KARA TREN: TURGUT BERKES (1953-2018)

Söyleşi: Derya Bengi
22 Ağustos 2018
SATIRBAŞLARI
Müzisyen, şarkı yazarı, çevirmen, ressam… Marifeti çok, böbürlenmesi hiç yoktu. Öğrenciliği şiar edinmişti. Bilgeydi. Ardında silinmez izler ve zamanın eskitemeyeceği bir albüm bıraktı. Bugün toprağa verdiğimiz Turgut Berkes’i tek albümü “Kara Kutu”nun (2000) çıktığı günlerde yayınlanan Roll söyleşisiyle uğurluyoruz. Anısına saygıyla, sevgiyle…
“Turgut’u FT stüdyosunda Fuat Güner’in ortağı olarak tanıdım ben. Ama daha önceleri, Ankara’da 70’lerdeki asid-hippi kuşağının önemli kişilerinden birisi. Niyazi Berkes’in yeğeni. Mükemmel bir İngilizcesi var, kitap çevirileri, oyun çevirileri… Ressamlığı var. Sonra kendi şarkılarını yazmaya başladı ve sözler bence mükemmel. Türkçeyi en öz, en az bir şekilde, hem ses olarak, hem de anlam olarak iyi kullanabilen birisiydi… Senelerdir duruyor o şarkılar ama bir türlü onu ikna edip çıkarttıramıyoruz bir albüm. Hep başka başka insanlarla kaydediyor, beğenmiyor, tatmin olmuyor…” – Taner Öngür, Roll, sayı 18, Nisan 1998

“Kara Kutu” ismi nereden çıktı? Uçaklardaki kara kutu gibi bir şey mi? Yani, senin başına bir şeyler gelecek olsa, hayatınla ilgili her şey bunun içinde, öyle mi?

Turgut Berkes: (gülüyor) Daha doğrusu şu: Başıma ne gelecekse gelmiş zaten. İşte bu da onun belgeleri.

Neler geldi başına?

50 yaşına gelmiş benim gibi bir adamın başına neler gelmez ki? Gelmeyenleri sayayım istersen. (gülüyor) Ne zaman, nasıl “Kara Kutu” diye karar verdim de koydum, hatırlamıyorum. Ama albümün prodüksiyonu bittikten sonra oldu. Çok sonra farkına vardım ki, başka bir “kara kutu” mevzumuz daha vardı. Müge Gürman’ın sahneye koyduğu “Küçük Bir İş İçin Yaşlı Bir Palyaço Aranıyor” oyununda vardı bir kara kutu. Matei Visniéc diye Romen asıllı bir Fransızın yazdığı, Özkan Uğur’un, Mehmet Güleryüz’ün oynadığı oyun… Hatta, ben de finalde “aniden görünüp kaybolan adam”ı oynuyordum, sahne korkumu yenmek için. Üç tane tohuma kaçmış, çulsuz, yolsuz, desperado soytarı, gazetedeki bir ilan üstüne iş müracaatına gidiyorlar, orada karşılaşıyorlar. Kapının önünde birazdan mülâkata çağrılacaklar diye bekliyorlar, hiçbir zaman kapı açılmıyor aslında. Oturup geçmişten, her şeyden konuşuyorlar. Bir ara da birbirlerine numaralarını gösteriyorlar. Özkan’ın numarası da kara kutu. Bir kara kutu çıkarıyor, içinden renkli balonlar çıkmaya başlıyor…

İlk romanlar hep otobiyografik olur derler ya… Senelerdir müziğin içinde olan birisin, ilk defa bir albüm çıkarıyorsun, “artık benim sıram geldi, neler yaşamışsam her şeyi anlatmalıyım” türünden bir hataya düşebilirdin, tıka basa dolu bir albüm yapabilirdin. Halbuki her şey çok sakin, anlatılanlar hep küçük küçük hikâyeler…

Ciddi misin? Böyle gördüğüne çok sevindim yaa! Bana da, tam tersi mi oldu acaba diye bir his geliyor dinlerken. Bir ton laf, bir ton gitar, dan dan dan!.. Yeter lan, oluyorsun. Dört tane parçayı da koymadım, çünkü artık iyice kâbus gibi geldi. (gülüyor) Bazen düşünüyorum, fazla ukalaca, fazla kalabalık bir şey mi oldu diye?.. Aslında evet, ukalaca bir şey oldu tabii ister istemez.

Neresi ukalaca?

Yapı itibariyle. (gülüyor) Yani, bizde genellikle genelgeçer olmayan şeylere, uymayan şeylere ukalalık denir, biliyorsun.

Bu şarkılar hep eski şarkıların mı? Yıllarca biriktirdiğin şeyler mi?

“Benimsin” benim ilk yaptığım Türkçe şarkı oldu hayatımda. O güne kadar stüdyoda kendi kendime İngilizce bir şeyler yapıyordum. Benim stüdyo kurmaktaki amacım, kendi kendime müzik yapmaktı aslında. FT stüdyosundan bahsediyorum. Hayatımın öyle bir dönemine gelmiştim ki, ne yapmak istiyorum diye düşündüm: Sadece müzikle ilgilenmek istiyordum. O güne kadar da, müzik dinlemekten başka müzikle ilgili bir şey yapmış değildim… Bir gün Ankara’da ablamla konuşuyordum –kendisi ressamdır, Leyla Onat. Gelmişim 35 yaşıma, şunu mu yapsam, bunu mu yapsam diye konuşuyordum. Ablam “canın ne yapmak istiyor” dedi. “Aslında müzik yapmak istiyorum” dedim. “Ee, niye yapmıyorsun” dedi. Hakitaten, niye yapmıyorum? Ama müzik yapmak için, ya konservatuarın kompozisyon bölümüne gitmek lâzım –ortaokuldayken çok istemiştim, ailem izin vermedi– ya da gençliğimden beri sürekli çalıp gruplar filan kurmuş olmam lâzım. Bende bunlar olmadı. Üçüncü yol da stüdyo: Tamamen kapalı devre içinde, kendi dünyamda yapabileceğim bir şey. Ve sonunda yaptım bunu. FT’yi kurduk. Ama umduğumuz gibi olmadı. Bizim stüdyo çamaşırhaneye döndü. Müşteri gelecek, iş yapacak, kendi kendini döndürecek derken hiçbir şeye vakit kalmadı…

Fuat Güner’i ortak olarak o zaman mı buldun? Yoksa geçmişte arkadaş mıydınız?

Aslında stüdyo işi bu dediklerimden on sene önce başlamıştı, yine Fuat’la… ‘78-79’da ciddi ciddi stüdyo kuralım diye konuşuyorduk. Sonra koptu iş, ben kaytardım. On sene sonra, ablamla bu konuşmayı yaptıktan sonra Fuat’a gittim, beraber yapmaya karar verdik. Ama o stüdyoda vatana hizmet ettik, onun dışında pek bir şey olmadı. Para kazanmaktan başka hiçbir şey düşünemez hale geldik. Bu arada da para kazandık mı? Hayır. Sadece orayı yürütebildik. Benim başka bir işim yoktu zaten. Fuat ise MFÖ’den, cingıllardan, şurdan burdan kazandığı parayı da oraya gömdü. On sene zararına çalışan bir yerdi. Böylece kendi yapmak istediklerimizden de feragat etmiş olduk.

Rock müziğe Türkçe söz yazmak tuhaf bir kavram. Böyle bir şey olmamalı esasında. Sen Türkçe şarkı yazıyorsan yazmalısın, sonra onu elektro gitarla veya akordeonla, neyle istiyorsan çalmalısın. Bunun adının rock ya da mock olması gerekmiyor…

Yola ilk çıkarken nasıl bir stüdyo düşlemiştiniz?

Bir proje stüdyosu olacaktı. Kendi işlerimizi yapacaktık, başkalarına da prodüksiyon yapacaktık. Dönem olarak da kötü bir dönemdi, varımızı yoğumuzu aletlere yatırdıktan bir sene sonra, aynı paraya yirmi stüdyo kurulur hale geldi işler. Tuttuk, 100 bin dolarlık masa aldık. Şu anda o parayla o işi görecek bir sürü masa alırsın, tamam, analog değildir, ama iş görür. FT, yatırımın karşılığını hiçbir zaman çıkaramadı bu şartlarda. Türkiye müzik endüstrisinde işin stüdyo kısmı, prodüktöre en zul gelen kısmı, hiç stüdyoya girilmeden bu iş olsa çok işlerine gelecek. Prodüksiyon bütçesinden ayrılan en küçük dilim stüdyo dilimidir, o da mümkün mertebe ödenmemeye çalışılan bir paradır.

Ne zaman bu stüdyonun düşlediğiniz gibi yürümeyeceği kafanıza dank etti?

Dank etmedi aslında. Hep tink tink ederek sürekli ilerledi. (gülüyor) Ben bu işe giriştiğimde stüdyo teknolojisiyle ilgili bilgim sıfırdı. Fuat birazcık biliyordu, o da kendi albümlerini doldururken öğrendiği şeyler… 38 yaşında kurduğumuz “gençlik” hayalimiz şuydu: (gülüyor) Ben evde paşa paşa oturup resmimi yapacaktım, bu arada stüdyodan da maaş gelecekti. Arada bir istediğimde, gidip tıngırdayacaktım. Ama bir baktım, gece gündüz kitaplardan, dergilerden stüdyo işi öğrenmeye çalışıyorum. Sonuçta büyük ölçüde oradaki teknik donanıma hâkim olabildim.

Girip müziğini yapamadın mı?

İlk bir-iki sene orada yaşadım, çatıda oturuyordum, geceleri inip aletlerle oynuyordum. Zaten biraz gitar, biraz da bas çalarım, öyle akor basarım… Enstrümantalist falan değilim.

Şarkı mı yazmak istiyordun? Senin müzik yapmaktan kastın şarkılar mı yazmaktı?

Onu bile bilmiyordum aslında o zamanlar. Benden ne olur acaba diye bakıyordum.

O zaman, galiba 35 yaşından öncesini sormak gerekiyor… Acaba kimsin, neler yapmışsın, seni şarkılar yazmaya iten şeyler ne?

(gülüyor) Oho ho no… Ne yapıyorsun?

Moğollar’la söyleşi yaparken, seni onlara sormuştuk, “Turgut Berkes’i anlatır mısınız, Moğollar’ın şarkı sözü yazarı olarak tanınacak neredeyse” demiştik… Taner Öngür de, çok birikimli biri olduğunu, mükemmel şarkılar yazdığını söyledi, kitap çevirilerinden, ressamlığından bahsetti, “Ankara’da 70’lerdeki acid-hippi kuşağının önemli kişilerinden biridir” dedi. Roll kayıtlarına böyle geçtin. Nereden geliyor bu önemin?

Ben bir önemim olduğunun farkında değilim… (gülüyor) Albüm çıkınca, bir basın bülteni hazırlamamız gerekiyordu. Benim çevremde de pek öyle yazan, çizen adam tanımıyorum. Müzisyenlerin çoğu ancak okuma yazma bilir, biliyorsun. (gülüyor) Osman Yener diye bir arkadaşım var, İletişim Yayınları’nda editör… Ona “sen bir şey yazsana” dedim. Osman bir yazmış, bir yazmış. “Ben neymişim be abi” oldum. (gülüyor) Kısa kronolojik tarihçe istersen, 71’de Ankara Koleji’ni bitirdim, İngiltere’ye gittim. Orada Manchester’da ve güneyde Bournemouth’taydım. Sanat kolejinde çizgi film, animasyon okudum –bu “okudum” lafı çok tuhaf geliyor… Çok hoş bir okuldu, her tarafa dağıldım orada. Bir sömestr fotoğraf, bir sömestr heykel, bir sömestr film, her şeye girdim çıktım. Çok eğlenceliydi. Çok minimum paralarla yaşadım.

Nerelerde, kimlerle yaşadın?

70’lerde, İngiltere’deki bir “art college”da olabilecek tipler işte. İkinci jenerasyon post-hippiler. (gülüyor)

Syd Barrett gibi tipler mi?

Yok, onlar yaşlı. Onlar bizim abilerimiz… Birçok iyi grup böyle sanat okullarından çıkmıştır sahiden. Lennon-McCartney’den tut, Genesis’ler falan… Daha kafaları açık tipler oluyor oralara gelenler.

Hiç sonradan ünlü olmuş, tanıdığımız arkadaşların var mı okuldan?

Yok valla. Bir tane dünya çapında ünlü olacak bir fotoğrafçı arkadaşım vardı, fakat Londra’ya gidip Led Zeppelin takımına takıldı, Jimmy Page’le birlikte trafik kazası geçirip öldü.

İngiltere’de hakikaten çok az baba rock konseri gördüm o kadar sene içinde. Hep cazcılara takılıyorduk. Gitgide İngiliz country hippiliği moduna girmişim, Türkiye’ye döndüğümde çok komikti halim. Sene 78, ayağımda roots ayakkabılar, yandan cepli pantolonlar, Chick Corea dinleyen bir tip…

İngiltere döneminde neler dinlerdiniz?

Trend müzikleri tabii. Türkiye’den gitmeden önce, küçük hippilerdik burda. Ne gerekiyorsa onu dinliyorduk. Led Zeppelin “I” ve “II” çıkmıştı herhalde, Jethro Tull’ın “Thick As A Brick”ini dinleyip dağılmıştım. Ama İngiltere’de bir süre sonra rock dinlemez olduk, ‘73-74’te artık caz dinliyorduk. Ne rock konserleri kaçırdım o yüzden. (gülüyor) Düşünebiliyor musun, İngiltere’de hakikaten çok az baba rock konseri gördüm o kadar sene içinde. Birkaç kere Zappa’yı gördüm, Genesis’i gördüm. Onun dışında, hep işte cazcılara takılıyorduk. Gitgide İngiliz country hippiliği moduna girmişim, Türkiye’ye döndüğümde çok komikti halim. Sene ‘78, ayağımda roots ayakkabılar, yandan cepli pantolonlar, Chick Corea dinleyen bir tip… Önce animasyon işi aradım orda burda, baktım hiçbir şey yok. Sonunda Eskişehir’de işe alındım, Sinema TV Enstitüsü kuruluyordu orada. Karla kaplı bir yer, gergin atmosfer, yanımdaki Chick Corea kasetleri o atmosferle hiç bağdaşmıyor, “Return To Forever” artık naif ve salakça geliyor. Buraya Stones lâzım! (gülüyor) Neticede, yaptığım işlerden hiç hoşnut kalmadım, bir nevi psikolojik mecburiyet halinde resim yapmaya başladım. Türkiye hızla 12 Eylül’e doğru gidiyordu… Evlendim, kızım o dönemde doğdu, doğrusu çocuk çok iyi geldi bana. Çocuğun sorumluluğuyla bir sürü işlere girdim. Önce radyoda, Voice Of Turkey’de programcılık ve spikerlik yaptım, Zappa çalıyordum devamlı. Sonra İngiliz Kütüphanesinde kütüphaneci oldum. İş olsun da ne olursa olsun diye girmiştim ama, o kadar çok kitap var ki abi, okumaya başlıyorsun ve çıkamaz oluyorsun. Bağımlılık yaratan bir iş. Devamlı yeni kitap geliyor, önce alıp kendim okuyorum. (gülüyor) En sonunda Ekonomik Basın Ajansı diye bir yerde çalışmaya başladım. Ekonomiden anlamazdım, ama bir şekilde uyum gösterdim ve işin tuhafı, sevdim. Hareketli bir ortamdı. 84’te askere gittim, dönüşümde eşimle ayrıldık. Çocuktan da ayrılmak zorunda kalınca, çok kötü oldum ama, bir anda üstümden sorumluluklar kalktı. Garip şeyler oldu, inanılmaz paralar geldi elime: Annemin vaktiyle benim namıma Kastelli’ye yatırdığı ve artık unutulmuş, kaptırılmış olan para iade edildi faiziyle birlikte… Asker dönüşü gidip Güney Kore Konsolosluğuna basın ataşesi olmuştum. Saçma sapan bir iş. Yaptığım tek iş arada bir Kore gazisi mevta olunca telgraf çekiyorum. (gülüyor) “Ne yapıyorum ben böyle” dedim. Cebimde bir ton para, bekar kalmışım, askerden gelmişim, yaz gelmiş. Hemen işi bıraktım, Bodrum’a gittim, birkaç sene kaldım. Resim yaptım, bir-iki sergi açtım. Sonra da ‘89’da fiilen FT başladı.

Mazhar Fuat Özkan’la yollarınızın kesişmesi nasıl oldu?

Üçünü de ayrı ayrı tanırdım. Mazhar’a arada sırada Ankara’da birtakım evlerde rastlardım… İngiltere’den döndüğümde annemler İstanbul’a, Kalamış’a taşınmışlardı. Orada rahmetli Ali Serdar’la tanıştım, onunla bayağı kanka olduk. Dolayısıyla Özkan’la da tanıştım. Ve tabii Fuat’la. Ama Fuat o zamandan aile babası, eşi, çocuğu var… Sonraki dönemde İstanbul’a gidip geldikçe Fuat’ta kaldım hep. Sonra Bodrum Bardakçı’daki Apple döneminde günlerimiz bir arada geçti.

Nasıl bir yerdi Apple?

Türkiye’nin o günkü şartlarında, biraz elit, sanal bir hippi komünüydü. Sekiz-on sene sürdü. Aslında bir açılış döneminde vardım, bir de kapanış döneminde. Arayı tamamen kaçırdım İngiltere’de… Apple, Ankara’daydı daha önce. Yaşımız tutmazdı, ama giderdik arada… Tezer’lerin (Tedi) grubu Oxygen vardı, sonra Speedy Electrons diye bir grup daha vardı, gitarist Akif in grubu, o zamanlar beğenirdik bayağı. Biz ikinci jenerasyonuz hakikaten. Ben 53’lüyüm. En yaşlımız da 42’li filandır. O yıllarda yaş farkı önemli. Biz 17 yaşındayız, adam 21 yaşında, düşünsene… (gülüyor)

Kimdi Apple’ın sahibi, veya fikir sahibi? Şimdi neler yapıyor?

Bizim bütün ekibin kaptanı, Apple’ın sahibi Atilla Şanlı. Beyoğlu’ndaki Jazz Cafe’yi işleten Cengiz’in abisi. Bu arada Müge (Gürman) de Cengiz’in eşidir. Atilla çok uzun süre New York’taydı, sonra bıraktı, bayağı bir uzun zaman dalga geçti. Şimdi Bodrum’da. Patates ekiyor, temiz hava takılıyor. Güllük’te bir arazisi var, orayı eski günler gibi bir yer yapmak onun hayali. Gene hep bir arada olunacak gibi bir hayal.

Senin içinde de öyle eski günleri yaşatmak gibi bir hayal, bir özlem var mı?

(düşünüyor) Hem evet hem hayır. Doğrusunu istersen ben bu grubun hep biraz kenarında durdum. Onlar içlerine aldılar beni. Ama ben çok da grupçu bir insan değilim. Çok kalabalıklarda bulunurum ama, hep iki kişi konuşurum, üçüncü kişi olunca kişiliğim değişir, başka türlü konuşmaya başlarım falan. (gülüyor) Böyle komünal durumlar için fazla bireyciyim, inancım fazla değil açıkçası. Ama öyle bir yer olursa iyi olur, ara sıra gidilir.

Mindos’tan bahsedelim biraz… Hem de “Mindos” İsimli şarkından…

Gümüşlük köyünün tarihteki ismi Mindos. Zaten Bodrum yerleşimi eskiden oradaymış. Şimdi sular atında bir batık kent. Hatta Gümüşlük’teki burna gidip –biraz tepedir orası– aşağıya, denize baktığında
bayağı duvarlarıyla filan sulara gömülmüş kenti görebiliyorsun… Mitoloji boyutunda orada neler yaşanmış, hangi hikâyelere kaynaklık etmiş, bilmiyorum ama, eski zamanların, Pan dininin sihri devam ediyor gibi geliyor bana. Hâlâ var o duygu. Bir de tabii, batık kenti seyrederken bir vadede bütün Bodrum’un böyle sular altında kalacağını da düşünüyorum. Hep söylüyorlar ya…

“Beklenmedik şeyler olur bazen burda” diyorsun şarkıda. Neler olur mesela?

Valla, masalsı bir tarafı var oranın. Bir kere bütün Bodrum’da güneşin denizden batışını görebileceğin tek yer Gümüşlük’tür. Bir de çok güzel dolunaylar olur… Geçen yaz gittiğimde bir sabaha karşı, kaldığım yere dönüyordum, öyle dalgın dalgın yürüyerek… Dev bir çiçek çıktı karşıma, bir kaktüsün üstünde, kocaman açmış, kafam kadar bir çiçek… Rüya mı gördüm acaba diye düşündüm, dönüşte bizim Haşmet’e (Seymen) anlattım. “Sahi onu mu gördün?” dedi. “O çiçek senede bir kere açar ve sadece on dakika açar. Biraz daha bekleseydin kapanışını da görürdün…”

Şarkılarında hep kentten yola çıkıp doğaya doğru bir gidiş var. Ama oralarda 365 gün yaşayacak adama da benzemiyorsun… “Denize de girerdim / Kıyafetim müsait olsaydı” gibi şarkı sözlerin var mesela…

Kesinlikle şehir adamıyım. O kadar ki, İstanbul’dan bir gram aşağısı bile kesmiyor. Miami, San Francisco bile sıkıcı geliyor. Ama bir yandan da güneyi özlüyorum. Gümüşlük’te de beş-altı ay kaldığım oluyor. Haşmet’in yeri de meşhurdur: Gümüşlük Club. İstanbul’dan sanatçı tayfasından gelen olur, Ankara’dan üniversitelerden, hocalar takımından gelen olur…

Niyazi Berkes’in nesi oluyorsun sen?

Amcam. Babamın ikizi. Tek yumurta ikizi, tıpatıp benzerler.

Niyazi Berkes İngiltere’de yaşarken sen de oradaydın herhalde…

Evet, ama hiçbir ilişkim olmadı. Amcamda öyle, ailesine ilgi göstermek gibi bir şey yoktu. Kimseye karşı öyle bir ilgisi yoktu rahmetlinin. Astrolojiyle ilgili inançlarımı bayağı sarsacak cinsten bir ikiz kardeşlik. Aynı anda doğmuş, birbirinden bu kadar farklı iki insan olamaz.

Baban kimdi, ne iş yapardı?

İnşaat mühendisiydi. Kıbrıslılar, 1908 doğumlular. 17 yaşında, 1925’te İstanbul’a üniversite için geliyorlar. Müthiş bir cumhuriyet heyecanı tabii. Babam edebiyatçı, şair filan olmak istermiş, fakat amcam çok baskın bir tip. Patron o. Direkt felsefeye girmek istediğini söyleyince, babam “bu gidişle aç kalacağız, ben bari doğru dürüst bir meslek edineyim” demiş. Babam perde arkasındaki kapitalist olmuş bir nevi. Benim bildiğim, Tan gazetesinin sermayesi bile büyük ölçüde babamdan gelmiş… Son zamanlarda Tan gazetesiyle ilgili gazetelerde okuduğum yazılarda, amcamın adı bile geçmez oldu nedense. Bir sefer çok komik bir şey gördüm, Cumhuriyet’teki bir yazıda, yine amcamın adı geçmiyor, ama fotoğrafı var, resimaltında Zekeriye Sertel yazıyor. Ben de “aa, babam” oldum zaten. (gülüyor)

Amcan sebebiyle sizin ailenizin üzerinde baskı var mıydı? Amcanın hayatı bayağı bir sürgün gibi geçmiş herhalde…

Aslında sürgün filan değildi. Amcam, aleyhine açılan bütün davalardan beraat etti. Davalar da abuk subuk davalardı. “Derste niye Marx’tan sekiz saat bahsettin de, Eflatun’dan iki saat bahsettin?” boyutunda şeylerdi. Polis ajanları vardı öğrencilerin arasında tabii. Sıkıldı adam anladığım kadarıyla. Son kitabı “Unutulan Yıllar” tam o dönemleri anlatan çok iyi bir derleme. Adam Türkiye’nin neden bugünlere geldiğinin portresini çiziyor resmen. Feci çalışkan, işten başka bir şey düşünmek istemeyen bir adam. Hakikaten kendini vermiş olaya. Sabah akşam mahkemeye gitmekten sıkılmış anladığım kadarıyla. Sonra da Kanada’dan öğretim üyeliği teklifi almış, gidiş o gidiş. Türkiye’ye gelişlerinden birinde bizim evde uzun bir süre kaldığı oldu, çünkü menenjit olmuştu. Kişisel, duygusal bir amca-yeğen temasımız oldu diyemem.

Çevremdeki genç insanlar benim çok okumamı yaşıma bağlıyorlar. Biz hep okurduk halbuki. 15 yaşımdan beri hayvan gibi kitap okurum. Bütün serseriliğimin, hippiliğimin, rock’n’roll’un arasında bunu da yapmışımdır. “Abi, söz yazamıyorum yaa” diyorlar, tabii yazamazsın, hiç okumamışsın ki kardeşim.

Senin çeviri faaliyetlerin de bayağı yoğun galiba… Amcadan miras bir çalışkanlık mı?

Bugün bana mesleğin nedir diye sorsalar, çevirmen derim herhalde. Bugüne kadar geçinebilecek kadar para kazanabildiğim tek iş o oldu. Stüdyodan hep kaybettik, olanları da harcadık. Ne müzikten ne resimden bir kuruş kazandığımı söyleyemem. Dara düştüğümde ya da işe gidip çalışmam gerektiğinde hep çeviri yapmışımdır. Bir kısmı da tamamen zevk için yapılmış işler. Oldum olası şöyle bir huyum vardır, Türkçede çok hoşuma giden bir metin okuyunca hemen “İngilizce nasıl olur acaba” diye düşünürüm. Veya tam tersi, “yaa, İngilizce bilmeyen arkadaşlarım da bunu okusun” diye bazı şeyleri üşenmeden baştan aşağı çeviririm. “Puslu Kıtalar Atlası”nı okuyunca, ilk defa Türkçede bu tür bir heyecan yaratan bir şeye rastladığım için, ilk paragrafı çevirmeye başladım, sonra kaptırdım gittim… Kendi kendime misyon edindim, zevk için romanın İngilizceye çevirisini yapıyordum. Bugüne kadar, yazar İhsan Oktay Anar’la da hep telefonda görüştük, müşerref olamadık. Şimdi de yaptığım çeviri iş haline geldi. Altı ay önce Enis Batur aradı, “biz bunu dışarıda yayınlatmak istiyoruz, çeviriyi bitirmek ister misiniz?” diye sordu. “Tamam” dedim, “zaten yapıyorum”. Yani, ne müzikten ne resimden bir lira kazanmadığım gibi, tamamen zevk için yaptığım çeviri işinden bile para kazanıyorum, onu anlatmak istiyorum. (gülüyor) Şu anda onunla geçiniyorum. Bir de Paglia’nın kitabı var, yayınlanmış olarak: “Cinsellik ve Sanat”. Ama hayatım daha çok teknik, ekonomik, siyasi materyal çevirmekle geçti… Bir de bir keresinde Woody Allen’ın oyununu çevirmiştim, “Tanrı”yı. Çeviriyi elimden çıkardıktan 10-12 sene sonra, bir baktım, Devlet Tiyatrosu’nda oynuyorlar, afişte adım yazıyor… Oyuna gittim, gördüm, inanamadım. Feci öfkelendim. Kitlendim. Zaten afişte iki çevirmen ismi vardı, sanki birlikte çevirmişiz gibi, çok şaşırmıştım. Sonuçta üst idareyi kafaya almak ve oyunu kuruldan geçirmek için sahte dramaturji yapılmış, kötü gelecek, rahatsız edecek şeyler törpülenmiş. Sonra yönetime “reji esnasında çevirmenden yorum istedik” denilerek tekrar eski metne döneceklermiş sözde. Ama oyuna gittiğimde o sahte dramaturji aynen kalmıştı. Üstelik Woody Allen yeterince komik gelmemiş, bir sürü belden aşağı espri koymuşlar. Rezalet. Oyunun orijinalinde seyirciler arasına gizlenmiş bir sürü oyuncu olması lâzım, senin onları normal seyirci zannetmen lâzım. Ama mesela yanında biri oturuyor, hemşire kıyafetinde, son derece bariz sahne makyajlı filan… (gülüyor) Oyun tamamen yok olmuş. Woody Allen görse üstleneceğini sanmıyorum. Dolayısıyla ben de üstlenemiyorum. Mazhar da dedi ki, “oğlum, dünyanın telifi birikmiştir, gidip alsana”. Telifi almam demek, oyunu üstleniyorum demek, “evet, bu oyunu ben çevirdim” demek. Nasıl yaparım? Sonunda soruşturdum, meğer telifi ödeyecek merciin başında da yine o çevirmen arkadaş varmış. “Kalsın” dedim, peşini bıraktım. (gülüyor)

Yine şarkılarına dönelim… Yapabildiğine nasıl kani oldun da, yazmaya başladın şarkılarını?

Kafamda hep bir şeyler dolaşıyordu zaten. Ve bunlar da hep sözle birlikte oluşan şeylerdi. İkisini birbirinden bağımsız pek düşünemiyorum. Yapılmış bir müziğin üstüne söz yazabiliyorum ama, söz yazıp onu bestelemek olmuyor. Ama nedense hep İngilizce yazıyordum. Sonra bir gün Tarancı’nın “Benimsin” şiirini besteledim ilk defa… Taner beni çok heveslendirdi aslında. Çok pozitif bir heriftir. İşte böyle böyle, geceleri stüdyoda, aşağıda bir şeyler yapıyordum. Ama iş ciddi bir şey yapmaya gelince, mesela gitar kaydı yapacağız diyelim, gün lâzım, zaman lâzım. Bizde öyle bir şey yok. Ancak şu olabiliyordu: “Turguuut, Nükhet Duru iptal etti, iki saat stüdyo boş” diye haber geliyordu, o iki saatte ne yaparsak yapıyorduk. Ama şimdi hep “on senedir yaptığım albüm” muhabbeti var. Değil halbuki. Benim gözümde bu albüm iki seneliktir. On sene öncesine dayanan besteler var içerisinde ama, albümün kendisi iki senelik. Zaten kayıtların hepsi yeni… İki şarkı yazınca “vay be, ben ne biçim şarkı yazıyorum, hemen bir albüm yapmalıyım” falan gibi bir hisse kapılmadım. İnsanlarla çalıştıkça bir albüm yapmanın anlamı doğdu. Mesela Yavuz (Çetin) gibi bir adamla tanışıyorsun, “bu adamın gitarının olduğu bir şarkı yapmak iyi olur” diye düşünmeye başlıyorsun… Şunu bitirelim, plak şirketlerini dolaşalım, bir an evvel çıkaralım gibi bir telaş hiç olmadı bende.

Hiç plak şirketlerine gitmedin mi?

Bir-iki kere öyle bir durum oldu, Fuat’ın zoruyla. Adamlar haklı kendi açılarından, ne yapsınlar beni? Adam Tarkan’ı arıyor, “dişlerini yaptırman lâzım, saç ektirmen lâzım” diyor. Kardeşim, sarkıları dinle önce! Ama şunu diyecek halim yok tabii: Beni engellediler, yüce müziğim ortaya çıkamadı. (gülüyor)

Ama eşine dostuna dinletiyordun değil mi şarkılarını?

Tabii. Ben kendi yaşadığım hayatın dışına çok fazla çıkamıyorum. Şu şarkıyı şu insana yazdım diyebileceğim birebir durumlar var yani. Tamamen kişisel takılıyorum, ama yaptığım şeyi çok da genel düşünüyorum. Çıkartacağım şey insanların anlayacağı bir şey olmalı. Daha doğrusu, “insanların anlamayacağı bir şey” gibi bir fikri zaten anlayamıyorum: Ben o kadar kişisel ve yüksek sanat yapmışım ki, benden başkası anlamıyor. (gülüyor) Bu şarkılar benim açımdan son derece anlaşılır, son derece pop, son derece akılda kalıcı şeyler. “Bence pop müzik Türkçede böyle olmalıdır” demek gibi bir şey. Ben pop şarkısı yaklaşımını seviyorum.

Resim yapan, yazan çizen biri olarak karşılaştırma yapabilir misin? Şarkının diğer ifade biçimlerine oranla ne gibi özellikleri, güzellikleri var? Zayıflıkları veya üstünlükleri?

Resme ve müziğe yaklaşımım taban tabana zıttır benim. Resmi çok fazla ciddiye alıyorum belki. Bütün insan hayatındaki yerini de başka türlü görüyorum. Resimde tamamen “impersonal” olmaya çalışıyorum, duygusal yansıma olmasın istiyorum. Başka bir şeylerin peşindeyim. Müziğinse tamamen duygusal, kişisel, psikolojik bir tarafı var benim için. Sabah akşam şarkı söylerim zaten. Hayatımdaki en ağır psikolojik sıkıntılı dönemlerimi hard rock dinleyerek atlattım. Benim için çok daha gündelik, harcıâlem, insanlara mutlaka ulaşması gereken bir şeydir. Resmin insanlara ulaşması gibi bir sorun yok. Resmi ben “insanlık” için yapıyorum. (gülüyor) Ticari tarafından da bakarsan, yaptığın resmi bir kişi satın alacaktır, demek ki bir kişiye hitap ediyorsun. Müzikte ise çok insana hitap etmen gerekiyor. Dağıttığına göre, mümkün olduğu kadar çok dağılsın isteyeceksin. Mümkünse her radyo, her dakika çalsın. Telif ödemesinler, orası mühim değil. Ama duyulsun istiyorum tabii ki.

Şarkılar senin şarkıların. A’dan Z’ye her şeyi sen mi tasarladın sound olarak falan?

Buradaki birçok şarkı birlikte yapıldı. Kuru kuruya benim şarkılarım değil bunlar. Adamların katkısı çok büyük. Kimseye şurda şunu yap demedim. Aranjör boyutunda zaten benden daha çok çalıştılar. Sadece vokalist durumunda olması gereken Berna’nın bile yaptığı vokaller bestedir. “Kara Kutu”, albümün ismi olmaktan çok, projenin ismi, grubun ismi. Bana kalsa, ben kendi adımı yazmayacaktım kapağa, Kara Kutu grubunun bir albümü gibi olacaktı, Turgut Berkes içerideki müzisyenlerden biri gibi gözükecekti. Ben böyle tahayyül ediyordum. Ama etrafımdakiler bunun iyi bir fikir olmadığını düşündüler. Esasına bakarsan, ortada bir grup da yok, daha çok proje diye adlandırmak iyi olur. Tamamen bir stüdyo albümü bu. Ama şimdi de canlı çalacağız. Bu da hiç hesapta yoktu.

Sözel olarak seni besleyen şeyler neler oldu?

Fuat’larla olan sohbetlerimde farkettiğim bir şey var. Rock müziğe Türkçe söz yazmak tuhaf bir kavram. Böyle bir şey olmamalı esasında. Sen Türkçe şarkı yazıyorsan yazmalısın, sonra onu elektro gitarla veya akordeonla, neyle istiyorsan çalmalısın. Bunun adının rock ya da mock olması gerekmiyor… Temelde rock formları İngilizce lisanı üstüne oluşmuş formlar. O dilin yarattığı zorluklar sonucu ortaya çıkmış melodi yapıları. Sen o melodi yapılarını alıp da üstüne Türkçe söz yazmaya kalkınca tuhaf oluyor abi. İngilizce uzun sesliler ve yuvarlanan sessizler dili. Dolayısıyla onun getirdiği melodik yapı imkânları var. Türkçe ise son derece perküsif bir dil. Özellikle Avrupalılar, Türkçe konuşma taklidi yaptıkları zaman, darbuka sesi gibi sesler çıkarırlar. K’lar, T’ler, S’ler falan… Çata çuta bir lisanımız var. Bunu kullanmamız lâzım. Ben söz yazarken hep onu düşünüyorum. Davula söz yazar gibi yazıyorum. Türkçe vurguları düşündüğün zaman, bu birtakım melodik yapılar getiriyor ve doğal bir uyum içinde oluyorlar. Mesela, “bize söz yazsana” diyen arkadaşlara, “bana müziği getir, üstüne uyduruktan na na na söyle, ama Türkçe na na na söyle” diyorum. İngilizce na na na söylersen, İngilizce yazarım. Na na na’nın da, mırıltının da Türkçesi, İngilizcesi var bence. Onun dışında da biraz okumak lâzım. Benim çevremdeki genç insanlar benim çok okumamı yaşıma bağlıyorlar. İnsan yaşlanınca okur gibi bir şey gelişmiş. Biz hep okurduk halbuki. 15 yaşımdan beri hayvan gibi kitap okurum. Bütün serseriliğimin, hippiliğimin, rock’n’roll’un arasında bunu da yapmışımdır. “Abi, söz yazamıyorum yaa” diyorlar, tabii yazamazsın, hiç okumamışsın ki kardeşim.

Şarkı dışında da yazan biri misin? Köşeye çiziktirilmiş öykülerin, şiirlerin falan var mı?

Azıcık. İnsanlar albümdeki sözleri genellikle çok beğeniyor. Ama albümde bir tane de şiir var, yan yana koyup bakınca aradaki fark görülüyor. Şiir yazmak, Tarancı olmak çok başka bir boyut. O benim ancak hayranlık duyabildiğim bir şey. Şarkı olarak beğenilmesine ben de katılabilirim, ama çıkart şarkıyı, o sözleri şiir diye koy ortaya, olmaz. Mesela “Kış Neden var” belki naif bir şiir olabilir. Bunların şarkı olmasının verdiği duygusal bir rahatlık var, istediğimi söylüyorum. Şiir o kadar basit değil bence.

Şiir biraz, demin anlattığın şekilde resme mi benziyor yani?

Benim resimle ilgili anlattıklarım kendi düsturum. Resim yapan birisi olarak kendi yaklaşımım. Ama yine de “ressamım” da diyemem. Roll’da yazdınız değil mi, “önemli olan yapamadığımız şeyleri yapmaktır” diyor ya Godard.

Hangi şairleri seversin?

Çok fazla şiir okuduğumu söyleyemem. Çünkü şiir, aynı ölçüde de tahammülü zor bir şey. Çok iyi olmadığı zaman da çekilmez bir şey. Ben Garip dönemini müthiş buluyorum, eski şairleri daha çok seviyorum. Fakat bazen Lale Müldür’de, Murathan Mungan’da çok beğendiğim şeyler oluyor.

Geçen yaz Gümüşlük’e gittiğimde bir sabaha karşı, kaldığım yere dönüyordum. Dev bir çiçek çıktı karşıma, bir kaktüsün üstünde, kocaman açmış, kafam kadar bir çiçek… Rüya mı gördüm acaba diye düşündüm, dönüşte arkadaşıma anlattım. “Sahi onu mu gördün?” dedi. “O çiçek senede bir kere açar ve sadece on dakika açar. Biraz daha bekleseydin kapanışını da görürdün…”

Müzik zevklerinde zaman içinde değişmeler oldu mu? Ne dinliyorsun şu sıralar?

Zaman içinde hep değişiklikler oldu müzik zevklerimde. Şimdi dinlediğim müziklerde de, sinemada da pek bir ayrım yapmıyorum. Beni yakaladığı, orada tuttuğu sürece her şey tamam. Son yıllarda, hayatımda ilk defa heavy metal kökenli olaylar dikkatimi çekmeye başladı. Gelecekteki müziğe ışık tutan şeyler oradan çıkıyor bence. Rammstein, Korn gibi şeyler. Bir de Ermeni bir grup var, System Of A Down adında. Los Angeles’lı Ermeni çocuklar. Metal ama Zappa gibi. Türkiye’ye konsere çağırmayı düşünüyoruz onları. Sonra Tool mesela, çok hoşuma gidiyor. Ama öte yandan Sting’in de yeni albümü çıkınca alıyorum, Fiona Apple’ın son albümüne bayıldım, Me’Shell Ndegeocello’nun son albümü de müthiş.

Eski grupların kıymeti harbiyesi kalmadı mı artık?

Olur mu? Son derece kıymetliler. Onlar ayrı bir karışık duygu yaratıyor. Öyle şeyler var ki, hakikaten müzik anlamında bir dönemeç olmuş benim için, hâlâ aynı çizgiyi koruyor. Bazen genç arkadaşlara hoca gibi “Thick As A Brick”i ya da King Crimson’ları baştan sona dinletiyorum. (gülüyor) Hiçbir zaman Zeppelin fan’i olmadım, oturup özellikle dinlemek gibi bir şeyim de olmamıştır, ama ne zaman kafam bozuk olsa ilaç gibi gelir. “Who’s Next” mesela. Who’nun en iyi albümü sayılır. Mükemmel şarkılar. Ama berbat bir prodüksiyon, saçmasapan aranjmanlar, rezalet kayıt, rezalet performans, Roger Daltrey hariç hepsi sıçmış… O zamanlar bunu hiç farketmemişiz, şimdi dinleyip ah vah ediyorum. Güzelim parçalara yazık olmuş diyorum.

Punk zamanında İngiltere’deydin, değil mi?

İngiltere’de punk patladığı zaman
ben punk için fazla yaşlıydım. Çok
uzak kaldım, çünkü caz dinliyordum,
rock bile dinlemiyordum. Yıllar sonra Türkiye’de Clash filan dinleyip sevdim. ‘70 sonlarında punk’ın da bir yelpazesi vardı, ska’sı vardı, hardcore’u vardı. O yıllarda Police ve Talking Heads çok önemli oldu benim için. David Bowie, Brian Eno, Bryan Ferry takımından da hiç uzaklaşmadım aslında. “My Life in the Bush of Ghosts” bugün çalan müziklerin atası sayılacak bir şeydir herhalde. Zevklerimde genelde bir İngilizlik var…

Albümde de var. Mesela illa birine benzetilecekse, “Kara Kutu” Radiohead’e benziyor.

Ayy, çok hoşuma gitti. Son zamanlardaki en mühimsediğim adamlar… İngilizler bu müzikte her zaman daha cesaretli oldular. Standart Amerikan rock kalıpları onlar için diğer kalıplar gibi bir kalıptı neticede. Amerikalılar bu konularda daha tutucu davrandılar. İngiliz progressive rock döneminin yarattığı bir alan var, Türkçeyi de rahat kullanabileceğin bir alan. Türkiye’de Jethro Tull ne kadar çok tutmuştur, düşünsene. İngiltere’de bile bu kadar meşhur olmamışlardır diyeceği geliyor insanın. Yapılar çok yakın çünkü.

Barış Manço’nun müziği ne kadar da benzer Jethro Tull’a…

Temel folklordaki o pentatonik benzerlikler önemli tabii. Moğollar filan da öyle… Tiplerine de baksana. Jethro Tull da öyleydi. Sakallı çirkin herifler. Hep şikâyet ederlermiş “konserlerimize hiç kız gelmiyor” diye. Delikanlı grup yani. (gülüyor)

Yarın Jethro Tull konserine gidiyor musun?

Aa, konser yarın değil mi? Henüz bedava bilet bulamadım. (gülüyor)

Buradaki konserlere gidiyor musun?

Stones’u kaçırdım acı bir şekilde. Atilla’yla beraberdik, on yıldan sonra ilk defa gelmişti, üç gün kapandık, çıkamadık, konsere yarım saat kala hâlâ konsere gideceğiz zannediyorduk, olmadı bir türlü. Steve Vai’a gittim geçen gün, fazla dayanamadım. Steve Vıy adını taktım ona, sürekli vıyy vıyy yapıyordu gitarıyla.

Moğollar’a yazdığın şarkı sözlerinden bahsedelim biraz… “Bi şey yapmalı” bayağı hit haline geldi üniversite çevrelerinde..

Öyle oldu galiba, evet… Taner diğerlerine bahsetmiş, bana söz yazmamı teklif ettiler, Cahit de müzikleri verdi. Böyle iki albümde, birkaç parçada çalıştık.

Temelde Anadolu şarkıları onlar. Senin sözlerin de, taşlama tarzına yakın. Kendini yakın hisseder misin o geleneğe?

Her şeyi denemeye hazırım. Ben bayağı severim âşık geleneğini. Okulda da tezimi Yunus Emre üstüne yazmıştım.

Çizgi film bölümünde nasıl bir Yunus Emre tezi bu?

Bizim okulda sabah dokuzdan akşam dokuza açık stüdyolar vardı, isteyen istediği saatte gelir, istediğini yapardı. Ders mers gibi bir şey yok. Hocaların bulunmak mecburiyetinde oldukları yerler ve saatler vardı sadece. Yani hocaların devam mecburiyeti vardı, öğrencilerin yoktu. (gülüyor) Genel Çalışmalar diye her telden çaldığımız bir ders vardı. Son sene de tez verilirdi. Mesela fotoğraf bölümündeysen, fotoğrafla ilgili tez yazman pek hoş karşılanmazdı. “Başka merak ettiğin konu yok mu” gibi bir durum vardı. Ben de hocayla konuştum, Yunus Emre’yle ilgili bir tez hazırladım. İngilizcede Yunus Emre’yle ilgili hiçbir şey bulamamıştım o dönemde. Basit bir şeydi aslında, hayatını anlattım, şiirlerini tercüme ettim, şık bir prezantasyon yaptım, içine Zülfü Livaneli kaseti koydum – “Geldi geçti ömrüm benim”. Hâlâ süren bir gelenektir. Mazhar Alanson günümüzün Yunus Emre’sidir bence.

Moğollar şarkılarındaki doğrudan siyasi tavrın kendi şarkılarına yansımamış. Sipariş üzerine böyle güzel siyasi şeyler yazarken, çetelerden hiç bahsedilmediği biçimde bahsederken, kendi kendine neden bu tip sözler yazmadın?

Yazmadım değil aslında, yazdım, albüme almadım. Albüm tamamen kişisel bir şey oldu. Aslında kişisel siyaset gibi bir şey bunlar da. Bu sözler kişisel siyasamı, kişisel duruşumu yansıtıyor. Simgelerle, ya da direkt güncel göndermelerle değilse bile, hayatı nasıl gördüğüm, hatta Türkiye’yi nasıl gördüğüm var şarkıların içinde… Moğollar zamanında da, bana “siyasi bir şey yaz” diyen olmadı zaten. Hatta bizimkiler o sözlerden biraz “ayy” falan oldular. Bazı sözler çıkartıldı, biraz ağır laflar vardı. “Zaten bizler olmasak / Ham yapar sizi PKK” demiştim mesela Susurlukçuları anlatırken. “Bi şey yapmalı” da, öbürleri de bayağı bir öfke halinde yazılmış şeylerdi. “Bi şey yapmalı” çok otomatikman geldi. En hızlı yazdığım sözlerden biridir, belli oluyor zaten, çok çalakalem bir hali var. Ben onu çok iyi bir şarkı sözü olarak görmüyorum, kendi albümüme öyle bir şey koymam. Siyasi olduğu için değil, kötü bir şarkı sözü olduğunu düşündüğüm için… “Bi şey yapmalı”nın bu kadar slogan haline gelmesine, mitinglerde söylenmesine hem şaşırdım, hem hoşuma da gitti. Çok etkilendiğim bir şey oldu: Bir gazetede Abdi İpekçi’nin kızıyla bir söyleşi vardı. Okurken, ne kadar farklı hayatlarımız var diye düşünüyordum. Sanki hiçbir zaman kesişemeyecek iki hayat gibime geliyordu. Tam ben bunları düşünürken, bir anda bizim şarkıdan bahsetmeye başlıyor söyleşide, “o anki duygularıma o kadar tercüman oldu ki” diyor. Çok onur duydum. Demek bir işe yarıyor yaptığımız şeyler dedim kendi kendime…

Roll, sayı 43, Haziran 2000

^