalabalığa hitap edenlerden biri olan Victor Orbán 29 yıl sonra Nagy heykelini yerinden etmiş.

Kahramanlar Meydanı “Budapeşte’nin Bağdat Caddesi” diye tanımlayabileceğimiz Andrassy Bulvarı’na açılıyor. Oldukça uzun ve geniş bulvar üzerinde pek çok büyükelçilik var. Bir kahve molasının sonrasında Terör Evi’nin önünde duruyoruz. Bina faşist ve komünist rejimlerle ilgili sergileri içeren, bu rejimlerin “kurbanlarına ithaf edilmiş bir anıt” diye tarif ediliyor. Faşizmi ve komünizmi eşitleyen, reel sosyalist deneyimi hakkaniyetle tartışmaktan uzak bir kapitalizm övgüsü mabedi adeta. Hızlıca uzaklaşıyoruz.

Değişen Kafalar, Değişen Bedenler

İspanya iç savaşının, Çin’in Japon işgaline karşı direnişinin ve II. Dünya Savaşı’nın unutulmaz fotoğrafçısı Robert Capa Sergi Merkezi’ni geziyoruz. Üstadın sabit bir sergisinin olmaması üzüyor. Önümüzdeki aylarda açılacağını öğreniyoruz. Ludwig Modern Sanat Müzesi’ne gidiş için önce sarı tramvay, ardından biletsiz bir tren yolculuğu yapıyoruz. Karma “Zaman Makinesi” sergisi devam ediyor. Sergiyle ilgili şu yazılmış:

Bu sergi, zaman yolculuğunun bilimkurguyla münasebetine odaklanmak yerine zaman ve sanat arasındaki ilişkiyi farklı perspektiflerden inceliyor. Bizzat eserleri zihinsel seyahate çıkmamızı sağlayan zaman makineleri olarak görüyor.”

Sergide özellikle iki eser ilgi çekici. İlki 2010-2016 arasında Otonom İşçi Birliği’nin de üyesi olan Ukraynalı anarşist sanatçı David Chichkan’ın “Ne olduysa oldu, ama istediğim olmadı” adlı işi.

Ukrayna’da 2013-14’te meydana gelen Maidan protestolarının kaçırılmış bir fırsat olduğunu düşünen Chichkan sergide Kiev’de yankılanan “Ukrayna Avrupa’dır”, “Ulus her şeyin üzerindedir” gibi sloganları çarpıcı tasarımlarla tersyüz etmiş: “Eşitlik, Özgürlük, Anarşizm”, “Ulusal değil, toplumsal devrim”. Chichkan’ın 2017’de Kiev’de açılan Kayıp Fırsat sergisine neo-naziler saldırmış, eserleri tahrip etmişti.

Diğer işin ismi Thomas Mann’ın Değişen Kafalar: Bir Hint Efsanesi eserinden ilhamla Değişen Bedenler. Katja Pratschke ve Gusztáv Hámos’un ortak eseri 194 altyazılı fotoğraftan oluşuyor. Fotoğraflarda bir kaza sonucu kafa ve gövdeleri karışan iki yakın dost Jan ve Jon’un hikâyeleri anlatılıyor. Jan zihinsel açıdan, Jon ise fiziksel açıdan gelişmiş. İki arkadaşın Marie ile kurdukları yakın ilişki üzerinden, beden-zihin ikiliği, aşk, ayrılık, yaşam ve ölüm gibi temalar ele alınıyor.

LGBTİ+ dostu muhafazakâr katolik

Son akşam turistlerin pek uğramadığı tıklım tıkış iki barda, Fekete Kutya (Siyah Köpek) ve ParaNoir’da vakit geçiyoruz. ParaNoir şehrin metalcilerinin buluşma noktası. Herkes herkesi tanıyor. Duvarlarda popüler korku filmlerinden karakterler yer alıyor. Tavanlar örümcek ağlarıyla kaplı. Konu güncel siyasete ve haliyle nisandaki genel seçimlere geliyor. Orbán’a ve partisi Fidesz’e karşı bir araya gelen Macaristan için Birlik ittifakının adayı, geçtiğimiz ekimde yapılan önseçimle Hódmezövásárhely kentinin belediye başkanı Péter Márki-Zay oldu.

49 yaşındaki Márki-Zay kendini muhafazakâr bir Katolik olarak tanımlıyor. Sol cenahtan insanlar Márki-Zay liderliğindeki ittifak seçimleri kazansa dahi radikal bir değişiklik yaşanmayacağını, ittifakın içinde “sol” bileşenler olsa da, sağ fikriyat hâkimiyetinin süreceğini düşünüyor. Yine de bir restorasyon ihtimalinden söz ediliyor. ParaNoir’da bir arkadaş meseleyi şöyle özetliyor: “Bir devrim yaşanmayacak, ancak temel AB standartlarına geri dönülebilir.”

Uzun süredir iktidarda olan Orbán seçim sistemini kendi lehine değiştirmiş, medyayı tektipleştirmiş ve kendisine yakın kadroları devlete yerleştirmişti. Márki-Zay ise, memleketten tanıdık geleceği üzere, genel siyasal hattını yolsuzluk karşıtlığı ve hesap verebilirlik üzerine kuruyor.

Orban’ın göçmen karşıtlığı ve LGBTİ+ düşmanlığı yerini bir nebze müsamahaya bırakıyor. Márki-Zay LGBTİ+ hakları için adımlar atacağını, eşcinsel evliliğin önündeki engelleri kaldıracağını söylüyor. Orbán’ın göçmen karşıtı politikalarını eleştirse de Avrupa sınırlarını korumak için verdiği “mücadeleyi” haklı görüyor. Kimi anketlerde karasızların oyunun yüzde 30’a ulaşması ise memleketle benzerliği perçinliyor. 

Uyumamızı fırsat bilen kar, akşam biraz serpiştirmiş. Son gün kahve için her sabah olduğu gibi iki blok yandaki mahalle kafesine gidiyorum. Kafe çalışanlarıyla vedalaşıp yukarı çıkıyorum. İstanbul’da pek çok uçuşun kar yağışı nedeniyle iptal edildiğini öğrenince arkadaşımla yarım porsiyon vedalaşıyoruz. Keleti İstasyonu’nun önü karla kaplı ayrı bir güzel gözüküyor. Yolum tekrar düştüğünde görüştüğüm güzel insanların Budapeşte’sinin serpildiğini ümit ederek havalimanına giden otobüse biniyorum.

1+1 Express, sayı 179, Bahar 2022

^